Kategoriler: GenelSosyoloji

Küreselleşme ve Kimlik Tahayyülü

Tahayyül etmek, başlangıçta rasyonel sınırları zorlamayı ve estetik kaygılanmayı akla getirse de, modernlik bağlanımda yeni rasyonel bütünlükler inşa etmenin yolunu açma anlamında kul­lanılmaktadır. “Çünkü tahayyül gücü, günümüzdeki temel işlevi­ni akim emrine sokarak kazanmaktadır. Bunu açıklayabilen temel durum ise modernliğin hareket tarzı olan farklılaştırmayı dengeleme arayışıdır” (Rundell, 1994:10). Modernliğin farklılaş- tırıcı işlevi, özellikle eski ve kozmopolit bütüncül toplum projele­rini çökerttiğinde, yine modernliğin sınırları içinde olabilecek yeni bütüncül toplum projelerine ihtiyaç duyulmuştur. Bu nokta­da, akim egemenliğine girmiş tahayyül gücü devreye sokularak ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılmıştır. Çünkü yeni durum, ancak tahayyül gücü aracılığıyla hayal edilmiş yeni yapıların icat edil­mesiyle bütünlüğe sahip olabilecektir. Bu yolla modernlik top­lumsal bir projeye dönüşünce, hayal edilmiş bütünlüklerin orta­ya çıkmasını sağlamıştır. Bunun en tipik örneği de hayal edilmiş “ulusal kimlikler’dir. Anderson’ın (1991) bu düşünceden hareket­le geliştirdiği “hayalî cemaatler” kavramı, modernliğin, tahayyül gücünden nasıl yararlandığını göstermektedir.

Modernlik projesi, icat ettiği yeni bütünlüklerin yol açtığı sorunlarla karşılaştığında, bu sıkıntılarından kurtulma ve kendini aşma çabasına girdi. Ancak bunlar, öyle kolayca üstesinden geli­nebilecek sıkıntılar değildi. Çünkü yaşanılan sorunlar, yeni kırıl­ma noktalarına işaret ediyordu. Bu çerçevede modernlik gibi kapsamlı bir projeye dönüşmüş olmasa da ‘postmodernlik’ ve küreselleşme söylemleri, modernliğin tahayyül ettiği bütünlükler üzerinde aşındırıcı, parçalayıcı ve melezleştirici bir etki yarat­maya başladı. Bu gelişmeden en fazla etkilenen modern olgu, modem tahayyülün en önemli sonuçlarından biri olan ‘ulusal kimlik’tir. Ancak etkilenme, ulusal kimliklerin tamamen ortadan kalkmasına yol açabilecek bir değişim yaratamadı. Çünkü “ulusal kimlik, asla basit bir politik ve toplumsal ilişki sorunu değildi. Ulus-devletlerin yeniden ortaya çıkan ve keşfedilen yeni örnekle­ri (örneğin Baltık cumhuriyetleri gibi) geçmişin farkındalığmın gelecek için bir model olarak nasıl işlev göreceğini gösterdi. Paradoksal biçimde ulusçular, postmodern parçalanma maske­siyle de yeniden tekerrür edebilmektedir” (Hill ve Hughes, 1995: 2). Ayrıca uluslar ve ulusal kimlikler, hayalî olduğu kadar zihinsel gerçektirler. Gelişmeler, ulusal kimliğin yerini doldurabilecek somut sonuçlar doğurmamış olsa da, kimlik konusunda yol açtığı gerilim ve kırılmalar, yeni arayışları beraberinde getirmiştir.

1980’li yıllarda, sosyal psikolojinin bir konusu olmaktan çıkan ve çok boyutlu anlamları bünyesinde buluşturan kimlik sorunsa­lı çerçevesinde, içeriği ve biçimleri farklı olsa da “yeniden kimlik tahayyülü” girişimleri birçok olgunun yeniden tanımlanmasına yol açmıştır. Genel olarak bakıldığında bu olgular, Dünya’mn özelde de Batı’nm tarihsel kırılma noktalarım işaret etmektedir. Türkiye toplumu da bu kırılma noktalarından etkilenerek çeşitli arayışlar içine girmiştir. Ancak, tarihsel ve toplumsal düzeyde Türk toplum tarihine özgü kırılma noktaları bulunmaktadır. Kimlik oluşturma çabalarının yönünü, söz konusu kırılmalar belirlemektedir. Tarihsel süreçte Türk toplumunun yaşadığı kırıl­ma anlan, aynı zamanda kimlik konusundaki dalgalanma ve evrim süreçlerindeki dönüm noktalarıdır.

Türk Toplum Tarihinde Temel Kırılmalar

Türk toplumunun kendini tanımlama biçimleri incelendiğin­de Türklerin tarihsel süreçte yaşadıkları büyük dönüşümlerin belirleyici olduğu görülmektedir. Bu dönüşümler aynı zamanda Türk tarihinin kırılma noktalarıdır, Tarihsel süreçte üç büyük kırılmayla karşı karşıya kalan Türkler, bu dönemlerde kimlikleri konusunda radikal düzeyde değişiklikler yaşamışlardır. Türklerin yaşadığı ilk kırılma İslam’la tanışmayla gerçekleşmiştir.

İslamiyet’i kabul eden Oğuz boyları, geleneksel kültürleriyle İslam kültürünü sentezleme sürecinde yepyeni bir toplumsal yaşam alanı oluşturmuşlardır. Türk toplum tarihinde kimlik deği­şimini ifade eden ikinci kırılma noktasını Batılılaşma sürecinin başlangıcı oluşturur. Üçüncü kırılma noktası ise, henüz tam anlamıyla şekillenmemiş olup, ancak küreselleşme söyleminin ulus kimlikler üzerinde yarattığı etkilerle yaşanılan süreçte cere­yan etmektedir.

Türklerin İslam diniyle tanışması, yerleşik hayata geçmeleriy­le aynı zaman diliminde gerçekleşmiştir. Toplumsal yaşamın döngüsü açısından çok önemli bir durumu ifade eden yerleşiklik, Türk toplumu açısından İslam’la tanışma sonrasında yaşandığı için, İslam, Türk tarihinin önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmiştir. Bu önemi, İslam’ın Türk toplumunun tarihsel mis­yonuna kazandırdığı yeni vizyonu bağlamında da görmek müm­kündür. Çünkü Türkler, toplumlararası ilişkilerde İslam’la tanış­tıktan sonra daha etkin ve misyon sahibi bir aktör haline gelmiş­tir. Özellikle Anadolu’yu Türkleştirerek burayı Türklerin vatanı haline getirme sürecinde sözü edilen misyon somut olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Anadolu’nun Türkleştirilmesiyle birlikte Türk toplumu, “Türklüğün İslam’la özdeşleştiği” bir kimlik üretebilmiştir. Anadolu’nun fethi sürecinde hem Müslüman Türkler, hem de Türkleşen yerli halkın oluşturduğu Türk kimliği algılama­sı, İslami motiflerin egemenliğinde Selçukluların ve Tanzimat sürecinin başlangıcına kadar da OsmanlI’nın politik ve toplumsal yapısını etkisi altına almıştır.

Osmanlı döneminde farklılaşma süreci yaşayan yeni kimlik algılaması, Osmanlı kimliği olarak belirmiştir. Ancak bu algılama­da da islami unsurların etkisi devam etmiştir. Çünkü Osmanlı kimliğini ortaya koyabilmek için, önce bu uygarlığın İslami rengi­ni kuvvetle vurgulamak gerekir. “Türkler, Müslüman olduktan sonra, kendilerini ve toplumsal düzenlerini tamamen İslami değerler çerçevesinde tanımlamışlar ve Hristiyan dünya gözünde de 15. yüzyıldan itibaren İslam’ın en önde gelen temsilcileri ola­rak görülmüşlerdir” (Timur, 2000: 37-38). Böylece Türkler, AvrupalIlar tarafından belirli bir imge çerçevesinde tanımlanma­ya başlanmıştır. Bu imgenin oluşmasında, ideolojik ve belirli bir dünya görüşü ile temellendirilen bilgüer etkili olmuştur. Bizans’la İslamiyet arasındaki çatışmada bağımsız bir siyasetin temsilcisi olarak Anadolu’yu vatan haline getirmelerine rağmen, Türklerin, Doğu-lslam uygarlığının temsilcisi olarak görülmeleri, Batı’da oluşan ideolojik algılamayı etkileyen temel faktör olmuştur. Böylece Türkler İslam’la özdeşleştirilerek tanımlanmıştır. Batı’da oluşan Türk imgesi de bu zeminde şekillenmiştir.

Türklerin İslamiyet ile Bizans arasındaki çatışmada bağımsız bir siyasetin temsilcisi olarak ortaya çıkarak varolan dengeleri aşması, Batı’da sadece Türklükle özdeşleşen İslam’ın zaferi ola­rak görülmedi, aynı zamanda Batı karşısında Doğu’nun birliğinin sağlanması olarak da algılandı. Bunun somut göstergesi ise Batı ile sınır olan OsmanlI’nın Doğu-lslam dünyasının cephe ülkesi konumuna gelmesidir. Türkler, Anadolu’ya yerleşip Batı’nm içle­rine doğru ilerlemeye başladıklarında, Batı’nm topyekûn tepki­siyle karşılaştılar. Çünkü Osmanlı akınlarma karşı geliştirilen Batı tepkisi, Haçlı seferlerinin tekrar gündeme gelmesine neden oldu. Haçlı seferleri aracılığıyla da Türkler hakkında edinilen yaygın bilgilenme, geniş kesimler arasında yeni bir Türk imajının oluş­masını sağladı. Haçlı seferleri toplu olarak, geniş bir hareket kap­samında yapılmaktaydı. Harekete katılan geniş halk kitleleri, seferlerden, döndüklerinde anlattıklarıyla Türkler hakkında yay­gın bilincin oluşmasma katkıda bulunmuşlardır. İstanbul’un fethi, söz konusu yaygın bilincin kapsamım daha da genişletmiş­tir. Fetih, tüm Batı’yı ilgilendiren bir olay olarak görüldüğü için Batı’da Türkler hakkmdaki yaygın bilinç daha belirgin hale gel­miştir. Orta Çağ’da sınırlı da olsa bir çözümün (Bizans) sonu olan İstanbul’un Fethi, Batı’da bütün kesimleri ilgilendiren bir felaket olarak kiliselerde çanlarla duyurulmuştur (Karakaş, 2000: 88-89).

Batı’nın içlerine kadar uzanan Osmanlı Türkleri, artık göçebe bozkır halklarının temsilcisi olmayıp askeri ve siyasi gücü elinde bulunduran Doğu-lslam toplumlarınm temsilcisi olarak Batı’nm karşısına çıkmıştır. Bu nedenle ilişkinin niteliği, değerlendirme­leri de farklılaştırmıştır. Bu bağlamda, bütün Batı’da çocukların “Türkler geliyor” diye korkutulmaları tesadüfi bir tavır değildir. Elbette bu, hem yetişen çocuklar, hem de yetiştirenler arasında belli bir yaygın bilinci belirtmektedir. Böylece, yediden yetmişe tüm Batı insanı, Türkler hakkında belli bir imaj sahibi olmuştur. Bu yargı, doğrudan Batı çıkarlarıyla ilgili olduğu için, bu kadar yaygınlaşabilecek ve izleri silinemeyecek biçimde kendisini duyurabilmiştir, Bunun izleklerini bugün dahi görmek mümkündür. özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişine karşı çıkan Batılıların tavrı bunun en tipik örneğidir. Bilinçaltında yer alan İslam’la özdeş tarihsel Türk algılaması, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini bir felaket olarak gösterebilmektedir.

Bu tavırların bugüne kadar taşınmasının temelinde, Bizans’ı Anadolu’dan kovan, İstanbul’u fetheden ve Viyana kapılarına dayanan Müslüman-Türk algılaması yatmaktadır. Tarihsel mis­yonu olan ve belirli çevreler tarafından (özellikle kilise çevreleri) bugüne taşman Müslüman-Türk algılaması sorununun, Batılılar açısından bugünden yarma değişecek bir yaklaşım olmadığı ortadadır.

Türk toplum tarihinde kimlik değişimini ifade eden ikinci kırılma noktasını, “Batılılaşma sürecinin başlangıcı” oluşturur. Tanzimat’ın ilanıyla başlayan Batılılaşma/modemleşme süreci, iki yüzyıllık bir dönemde Türk kimliğinin yeniden inşasının tarihi olmuştur. Yeniden inşa edilme sürecini, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri olarak iki ayn dönemde ele almak gerekir. Çünkü giri­len yeni süreç açısından Osmanlı dönemiyle Cumhuriyet döne­minin amaçlan arasında önemli değişiklikler olmuştur. Yaygın olarak bilinen en önemli farklılaşma, modernleşme girişiminin Osmanlı’da sadece devlet kurumlan düzeyindeki etkinliklerle sınırlandırılmasına karşın, Cumhuriyet’le birlikte devletin yarım­da toplum düzeyinde de yaygınlaştırılması ve her yönüyle bir toplumsal proje haline dönüştürülmesidir. Bu durum Batılılaşmaya, OsmanlI’nın devleti kurtarma işlevini; Cumhunyet döneminin ise yeni bir toplum projesinin miman olma işlevim yüklediğini göstermektedir.

OsmanlI’da Batılılaşma sürecinde geliştirilen kimlik politika- ları, genellikle siyasal gelişmelere koşut olarak şekillenmiştir. Bu siyasalar arasında, argümanlarını Batıcılık temelinde geliştiren Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi imparatorluğun farklı özelliklerini ön plana çıkaran yaklaşımlar bulunmaktadır. Osmanlı, geliştirdiği bu siyasalarla Batı-içi rekabetten yararlana­rak siyaset geliştirme imkânı bulabilmiştir. Batılılaşma sürecinin başlangıcından 1878’e kadar etkin bir şekilde Osmanlıcılık siya­seti uygulanmıştır. Bunda, dağılma sürecine giren OsmanlI’nın özellikle Osmanlılık bilinciyle gayrimüslimleri tutabilme endişesi etkili olmuştur. Ayrıca bu siyaset, içteki gelişmelere yönelik olma­sının yanında belli ölçülerde Avrupa karşıtiıgmı da içermekteydi.

1878’den itibaren Sultan II. Abdulhamid’in iktidarını sağlamlaş­tırmasıyla birlikte Batılılaşma çizgisinde farklı bir siyaset olan İslamcılık devreye girmiştir. İslamcılıkla Osmanlı, İslam dünyası içerisindeki konumundan faydalanmayı öngörerek, İslam unsur­larını İmparatorluk bünyesinde tutmayı amaçlamıştır. Yine İslamcılık da bir imparatorluk siyaseti olarak içteki işlevselliğinin yanında Rusya, Fransa ve özellikle de İngiltere karşıtlığını içeri­yordu. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidara gelmesi, bir süredir dillendirilen Türkçülük siyasetinin ön plana çıkmasına yol açmıştır. Türkçülük siyaseti, dağılma süreci hızlanmış imparatorluğun ilgisini, imparatorluk siyasetine psikolojik destek sağlayabilecek özellikteki Orta Asya Türk coğrafyasına çekmek amacıyla geliştirilmiştir. Etkin bir siya­sa olarak kullanılamamasma rağmen Türkçülük, içe yönelik amaçların dışında Almanya’nın desteğinde Ingiltere ve özellikle de Rusya karşıtlığını içeren bir politika olmuştur.

Bütün çabalarına rağmen Almanya dışmda ittifak taleplerine ret cevabı alan ittihat ve Terakki iktidarı, 1914’ten itibaren yeni gelişmelerle karşı karşıya kalmıştır. Bu gelişmeler, siyasal alanda olduğu kadar kimlik tercihinde de farklılaşmalara yol açmıştır. Diğer kimlik taleplerinden tamamen vazgeçilmiş olmasa da Türklük temelinde kimlik oluşturma yönelimi ağırlık kazanmaya başlamıştır. Ancak, Türklük temelinde oluşturulan Türkçülük, henüz modernliğin sonuçlarından biri olan ‘ulusçuluk’ anlamım ifade etmediği için ulusal nitelikli ‘Türk kimliği’nin oluşumunu sağlayamamıştır. Türkçü ideologların çabalarıyla örgütlenmeye ve kültürel düzeyde taban bulmaya başlayan Türkçülük, Osmanlı döneminde ulusçuluk karakteri kazanamamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, eski algılamaların tasfiyesi üzerine kurulmasından dolayı yeni açıklamalara ve toplumsal meşruiyet dayanaklarına ihtiyaç duymuştur. Oluşturulan meşru­iyet kaynaklarına bağlı olarak Türk ulusal kimliğinin inşa süreci başlamıştır, Bu süreçte inşa edilen Türk ulusal kimliği, Türkleştirme projesini andıran bir çerçevede şekillenmiştir. Türkleştirme, belirli bir ulusu temel aldığı için söz konusu ulusun dışmda kalanları da tanımlamayı gerektirmiştir. Dışarıda kalan­lar Türk ulusal kimliğinin kurucu ötekileri olarak belirlenmiştir, ötekileştirme siyasetinin bir sonucu olarak inşa edilen yeni Türk kimliği, Türklerin geleneklerini ve inançlarını kuşatıcı bir niteligin dışında, bunlardan mümkün olduğu kadar vazgeçmeye çalı­şan bir yol izlemiştir. Bu anlayışla Türk ulusal kimliği, yeni bir toplumsal proje olarak Osmanlı öğelerini taşıyan bütün unsurları dışlayabilme imkânına kavuşmuştur. Ancak yeni ulus-devlet, Osmanlı mirası üzerine kurulduğu İçin bu mirastan kolayca kur­tulamamıştır. Osmanlı mirasının kuşatması altında dönemsel olarak bazı sorunlar ve sıkıntılar yaşamıştır. Halen de yaşamaya devam etmektedir.

Bugün gelinen noktada Türkiye’de kimlik konusunda yaşanan sorunlar, sadece günümüz gelişmelerinin ulus kimlikler üzerinde yarattığı etkilerle tanımlanamaz. Kemalist ulusçuluğun baştan beri sorun olarak gördüğü İslamcılık temelinde din ve Kürtler ekseninde etnik unsurlar, Cumhuriyetle birlikte inşa edilen homojen Türk kimliğini sıkıntıya sokan temel faktörlerdir. Modernleşme hedefine, çevre unsurlarının farklılıklarını anlayıp tanımak yerine, onların homojen ve organik bir ulusal kimlik inşa­sı içerisinde dönüştürülmesiyle ulaşmayı amaçlayan Cumhuriyet kadroları, çevre unsurlarının sahip olduğu kültürel çeşitliliğe bütün kapılarım kapalı tutmuştur. Çünkü bu çeşitlilikler, homo­jen ve organik Türk ulusal kimliğinin inşasının önünde duran engeller olarak tanımlanmıştır. Engellerin homojenleştirme süre­cinde ortadan kalkacağı varsayımı, günümüz koşullarında doğru- lanamadığı gibi bu yöndeki politikalar, “paradoksal olarak mer- kez-çevre kutuplaşmasına yol açarak Türk siyasasının temel geri­lim alanlarından birini oluşturmuştur” (Mardin, 1990:64).

Türk siyasal yapısı içerisinde oluşan merkez-çevre farklılaş­masında, Kemalist ulusçuluğun ve ulusal kimliğin geçmişten radikal biçimde kopuşu, önemli roller oynamıştır. Çünkü merke­zin siyasal eğilimleri doğrultusunda inşa edüen ulusal kimlik, tarihsel ve kültürel anlamda temel referanslarını Osmanlı öncesi Türk tarihinden almıştır. Böylece Osmanlı siyasaları ve kültürel yapısı için egemen unsur olan İslam’dan ve OsmanlI’nın çok- dinli ve çok-etnili yapısından kopuş yaşanmıştır. Bu durum yeni siyaset anlayışının ve toplum projesinin geniş halk kitleleri düze­yinde kabulünü zorlaştırmıştır. Geniş kitlelerin devre dışı bırakıl­masında, Kurtuluş Savaşı sürecinde dindarlarla ve Kürtlerle yapılan ittifakın savaşın kazanılmasıyla bozulması da etküi olmuştur. Çünkü savaş sonrası süreçte, kurucu kadronun bu kesimlere yönelik tutumu birdenbire değişmişt ir. Yaşanan tutum , değişikliği öteki algılamasını o kadar katılaştırmıştır ki, yokluk üzerine geliştirilen tezler resmileştirilerek, kurgulanan sisteme uyarlı hale getirilmiştir. Dolayısıyla ittifakın bozulması ve arka­sından ortaya atılan kopuş teorileri, yeni kimlik siyasetinin, sınır­lı bir dünya görüşü üzerinde şekillenmesine yol açmıştır.

Anadolu Türklüğü temelinde ulusçuluğun teritoryal tanımıyla sınırlandırılan yeni politika, dünya siyasetinde etkin olma gele­neğinden de kopuş anlamına geliyordu. Çünkü yeni kimlik poli­tikası ne Osmanlı’nın çok-dinli, çok-etnili yapısını korumayı, ne İslam unsurlarım bir arada tutmayı, ne de Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar, temelinde ortaya atılan Pantürkizm ülküsünü geliştir­meyi amaçlıyordu. Sadece Anadolu ve Trakya üzerinde geliştiri­len teritoryal Anadolu Türklüğü doğrultusunda homojen bir ulus oluşturmayı hedefleyen bir siyasetti. Ancak bu siyasetin de sıkın­tıları mevcuttu. Çünkü Anadolu coğrafyası, kültürel ve etnik yapı açısından homojen ye saf bir ulusal kimliğin oluşması için uygun bir zemin değildi. Bütün bunlar, modern ulusçuluklar ve ulusal kimlikler açısından hayati önem taşıyan içte türdeşlik sağlama işlevini aksatıyordu. Sürecin aksamasına yol açan sorunların somut kaynaklan dinsel/siyasal talepli Müslümanlar (İslamcılar), etnik talepli Kürtler ve daha az bir etkiye sahip olan azınlıklardır. Bunlar, dönemsel olarak Kemalist anlayışı sıkıntıya şoksalar da 1980’lere kadar zaman zaman askeri önlemlerle baskı altına alı­narak yönetimden uzak tutulmuşlardır.

Dünya açısından yeni bir dönemi ifade eden 1980’li yıllar, Türkiye açısından da çeşitli farklılaşmaların yaşanmasına neden oldu. Çünkü Türk toplumu, yaşanan iç ve dış dünyadaki gelişme­ler temelinde kendini yeniden tanımlama ve konumlandırma gereği duydu, Yeniden değerlendirmenin bir parçası olarak, içe­ride statükocu yaklaşımlar ciddi anlamda eleştirilmeye başlandı. İçerideki bu tartışmalara paralel olarak, dışarıda da küresel düzeyde meydana gelen yeni gelişmeler, bütün ulus devletleri ve ulusal kimlikleri etkilediği gibi Türk ulusal kimliğini de etkisi altı­na almaya başladı. Böylece 1990’h yıllardan itibaren hızını artı­ran küresel gelişmeler, Türk tarihinde kimlik tanımlama konu­sunda üçüncü bir kırılma sürecini de başlatmış oldu.

Türk tarihi açısından üçüncü kırılma noktası henüz tam anla­mıyla şekillenmemiş olsa da, ulus kimlikler üzerinde yarattığı etkiyle yaşadığımız süreçte cereyan etmektedir. Kimi sosyal bilimciye göre bir “küreselleşme çağına” girmek üzereyiz ve yaşa­nan yeni süreç, modernliğin öngördüğü ve somutlaştırdığı birçok bütünlüğü ortadan kaldırmakta veya dönüştürmektedir. Günlük yaşam üzerinde etkilerine bakarak, küreselleşmenin çoğu zaman çelişkilerle çevrelenmiş ama aynı zamanda dönüştürücü etkisiyle işleyen bir süreç olduğunu görmek mümkündür. Bu biçimiyle, ulus-devletlerin ve ulusal kimliklerin çeşitli alanlardaki egemen­liğini aşındırarak yeni bir düzene geçişi ifade etmektedir. “Bir bütünlük içinde ele alındığında ulus-devletin ve ulusal kültürel kimliklerin bir kriz yaşadığı görülmektedir. Buna sebep olan ise içsel değil, dışsal etkenlerdir” (Hail, 1996: 3-4). Bu etkenlerin başmda ise küreselleşme gelmektedir. “Yani ortada bir kriz var ise, bu küreselleşmenin doğurduğu problemlerin ulus-devlet biriminin boyutlarım aşmasından veya zorlanmasından doğan bir krizdir” (Sanbay, 2000; 214).

Bugün ulus-devletler, “bütün dünyada etnik sınır üzerinde çeşitli biçimlerdeki bölünmelerle derhal kendini gösteren bir meydan okumayla karşı karşıyadır. Birçok ülkedeki ulusçuluklar ve etnik alt ulusçuluklar, birleşme ve ayrılma arasında ölümcül (müthiş) bir mücadeleye kilitlenmiştir. Ulus sorunu, ulusal kendi kendini belirleme sloganıyla etnik hak iddiaları kılıfıyla yeniden ortaya çıkmaktadır” (Ashraf, 1994: 17). Smith (2002: xvüi) yaşa­nan süreçte, “ulusal kimliklere ait kültür ve anlatıların gittikçe melez ve müphem hale gelerek pek çok toplumda homojen ulus­ların yıkıldığını, bunun yerine daha gevşek çok-etnili toplumlarm doğmaya başladığını” ileri sürmektedir. Böyle bir anlayış, mikro bilinçlere zemin hazırlasa da tıpkı modern öncesi dönemde oldu­ğu gibi siyasallaşmış etnisiteleri ve ulusçulukları önemli ölçüde sınırlamaktadır. Başka bir yaklaşım ise ulus-devletlerin ve ulusal egemenliğin, yeni gelişmelerin meydan okumaları karşısında kendini yeniden formüle etmek zorunda olduğu vurgusunu yap­maktadır (Jenkins ve Sofos, 1996: 29). Küresel düzeyde yaşanılan değişimler ve geliştirilen formüller sonucunda ulus toplumlarm önünde tercih edebilecekleri; içe kapanma, sürece entegre olma ve uzlaşma olmak üzere üç temel alternatif olduğunu göstermek- tedir. Ancak, tercih konusunda ulus toplumlarm çoklu alternatif- tere bunun yaranda özgürce seçim yapma hakkına sahip olduklarını söyleyebilmek oldukça güçtür. Çünkü küresel ölçekte meydana gelen olaylar öylesine gelişiyor ki, ulus toplumların gelecekleriyle ve tercihleriyle ilgili olarak adeta kaderleri belirlen­mektedir.

Küresel gelişmelere paralel olarak ulusal kimliğin sıkıntı ve sorunlar yaşaması» bireyleri ve toplumları yeni kimlik kurguları­na yöneltmektedir. Yeniden kurgulanan kimliklerin şekillenme­sinde, yine küreselleşmeye paralel olarak ortaya çıkan yerelleşme süreci etkili olmaktadır. Yeni kimlikler, farklı ırk, dil, yerel özellik, tercih ve kültür biçimlerine sığınarak bu zeminler üzerinde tahayyül edilmektedir. Bu da, tehlikelere ve ötekiye karşı korun­mak için cemaat dayanışmasına başvurmayı gerektirmektedir. Postmodemleşmenin öngördüğü çoğulculuk ve çeşitlilik ilkeleri doğrultusunda işlemeye başlayan toplumsal mekanizma, kimlik­lerin çeşitlenmesine de yol açmaktadır. Bu gelişmelerin sonu­cunda ise ulusal kimlikler, ulus devletlerin dayandığı siyasal topluluğun sosyolojik niteliğini ve bu topluluğun oluşturduğu egemenliğin meşruiyet kaynağını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadırlar.

Bütün bu açıklamalar çerçevesinde küreselleşme, homojen ulus toplum modelini, yarattığı gerilimlerle sancılı bir değişim sürecine sokmaktadır. Türk ulusal kimliği de söz konusu gelişme­lerden nasibini alarak bazı gerilimler yaşamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Türk ulusal kimliğinin, hem geçmişten gelen hem de çağdaş gelişmelerden kaynaklanan iki yönlü bir sorun yaşadı­ğı görülmektedir. Bir başka ifadeyle Türk toplumu, diğer dünya kültürlerinin çoğu gibi küreselleşme güçlerinden önemli ölçüde etkilenmesinin yanında, ulusal kimliğin inşa döneminden kalma sorunlarına da çözüm getirememiştir. Böyle bir noktada Türkiye toplumunu kuşatıcı bir kimliğin yeniden imkânından söz etmek zor olsa da imkânsız değildir. Küresel gelişmeler karşısında tarih­sel ve stratejik dinamikler harekete geçirilerek belli çözümlere ulaşılabilir. Tabii ki, tek başına küresel gelişmelere verilecek yanıtlar yeterli olmayacaktır. Ayrıca geçmişten gelen sorunların da çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Kaldı ki, küresel geliş­meler karşısında yerel dinamiklerin harekete geçirilmesi de bu sorunların çözümüne bağlıdır.

Mehmet Karakaş – Modernlik Küreselleşme ve Türkiye’nin Kimlikler Evreni,syf:197-206

 

 

 

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 hafta önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 hafta önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 hafta önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 hafta önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 hafta önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 hafta önce