Kurum – Kamu İlişkileri
Modernizmin anahtar kavramlarının başında rasyonalizas- yon gelmektedir. Onlara göre eski toplumun tümüne nüfuz eden gelenekler rasyonel değildi ve onların yerini akla uygun olarak kurulacak yapılar almalı, geleneğin işlevlerini kurumlar üstlenmeliydi. Ayıp, günah, haram gibi bireyi içten kuşatan mekanizmalar; hem bireyin özgürlüğünün ve self-aktüalizasyonunun önündeki engellerdi hem de toplumun gelişmesi ve ilerlemesine set çekiyordu. Dolayısıyla bu mekanizmalar önce dışsallaştırılarak somutlaştırılmalı ve rasyonellikleri ölçülebilmek, sonra da onlara geleneklerin işlevleri yüklenmeli ve bu mekanizmaların işlevselliklerine süreklilik kazandırabilmek için de onlar ku- rumsallaştırılmalıydı.
Modernizmin bu ülküsü, hemen her alanda bireyin çepeçevre kuşatılması sonucunu doğurmuştur. Özgürlük vaadi ile bireysel- toplumsal yaşama giren kurumlar, geleneklerden daha keskin ve acımasız egemenlik alanları oluşturmaya başlamışlar ve bireylerin özgürlük alanlarım büsbütün kısıtlamışlardır. Daha da önemlisi, kurumsal hegemonya, toplum içindeki belirli kişi ve grupların özel çıkarlarını güvenceleyen baskı kaynakları halini almıştır. Üstelik bazı kurumların bireysel değer ve toplumsal kültürle uyuşmazlık, hatta çatışma içinde olması, onları (Merton’un betimlediği haliyle) “dysfunction” hale getirmiş; hem kamuların kurumlara uyumsuzluğunu arttırmış hem de “suçlu” yaftası yapıştırarak kurumların kamularını daha çok sıkıştırmasına neden olmuştur.
Öte yandan eski toplumda birey, herhangi bir somut ölçüt olmadığı için soyut gelenekleri sorgulama olanağına sahip değilken, elle tutulur gözle görülür modern kurumlan müşahade altında tutabilmektedir. Sözgelimi; onu hapseden hakimdir, emeğini sömüren patrondur, sayesinde saltanat süren politikacıdır, istila eden emperyalisttir, özel çıkarlarını genel çıkar diye dayatıp onu evrensel değer diye yutturan ve egemenlik hakkına sahip olduğunu iddia eden menfaatperesttir v.s.
Kurum – kamu ayrışma hatta çatışmalarının yanı sıra modernizasyon, siyasal ve ekonomik alandaki biçimsel örgütlenmelerle, halkı modernize etmeyi ideolojik bir heves olarak benimsemiştir. Buna göre halk, ideal toplum ve ideal birey tipolojilerine uygun bir biçimde ve “nesnel gerçeklik” ışığında değiştirilip dönüştürülmeli; muhtelif, muhtemel ve potansiyel direnç noktaları bertaraf edilmelidir. Birey ve toplumların “nesnel gerçek” tasavvuruna kurban edilmesine yol açacak aşırılıklara kapı aralayan bu yaklaşım, kurum – kamu çatışmalarını büsbütün alevlendirmiştir.
Kısacası kurumlar nezdinde kamuların, kamular nezdinde kurumların meşruiyet sorunu, modernizmin en çetin bunalımlarından birisi olarak kendini ortaya koymuştur. Kurum – kamu ilişkilerinin düzenlenmesi sorunsalı da doğal olarak, zihinleri en fazla meşgul eden konudur. Konu, iki ucu da çıkmaz yol gibi görünmektedir. Birey ve toplumları ayıp, günah, haram gibi soyut içsel kontrol mekanizmalarıyla yeniden teçhiz etme imkanı kalmamıştır. Bugünün insanlarına eski toplumun sosyokültürel ortamını inşa etmek mümkün değildir. Bugün için kurum- lardan vazgeçmek imkansızdır. Bu haliyle de kurumsal gücün ve onun perdelediği hegemonik heveslerin denetim altına alınması mümkün değildir. Çünkü bir delik tıkandığında bir başka delik* ten özgürlüklere müdahale eden güç odakları sızmakta, birey ve toplumları nüfuz altına almaya çalışmaktadır.
4.2.2. Anlaşmazlık Perdesi
Modernizmi meşruiyet krizi ile kıvrandıran ikinci hastalık uzmanlaşmadır. Modernizm her alanda işbölümü ve uzmanlaşma getirmiş ve her uzmanlık alanı kendi içinde özel bir dil yaratmıştır. Sonuçta birey ve toplumlar, tek bir imparatorluk veya imparator ya da derebeylik veya derebey yerine, bir yığın bürokratik – teknokratik imparatorluk veya bürokrat – teknokrat egemenliği altına alınmıştır.
Modernleşme, uzmanlaşmayı, birbirine bağlı üç koldan hızla yaymıştır: Bu kollardan ilki, yapı ve kuramların işlevselliği ilkesinden kaynaklanmaktadır. Modernizm son derece karmaşık bir toplum yapısının oluşmasını gerektirmiş ve her yapının kendine özgü bir uzmanlık işlevi ile derinleşmesine yol açmıştır. Bu işlevsel uzmanlaşma, her bir toplumsal alt sistemin diğerleriyle bağlarını hızla koparması sonucunu getirmiştir. Bir hekimle bırakın bir metalürjist, kimyager ya da elektronikçi, makinist veya iktisatçı, istatistikçinin anlaşmasını; hekimle, bir eczacının, laborantın bile anlaşması imkansız hale gelmiştir. Elbette, her bir uzmanlık alanı toplumdan her geçen gün biraz daha kopmuş, koptukça içreklik kazanmış, içine kapandıkça işlevsel uzmanların toplum üzerindeki egemenlikleri artmıştır. İşlevsel uzmanlığın egemenliği arttıkça, (tıpkı, ayrıcalıklarını koruyabilmek amacıyla kimse tarafından anlaşılmamayı ilke olarak benimseyen ve anlamsız latince lafları, sihirli kelimelermişçesine dua diye yutturarak, müntesipleri üzerinde otorite kurmaya çalışan) Ortaçağ papazları gibi, teknokratlar, konuşma dili ile uzmanlık dilinin arasındaki bağları sürekli koparmışlardır. Böylece, işlevsel uzmanlaşmayla belirli kişi ve grupların toplumdan sürekli tecrit olması toplum üzerindeki otorite merkezlerinin hızla katmerlenme- sine yol açmış, bireylerin sıkboğaz edilmeleri gün geçtikçe, gündelik yaşamın her alanına sirayet etmiştir.
Uzmanlaşmanın ikinci kolunun kaynağı departmantalizas- yondur. Modernizmle birlikte her alanda, biçimsel bir genişleme yaşanmıştır. Bu genişleme toplumsal alt sistemlerin sürekli yeni departmanlar ihdas etmesiyle gerçekleşmiştir. Her departman, yeni bir uzmanlık birimi yaratmış ve uzmanlaşan her departmanın kendi içinde bir dili, yapısı, kuralları teşekkül etmiştir. Sonuçta, bu baş döndürücü departmantalizasyo- na bireylerin akıl erdirmeleri imkansız hale gelmiştir. Her departman; kendi kuralını kendisi tayin ettikçe, işgal ettiği alanda daha fazla egemen olduğunu görmüş ve zamanla daha fazla egemen olabilmek için, kendi kendine daha fazla kural koymaya yönelmiş, bu yönelim de toplumsal yapının daha da karmaşıklaşmasına, dolayısıyla bireyin kafasının büsbütün karışmasına neden olmuştur.
Uzmanlaşmanın üçüncü kolunun kaynağı bürokrasidir. Bürokratik bir işlemin, muhtemel bir güven bunalımını önlemeye yönelik olduğunu öngören modernizm, bürokratı, toplumun güvenlik senetleri haline getirmiştir. Esasen bürokrasi, güvensizlik üzerine kurulan bir yapıdır. Üzerinde epey çalışılmış bir konu olan bürokrasi, bugün, hemen her toplumun yapısal karakteridir ve bürokratlar neredeyse bir “sınıf” haline gelmişlerdir.
Dolayısıyla modernitenin en kesif bu ikinci bunalımı devlet ile birey, kamu alanı ile özel alan, yöneten ile yönetilen ilişkileri bağlamında tebarüz etmiş gibi görünmektedir ama ne yazık ki bundan ibaret değildir. Zira insanlık tarihi boyunca yöneticiler ile yönetilenler arasındaki ilişki her zaman otoriter bir ilişki olmuştur ve bu otoriter ilişki, çoğu zaman tam anlamıyla saltaûat tabirine uygun bir biçimde sürdürülmüştür. Ancak modern zamanlardaki yöneten- yönetilen, daha doğrusu kurum-kamu ilişkileri çok daha farklı ama çok daha hegemonik bir tarzda sürdürülmektedir.
Cengiz Anık – Modern Düşüncenin Bunalımı,syf:198,201