Lozan Andlaşması Ciddi Olarak Araştırılması Lâzımdır
Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası temel metni olan Lozan Andlaşması’nın Batılı sömürgecilerin daha önce kurmak istedikleri çerçeve ile tetabuk noktalarının ciddi olarak araştırılması lâzımdır. Bu tetabuk sadece kuru metin üzerinde değil, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonra yaşadığı cebrî değişikliklerde de aranmalıdır. Mesela, Türkiye Cumhuriyeti Medenî Kanun’u İsviçre’den gerçekten bize söylenen gerekçelerle mi iktibas etti? Bu sorunun cevabı “batılıların adlî alanda kendi uyrukları ve azınlıkların korunması yönündeki dayatmasına karşı bir formül olarak kabul edildi” olacaktır. Lozan’da Türkiye’nin bir adlî beyanname yayınlayarak adalet alanında yabancı danışmanların kontrolünü kabul etiğini açıklaması karar altına alınmıştır. Türk yetkilileri bu kontrolü önlemek için İsviçre Medenî Kanun’unu alelacele tercüme edip kabul edivermiştir! Yani, batılıların istekleri kendilerinin ve azınlıkların hukukunun korunması idi, Türkiye bunu sağlayacak fakat bağımsızlığına da halel getirmeyecek bir mekanizma kuracağına, bütün Türkiye’yi bir hamlede Hıristiyan kaynaklı batı hukukuna tabi kılmıştır. Bir taraftan “biz bize benzeriz”, denilirken, öte taraftan “biz size benzeriz”, hatta “sizinle aynıyız” denilmiştir!
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on yılında toplumun pozitivist kalıplara göre tanzimine harcanan mesai, ülkenin maddî ve kültürel kalkınmasına sarfedilseydi büyük başarılar kazanılabilecekti. Millî Mücadele’nin lideri. halkı ikna ederek ve arkasına alarak gerçek bir modernleşme projesi ortaya koysa idi, 1950’lerde Menderes’in, 1980’lerde Özal’ın sağladığı gelişmeler 1930’larda sağlanabilirdi. Halbuki bu yıllarda Türkiye, mesela en çok öğündüğü maarif (eğitim) alanında Abdülhamid dönemi altyapısı üzerinde durmaya devam etmiştir. Gelişme sadece ilk öğretimde, o da belli nisbette sağlanabilmiştir. Onuncu yıl istatistiklerinde “lise” sayısı verilmemiştir, çünkü yeni lise açılmamıştır! Üniversite zaten bir tanedir, Cumhuriyet yönetimi on yıl boyunca sadece bir ilahiyat fakültesi kurulmasını sağlamıştır. 1930’lara gelindiğinde ise bu fakülte ortadan kaldırıl- mıştır. On yılın sonunda da muhtar/özerk Darülfünun’un yerine “bağlı” Üniversiteye vücut verilmiştir.
Harf inkılabı yazılı kültüre ağır bir darbe vurmuştur. 1933 yılına kadar 6 yıl içinde yayınlanan kitap sayısı üç bin civarındadır. Türkiye Bibliyografyası (1928-1938)’in sunuşunda yabancı bir kaynağa dayanılarak 1928’de 53, 1929’da 396, 1930’da 680,1931’de 639,1932’de 706, 1933’de 779 kitap yayınlandığı belirtilmektedir. Bu sayılara resmî yayınlar dahil olduğu gibi, bir kaç sayfalık basılı metinler bile kitap sayılarak dahil edilmiştir. Üç formadan (48 sayfadan) fazla olan kitaplarla ilgili olarak sözü geçen bibliyografyanın taranmasından çıkan rakamlar çok daha düşüktür. (1929’da 150 civarında, 1930’da 210 civarında, 1931 ’de 470,1932’de 658, 1933’de bine yakın).
Üniversite reformu için Türkiye’ye davet edilen Cenevre Üniversitesi profesörlerinden Albert Malche üniversitenin önemli problemleri arasında talebenin faydalanacağı yeterli türkçe kaynak bulunmamasını da zikretmektedir.
1930’larda fikrî-ilmî eserlere verilmek üzere “Gazi mükafatı” ihdas edilmiş, fakat verilecek eser bulunamamıştır.
Gazi’nin 1933’te bütün bunların farkında olmadığı kanaatinde değiliz. Nitekim, herkes hani hani onuncu yıl kutlamaları için çalışır ve heyecan gösterirken o Falih Rıfkı’ya bunların kendisini etkilemediğini söylemiştir.* Şimdi bazı kesimlerce “Millî Marş” gibi itibar gösterilen “Onuncu Yıl Marşı”nı ise, alaycı bir tarzda “Recep Bey’in ilahisi””olarak nitelemiştir…
D.Mehmed Doğan,Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş