Maddî Kuşatma ve Medeniyet Arayışı İhtiyacı
Önceki bölümde de gördüğümüz gibi, düşüncenin yerle bir olması da, uygarlığımızın(yazar kendi uygarlığını yani batı uygarlığını kastediyor) çöküşünde belirleyici bir faktör olmuştu; ama bizim ilerlememizi engelleyen buna eşlik eden daha başka çok sayıda neden vardı. Bu nedenler, manevî alanda olduğu kadar, ekonomik faaliyetlerde de görülebilir ve hepsinden önemlisi de, bu iki alan arasındaki etkileşime bağlıdır; ki burada sözkonusu olan etkileşim, hiç de tatmin edici bir etkileşim değildir ve her geçen gün de tatmin edici olma özelliğini daha da yitirmektedir.
Modern insanın medeniyette ilerleme kaydedebilme kapasitesi, kendisinin içine yerleştirildiğini gördüğü şartların kendisine zarar vermesi ve kendisini şahsen olumsuz yönde etkilemesi nedeniyle bir hayli aşınmıştır.
Medeniyetin gelişmesi, -genel olarak konuşmak gerekirse-, bütün’ün tekâmülünü amaç edinen idealler konusunda düşünen ve daha sonra da, bu idealleri, çağın şartlarını en fazla etkileyebilecek bir tarz, bir yöntem varsayan hayatın gerçekliklerine uyarlamaya çalışan münferit insanların gayretleriyle gerçekleşir, ete kemiğe bürünür. Dolayısıyla, bir insanın bir ilerleme öncüsü olma, yani medeniyetin ne olduğunu ve niçin varolduğunu anlama kabiliyeti, o kilinin bit düşünür olmasına ve özgür bir kişi olmasına bağlıdır. Eğer ideallerini idrak edebiliyor ve bunlara bir şekil vererek bu idealleri hayata geçirebiliyorsa, bu öncü kişi, mutlaka düşünür kişi olmalıdır. İdeallerini hayata geçirebilmek için de mutlak özgür olmalıdır. Bu kişinin idealleri ve faaliyetleri, varolma mücadelesinde ne kadar çok ciddiye alınırsa, içinde yaşadığı şartların düzelmesi konusundaki itici güç, düşüncesinin ideallerinde daha güçlü bir şekilde ifadesini bulur. Böylelikle kendi şahsî idealleriyle, medeniyet idealleri iç içe geçer ve kaynaşır.
Maddî ve manevî özgürlük, birbirleriyle etle tırnak gibi iç içe geçmiştir ve yakın ilişki içindedir. Medeniyet, özgür insanları varsayar [özgür insanların varolmasıyla varolabilir]. Zira medeniyet, yalnızca özgür insanlar vasıtasıyla önce tahayyül ve tasavvur edilir, sonra da hayata geçirilebilir ancak. Fakat günümüzde insanlık arasında özgürlük ve düşünme kapasitesi ne yazık ki, bir hayli aşınmış vaziyettedir.
Eğer sürgit artış gösteren nüfus sarmalı mütevazi ama teminat altına alınmış, huzur ortamının sözkonusu olduğu bir toplum geliştirilmiş olsaydı, bu, medeniyete, kendi adına methiyeler dizilen maddî “fetihlerden daha fazla katkıda bulunmuş olurdu. Gerçekten de bunlar, bir bütün olarak insanlığı tabiata daha az bağımlı hâle getiriyor ama aynı zamanda da, özgür ve bağımsız insanların sayîsını azaltıyor. Kendi kendisinin efendisi olan zanaatkâr, maki- nalaşmanın oluşturduğu mekanizmanın dayatmasıyla bir fabrika eli’ne dönüşüyor. Zira günümüzün karmaşık iş dünyasında, yalnızca arkalarında büyük sermayeler bulunan teşebbüsler, kendi varlıklarını koruyabildikleri için, küçük, bağımsız esnafın konumu, yavaş yavaş bütünüyle işveren veya iş adamı tarafından ele geçiriliyor. Günümüzün ekonomik sisteminin varolduğu şartlar güvenli, güven verici olmadığı için, az ya da çok mülkiyet sahibi olan ya da az çok bağımsız hareket edebilen sınıflar bile, adım adım ama büsbütün varolma mücadelesi vermenin eşiğine sürükleniyorlar.
Bunların sonucu olarak ortaya çıkan özgürlük kaybı sorunu sürgit daha kötü boyutlar kazanıyor; çünkü fabrika sistemi, onları besleyen topraktan, tabiattan ve evlerinden zorla koparılan insan yığınlarının çalıştıkları sayıları ve güçleri sürgit artan dev şirketler yaratıyor. Dolayısıyla bunun neticesinde ciddî fizîkî yaralanmalar vuku buluyor. Anormal hayatın, kişinin kendi tarlasını ve iskân ettiği yeri yitirmesiyle başladığı şeklindeki çelişkili sözde gerçekten de dikkate değer bir gerçeklik payı vardır.
Hâl böyle olunca, medeniyetin, kendi maddî, dolayısıyla da manevî atmosferlerinde iyileştirmeler yapmanın yollarını araştıran insanların kendi çıkarlarının aynı şekilde tehdit altında olmasına karşı geliştirilen savunma çabalarında birleşen ve işbirliği içinde olan bir grup insan tarafından üretilen kendini ciddiye alan idealler yoluyla -belli oranlarda da olsa- ilerlediği doğrudur. Ancak bu idealler, bu tür bir medeniyet fikrinin önünde bir tehdit ve tehlike arzeder, zira bu ideallerin varsaydıkları form, toplumun gerçekten evrensel olan idealleri tarafından ya hiç belirlenmez ya da çok az belirlenir. Bu tür bir medeniyet telakkisi, onun adıyla ve adına varolan çeşitli kendini ciddiye alan idealler arasında gözlenen rekabet nedeniyle engellenir.
Özgürlük eksikliğine ve ihtiyacına, bir de aşırı gerginlik kötülüğünü eklemeliyiz. İki ya da üç kuşak boyunca, yığınla birey, insan olarak değil, yalnızca çalışan bir şey” olarak yaşıyor. Bu kadar yoğun çalışmanın ahlâkî ve manevî önemi konusunda genel olarak söylenebilecek hiçbir şeyin, işçilerin yapmak zorunda oldukları işle hiçbir alakası yoktur. Aşırı çalışma hayatı, günümüz toplumunun yegâne kuralı hâline gelmiş durumdadır. Oysa bunun ortaya çıkardığı sonuç, işçinin hayatındaki manevî unsurun canlanmasının alabildiğine zorlaşması şeklinde olmuştur. Bu aşırı çalışma olgusu, kişiyi, çocukluğunda bile dolaylı olarak olumsuz şekillerde etkiler; zira gece gündüz çalışmaya mahkûm olan ailesi, çocuklarının iyi ve sağlıklı yetişmesine yeteri kadar vakit ayıramamaktadır.
Dolayısıyla kişinin gelişimi, kendisine hiçbir şekilde faydası olmayan bir şey tarafından olumsuz şekilde etkilenir ve uzun çalışma saatlerinin kölesi olduğunda, hayatının daha sonraki dönemlerinde kişi, sürgit artan bir şekilde dış uyarılmalara daha fazla ihtiyaç duyar hâle gelir. Zamanını, kendini geliştirmek için ya da arkadaşlarıyla veya kitaplarla daha içli dışlı olabilmek için geçirebilmesi, kişinin zihnî bakımdan dingin ve kendi kendini kontrol edebil lecek bir hâlet-i rûhiyeye sahip olmasını gerektirir; ancak kişi, böyle bir hâlet-i ruhiyeye sahip olmanın ne kadar zor olduğunu geç de olsa fark eder.Günübirlik aktivitelerinden kendisini sürgit uzak tutması,unutkanlık ve kaçış kişi için zarûrî bir ihtiyaç hâline gelir. Düşünmek ve kendisini geliştirmek istemez; aksine, yalnızca kaçmak ve eğlenmek ister; manevî ihtiyaçlarını hiçbir şekilde karşılayamayacak bir kaçış peşinde koşturur.
Manevî bakımdan zayıf ve kendine hâkim olma melekeleri körleşen bu bireyler yığınının zihniyeti, kültür, dolayısıyla medeniyet davasına hizmet etmesi gereken bütün kurumlara tepki gösterir. Tiyatro, tatil yerinin ya da eğlendirici bir gösterinin yanında ikinci plana düşer; bilgilendirici bir kitap da, dikkati dağıtıcı, kişiyi hayatın sıkıntılarından kaçırıcı kitapların yanında değersizleşir. Sürgit artan miktarda dergi ve gazete, okuyucularının, sürgit daha kolay tüketmelerine izin verecek şekilde, asıl ciddî meseleleri sürgit geri plana iter. Bugün yayımlanan gazetelerle 50, 60 yıl önce yayımlanan gazeteler arasında bir mukayese yapıldığında, günümüzdeki gazetelerin bu bağlamda ne denli köklü bir değişim geçirdiklerini bütün çıplaklığıyla görebilmek mümkün olur.
Gelişigüzelliğin ve sathîliğin ruhu, manevî hayatı desteklemesi gereken kurumlara bir kez nüfuz etmeye başladığı zaman, bu egzersizler, kendi açıların’ dan, bu şartlara gelmesine yol açtıkları toplum üzerinde refleksif bir etkiye yol açarlar ve bu tür bütün zihnî boşlukların oluşmasına neden olurlar.
Bu tür bir düşünme gücü ihtiyacının günümüz insanında nasıl bütünüyle ikinci bir tabiat hâline geldiği, bu düşünme gücünün ürettiği sosyalleşme türü tarafından ortaya konmuştur. İnsandaki bu iki tabiat birbirleriyle konuşma- ya başladıkları zaman, her biri, konuşmalarının, genelliklerin ötesine taşmaması ya da gerçek fikir alış verişine dönüşmesi konusunda son derece hassas hareket ederler. Hiç biri, bir diğerine verebilecek dikkate değer, kendine özgü bir şeye sahip değildir ve her biri, kendisinden orijinal bir şey talep edilebileceği dehşetiyle varolur.
Hiçbir zaman tastamam yoğunlaşmamış zihinlerin varolduğu bu tür bir toplumda üretilen ruhun, bugün bizim aramızda ve toplumumuzda her geçen gün daha bir arttığı ve insanın ne olması gerektiği konusunda düşük bir algi’ lama biçimine yol açtığı gözleniyor. Başkalarında olduğu gibi, kendimizde de, yaratıcı bir işte kesin bir noktaya ulaşmaktan başka bir şey aramayız ve kendimizi herhangi bir yüksek ideali terk etme çabasına girdirmeyiz.
Bu özgürlük ve zihnî yoğunlaşma ihtiyacını biraz daha yakından incelediğimiz zaman, bizim büyük kentlerimizde yaşayan insanların hayat şartlarının aslâ olmadığı ve amılayamayacağımız kadar kötü olduğunu görürüz. Hâl böyle olunca da, tabiî olarak, bu büyük şehirlerde yaşayan insanlar, manevî açıdan en fazla yoksul ve en fazla tehlike sinyalleri veren kötü bir hayat sürerler. Manevî şahsiyeti muhkem ve mükemmel bir şekilde gelişmiş, kemâl noktasına erişmiş bir insan idealinin varolması anlamında büyük kentlerin bu tür bir insan idealinin hayat bulmasına imkân tanıyabilecek yüksek bir medeniyet fikrine sahip oldukları artık bir hayli su götürür bir durum arzetmektedir. Durum ne olursa olsun, günümüzde, mevcut şartlardan ve bu şartlarda yaşayan insanlardan ortaya çıkabilecek bir ruhtan devşirilebilecek gerçek medeniyet ihtiyacının hissedilmesi, gerçekleştirilmesi ve gerçeğe dönüştürülmesi en büyük ihtiyaç duyduğumuz şeydir.
Ne var ki, modern insanın hakîkî ve derûnî özgürlükten ve zihnî [manevî] yoğunlaşma gücünden yoksun olmasının medeniyetin geleceğine dâir yol açtığı tehlikelerin ötesinde, bu yetersiz ve olumsuz gelişmelerin neden olduğu ilave bir tehlikenin varlığından da sözetmek gerekir. Gerek uzmanlaşma, gerekse kapsama alanı bakımından insan bilgisinde ve gücündeki olağanüstü artış, münferit çabaların, çok iyi tanımlanmış alanlara daha fazla yoğunlaştırılmasına yol açıyor kaçınılmaz olarak. İnsanın çabası, uzmanlaşmanın, bireylerin mümkün olan en yüksek ve en etkili katkılarda bulunabilmelerini sağlayacak şekilde tanzim edilir ve müştereken düzene sokulur.
Elde edilen sonuç, gerçekten gözkamaştırıcı-dır; ama bu süreçte, çalışan, iş hayatının işleyiş biçiminden ötürü manevî açıdan büyük zarar görür. Zira bu süreçte, bütün ya da kâmil bir insana ulaşma çabası sözkonusu değildir; aksine yalnızca insanın bazı melekelerini veya bazı kapasitelerini geliştirme çabası sözkonusudur; bu nedenle bunun bir bütün olarak insanın tabiatı üzerinde doğrudan [olumsuz] etkileri vardır. Şahsiyeti inşa eden ve kapsamlı, çeşitli görevleri [fonksiyonları] yerine getiren insandaki melekeler, bu açıdan bakıldığında, kelimenin en geniş anlamıyla, daha az manevî olan görevler tarafından etkisiz hâle getirilerek zamanla devre dışı bırakılırlar.
Günümüzün zanaatkarları, mesleğini, kendisinden öncekilerin [atalarının] mesleklerini anladığı gibi, bir bütün olarak anlamıyor artık.Günümüzün zanaatkârı, kendinden öncekilerin yaptığı gibi, imalatın bütün aşamalarında ağaç ya da maden işçiliği yaparak işini öğrenmiyor; zira bütün bu imalat aşamaları, malzeme eline geçmeden önce diğer insanlar ve makinalar tarafından gerçek leştirilmiş oluyor.
Bütün bunların kaçınılmaz sonucu olarak da, zanaatkârın ya da çalışanın yaptığı işle bütünleşecek şekilde işi üzerinde derin düşünce sahibi olması, muhayyilesi, hünerleri, işin üretilmesi sürecindeki türlü zorluklarda devreye gir. miyor; böylelikle de zanaatkârın veya çalışanın yaratıcı ve sanatsal güçleri yavaş yavaş yok oluyor. Bütün bir düşünce gücünü ve bütüncül kişiliğini yaptığı işe büsbütün yansıtması gereken zanaatkârın yaptığı işin ürünü olarak gelişen ben-şuurunun yerini, parçalı becerisiyle iktifa eden ve hatta mükemmel olduğuna inanılan kendini-tatmin kaygısı alıyor; sonuçta, bu kendini-tatmin kaygısı, bütünle ilişkisi bakımından kusurluluklarını ve yetersizliklerini kolaylıkla gözardı etmesini sağlayacak şekilde, ayrıntılar üzerinde yoğunlaşmasına ve mükemmelleşmesine neden oluyor.
Bütün mesleklerde, özellikle de en belirgin şekilde bilimin gerçekleştirilmesi sürecinde, uzmanlaşmanın yalnızca bireyleri tehdit eden manevî bir çöküntüyle değil, aynı zamanda, toplumun manevî hayatını tehdit eden bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuzu rahatlıkla müşahede edebiliriz. Eğitimin, bilim adamlarının ve akademisyenlerin, münferit bilimler arasındaki iç bağıntıları ve bağlantıları bu bilimleri öğreten öğretmenlerin kolaylıkla anlamalarını sağlayabilecek kadar kapsamlı bir perspektifle ve öğretmenlere olması gerektiği kadar zihnî ufuk kazandırabilecek şekilde gerçekleştirilmemesi, özellikle dikkat çekici bir sorundur.
Hâl böyle olunca, sanki uzmanlaşma ve işin organize ediliş biçimi, elbette ki zorunlu durumlar hâriç, modern insanın ruhuna hâlihazırda yeteri kadar zarar vermiyormuş gibi, tam da olmaması ve kaçınılması gerektiği şekilde tanzim ediliyor ve gerçekleştiriliyor. Yönetimde, eğitimde ve tabiî eylem alanı olan her tür sahada, bakış açıları ve yaklaşım biçimleri kurallar ve kontrol mekanizmaları tarafından olabildiği ölçüde daraltılıyor. Soruna biraz yakından bakıldığında, pek çok [gelişmiş] ülkede, günümüzün ilköğretim öğretmeninin, önceki dönemlerin öğretmenleriyle karşılaştırıldığında özgürlük alanının ne kadar daraltıldığını görmekte zorlanmayız. Yine bütün bu sınırlandırmalar nedeniyle günümüzün öğretmeninin, ders anlatış biçiminin ne kadar ruhsuzlaştığını ve özgünlüğünü, kendine özgülüğünü, canlılığını ne kadar yitirdiğini görmekte de zorlanmayacağımızı görebilmemiz mümkündür.
Dolayısıyla, geliştirdiğimiz iş / çalışma yöntemleri yoluyla, manevî açıdan bir çöküntü yaşamaya başladık ve bireyler olarak kolektif çabamızın maddî sonuçları da, bununla doğru orantılı olarak, hızla artış gösterdi. Burada da, her kazancın, şu ya da bu şekilde de olsa, bazı kayıpları da beraberinde getirdiğine dikkat çeken o trajik ilkenin doğrulanmasına tanık oluyoruz.
Modern Kurumlar, Uzmanlaşma ve Gayr-ı İnsanileşme Süreci
Ne var ki, günümüzün insanı, [yanılsatıcı ve banal bir özgürlük anlayışının yaygınlaşmasından ötürü] yalnızca özgürlüğünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıya değil, aynı zamanda zihnî yoğunlaşma gücünü ve topyekûn gelişme imkânını da büsbütün kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya: Kısacası, çağdaş insan, insanlığını yitirme açmazıyla burun buruna.
Çağımızda normal insan-insana ilişkiler bizim için sürgit, her geçen gün daha bir zorlaşmaya başladı: Günlük hayat koşuşturmacası ve telâşı; yoğunlaşan karmaşık ilişkiler, boğucu, sürgit kalabalıklaşan kentlerde ve mekânlarda yaşama ve çalışma zorunluluğu nedeniyle diğer insanlarla, çok değişik ilişkiler içine girerek adeta birer yabancı gibi ilişki kurar hâle geldik. İçinde yaşadığımız bu gayr-ı İnsanî şartlar, bizim, diğer insanlarla insanca ilişkiler kurmamıza izin vermiyor ve tabiî insanı çabalar üzerindeki sınırlamalar öylesine boğucu ama bunlar öylesine kanıksanmış durumda ki, gayr-ı İnsanî, gayr-ı şahsî ve mekanik görünümler alan bu durumun gayr-tabiî bir şey olduğunu unuttuk bile çoktan. Artık huzuru ve mutluluğu iple çekiyoruz; diğer insanlarla İnsanî ilişkiler kuramıyoruz ve her şer şeye rağmen bu gidişatı tersine döndürmemiz tek yıkar yol ve tek mümkün seçenekken, sonunda her şeyi terk etme, teslim bayrağı çekerek kalabalıklar içinde oraya buraya sürüklenme tehlikesinin tam eşiğinde soluğu almak üzereyiz.
Bu bağlamda, kentli insanların ruhu, manevî hâli, hayatı ya da hâlet-i rû- hıyes. işte bu olumsuz şartlar tarafından şekillendiriliyor ve bu olumsuz durum, sonunda toplumun zıhın yapısı ve hâlet-ı rûhıyesi üzerinde çok büyük yaralar açıyor.
Hülâsâ… diğer insanlarla ilişki kurmayı büsbütün terk etmiş durumda ve gayr-ı İnsanî bir çukurun eşiğine yuvarlanmak üzereyiz. Salt insan olmasından ötürü her insanın ilgiye muhtaç olduğu gerçeğini unuttuğumuz her yerde medeniyet ve ahlâkî değerler teker teker çözülüyor: Hâl böyle olunca da, büsbütün gayr-ı İnsanî bir gelecek bir ân meselesi yalnızca.
Gerçek şu ki, son iki kuşaklık zaman diliminde, dil’in apaşikâr biçimde sığlaşması ve kötürümleşmesiyle mantıkî ilkelerin anlamsızlaşması, toplumu* muzda en ürpertici gayr-ı İnsanî düşüncelerin kolgezmesine, revaç bulmasına yol açtı. Sonuçta, bireylerde, insanı hayal kırıklığına uğratıcı bir sosyal mentalitenin zuhûr etmesi kaçınılmazlaştı. Tabiî duygunun ve duyarlığın ürünü olan nezaket kaybolup giderken, yerini, az çok belli bir davranış biçimleri an- layışı getiriyor gibi görünse de, tastamam duyarsızlık veya kayıtsızlık olarak nitelendirilebilecek bir davranış biçimi alıyor. Her ne sûrette olursa olsun yabancılara karşı açıkça gösterilen kayıtsızlık ve sempati eksikliği, artık gerçekten kaba bir davranış olarak görülmüyor; daha da kötüsü, bu itici ve kaba davranış biçimi, normal dünya hâliymiş gibi değerlendiriliyor.
Bizim çağdaş Batı toplumumuz, bütün insanlara, İnsanî bir değer verme ve İnsanî bir saygı duyma özelliğini de kaybetmiş durumda; öyle ki, insanlığın büyük bir bölümüne yalnızca ham malzeme ve İnsanî şekle bürünmüş bir “mal” olarak bakıyor.
Öte yandan, on yıllardır sürgit artan bir saflıkla, sanki bütün olup bitenler satranç tahtasında oynanan oyunlarmış gibi savaşlardan ve işgallerden sözedip duruyoruz. Böylesi bir şey nasıl mümkün olabilmiş, nasıl bu duruma dûçâr olduk peki? Bireylerin, tekil insanların kaderlerini ve hayatlarını göz ardı ettiğimiz ve insanları yalnızca maddî dünyanın figürleri ya da nesneleri olarak görmeye başladığımız için elbette ki.
Bir kez savaş patlak verdiğinde, içimizdeki gayr-i İnsanî taraf, kontrolden çıkıvermişti: Uzunca bir süre, zencilere ve başka ırklara mensup halklara karşı işlediğimiz ve kimi zaman ustalıkla örtbas ettiğimiz, kimi zamansa bütün İnsanî duygularımızı yitirmişçesine bayağı ve adî bir şekilde savunduğumuz insanlık suçları, nasıl olup da sömürge edebiyatımızda ve parlamentolarımızda ¿loğnı ve makul davranışlar olarak yansıtılabiliyor ve kamu oyunda serdedilen normal fikirlerden bir fikir olarak kabul edilebiliyordu acaba? Çok değil, daha yirmi yıl öncesine kadar Kıta Avrupa’sı ülkelerinin parlamentolarından birinde, açlıktan ve hastalıktan ölmelerine göz göre göre göz yumularak ülke dışına sürülen bazı zenci insanlar hakkında bir tartışma yaşanmış ve parlamentodan yapılan nihâî açıklamada sanki bu kişiler insan değilmiş, ülkeden hayvanlar sürülüyormuş gibi bunların “hayatlarını kaybedecekleri” açıkça itiraf edilmesine rağmen hiç kimse bu durumu protesto etmemiş hatta bu duruma karşı hiç kimse bir fikir beyan etme gereği bile duymamıştı!
Eğitim sistemimizde ve günümüzün ders kitaplarında, sanki insanın kişiliğinin oluşmasında elzem ilk yapılması gereken işlerden biri değilmiş gibi ve yine sanki hâricî [olumsuz] şartların etkilerine karşı insanlığımız, bütün insanlığın insanlığı üzerinde çok güçlü bir etki oluşturan önemli bir mesele değilmiş gibi insanlık görevi ve insan olma sorumluluğu karanlık bir köşeye itili-verilmiştir.
Bu durum, her zaman böyle değildi: Bu konuda yalnızca okullarda değil, aynı zamanda macera kitaplarına girebilecek kadar edebiyatta da çok güçlü izlerini, etkilerini görebildiğimiz bir durumdu. Sözgelişi Daniel Defoe nun kahramanı Robinson Crusoe, sürekli olarak İnsanî davranış konusu üzerinde düşünen ve en az insanın hayatını kurban edebilme mücadelesi verirken kendisini işte bu insanlık onuru ve yükümlülüğüne tastamam bağlı biri olarak hisseden bir roman kahramanıydı. İnsanlık onuruna ve yükümlülüğüne öylesine yürekten bağlı biriydi ki Crusoe, gerçekleştirdiği serüvenler çok özel bir nitelik kazanıyordu. Oysa günümüzün romanları arasında, buna benzer tek bir esere bile rastlamak mümkün mü acaba?
Aşırı Kurumsallaşma ve Modern İnsanın Manevî Dünyasının Çölleşmesi
Günümüzde medeniyetin önüne set çeken engellerden biri de, kamusal hayatımızın aşırı ve yoğun bir şekilde örgütlenmiş, kurumsallaşmış olmasıdır.
Her ne kadar yerli yerince düzenlenmiş [kurumsal] bir çevre’nin mevcudiyetinin, medeniyetin varoluş şartlarından ve yanı sıra da sonuçlarından olduğu su götürmez bir gerçek ise de, hâricî / kurumsal örgütlenmenin,belli bir noktaya ulaştıktan sonra, manevî hayata zarar verecek şekilde geliştiği de tartışma götürmez acı bir gerçektir. Kişilik ve fikirlerin, kurumları etkilemesi ve yönlendirmesi, onların iç yapılarını [ruhlarını] canlı tutması gerekirken tam tersi oluyor, kişilik ve fikirler, kurumların insafına terk ediliyor.
Sosyal hayatın herhangi bir bölmesinde kapsamlı bir örgütlenmeye gidildiğinde, bunun sonuçları başlangıçta gerçekten muhteşem oluyor, ama bir süre sonra her şey çözülüyor ve yerle bir oluyor. Başlangıçta hâlihazırda mevcut kaynaklar seferber ediliyor ve hayata geçiriliyor ama daha sonraları bu tür bir örgütlenmenin yıkıcı etkileri, yaşayan ve orijinal olan her şey üzerinde olumsuz tabiî sonuçlarını açıkça göstermeye başlıyor ve örgütlenme ne kadar çok bu kurallar çerçevesinde büyürse, bunun olumsuz etkileri yaratıcı ve manevî gayretler üzerinde o kadar güçlü oluyor. Bugün tarihlerinin en erken dönemlerinden itibaren varlığını sürdüren aşın merkezileşmiş yönetimin etkilerinden gerek ekonomik olarak, gerekse manevî olarak kurtulmayı hâlâ başaramayan modern devletler var.
Ormanlık arazinin parka dönüştürülmesi ve park olarak kullanılmaya devam edilmesi, kalkınma konusundaki farklı hedeflere ulaşılmış olması bakımından belki ileri bir adım gibi görülebilir. Oysa bu, zengin bitki örtüsünün kendi tabiî seyrinde hayatını idame ettirebilmesinin, dolayısıyla geleceğini teminat altına alabilmesinin de sonu anlamına geliyor.
Günümüzde siyasî, dînî ve ekonomik kurumlar, mümkün olan en büyük iç insicamlarını, mümkün olan en büyük dış etkinlikle gerçekleştirecek şekilde kendilerini şekillendiriyor ve örgütlüyorlar. Gerçekten de, bu kurumların temel kuruluş ilkelerini açıkladıkları tüzükleri, örgütlenme disiplinleri ve yönetime ait diğer bütün her şeyleri, bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir şekilde mükemmelleştirilmiş bir noktaya ulaşmış durumdadır. Hiç kuşkusuz ki, bu kurumlar, belki belirledikleri hedeflere tastamam ulaşabiliyorlar ama kurulan mekanizmanın ruhsuz bir nitelik arzetmesinden ötürü bu faaliyet merkezleri, canlı organizmalar olarak yaşama ve varolma özelliklerini zamanla yitiriyorlar ve zamanla kusursuz makinaları andırmaya başlıyorlar. Bu kurumları kuran kişilerin temel İnsanî dünyaları sürgit yoksullaştığı ve ruhsuzlaştığı için bu organizmalar, zenginlik ve çeşitlilik bakımından iç hayatlarını yitiriyorlar.
Günümüzde, bütün manevi hayatımızı, işte bu kurumların içinde sürdürmek zorunda kalıyoruz. Çocukluğundan ergenlik ve olgunluk çağlarına kadar günümüzün insanı, kendi kişilik ve benlik duygusunu yitirecek kadar zihni disiplin düşüncesiyle dolu ve kendisini şu veya bu grubun ruhuna sahip biri olarak düşünecek şekilde yetiş/tiril/iyor. 18. yüzyılın büyüklüğünü teşkil eden bir fikir ile diğer fikir arasında ya da bir insan ile diğer insan arasında canlı, sahici bir tartışma yaşanması günümüzde hiçbir zaman sözkonusu olmuyor.
Öte yandan, günümüzde yoğun olarak gözlenen kamusal baskı [ya da mahalle baskısı] korkusu, önceden bilinmeyen bir şeydi. Önceleri, bütün fikirlerden bu fikirlerin sahipleri (bireysel akılları) mesuldü. Oysa günümüzde, örgütlü toplumda yaygın, geçerli, genel kabul gören görüşleri her zaman hesaba katarak konuşmak tek kuraldır ve hiç kimse de bunu sorgulama gereği duymuyor bile. Kişi, ulusalcılık, inanç, siyasî parti, sosyal konum ve geçerli olan başka bir unsur tarafından belirlenen görüşleri, kanaatleri değiştirmeyi umamayacağı kadar hâlihazırda genel kabul gören belli görüşleri, fikirleri gözönünde bulundurarak, bunları gerek kendisi, gerekse birlikte yaşadığı yerdeki herkesin sorgusuz sualsiz benimsedikleri algılama biçimleri, söylemleri dikkate alarak konuşmaya, söz söylemeye başlıyor.
Bu genel geçer fikirler ya da söylemler, bir tür tabu olarak görülüp korunuyor ve yalnızca eleştiriden uzak tutularak kutsanmakla kalınmıyor; aynı zamanda, meşrû bir tartışma konusu olarak bile irdelenemiyor. Düşünen varlıklar olarak bizim tabiî yapımız icabı müştereken reddettiğimiz ve eleştiriden, tartışmadan kaçman bu tür bir ilişki ve iletişim biçimi, sanki içinde en küçük bir fikir kırıntısının bile olmadığı bir düşünce sözkonusu olabilirmiş gibi, diğer insanların düşüncelerine saygı olarak kutsanıyor.
Modern insan, bir bakıma, tarihte benzeri olmayan bir şekilde, kütle’nin içinde kaybolmuş durumdadır ve belki de bu, modern insanın en belirgin özelliğidir. Modern insanın kendi tabiatı konusundaki ilgisizliği, kayıtsızlığı, umursamazlığı, onu, toplum ve toplumun ifade organlarının kullanıma hazır bir şekilde dolaşıma / tüketime sunulması konusundaki görüşleri kolaycı kabul edebilen, hatta belli bir noktaya kadar da patolojik özellikler arzeder bir varlığa dönüştürüyor. Daha da önemlisi ise, çok iyi örgütlenmiş yapısıyla bizatihî toplumun, kişinin manevî hayatı üzerinde bilinmeyen, tahmin edilemeyecek boyutlarda bir güç oluşturmasına, dolayısıyla, böylesi bir durum karşısında insanın bağımsızlığını yitirmesinin, kişinin manevî bir hayattan büsbütün yoksun olmasına neden olacak kadar hayatî boyutlar kazanan bir açmaza yol açmasıdır.
Modern insan, elastikliğini kaybeden ve yapılan her müdahalenin kendine göre şekil verebildiği lastik bir topu andırıyor. Sonuçta, modern insan, bu kütlenin izleri ve ağırlığı altına hayatını idame ettirmeye ve ister ulusal, isterse siyasî, ister inancıyla, isterse inançsızlığıyla ilgili olsun, hangi konuda olursa olsun, fikir beyan ederken içinde yaşadığı ve kişiliğini şekillendiren bu şartları dikkate alarak konuşmaktan kendini kurtaramıyor.
Bütün bunlara rağmen, modern insanın içinde yaşadığı şartların sunduğu dış etkilere bu kadar anormal bir şekilde bağımlı olması, onu, güçsüzleştirilmiş bir varlık olarak düşünmeye, sarsmaya itmiyor bile. Aksine modern insan, bunu bir başarı olarak görüyor ve manevî imkânlarını, yetilerini toplumun çıkarlarına sınırsız bir şekilde vakfetmekle, modern insanın ayrıcalıklılığını gösterdiğini ve koruduğunu düşünüyor. Böyle yapmakla da, aslında, bizim tabiî sosyal güdülerimizi, harikulâde muazzam bir şeye dönüştürerek bilinçli olarak abartıyor.
İşte bizim insan türümüzün yeni fikirler geliştirmesini de, mevcut fikirlerin yeni hedeflere hizmet etmesini imkânsızlaştırdığı için, biz insanın kişiliği’ ni sıradanlaştıran ve kötürümleştiren cârî “insan hakları” fikrine ve söylemi’ ne karşı çıkıyoruz. Bu tecrübe, genel geçer fikirlerin daha yaygınlaştığı ve oto’rite olarak benimsendiği, böylelikle bu tek-yanlı, tek boyutlu gelişmenin sür’ git daha fazla hâkimiyetini tesis ettiği ve bu durumun, nihâî ve en tehlikeli sonuçlarını üretinceye kadar devam ettiği [her şeyi tıkayan] bir tecrübedir.
Aslında böylelikle yeni bir ortaçağ dönemine adım atmış olmaktayız yeniden. Toplumun genel belirleyiciliği, gerçekte düşünce özgürlüğünü devre dışı bırakıyor; çünkü çoğunluk, özgür / aykırı kişiler olarak düşünme ayrıcalığını yadırgıyor ve kendilerinin belli gruplar ve kliklere mensup bildik kişilerce yönlendirilmelerini talep ve tercih ediyor.
Hâl böyle olunca, manevî özgürlük, toplumun çoğunluğu, yeniden manevî olarak daha bağımsız ve kendi-kendine yeter bir noktaya geldiğinde ve ruhlarını esir ve teslim alan sözkonusu kuramlarla daha tabiî ve uygun ilişkiler kurmanın yollarını keşfettiğinde gerçeğe dönüşmüş olabilecek. Ancak günümüzün ortaçağından kurtuluş ve özgürleşme, erken Ortaçağlardan itibaren Avrupa halklarını özgürleştiren süreçten çok daha zor olacaktır. O vakitler mücadele, tarihin akışı içinde tesis edilen dış otorite’ye karşı verilen bir mücadeleydi. Günümüzde ise, bizi bekleyen yükümlülük, bu yığınları, bizatihi kendilerinin içine sürükledikleri bu manevî zayıflık ve sosyal bağımlılık şartlarından çekip çıkarmanın ve kurtarmanın yollarını araştırmaktır. Bundan daha zor/lu bir yükümlülük olabilir mi?
Dahası, hiç kimse, bizim günümüzde içine sürüklendiğimiz manevî yoksulluğu ve çölleşmeyi henüz tam olarak kavrayamıyor. Gerisinde en ufak bir fikir kırıntısı bile olmayan bu sözümona kanaatlerin yayılması, her yıl, kitleler tarafından daha da hızla gerçekleştiriliyor ve bu sürecin yöntemleri öylesine kusursuzlaştırılmış ve öylesine kolaylıkla ikna edici hale getirilmiştir ki, nerede kullanılır olursa olsun, en saçma açıklamalar bile, kamuoyuna saygıyı geliştirme kaygısıyla hiçbir şekilde sorgulanma gereği bile duyulmuyor.
Savaş [İkinci Dünya Savaşı] sırasında, düşünce kontrolü nihâî noktasına ulaştı. Propaganda kesinkes gerçeğin yerini aldı.
Düşünce özgürlüğünün çöpe atılmasıyla birlikte, kaçınılmaz olarak, gerçeğe olan inancımızı yitirdik. Manevî hayatımız, iç dünyamız, tastamam allak bullak oldu; böylesi bir şey de kaçınılmazdı; zira dış çevremizi [hayatımızın dış cephelerini] aşırı örgütlü, kurumlaşmış hâle getirmemiz, düşüncenin kurumlaşması çabalarını ıskalamamıza yol açıyor.
Yalnızca entelektüel alanda değil, aynı zamanda, ahlâkî alanda da birey ile toplum arasındaki ilişkiler tersyüz olmuş durumda. [Toplum’un belirlediği şartların şekillendirdiği] kendi kişisel kanaatine körü körüne bağlanan modern insan, kişisel ahlâkî yargılarına saplanıp kalmaktan başka bir şey yapamıyor. Gerek sözle, gerekse eylemle olsun, kitlenin iyi olduğuna inandığını beyan ettiği, kötü olduğunu ilan ettiği şeylere başkaldıran tabiî güdülerini bastırmayı tercih ediyor. Modern insan, kendisiyle de, diğer insanlarla da daha doğrudan iletişim kurabilmesini mümkün kılabilecek yolları bizzat kendi elleriyle tıkıyor. Kitleyle kurduğu bütünlük duygusu, kendi kişiliğini öne karmasını engelleyen duvarları aşmasını mümkün kılabilecek sağlam dayanak ve tutamak noktaları yok modern insanın; o yüzden de, kendi ahlâkî yargıla rint kitleninkinde, kitleninkini de kendininkinde kaybediyor.
Hepsinden de önemlisi ise, böylelikle, ülkesinde yaygınlaşan ve olağanlaşan anlamsız, zorbaca ve hakkaniyetten yoksun ya da açıkça kötü olan her şeyi mazur görür hâle geliyor. Uygar-barbar devletlerimizin mensupları kitleler, bir bünye olarak toplumun diğer fertleriyle bir iç çatışmaya mahal vermeme kaygısıyla hareket ederek, ahlâkî yükümlülükler konusunda belki de farkında olmayarak her geçen daha bir duyarsızlaşıyorlar ve yanlış olduğunu hissettikleri şeyleri umursamıyorlar artık.
Kamuoyu olgusu, toplumunun eylemlerinin ahlâk ilkeleri yerine menfaat- çilik açısından değerlendirilmesi gerektiği fikrini yayarak, duyarsızlığın ve kayıtsızlığın köksalmasına katkıda bulunuyor. Ancak bu insanların ruhlarını tahrip ediyor. Eğer bugün günümüzün insanları arasında İnsanî ve ahlâkî duyarlıkları zedelenmeyen çok az insana rastlayabiliyorsak, bunun başlıca nedeni, insanların kitlelerin, genel geçer algılama biçimlerinin ve hâkim söylemlerin peşinden gitmek ve kitleleri kendi kişiliklerini korumaları, geliştirmeleri ve mükemmelleştirmeleri yönünde yönlendirmek yerine, toplumun çoğunluğunun kendi kişisel ahlâkî hasletlerini ve özgünlüklerini genel toplum kurallarına ve çıkarlarına uydurmasıdır.
Yalnızca ekonomik ve manevî alanlar arasında değil, aynı zamanda, insan yığınlarıyla bireyler arasında da nâhoş bir etki-tepki (aksiyon-reaksiyon) karşıtlığı zuhûr etmiş durumdadır. Oysa akılcılığın ve gerçek felsefenin hâkim olduğu zamanlarda, toplumun kendisini açıkladığı ve meşrûlaştırdığı akılcılığın ve ahlâklılığın zaferine duyduğu genel güven aracılığıyla birey toplumdan destek ve yardım alabiliyordu. Ama daha sonraları bireyler, nefesleri tıkanacak, kişilikleri büsbütün silikleşecek kadar kitlenin peşinden sürüklenir hâle geldiler. Her geçen gün daha da belirginleşen uygar Devlet’in yozlaşması, gayr-i insani ve mekanik bir aygıta dönüşmesi, artık modern insanın İnsanî ve manevî hasletlerini aşındırıyor ve tahrip ediyor. Şu ân bireyin kitle tarafından kuşatılması, demoralize edilmesi, olanca hızıyla kendini hissettirmeye devam ediyor her alanda.
Modern insan, gerçek anlamda özgürlüğünü ve özgünlüğünü yitirdiği, zihnî müştereklerinin sırra kadem bastığı, maddî ve manevî boyutlarıyla çok yönlü gelişme, olgunlaşma imkânlarını kaybettiği, manevî bağımsızlığını ve ahlâkî değerlerini içinde yaşadığı örgütlü topluma kurban verdiği, kendisini gerçek medeniyete ulaşma imkânlarının önünde beliriveren duvarlarla, engellerle çepeçevre kuşatılmış gayr-ı İnsanî bir atmosferde varolma mücadelesi içinde bulduğu karanlık bir zamanda, karanlık bir yolculuğun tam ortasında yol almaya çalışıyor. Felsefenin, kendisini eşiğine sürüklediği bu varlığını ve bayatını tehdit eden tehlikeli konumu konusunda hiçbir fikri yok ve dolayısıyla felsefe, çağdaş insanın böylesi bir hayatta insanca yaşabilmesi konusunda kendisine hiçbir katkıda bulunamıyor. Öyle ki, başına neler geldiğine dâir düşünme fırsatı bile vermiyor bu hayat modern insana.
Ürpertici gerçek şu ki, tarihin akışı ve dünyanın ekonomik olarak gelişmesiyle birlikte, gerçek, İnsanî bir medeniyet inşa etmenin kolaylaşmak yerine, daha da zorlaştığı gerçeği, hiçbir yerde karşılık bulamıyor.
Albert Scheweıtzer – Medeniyet Felsefesi,syf;77-91
Çeviri:Yusuf Kaplan
Külliyat Yayınları