Lisanımız…
Lisanımız… Esrarlı yumağın, kristal düşünceler örgüsünün; atkı ve çözgüsü, dildir. Dilimizin kendine has kumaşı sinsice abraşlaştırıldı. Kesilip, parçalandı. Ne garip, onun ihtişamından ve muazzam diyalektiğinden, dilimizin grameri olarak her soruya cevap veren ve tek dil olan Türkçe’den bahseden, Lisan âlimi F. Max Müller’de Batı’da afaroz edilir. Bilhassa hocası Franz Bopp, bu “Mukayeseli Sankritçe Grameri, 1833-52” yazan. Ve Fransız E. Renan adlı bu uzun bir zincire hep bağlı bir görünümünü veren- ve sürekli her işine gelmeyen hakikate havlayan bu kopek müsveddesi tarafından.Türkçe lisanı. Osmanlı’daki cedlerimiz hem millî bir dil hem de İslam Vahiy Medeniyeti’nin dilini inşa eden, tek millettir.
Evet tekevvünü sarayda başlamış ve kemale ermiştir. Saray: Mücerretliğin, zarif, celîl ve âlî bir üslûbun mekânıdır. Kristal belagâttin, muhkim bir sarf ve nahyin inşa edildiği, millî dile giden bir revak ve eyvandır. İtalya ve Fransa “saraylarından çok önce. Onların 10. asırda ne lügati ne de sağlam bir grameri var. Bir Kâşgarlı Mahmud’un “Dıvânü Lügati t– Türk, 1077 ve “Muhâkemetü’l– Lugateyn, 1501 “yazan, Ali Şîr Nevâî gibi.Mimarimizde yapılan, dilimizde de yapılmıştır. İmparatorluk coğrafyasında bulunan bütün nadir malzemelerden faydalanılarak camiler ve medreseler vs. inşa edilir.
Bunun gibi cedlerimiz İslâm medeniyetinin bütün kristal, hayati ve mücerret, irfanın bir nevi dev sütunları olan, İstılahlar, mefhumlar ve kelimeleri dilimizin hançerinine uyarlayarak dilimizin sıhhatli vücuduna zenginlik katarlar. Seyhun’dan Ceyhun’a oradan Seyhan nehrine.Yeşil Tuna’dan Meriç’e, oradan coşkun Kızılırmak’a. Hilâl’in imzası Hazar Denizinden, dertli Dicle ve Fırat’a.
Türkün şaha kalmış atının heybesine benzeyen;Orta Doğu, Arap Yarımadası, Mısır ve Hz.Musayı dalgalarında barındıran, yararak koruyan, mümbit, yeşıl ve uzun Nil’e. Bu üç kıta coğrafyasında hep aynı heyecan, hüzün neşe, şölen, hayal kırıklığın ve sevincin dili, ruhun kanatları ve sonsuz dünyaların mekanlarıdır, bizim gök kuşağı renklerimizin dilimizin ruh mekanları. Bizi birleştiren din ve dildir. Elbette bu sonsuzluğun nefesi olan; Gönül ve irfan ırmakları. Dil bizim düşüncelerimizin gözü, kulağı, kalbi ve dimensiyonudur. Onun için Din lisandır. Dinin ve varlığımızın metafiziği de lisandır.
Hafızasının, hatıraların en canlı mekanları olan birer şaheseri olan mimari eserleri, abideleri yok edilir veya kiliseye, meyhaneye devşirilir; Açık ve gizli bir şekilde bu muazzam hazıfanın mekanlarını. Cedlerimizin rüyası ve heyecanları saklı, bu dondurulmuş zamanın içindeki kelimelerinde. Derinlik saklı bu görülmeyen esrarlı kelimeleri barındıran mimari eserlerimizde. Gökkuşağının bütün renklerin dili sinmiş, bu ecdat yadiğan eserlerde. Dili ve inancı katledilerek müslüman Türk düşüncesinin vücudu paramparça edilmiş. Bütün gerçek ve hakikatler ters yüz edilmiş. Hakikatin ruhu katledilip, o ruh yerine Putperestlik ruhu ikame edilerek,Gerçek“ler diye sunulmuş nesillere. Ama biz bunu görmek, duymak ve düşünmek bile istemiyoruz.
Her milletin düşüncesinin, kalbini, beynini ve can damarlarını alıp, kestiğinizde; o milletin düşünce vücudunu yok etmiş olursunuz. Bu hakikatte bir Genozit / Soykırımdan daha beter bir şevydir. Bunu ruhumuzun, medeniyetimizin meta metafiziği olan âlî ve hükümrân lisanımız ve tarihimizi, hatıralarımızı içinde barındıran bu suretlerinde sîretler ormanının tedaisini barındıran, bu zarif ve narin harflerimizle yaptılar.
Ekrem Tahir – Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.9-10
————–
Dil tek başına hem milleti hem de medeniyeti tarif eder. Türkçe âli bir dil, bir fetihdir. Kelimeler bize cedlerimizin rüyalarını, fetihlerini ve imzalı dünyalarını barındırır ve faş eder. Bir izdir, dil. Tarihimizin ve düşücelerimizin kristal izidir. Sûret ve sfretler yumağıdır; Lisan-ı Türkî. Atalarımızın rüyaları, ufukları, heyecanları, ümit ve ümütsizlikleri, cihangir karekterleri ve merhamet kahramanı ellerinin izinin lisanı ve dahi bitmez tükenmez İslâm’ın emrindeki ufuk ötesinin fethi olan: Kızıl elma ülküsünün bütün dimensiyonları saklı, lisani Türkî’de. Dünyalarının bütün zıtlıktan, kristal görüşleri bu “Hak’ın” bendi olma, hakkın nefesi, sesi ve dahi neferi olma hülya ve rüyasının, şecaatlı, bilge Alperenleri olan cedlerim. Rüyalarında biteviye “Hakkın” bendleri “Hakkı” müdaafa etme olan; bu İslâm aşıkları cedlerim. Sonsuz dünyaları- nın, maveralarının ve islâmi ontolojimizin cümle kapısıdır; lisan-ı Türkî Tıpkı Bağdatlı Ruhi’nin şu mısrasında ifade ettiği gibi:
Hak ol ki Huda mertebeni eyleye âli.
Onlar her daim “Hakkın” müdafii ve “Hak” ın sesi oldular…
Cedlerimiz bu bir İslam Vahiy Medeniyeti’nin en önemli lisanı olan Türkçe’yi en âli ve doruk bir mertebeye çıkarmak için, çabaladılar ve başarmak üzere idiler. Dide gibi, bir sevgili gibi korudular ve sudaki nilüfer (lotus) yaprağı gibi, kökü ter tertemiz ve asla kir tutmayacak âli bir kristal çizgi mertebesine çıkardılar, Türkçeyi… Ama şimdi, şimdi ise…
Türkçe tam doksan senedir, yok edilmek için, “ Yarı ” Türkler ve Batı’yı bilmeyen bu Batı perestler tarafından “Devrim”. ”Öz” Türkçe adına herşey yapıldı ve halen yapılıyor. Türkçe şuan yaralı, bereli sürekli kan kaybediyor. Peki Türk dilini tamamen öldürebilirler mi? Bunun İçin bir Alman lisan bilgesi olan, Johann D. Michaelis’in 1759’da “Königlichen Akademie der Wissenschaften und Schönen Künste”nin sorusuna verdiği cevabı risalesinde, yazmış olduğu şu nefis ve çarpıcı sözlerine dikkatlice kulak kabartabm:
“Hülasa dil bir nevi vesikadır. Öyleki onun içinde insanlığın bütün keşifleri var. Ve en kötü çöküşlere, yıkılışlara karşı muhafaza eder. Bu öyle bir vesikadır ki, bunu hiçbir yangın, onun alevlerinin dalgaları yakıp, kül etmeye muktedir değildir. Bu ancak ve ancak, onu konuşan milletin fertlerini tamamen yeryüzünden yok edilirse, işte ancak o zaman o dilde zevale uğrar. ”24, der.
Milletlerin dilinde; inançları, maveraları ve irfanlarının izi durur. İzler bizi tarihe götürür. Tarihe yani menşe’e götürür. Tarihe sorulması gereken soruların izi durur, lisanlarda. İtalya ve Fransa’da “klasik ve milli” dillerinin oluşum safhasına geçmeden önce, Batılı bazı düşünür ve yazarların dil konusundaki görüşlerine kısaca eğilelim, bu lisan ilmini 19. asırda keşfeden bu Avrupa medeniyeti. Mesela Condillac için: ”Her dil, o dili konuşan milletin karekterini ifade eder ” der ve ekler, Diller her milletin dehasıdır.
Bu görüşe F. deSaussere ise; “psikolojik karekter” sözünü ekler. Bu lisan alimine göre: ”Hemen hemen herkes tarafından umumi olarak kabul edilen bir görüştür ki, bir dil bir milletin psikolojik karekterini yansıtır”. Alman dil felsefecisi Wilhelm Humboldt ise, “Diller adeta milletlerin ruhunun dış görüşüdür. Onların dili, onların ruhu; lisanlarıdır. İnsan ikisini asla yeteri kadar aiyniyet ve oluşumunu düşünemez ”. Bu dili aynı zamanda “Bizzat milletlerin ruhunun kasideleridirdiyen Humboldt, Fransız keşiş ruhlu E. Renan gibi, hani milletin mevcudiyetini: ”Hergün vuku bulan bir halk oylaması” diye bu garip tarifin sahibi “Millet ” mefhumuna “Dili” dahil etmez, Humboldt gibi. Sahi bu halk oylamasını, millet hergün hangi dille yapacak ki? Max Müller ise, bize: Dinlerin tarihi, tabir-i caiz ise dillerin tarihidir. Die Geschichte der Religion ist in gewissem Sinne eine Geschichte der Sprache. ” diyor. Bu mukayeseli dinler ve usta bir lisan âlimi olan, F. Müller.25
Her kadim kavim, kendi lisanını ilk konuşulan, oluşan dil olarak görülmesini, o kadar çok seviyor ve dahi kendi ülkesinin insanlığın, ilk medeniyetin tekevvün mekanı, beşiği olarak başlatmak ister diyor, Herder meşhur Tarih Felsefesi eserinde bunları söylüyor..26 Ama Herder’in bu ikazını Avrupalılar dinlemez ve düşünmezler. Batılı “Ulus”lar, kavimler kendi dillerinin ilk konuşulan ve en üstün dil olarak görmek isterler. Bütün sahte ilimlerin, sözcüleri, kalpazan ilim adamları iş başındadır.27
“Semitik” ve “Arya” dil tartışmaları, daha önce ifade ettiğimiz gibi, iş başındadır. Max Müller dil olarak “Turan” konusunda eserini yazar, “Essay über Turan Sprachen, 1853 ” gibi. Bu bizde ise tamamen bir ırkçı istimna, kof tartışma ve zihniyetin geç bir yansıması olarak “Güneş, Dil Teorisi” olarak arzı endam eder, Türkiye’de ve bu budalalığa, saçmalığa, ”İdola Fori”ye dönemin Sezar’ın emriyle üniversitelere ders olarak verilmeye başlanır. Dilciler bu teoriye inanmasalarda anlatırlar, korkularından. Mesela Abdülkadir İnan’ın: “Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları 1936”. İnsan bu 80 sayfalık hıncahınç sefaletin acımasız yıkıcı yüzünü, sesini ve ruhunu görüyor, bu sayfaların içinde.
Bunun bir korku neticesinden dolayı yapıldığını en güzel ifade eden, İbrahim Necmi Dilmen’in Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, istihza, bir nevi kendini korumak ve ciddiyetsizliği ifade etmek için: ”Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta kalabilirdi?” diye. Hakikatte teorinin sahibi bir Sırp asıllı, Viyana oryantalistikte 1927 yılında doktorasını yapan, Hermann Feodor Kvergıc (1895-1949) tır. Bu deli saçması 40 sayfalık hapishane kaçkını karalamasını önce “Yeni Bir Gramer Metodu Hakkında Layiha, 1931 yazarı Ahmet Cevat Emre’ye gönderir.
Bu saçmalığı gayri ciddi bulur ve ilgilenmez. Ama Sırp karalamasını, Mustafa Kemal’e gönderir. Sadece bir asker, bir komutan ve devlet adamı olan Mustafa Kemal bu teoriye candan sarılır. Ona bu hakikati yüzüne söyleyecek bir ilim adamı çıkmaz. Çünkü daha önce yapılan kıyımlar, idam sehpaları, karşı gelmenin fiyatının ne olduğunu, dönemindekiler biliyorlar… Şecaat, izzet, irfan ve namus olmayınca, Türk dili tekrar tabii mecrasından uzaklaştırılır ve hançerlenir.
İşte bu şuursuz hareketler ve dil kıyımı aklıma meşhur İngiliz şairi “The Marriage of Heaven and Hell, 1790-93/ Cennette ve Cehennemde Düğün” adlı aforizmalarını topladığı bu eserin yazan şair William Blake’nin şu mısrasında ifade ettiğinden daha zalimce bir kıyım ve yok etme hareketidir. Şair:
Yıldızlar dövülmüş
Onların ruhları dövülmüş, yuvalarında.
Dediği gibidir.
Lisan hayatımızın her alanında yaşayan bir sosyal varlıktır. Âlî bir fikrin, düşünce hareketinin hücresidir. Dilimiz hem ontolojimizin, sanatımızın, sosyal hayatımızın ve irfan bahçelerimizin atlası ve sosyolog P. Bourdieu’nun ifadesiyle: Sembollik Kapitallerimizin ötesinde daha çok bir manevi ve metafiziğimizdir. Sosyal alanımızın, düşüncenin cümle kapısının anahtarıdır, dilimiz. Onsuz nasıl düşünce parkına girebilirizki?
Türkçe müslüman Türk cedlerim tarafından ulvi bir sevgili gibi korundu. Asırların ruhunun bir emaneti olarak korundu. Ve dilimiz onların düşüncenin fethine kanatlandıran, götüren bir ok ve tuğ idi. Kristalleşmiş sanatın, düşüncenin, imanın, irfan fetihlerimizin, ulu gönlümüzün taçdar kelimeleri yani namusumuz duruyordu. Lisanımızda binlerce fethin sesi, şarkısı ve kristal ifadesi olmuştu. Şairler ve metafizikçi düşünürler bir sevgili gibi kıskandılar ve erişilmez bir sevgili gibi sevdiler… Tıpkı ceddim Taşlıcalı Yahya’nın şu mısrasında ki gibi, bir korunması gereken bir “Dide” idi.. Şairin şu mısrasını Türkçe için düşünürsek:
Dide gibi kaldı su içinde Nuh
Ruhuna irişti sonunda fütûh.
Hakka tapan, şiiri fetheden bir milletin bütün fetihlerini içinde barındırıyordu, bu biricik sevgili ve âli dilimiz. Bu dil ile düşünüyor ve konuşuyorlardı; cedlerimiz, dedelerimiz ve babalarımız. Biz bugün bu cedlerimizin diline alabildiğince çok uzaklaştırılmışız..
Ekrem Tahir – Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.42-46
Dipnotlar:
24 Johann D. Michaelis, Beantwortung der Frage von dem Einfluss der Meinungen in der Sprache und der Sprache an die Meinungen, öremen, 1762, s. 28-29. Yeni baskı Stuttgart, 1974. Yazar bu risalesini önce Franszızca’da kaleme almış: De l’influence sur le langage et du langage sur les opinions, 1759.
25 Max Müller, Die Wissenschaft der Sprache. Bd 2, Leipzig, 1892, s. 512.
26 J. G. Herder, İdeen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit, Münc- hen, 2002.
27 19. Asırdaki tartışmalar hakkında şu eseri okumak bile insana yeteri kadar bilgi verir; Maurice Olender, Die Sprachen des Paradieses. Religion, Rassentheorie und Textkultur, Berlin, 2013. Eserin orijinali :Les langues dtı Paradis. Aryens et semites:un couple providtntiel, Paris, 1989/2013.