Kur’an’ı Anlamak Ama Nasıl Anlamak?

kuranda_gecen_deliller_1 Kur'an'ı Anlamak Ama Nasıl Anlamak?

Giriş

Malum olduğu üzere günümüzde İslam’ın kaynaklarına yaklaşımda geçmişe nazaran bazı farklı görüşler vardır. Me­sela tek kaynak Kur’an’dır. Bu ehl-i Kur’an ve mealcilerin gö­rüşüdür. Bunu tartışmanın fazla bir anlamı yoktur. Bunun yanında Kur’an ve sünneti kaynak kabul eden anlayış vardır. Bunlar da kendi aralarında ayrılmaktadır. Örneğin sünneti kaynak kabul eden ama bu sünnetin Kur’an’da olduğunu söy­leyen bir anlayış vardır. Yani Hz. Peygamber, din adına yap­tıklarını Kur’andan çıkarmış ve uygulamıştır. Bunun adı hik­mettir. Dolayısıyla Kur’an dışında bir sünnet yoktur. Bunlara göre mesele sünnetin hangi ayette olduğunu bulma meselesi­dir. Bunlar iyi bir araştırmayla her sünnetin Kur’an da oldu­ğunu ispat etmeyi amaçlarlar.

Bunu andıran ama tamamen farklı olan bir görüşü Şatıbı dillendirmiştir. Şatıbîye göre Hz. Peygamber, Kur’an dan ba­ğımsız müstakil olarak haram ve helal koyamaz. Onun koy­duğu haram veya helaller Kur’an dan bir asla dayanmak zorun­dadır. Mesela evlenmenin haram olduğu kişileri zikreden ayet vardır. Bu ayetin açılımı sadedinde Allah Resulu “bir kadınla teyzesi veya halasını aynı nikahta birleştirmeyi yasaklayabilir.” Diğer alimler, bunu Hz. Peygamberin Allah’ın verdiği yetkiye dayanarak, diğer bir ifadeyle Kur’an dışı bir vahiyle teşrii kıldığını söylemektedir.Esasen iki görüş arasında derin bir ayrılık yoktur. Sonuçları aynıdır.

Bir de Kur’an ve sünneti kaynak kabul eden ama bununla aslında mezheplere ve diğer delillere pek de itibar etmemeyi ima eden bir anlayış vardır. Bu anlayış, modernizmin İslam dünyasına girişiyle ortaya çıkmıştır. Miislümanlar, hal çaresi olarak “Kurun ve sünnete dönüş” sloganı geliştirmişlerdir. Bu slogan bir taraftan sünneti kabul etmeyi ima ederken, diğer taraftan mezheplerin temsil ettiği geleneksel anlayışa bir red­diye özelliği de taşı maktadır. Bu açıdan mezkur slogan hem modernist bakışı hem de ilginçtir selefi yaklaşımı aynı anda ifade etmektedir. Elbette modernist bakış açısından burada sünnet araçsallaştırılmıştır. Değil sünnet, Kur’an dahi öyle ol­muştur. Gelenek bırakılıp Kur’an’a dönüldüğünde artık o, her türlü aklî değerlendirmenin hedefi olacaktır. Yoksa selefıler gibi Kur’an ve sünnette ne varsa uyulması gerekir şeklinde bir anlayış modernist bakışta yoktur.

Tarihsel olarak kaynaklar üzerindeki durumu şöyle özet­leyebiliriz:

Kur’an + sünnet + rey (içtihadı). Reyin içine kıyas, icma, maslahat düşüncesi dahildir. Burada İcma istişare sonucu va­rılan ortak hükümdür.

Kur’an + sünnet + icma + kıyas. Geleneksel yaklaşım. Dört mezhebin ittifakla kabul ettiği metod.

Kur’an + sünnet + icma. Zahiriler kıyasa karşı çıkmıştır, temadan da sadece sahabe icmaını anlarlar.

Kur’an + sünnet. Modern dönem. Selefi ve modernist yak­laşım.

Kur’an. Ehl-i Kur’an ve mealci yaklaşım.

Bundan sonrasının ne olacağı ise şimdilik meçhul!

Kur’an söz konusu olduğunda daha kaim çizgilerle vurgu­lamamız gereken iki akını göze çarpmaktadır: Kısmen yuka­rıda da ifade ettiğimiz gibi biri Kur’an’ı mealden anlamayı esas alır. Buna göre Kur’an açıktır. Okur ve anlarız. Bunun ne ka­dar sathî ve ideolojik olduğunu belirtmeye bile gerek yoktur. Tüm bir Kur’an ve usul tarihini önemsizleştiren, atlayan, gör­mezden gelen bir yaklaşımdır. Batıdaki Lutheryan tipi İncilleri yerel dillere çevirmek isteyen akımın Türkiye’deki bir yansı­masıdır. İkincisi Kur’an’ı Kur’an dan anlamayı öneren akımdır. Buna göre Kur’an kendini tefsir etmektedir. Kur’an’ı anlamak için Kur’an’ın bütünlüğünü, ayetler arasındaki ilişkileri gözö- nünde bulundurmak zorunludur. Aslında bu eskiden beri bi­linen bir metoddur ve isabetlidir. Peki bunu neden “günümüz” akımlarından biri olarak tavsif ettik?

Şunun için: Bu akımın mealcilerden farkı, mealcilerin Türkçe’den, bunların Arapça- dan Kur’an’ı anlamaya çalışmalarıdır. Mealciler, Arapça bir ifa­denin Kur’an’ın farklı yerlerinde nasıl kullanıldığını bilmezler. Bunlar ise bilirler. Ama sadece Kur’an’ın zahirine bakarak bu irtibatları kurarlar. Mesela bu irtibatta sünnetin rolünü dik­kate almazlar ya da sadece işlerine geldiğinde alırlar. Mealci­ler tefsire bakmaya ihtiyaç duymazken; bunlar tefsire bakmaya ihtiyaç duyarlar. Ancak tefsirden de ya işlerine geleni alırlar ya da modern duruma İntibak etmeyi kolaylaştıracak hükümlerin peşine düşerler. Dediğimiz gibi işlerine geldiğinde rivayetlere de sarılırlar, onları gündeme taşırlar. Şaz rivayet veya hüküm­lerin genel anlayış veya icma yahut kat’î bilgilerle arasını bul­maya, bu konuda kafa patlatmaya gerek duymazlar veya delil aldıkları rivayetlerin nasıl anlaşıldığı onları pek ilgilendirmez. Onlar için önemli olan akıllarıyla belirledikleri bir düşünceyi ya da Kur’an’ın zahirinden anladıkları bir fikri şu veya bu şe­kilde demlendirmektir. Bunlara zahirci demek de mümkün- dür. Hatta İbn Hazmın zahirciliği bunlara göre pir u paktır.

Neticede her iki kesim de müfessirlerin veya usulenlerin yahut hadisçilerin icması ile kendilerini bağımlı görmezler. Mealci- lerin ve bu farklı gibi gözüken kesim sonuçta aynı noktada bir­leşirler: Hadislere Kur’an’ı anlamada güvenmemek. Kendileri Kur’an ile irtibatı nasıl sağlıyorlar ise Kur an’ın anlamı odur. Bir konuda hadisin, hatta mütevatir olanının bile Kur’an’ı anla­mada fazla bir değeri yoktur. Mütevatir hadisi bile Kur’an dan anladıklarına aykırı sayabilirler. Bırakalım mütevatir hadisi yer yer Kur’an’dan elde edilen kat’î bilgilere de aykırı davran­makta bir mahzur görmezler. Mesela Allah Resulunun gaybı bildiğine dair hadisleri rahatlıkla reddederler. Bu konuda var olan icmaya itibar etmezler. Kur’andaki ayetlerin ve benzeri hadislerin zahirini esas alırlar. İcma ile Kur’an ayetleri çeliş­tiğinde Kur’anın zahirine tutunurlar. Bilmezler ki, bu icma- nın da dayanağı Kur’an ve sünnettir.

Bir örnek vermek istiyordum, ancak burayı yazdıktan sonra tam da bu konuyla ilgili bir iddiaya rastladım. Buna değine­rek örneğe geçeceğim. İddiayı parça parça değerlendireceğim. Şöyle ki:

“Mealcilerin yaptığıyla Kur’anı Kur’an’la tefsir faaliyeti ka­rıştırılmamalıdır. Bununla birlikte sanki diğer anlama usul­lerinde herşey tek veya problem yokmuş gibi addedilerek bu anlama tarzında var olan aynı ayetten farklı hüküm çıkarma, farklı ayetlerden delil getirme gibi bazı problemlere binaen bu metodun yanlışlığını veya geçersizliğini konuşmanın hakikati ıskaladığını düşünüyoruz.”

Not: Burada mealcilik ile Kur’anı Kur’an ile tefsir metodu karıştırılmamalı denilmekte ama niye karıştırmamız gerekti­ğine dair bir açıklama yapılmamaktadır. Bu nokta önemli, ama açıklama olmadığı için es geçmek zorundayım. Bu ve aşağıda aktaracağım diğer ifadelerden ortaya çıkan şu ki, mealcilerle bu metod arasındaki tek fark, mealcilerin mealden; Kur’anı Kur’an İle tefsir edenlerin Kur’anın Arapçasından yola çık­malarıdır. Sonuçları aynıdır. Diğer taraftan Kur’anı Kur’an ile tefsir yönteminin “diğer usul” denilerek herhalde usul-i fıkh ile mukayese edilmesi de isabetli değildir. Hanefılerin bir usulu vardır. Şafii ve diğerlerinin de bir usulu vardır. Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmek nasıl bir usuldur? Bunun önce ortaya konul­ması gerekir. Bugün modem anlamda ortaya çıkan “konulu tefsir metodu” diye bir şey vardır. Kastedilen bu mudur?

Bu metodun şüphesiz faydaları vardır. Ancak bu metodun hadis ve sünneti dışlayan bir tarafının olduğunu zannetmiyorum. Bu değilse, bu metot ne menem bir şeydir? Bununla birlikte Tür­kiye’de Kur’anı Kur’an’la tefsir ediyorum diyenlerin özellikle hadislere çekinceli yaklaşımları bu metodun hadisleri reddet­mek için kullanıldığı algısını ortaya çıkarmaktadır. Oysa ne klasik anlamda ne de modern anlamda söz konusu olabicek bu metod uygulanırken hadislere karşı çekinceli bir tavır sergi- lenmemiştir. Fakat her nedense bu metodu Türkiye’de kulla­nanlar özellikle hadislerle karşı karşıya gelmek ister gibidirler. O halde metodun kendisi değil, hangi maksadla kullanıldığı önem arzetmektedir.

Şunu da vurgulamak gerekir ki, Kur’anı Kur’an ile anlama başlı başına bir metod değil, küllî metodun bir parçasıdır. Bu metod yanlış da, geçersiz de değildir. Yanlış olan sadece bu metoda dayanmak, diğer delilleri göz ardı etmektir. Gerçek bir metod aklî ve naklî tüm deliller arasındaki ilişkiyi düzen­leyen bir metoddur. Gerçek bir metod, dilsel bir paradigması olan; gerçek bir metod lafzın delaletleri hususunda bir bakışı olan; gerçek bir metod metin ile hayatın irtibatını kuran bir metoddur. Bunları gözardı eden bir metod ise gerçekte Kur’an’ı anlamak değil, fikirleri Kur’an’a yüklemek manası taşır. Diğer taraftan bu parçacı metodla küllî olan metodların mukayesesi de yanlıştır. Sanki bu küllî metod sahipleri Kur’anı Kur’an ile tefsir etmenin farkında değiller de bunlar bunu keşfetmiş! Oysa böyle değil! Bu metod, bilinen bir metoddur. Ancak tek ve sadece diyebileceğimiz kendi başına bir metod değil, küllî bir metodun önemli bir parçasıdır. Bu parça/cüzi metodla har reket edip başka herşeyi gözardı etmek başlı başına bir yan­lıştır.

Bunun ne büyük bir cinayet olduğunu anlamak için bu çalışmanın “Kur’an’ı Anlamada Uygulama veya Fiilî Teva­türün Rolü” adlı başlığa bakmanız yeterlidir. O zaman külli metodlardaki veya bu metodların uygulamadaki cüz’î yanlış­larına bakıp “onlar da yanlış yapıyor, bizde de biraz olsa ne çıkar!” demenin bir anlamı yoktur. Parçacı metod kendisi de­ğil, “sadece” kabul edildiği için yanlıştır; böyle olunca ondan sağlıklı neticeler beklemek beyhudedir. Bu demek değildir ki, Kur’an’ı Kur’an’la tefsir etmede hiçbir zaman doğru sonuçlara varılamaz! Hayır! Elbette bu metodla doğru sonuçlara varıla­bilir. Nihayetinde Kur’an kendini de açıklar. Ancak bu durum, Kur’an’m kendini sünnete havale etmediği durumlarda geçer- lidir. Zaten bizim itirazımız da bu noktayla ilgilidir. Onun “sadece” bu metoda göre hareket etmenin yanlış, olduğun söy­lüyoruz. Tabii ki, külli metodlar içinde de yanlışlar olabilir. Nihayet bunların hepsi beşer ürünüdür. Dolayısıyla bunlarda problem olması kaçınılmazdır. Ancak bu problemlerin abar­tılması gerekmez.

Nihayet devasa delillerle boğuşmakta, bu da beraberinde bir zorluğu getirmektedir. Buna rağmen yüzde doksan işin içinden de çıkmışlardır. Zira geleneksel metodlar ilk düğmeyi doğru iliklemiştir. Önemli olan da budun Oysa bu parçacı metod, ilk düğmeyi yanlış iliklemesi bir yana gö­rünürde daha sade olmasına ve üstesinden geleceği başka de­liller olmamasına rağmen tutarsızlıklar ile maluldür. Tutar­sızlık bir tarafa lafızların anlamlarıyla oynama veya kaydırma riskiyle de karşı karşıyayıdır. Kur’an’da geçen “şefaat”, “ahd* ve konuşma” gibi kavramların hepsine “şahitlik” denmesi bu­nun tipik bir örneğidir.

“Bu meyanda Hz. Ali’nin haricilere karşı Kur’an’ın zu-vecih olduğunu söylemesine dayanarak Kur’an’ın Kur’anla tefsir edilemeyeceğini söylemek doğru değildir.”

Not: Hz. Ali’nin sözünde maksad bellidir. Kur’an zu-ve- cihtir. Sünnet, onu açıklamış, netleştirmiştir. Öyle değil mi­dir? Hariciler, Kur’an’a dayanarak Hz. Ali gibi birini tekfir etmemiş midir? Haricilerin bu yorumu, nasıl bir Kur’an yoru­muysa Hz. Ali dahil pek çok sahabiyi küfre nispet etmemişler midir? “Allah’ın hükmüyle hükmetmeydiler kafirlerin tâ ken­dileridir” ayetini slogan haline getirip İslam dünyasında terör estirmediler mi? Yaşanan olayları idrakten aciz kalarak ve o günün siyasî tartışmalarının etkisinde kalarak büyük günah meselesinde herkesi cehenneme göndermediler mi? Bunların hepsini de Kur’an ile yapmadılar mı? O halde Hz. Ali’nin uya­rısı oldukça isabatli değil midir? O kadar isabetli ki, gerçek­ten bugün dahi geçerlidir. Bugün de sadece Kur’an’a bakanlar ayetleri eğip bükmüyorlar mı? İstedikleri gibi mana vermiyor­lar mı? İcma idi, kat’î lafız idi gibi herhangi bir endişe taşı­madan lafızlara istedikleri anlamı giydirmiyorlar mı?

İfadeye dikkat edelim: “Buna dayanarak Kur’anı’n Kur’an’la tefsir edilemeyeceğini söylemek…” Biz, o söze dayanarak Kur’an’m sünnetsiz tefsir edilemeyeceğini söylüyoruz. Hiçkimse Kur’an’ın Kur’an’la tefsir edilemeyeceğini söylemez. Söylenen şey, Kur’an’m muhtemel/zannî manalarını kat î kabul edip sün­netin onu açıklayan beyanlarını göz ardı etmektir.

“Bununla mübîn’ olan kitabın sanki anlaşılmaz olduğu ima edilmektedir.”

Not: Bu ifadeler maksadı ele vermektedir. Başlarken meal- cilerle bu metodu savunanlar arasına kalın çizgiler çekilmişti. Ama sonuçta aynı kapıya çıkmaktalar. Zira ‘Kur’anın mübîn’ oluşuna en çok vurgu yapıp onu anlamada başka şeye ihtiyaç duymayanlar mealcilerdir. Neden? Kur’an onlar için “mübîn” olmalıdır, çünkü Kur’an’ı anlamak için onlara meal yeterli ola­caktır. Böylece geleneğin, hadis, sünnet, sahabe, tefsir, mezhep, metod gibi bir sürü yükünden kurtulmuş olacaklardır” Ama ne gariptir ki, “mübîn’ olan Kur’an’ın 200’e yakın meali vardır. Ve neredeyse hiçbiri de birbirini tutmamaktadır! Ne­rede mübînlik? Rabb’imden Kur’anı böyle bir tartışmaya konu ettiğim için af diliyorum. Zira bizim bu tür tartışmalarımız­dan üzülerek ifade edeyim ki, hakikat değil, “deizm” ortaya çıkıyor. Biz kendi köşelerimizde kahvelerimizi yudumlayıp bu tartışmaların keyfini çıkarırken (!) gençler bu tartışmaalara bir anlam veremeyip yahut anlayamayıp sıkılmakta, bıkmakta ve sonuçta amelî deizme kaymaktadır. Rabb’im bizleri affeyle!

Evet, Kur’an bugün itibariyle bakarsak tek başına ele alın­dığında tevhid, ahiret, bir takım kıssalar ve ahlakî İlkeler dı­şında kapalı bir kitaptır. Aslında bunlar bile ümmetin teva- türen gelen uygulamalarıyla netliğe kavuşmaktadır. Böyle bir akidevî ve amelî tevatür olmasa bugünün neslinin tevhidi, ahi- reti, nübüvveti, ahlakî ilkeleri nasıl anlayacağı dahi oldukça şüpheli bir durumdur. Sadece Kur’an la karşıya karşıya kalan ve başka da bir delil görmeye tahammülü olmayan bir neslin tevhidi, nübüvveti, ahireti sahih bir şekilde anlayabileceği nasıl beklenebilir?! Yıllardır mürekkep yalayan bazı kalemler reen- karnasyonu kabul etmiyor mu? Bir kumar olan milli piyango için caiz demiyor mu? Kadere imanı olmadık şekillerde tevil etmiyor mu? Zinaya dahi “parayla yapılan fuhuştur” demiyor­lar mı? İş böyle ise Kur’an’daki bir lafzın manasının öyle değil de başka türlü olduğunun garantisi ne olacaktır?

Kur’anın “mubîn” oluşu evvel emirde ilk muhataplar içindir. İlk muhataplar Kur’anın ne kastettiğini anlıyordu. İman eden neye iman ettiğini, İnkar eden neyi inkar ettiğini gayet iyi bili­yordu. İlk muhatapların ne tefsirlere, ne müşkilu’l-Kur ahlara, ne de Garibu’l-Kur’an’lara ihtiyacı vardı. Ama sonraki, hatta daha sonraki hele modern nesiller için durum böyle midir? Kur’an şu an itibariyle açıktır, demek, Kur’an’a bakarım ve ra­hatlıkla akaid ve ahkam konularını tespit ederim demek ken­dimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Ancak elbette ki, dinin hem haram helalleri hem de temel iman ilkeleri Kur’anın korunduğu gibi korunmuştur. Allah’ın izniyle Kur’an’ı koru­yan sahabe dini de yaşayarak, öğreterek, aktararak muhafaza etmiştir.

Sahabe dinî peygamberden öğrendiği gibi yaşamış ve aktarmıştır. Onun için Kur’an’ın “mübîn” oluşu, lafızların “mü­bîn” oluşu anlamına gelmez. Zira lafızlar dilin konusudur ve dil çok anlamlı bir yapıyı içinde barındırır. Salat, zekat, savm kelimesinin anlamını tayin etmekte bile oldukça zorlanırız. Dil bu, çok anlamlılığı ihtiva eder. Anlamı tayin edebilmek için de ciddi bir metodolojiye ihtiyaç vardır. Ciddi bir metodo­loji dediğiniz anda Kur’an bizler için “mübîn” değil demektir. Ama bizler için… Sahabenin ise metodolojiye ihtiyacı yoktu. Vahye şahit idiler. Dil onların dili idi. Bağlamı da bizzat ya­şıyorlardı. Bu yüzden dil düzeyinde (Hz. Ömer ve bazı büyük sahabiler gibi “fıkhetme” düzeyinde değil) hiçbirinin anlama sorunu yoktu. Bu sebeple onlar için Kur’an “mübîn”dir. As­lını ararsanız parçacı bir metod olsa dahi Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri dahi böyle bir şeydir. O halde bir metoddan bahsedi­yorsanız Kur’an’ın her ayeti “mübîn değil demektir.

Burada şu, ileri sürülebilir: “Kur’an açıktır, kendini tefsir eder, biz de ayetleri birbiriyle irtibatlandırıp anlamı tayin ederiz. Hayır, anlama olayı bu kadar masum değildir. Kur’an dışı hiçbir şeyi dikkate almıyorsanız ayetler arası irtibatı kendi aklımızca ya­hut dil kapasiteniz ne kadarsa o kadar kuruyorsunuz demek­tir. Yine de ihtilaftan kurtulamıyorsunuz. Neden? Çünkü biz modern nesiller için mana o kadar “mübîn değil de onun için. Evet, Kur’an bu kadar açık ise neden anlam bir türlü ta­yin edilemiyor ve ihtilaf ediliyor? Bu, en önemli meselelerde böyle. Bu metodu savunanlar bile kendi aralarında namazın nasıl kılıcağına bir türlü karar veremiyorlar! Daha namazın nasıl kılınacağını Kur’an’a göre bir sonuca bağlayamayanlar diğer onca meseleyi nasıl halledecek?! Sonuç: Din, bir görme, öğrenme ve aktarım işidir. Din, görülüp aktarılarak öğrenilir. Kur’an, Peygamberi inşa etti. Peygamber Kur’an’dan aldığı ilhamla sahabeyi ortaya çıkardı,Sahabe, dini Kur’an’ın lafız­larından değil, peygamberi görerek öğrendi.

İnceleyin:  Recm Cezası,Kuran'a Aykırı mı?

Kur’an’ın nasıl anlaşılacağını da Peygamber onlara öğretti. Peygamber ara­larından ayrıldığında da Kur’an’ın nasıl anlaşılacağını öğre­nen sahabe gayet özgüvenle yeni meselelerini vuzuha kavuş­turdu. ilim de bir gelenek işidir. İlmin namusu vardır. İlmin bir metodu olur. Bir gelenek ve metoda bağlı kalındığı müd­detçe ilmin namusu da korunmuş olur. Sadece İslâmî ilimler değil, her türlü ilim böyledir. Bir geleneği, bir alimler toplu­luğu, bir metodu, bir kat’î temeli olmayan hiçbir ilim yoktur.

“Ayrıca sünnette bütün meselelerin net olduğu izlenimi ve­rilmektedir. Oysa sünnetteki ihtilaflar ayettekinden çoktur.”

Not: Böyle bir izlenim vermeye gerek yok! Böyle bir mak- sad da yok! Ama şu var: Kur’an zu-vecihtir. Eğer peygamber­den beri gelen haber ve uygulamalar dikkate alınmazsa Kur’an -haşa- herkesin şamar oğlanına döner. Bunu bilmeyecek kadar gafil miyiz? Bizler hadiste hiç problemin olmadığını mı söylü­yoruz? Böyle bir şey olabilir mi? Hangi ilim vardır ki, bütün söyledikleri kesin olsun, tartışmaya kapalı olsun?! Mümkün mü? Değil. O halde mesele başka taraflara kaydırılmamak. Kur’an zu-vecih olduğu için başka anlamlara çekilmesi ga­yet tabiidir. Hele onu çekecek olan modern bir müslüman ise Kur’an’dan İslam’dan başka yeni bir din inşa etmesi de mümkündür! Bu kadarını söylemekle yetineyim. Son ifade de dik­kat çekici: İhtilaf açısından Kur’an ile sünnet karşılaştırılmış. Bu bana çocukluğumuzdaki “benim babam senin babanı dö­ver’ repliğini hatırlattı, ne diyeyim! Kur’an ile sünnet, acaba hangisinde ihtilaf daha çoktur, diye mukayase edilebilir mi? Sünneti esas alıp, Kur’an’la ilgili ihtilaflar çoktur, diyen bir Allah’ın kulu mu var, ki, onlara cevap yetiştiriliyor izlenimi verilmektedir!! Böyle bir mukayese müslümana yakışmaz diye düşünüyorum.

Elbette sünnetteki ihtilaflar daha çoktur. Fakat sünnetteki ihtilafların çokluğuna bakarak sünnet terkedilebilir mi? Böyle bir mantık olabilir mi? Birileri de çıkıp az da olsa Kur’anda da ihtilaflar var deyip onu terketseler ne olacak? Bunların sonuçları hiç düşünüldü mü? Hatta modern nesil sadece Kur’an dediği için ihtilafları büyütmedi mi? Belki ge­leneksel dönemde Kur’anla ilgili ihtilaflar azdı. Modern ne­sil, bu ihtilafları ikiye katlamadı mı? Modern nesil, Kur’an’ın subutunu dahi tartışmaya açmadı mı? Modern nesil, vahyi Hz. Peygamber in formüle ettiğini söylemedi mi? Ne olacak şimdi? Kur’an dan geriye ne kaldı? Ancak bunları kabul et­mek mümkün değil. Onun için hangisinde ihtilaf daha çok­tur diye meseleye bakmak çocukluktan başka bir şey değildir. İlim adamına yakışan şey, ihtilafların varlığını tespit etmek değil, ihtilafların üstesinden gelmektir. Bu arada biz ihtilaf­ların vaki olduğu 100 binlere varan hadislerden bahsediyoruz. Yani 100 bin hadisten ve bunların çeşitli tariklerinden bah­sediyoruz. Tabii ki, burada İhtilaf kaçınılmaz olacaktır. Ama elhamdulullih bu ümmetin evlatları bu ihtilafların üstesinden azami Ölçüde gelmiştir. Ha, hepsinin üstesinden gelememiş­tirler. Doğru. Çünkü yetersiz olan modern nesillere de çalış­maları için bir şeyler bırakmışlardır!

“Ayetlerle ilgili ihtilaf sebeplerinden biri farklı rivayetler­dir. Yine Hz. Ebu Bekir’den nakledilen bir rivayette hadisler İhtilafın kaynağı olarak ifade edilir.”

Not: Acı gerçek olan şu ki, bu ümmetin modern evlatları ar­tık hadisi bir bütün olarak ihtilafın kaynağı görebilmektedir. Mezkur sözü aşağıda ele alacağım, ama şu kadarını söyleme­liyim ki, bu söylem tam da oryantalist bir söylemdir. Hadisi, ihtilafların kaynağı görmek hadisten rahatsız olmaktır. Ha­disten ise sadece oryantalistler rahatsız olur. Mutezile dahi ra­hatsız olmaz. Mutezile dahi böyle bir uslup kullanmamıştır. Bu saatten sonra “biz hadise de bakıyoruz” demenin fazla bir anlamı yoktur. Bu söylemden sonra hadise bakmanın işe gelen hadisleri kullanmaktan başka anlamı da yoktur. Muhtemelen oryatalistler içinde dahi bazı sağduyu sahipleri hadisin, hadis ilminin değerini, ne kadar sağlam ölçülerle tespit edildikle­rini ifade etmişlerdir.

Olabilir, evet rivayetlerin bir kısmı ihtilaf sebebi olabilir. Ancak bu tabii değil midir? Örneğin, tarihî olayları, devletleri düşünelim. Yakın tarihimizi, cumhuriyeti düşünelim. Bu ko­nularda bize aktarılan haberler çelişkili değil midir? Çelişki­lidir. Ancak hangi vatandaş veya kendini o tarihe ait hisseden hangi insan bu çelişkilere bakıp “böyle bir devleti tanımıyo­rum, böyle devletin vatandaşı olmaktan utanıyorum, cumhu­riyeti kabul etmiyorum, tarih de ne ki! çelişkilerle dolu” de­miştir? Üstelik kendilerine ait bu çelişkili haberlere dair bir usulleri de yoktur. Daha muhtemelen 17. asırdan sonra bir tarih usulu ortaya koyabilmişlerdir. O zaman mesele haber­lerde ihtilafların veya çelişkilerin varlığı değil, mesele bunun içinden çıkılmaz bir hal alıp almadığıdır. Tarihimize baktı­ğımızda ulemanın bunun içinden çıktığı görülür.

Muazzam bir gayretle Kur’an ve hadisler birlikte değerlendirilmeye çalı­şılmıştır. Şayet bu ihtilaf büyütülecek, abartılacak bir cinsten olsaydı, İslam medeniyetinden bahsedebilir miydik? Ulema te­mel meselelerini halledemediyse bu medeniyet nasıl oldu da zirvesine ulaştı? Rivayetleri “bunlar başımızı ağırtıyor” diyerek terkedip de mi medeniyet kurdular? Oryantalistlerin bile im­rendiği, düşman çatlatan hadis usulu geleneği çok da önemli ve başarılı değil miymiş?! Yoksa asıl mesele rivayetlerin fark­lılığı değil de, modern neslin, kafasının karışık olması mıdır? Meseleleri kavrayacak bir zihin yapısı ve yol haritasına sahip olmaması mıdır?

Yukarıdaki iddiada asıl önemli olan Hz. Ebu Bekir’in hadisleri ihtilafın kaynağı görmesidir. Böyle önemli bir ko­nuda neden bir rivayete sarılma gereğinin hissedildiğini sor­mayacağım. Artık bunu kanıksadık! Bundan daha ciddiyet arzedeni bu rivayetin mahiyetidir, kaynağıdır, sağlamlığıdır.

Anlaşılmaktadır ki, bu iddia oryantalistlere ve Şiilere aittir. Yukarıda muhtasar verilen rivayetin aslı herhalde şu olmalı­dır: Hz. Peygamberin vefatından sonra Ebû Bekir, insanları toplayıp onlara şöyle dedi: “Siz, Resûlüllah’tan hadis rivayet edip ihtilaf ediyorsunuz. Hâlbuki sizden sonraki insanlar daha çok ihtilaf edecekler. O halde Resûlüllah’tan hiçbir şey rivayet etmeyin. Kim sizden bir şey sorarsa aramızda Allah’ın Kitabı var o bize yeter, onun helal kıldığını helal, haram kıldığını ha­ram kabul edin” deyiniz. (Bk. Zehebî, Tezkiretu’l-Huffâz, I, 5) Bu rivayet ilk defa Zehebî nin Tezkiretu’l-Huffâz adlı ese­rinde geçmektedir. Bu haberin sahih olup olmadığına baktığı­mızda onun hiç bir senedinin olmadığını görüyoruz.

Haberin başında Zehebî’inin “Bu, İbn Ebî Müleyke’nin mürsellerinden- dir” kaydından başka bir bilgi de yoktur. Ayrıca Zehebî, bunu hangi kaynaktan aldığını da belirtmemiştir. Hz. Ebû Bekir’e ait bir eylem ve sözü anlatan bu haberin varlığı ve kimler veya hangi kaynaklar vasıtasıyla 8. asra kadar nasıl geldiği hiç bi­linmiyor. Hadis tekniği açısından böyle bir habere sahih veya makbul demek mümkün değildir. Hz. Ebû Bekir’e aidiyeti belli olmayan böylesi bir habere dayanılarak sağlıklı bir yar­gıya varmak oldukça zordur. Şimdi soru şudur: Böyle bir ha­bere dayanarak nasıl yargıda bulunabiliyoruz? Hz. Ebu Bekir ve diğer sahabilerin hadis ve sünnete bakışı mütevatir bir bi­çimde ortada iken bu haber nasıl baş tacı edilebilir? İlim bu mudur? İlim, şaz rivayetlere can simidi gibi sarılmak mıdır?

“Rivayette zikredilen ‘Kur’an’ın helallerini helal; haram­larını da haram biliriz’ ifadesinin Kur’anın Kur’an’la tefsirine kaynaklık ettiğini düşünmekteyiz. Biz Hz. Ali’nin değil, Hz. Ebu Bekir’in rivayetini tercih etmekteyiz.”

Not: Rivayet, sahih değil dedik. Ancak böyle önemli bir meselede o tercih edilmiştir. O zaman neye göre tercih edildi? Tercihte İlmî olan usul, sağlam rivayetlerin tercih edilmesidir. Peki bu, nasıl bir usuldur? Kafaya göre işleyen bir usul mu?

Dikkat çekici bir nokta daha: Kur’anın haramını haram kıl­mak, helalini helal kılmak, sözü, demek ki, Kur’an’ın Kur ‘an’la tefsirine kaynaklık ediyormuş! Böyle bir irtibatı ilk duydu­ğumu itiraf etmeliyim. Biz, Kur’an’ın Kur’anla tefsirini başka türlü biliyorduk. Buradan anlaşıldı ki, Kur’an’ın Kur’an’la tef­siri sünnetle sabit olan helal ve haramı reddetmekmiş! Tabii sadece bunlar değil! Bir takım akidevî meseleler de öyle: Şe­faat, Mucize, gayb, kıyamet alametleri, sırat vs. bunun tipik örnekleridir. Peki o zaman başta zikredilen mealcilerle Kur’anı Kur’an’la tefsir edenlerin farkı nerde kaldı?! Gerçekten nerede bu fark Allah aşkına? Yukarıda da dediğim gibi tek fark, me- alcilerin mealden, Kur’an’ı Kur’an ile tefsir edenlerin Arapçasından yola çıkmaları değil midir?

“İbn Mes’ud’dan nakledilen şu rivayet de konumuz açısın­dan önemlidir: Abdullah b. Mes’ud a Esedoğullarından Ümmü Yakub adlı bir kadın gelir ve aralarında şu konuşma geçer: “Se­nin dövme yaptırmaktan, saç/peruk taktırmaktan, kaş kirpik aldırmaktan kadınları men ettiğini duydum. Senin bu konuda, Allah’ın kitabından bir dayanağın var mı?” ibn Mes’ud şöyle cevap verir: “Evet, bu konuda hem Kur’âna hem de Sünnet’e dayanıyorum.” Kadın “Vallahi ben, mushafın her yerini oku­yup inceledim, ama onda senin dediğin yasağı görmedim!” der. İbn Mes ud “Peki, sen şu âyeti görmedin mi? “Peygamber size ne getirdiyse onu alın, o sizi neden sakmdırdıysa ondan sakı­nın?” diye sorar. Kadın “Evet, onu gördüm.” diye cevap verir. İbn Mes ud “Ben, Hz. Peygamberin bu sayılanları yasakla­dığını bizzat kendisinden işittim.” Kadın “İyi ama, senin ai­lenden de bunları yapanlar var!?” diyerek İbn Mes’ud u ten­kit eder. İbn Mesud kendinden emin olarak “O zaman buyur evime gir, bak bakalım böyle bir şey var mı?” diyerek kadını evine götürür. Kadın eve girip bakar ve “hayır böyle bir şey görmedim” der. Bunun üzerine Abdullah şöyle söyler: ‘Sen, Al­lah’ın seçkin kulu Hz. Şuayb’in şu sözünü bilmez misin? ‘Ben size yasakladığım şeyi, kendim işleyerek sizinle ters düşmem.” (Buharî, Tefsir, 59; Libas, 82; Müslim, Libas, 120) Rivayet­ten anlaşıldığına göre Resulun bir konuda hüküm vermesi de Kur’an’ın hüküm vermesi gibi kabul edilmektedir.”

Not: Herşey tepe taklak oldu! Yukarıda sahih olmayan Hz. Ebu Bekir rivayetini tercih eden biri nasıl olur da Ibn Mes’ud rivayetini önemser ve kabul eder? İki rivayeti aynı anda kabul etmek mümkün mü? Biri sadece Kur’andaki haramları haram bilin diyor; diğeri ise Resul size Kur’an dışında neyi verdiyse alın, haram bilin diyor! Bu ikisi aynı anda doğru olabilir mi? Elbette olamaz. O halde hem Ebu Bekir hem İbn Mes’ud ri­vayetini kabul etmek makul mudur? Bu durum kafaların ol­dukça karışık olduğunu göstermektedir. İşte külli bir usul bu­nun için gereklidir. Şayet ulema tarafından test edilmiş ve bize hazır hale getirilmiş bir usule dayanmaz isek çok daha boca­larız kanaatindeyim.

Örnek vereceğimi söylemiştim; detaya girmeden şu örneği vermekle yetineyim:

Hz. Aişe’den nakledilir: “Kim Allah Resulu yarın ne ola­cağını biliyor derse Resulullah’a iftira atmış olur. Buna daya­narak Hz. Peygamber’in gaybı asla bilmediği iddia edilmekte­dir. Oysa diyoruz ki, burada anlatılmak istenen şudur: Kim Allah Resulu (kendiliğinden) yarın ne olacağını biliyor derse Resulullah’a iftira atmış olur.” Bu, böyledir. Bunu anlatmakta zorlanıyoruz. Araf, 188. ayeti de böyledir. Mana şöyle: Eğer (kendiliğimden) gaybı bilseydim, bana gelecek zararı defeder, faydayı temin ederdim.” Burada parantez konulmak zorunda­dır. Zira o mana orada vardır, ancak lafızda birebir gözükme­diği için tercümede o paranteze ihtiyaç duyulmaktadır.

Burada gaybla ilgili bir mantık çıkmazından bahsetmek is­tiyorum. Diyorlar ki, parantez içine koyarak Kur’an’a “kendili- ğimden” ifadesini eklemeyin! Tabii biz “kendiliğimden ifade- sını niçin ekliyoruz? Pek çok hadisin yanında Cin suresindeki şu ayete bakarak ekliyoruz: “Allah, dilediği elçisine gaybını bildirir.” Biz diyoruz ki, burada gayb Kur’an’la sınırlı değil, geneldir. Ayetin siyak-sibakı bunu gösterir. “Allah Resulu Kur’an dışında gaybı bilemez” diyenler cin suresindeki gaybı Kur’an olarak yorumlar ve sınırlar. Peki, öyle kabul edelim. Böyle yorumlayanlar “ben bir beşerim, gaybı bilmem” şeklin­deki ayetleri zahiri üzre anlayıp “Allah Resulu asla gaybı bil­mez” demişlerdir. O zaman iki sonuç ortaya çıkmıştır: 1. Al­lah Resulu, asla gaybı bilmez. Yani ayet mutlak olmaktadır.

2.Allah, gayb olarak Kur’an’ı ona bildirmiştir. Yani gayb olan Kur’an’ı bilmektedir. Mutlak olan bu şekilde sınırlanmış ol­maktadır. Eğer gayb olarak Kur’an’ı biliyorsa “ben gaybı bil­mem” ifadesiyle bu çelişmeyecek midir? Biz “Ben gaybı bilmem” ifadesini deliller ışığında “kendiliğimden” diyerek sınırladığı­mızda buna karşı çıkıyorlar ve ayetin mutlak olduğunu söy­leyip niçin lafızda olmayan bir şeyi ekleme yapıyorsunuz diye itiraz ediyorlar. Onlara göre Allah Resulunun hiçbir şekilde gaybı bilmemesi gerkmektedir. Ama karşı çıkanlar bu sefer Hz. Peygamberin bir gayb bilgisi olan Kur’an’ı bilebileceğini söylemektedir. Evet, Kur’an gaybî bir bilgidir. O halde bir çe­lişki yok mudur? Bu çelişkiyi izale etmek için “ben gaybı bil­mem” şeklindeki ayetler şu parantezle sınırlanmak zorunda­dır: “(Kur’an dışında) ben gaybı bilmem.” Görüldüğü gibi yine parantez açılmıştır, açmak zorunludur. O zaman şu soru mu­kadder hale gelir: Biz deliller ışığında parantez açıp “kendili­ğimden” dediğimizde bu nasıl olur diyorsunuz da siz paran­tez açıp “Kur’an dışında” dediğinizde niçin nasıl olur demek aklınızdan geçmiyor?!

Mealcilerden açılmışken bir örnek vererek maksadı ifade edelim: Mealcilerin en çok sarıldıkları ve dillerinden düşür­medikleri bir ayet var. Zuhruf, 44. Allah şöyle buyurur: “Bu (vahiy), senin için de kavmin için de bir zikirdir (öğüt veya şe­ref) ve siz (ondan) sorguya çekileceksiniz.”

Bu ayet şu şekilde anlaşılmıştır: Allah ahirette insanları sadece Kur’an’dan hesaba çekecektir. Başka da bir şey sorma­yacaktır. Sünnete uymaya hiç gerek yoktur.

Önce şunu sormak gerekir: Gerçekten Allah burada sün­nete uymayı mı nehyetmiştir? Kur’an dışında bir delile uy­mayı mı yasaklamıştır? Sadece Kur’an’dan sorulacağımıza göre Kur’an dışında bir delile uymak beyhude olacaktır! Hatta çok ısrar edersek şirk bile sayılacaktır!! Konuyu şöyle değerlendir­mek mümkündür:

1.Ayette “sadece” ifadesi yoktur. “Sadece” ifadesi mealcilerin bir uydurmasıdır. Hatta “ondan, yani Kur’an’dan” ifadesi bile açıkça yer almamaktadır. Siyaka bakarak bunu diyebilmekteyiz. Lafzî meali şöyledir: “Yakında hesaba çekileceksiniz.” Peki nerden? O, açık değil. İşte mealcilik böyle bir şeydir. Ancak biz yine de burada Kur’an’ın kastedildiğini göz önünde bulunduracağız. Kur’an’ın bir nimet olduğunu düşünürsek elbette mana “bu nimetten, bu nimetin hakkını verip vermediğinizden sorulacaksınız” olur. Ama bu durum, başka şeylerden sorulmayacağı anlamına gelmez. Vurgu, Kur’an’dan sorulması gerektiğinedir. Bu, şunlara benzer: “Bu Kur’an, mucize olarak sana kafi gelmedi mi?”

Bu ayet, Kur’an’ın en büyük mucize olduğunu gösterir. Başka mucizenin olmadığını göstermez. Gösterir dersek, Kur’an’ın demediğini demiş oluruz. “Onun (kıyametin) alametleri gelmiştir.” Bu ayet, (Kur’an ve Hz. Peygamber’in zuhuru gibi) kıyamet alametlerinin geldiğini gösterir. Ama bunlardan başka alamet bulunmadığının delili olmaz. Olur, dersek Kur’an’ın demediğini ona söyletmiş oluruz. “Senin vazifen ancak tebliğ etmektir.” Bu ayet, Hz. Peygamber’in en temel vazifesinin tebliğ olduğunu, başkalarının hidayeti için kendisini harap etmemesi gerektiğini, hidayetin onun elinde olmadığını gösterir. Tebliğ dışında başka vazifesinin olmadığını göstermez. Gösterir dersek, diğer ayetlere aykırı hale gelir. Hz. Peygamber’in beyan, tezkiye (ahlak eğitimi), tahrim ve güzel örnek olmak gibi görevleri vardır. O halde elbette Rabb’imiz bu Kur’an’dan hesaba çekecektir. Ama sadece ondan değil. Resulullah’a din olarak ne vahyettiyse ondan hesaba çekecektir. Aslında bu durumu Zuhruf, 43 ifade etmektedir: “Öyle ise sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin.” Burada vahiy geçmektedir. Vahiy, başta Kur’an olmak üzere din olarak Hz. Peygamber’e vahyedilen her şeydir.

İnceleyin:  Şu Modern Klişe Gerekçeye Odaklanın Bence!!

2.Sadece Kur’an’dan hesaba çekileceksek bu durum başka ayetlere aykırı hale gelir. O zaman Hz. Peygamber’e itaatle ilgili ayetlerin anlamı kalmaz. Allah, Hz. Peygamber’e itaati emredecek ancak ona uyup uymadığımızdan sormayacak!! Olmaz böyle bir şey. Daha da ilginci şudur: Allah, ulu’l-emre itaat etmemizi de emrediyor. Şimdi (meşru hükümlerinde) ulu’lemre itaat etmediğimizde Allah bunu sormayacak mıdır? Yoksa bu itaat sadece Kur’an’da olan hükümlerle mi sınırlıdır? Yani ulu’l-emr Kur’an’da olan bir hükmü bize emrederse itaatle yükümlüyüz, öyle mi? Peki ulu’l-emr yeni bir mesele ile ilgili olarak Kur’an’da olmayan ama Kur’an’la da çelişmeyen bir hüküm ortaya koyarsa Müslüman ne yapacaktır? Herhalde uyacaktır. Uymazsa ne olacak? Allah ona sormayacak mıdır? Yoksa şöyle mi denilecektir: “Ey ulu’l-emr, senin verdiğin hüküm Kur’an’da yok, Müslüman senin hükmüne uymayabilir, neden müslümana bunun hesabını sorayım ki!” Herhalde böyle bir şey olmaz. Allah, kendi emrettiği için Kur’an dışındaki bir şeylerden de bizi hesaba çekecektir. Zira bu hesabın aslı Kur’an’da ortaya konulmuştur. Devlet başkanına uymadığımızda bundan hesaba çekiliyor oluşumuz ulu’l-emre itaatle ilgili ayet oluşundandır. Aynen Hz. Peygamber’in sünnetine uymamız gerektiği, uymadığımızda hesaba çekilecek oluşumuz da Kur’an’ın ona itaat edilmesini emrettiği ayetlerden dolayıdır.

3.Sadece Kur’an’dan hesaba çekilecek oluşumuz başka ayetlere de aykırıdır: “Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.” (Enbiya, 7) Demek ki, her şey Kur’an’da olmayabilir. Zaten akıl da her şeyin Kur’an’da olduğunu kabul etmez. Ama her şeyin temel ilkeleri Kur’an’da vardır. Buna göre bir konuda cahil isek bir bilene sormak durumundayız. Sormaz da keyfimize göre hareket edersek Allah bize bunu sormayacak mıdır? Burada esas mesele delile göre hareket etmektir. İşte ayet: “Fakat Allah, olacak bir işi (mü’minlerin zaferini) gerçekleştirmek için böyle yaptı ki, ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın.” (Enfal, 42)

Peki delil sadece Kur’an mıdır? Yoksa Kur’an’ın delil dediği şey midir? Sadece Kur’an ise mesela akıl delilini ne yapacağız? Allah sürekli “akletmiyor musunuz” buyurmaktadır. Bizde aklettik, sağlam bir kıyasla bir hükme vardık, diyelim. Bu bizim için delil olmayacak mıdır? Kıyasla vardığımız hüküm neticede Kur’an’da yoktur. Şimdi kıyasın sonucu olan hükme uymadığımızda ondan sorulmayacak mıyız? Mesela eroin, esrar vs. içmekten sorulmayacak mıyız? Şayet sorulacaksak demek ki, her şey Kur’an’da yoktur. Peki kıyas ile varılan hükme uymamız gerektiği aşikâr olurken Hz. Peygamber’in bir emri veya nehyine uymamız daha bir gereklilik değil midir? Allah, kıyasa uymadığmızda bizi hesaba çekecek de Peygamberine uymadığımızda bir şey demeyecek midir?!

4.Ayette geçen zikir kelimesinin farklı anlamları vardır. Buna paralel olarak “sorulacak olan şey”in de manası değişir. Razî’nin açıklamalarına bakalım: “Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.v)’e, emirlerine sımsıkı sarılmasını ferman buyurarak, ‘Haydi sen, hak olduğuna inanarak ve gereğince amel ederek, sana vahyolunana kuvvetle sarıl.’ demiştir. Cenâb-ı Hak, dinî menfaatler hususunda dine sarılmanın tesirini beyan edince, dünyevî menfaatler hususunda bunun tesirini de anlatarak, ‘Şüphesiz o Kur’ân, senin için de kavmin için de bir zikirdir’ yani ‘Bu, hem senin için, hem de, ‘Allah’ın bu büyük kitabı indirdiği kişi, falan soy ve kabiledendir’ denileceği için, kavmin için büyük bir şereftir’ buyurmuştur.

Bil ki bu ayet, insanın mutlaka güzel övgü ve iyi nam bırakmaya rağbet göstermesi gerektiğine delâlet eder. Eğer iyi nâm, teşvik edilen bir husus olmasaydı, Cenâb-ı Hak, ‘Şüphesiz bu Kur’ân, senin için de kavmin için de bir zikirdir (şereftir)’ demek suretiyle, bunu Hz. Muhammed (s.a.v)’e bir nimet olarak zikretmezdi; Hz. İbrahim (a.s) de, “Benden sonraki (insanlar) arasında, benim için güzel bir nâm bırak (Sonra gelecekler arasında beni doğrulukla anılanlardan kıl)” (Şuara, 84) diye duâ ederek bunu istemezdi. Bir de güzel nâm, şerefle geçirilmiş bir hayatın yerini tutar, hatta böylesi bir hayattan daha üstündür. Çünkü hayatın tesiri, ancak o insanın bulunduğu yerde olur. Ama güzel nâmın iz ve tesirleri, her yerde ve her zamanda görülür.” Razî, bunu ifade ettikten sonra “Siz (ondan) sorulacaksınız” ayetiyle ilgili şu izahları aktarır: “Allah Teâlâ sonra da ‘Siz (ondan) sorulacaksınız’ buyurmuştur.

Bu hususta şu izahlar yapılmıştır: a. Kelbî’ye göre,  ‘Bu ifade  ‘Bizim size, bu güzel nâm nimetimizin şükrünü yerine getirip-getirmediğiniz sorulacak’ manasındadır. b. Mukatil’e göre “Bununla, “Kim yalan söylerse, niçin yalan söylediği sorulacak ve bu soru, onu azarlamak ve utandırmak için sorulacak” manası kastedilmiştir. Bu, “Sizler, mükellef olduğunuz şeyleri yerine getirip-getirmediğinizden hesaba çekileceksiniz” demektir.” Görüldüğü gibi özellikle ilk tefsiri aldığımızda mana bambaşka bir boyut kazanmaktadır. Eğer böyleyse “sadece ahirette Kur’an’dan sorulacak” hükmü delaleti zannî bir hüküm olacaktır. Oysa bu mealciler zanna uymayı kesinlikle haram sayarlardı. Ama burada zanna uymakla karşı karşıya kalmaktadırlar. Zira asla ayetin maksadının kendilerinin anladığı gibi olduğunun delilini ortaya koyamayacaklardır! Bunlar bir yana bütün bunlar bize şunu göstermektedir: Zuhruf suresinin bu ayetinden vahiyle, bunu da Kur’an’la sınırlayarak, sorumlu tutulacağımız çıkarılsa bile bu “sadece Kur’an’da olan emir ve nehiyler“ anlamına gelmemektedir.  Evet, ayet diyelim ki, Kur’an’ı vurgulamıştır, ama onun dışında sorlucak olan şeyleri nefyetmemiştir. Dolayısıyla burada Kur’an vurgulanmakta, ama asla sünnete ittiba etmememiz gerektiği kastedilmemektedir. Üzülerek ifade edelim ki, bu anlamı ayete dayatanlar modern asrın mealcileri olmuştur. Önceki hiçbir müfessir bu ayetin sünnetle en ufak bir irtibatını kurmamıştır.

5.Ayetle ilgili dikkat çekici olan bir başka husus daha var: Mealciler kafalarına göre ayeti anlamış, ancak başka bir nokta var ki, onun üzerine hiç durmamışlardır. Muhtemelen işlerine gelmemiştir. Bunu, mealcileri genelde evrenselci düşündüğüm için söylüyorum. Ayette “bu, senin ve kavmin için” ifadesi geçmektedir. O halde bu ayet bize Kur’an’ın hitabının tarihsel olduğunu mu göstermektedir? Evet, mealcilerin bıraktığı yerden tarihselciler ayeti ele almış ve böyle bir sonuca varmıştır. O zaman şu soruyu sormamız gerekir: Ayetin sadece Peygamberimizin kavmine hitap ediyor olması Kur’an tarihselliğini göstermez mi, ayrıca evrenselliğe aykırı olmaz mı? Önce sorudaki şekliyle düşündüğümüz zaman bile, bunun Kur’an’ın evrenselliğini ortadan kaldıracak bir husus olduğunu algılamamak gerekir. Çünkü, burada bir hasır ifadesi yoktur.

Yani bu ayette “Kur’an sadece sana ve kavmine bir şereftir.”demiyor, “Sana ve kavmine bir şereftir.” diyor. Kur’an’ın onlar için bir şeref olması, başkası için olmadığı manasına gelmez. Mekke devrinde inen bu ayetin maksadı, Hz. Peygamberi her türlü sıkıntıyı göğüslemeye hazırlamak, ona sorumluluğunu hatırlatmak, risalet uğrunda her türlü meşakkate girmesinin dünya ve ahiretteki şerefinin yüceliğine değeceğini beyan etmek ve Mekkeli Kureyşlileri herkesten önce Kur’an’a iman etmeye bir teşviktir. İlk muhatap onlar olduğu için, Kur’an’ın ilk önce onların duygularına hitap etmesi hikmetin gereğidirBazı alimlere göre, bu ayette yer alan “kavim=topluluk”tan maksat, Hz. Peygambere iman eden bütün ümmettir. Ayette yer alan “zikr” kelimesi şeref veya öğüt anlamında değerlendirilmiştirZemahşerî “zikr”e  sadece şeref manasını vermiştir.

Buna göre, Kur’an’ın kendileri için -dünyada- özel bir şeref olduğu belli olanlar Kureyş kabilesidir. Çünkü, yabancılar, Hz. Peygamberi sorduklarında, “Bu kimlerdendir?” diye sorarlardı. Cevabı “Araplardandır.” şeklinde verilirdi. Soru soran bu defa “Arapların hangi kabilesindendir?” diye sorar ve cevap olarak da “Kureyş kabilesindendir.” denilirdi. Böylece Kureyş kabilesi dünyada büyük bir şan ve şeref kazanıyordu. O halde konu, Kur’an’ın bütün İslam ümmeti için umumi bir şeref olmakla beraber, Kureyş kabilesi için özel bir şeref olduğu gerçeğidir. “Kureyş’in güven ve barış anlaşmalarından faydalanmalarını sağlamak için, kış ve yaz seferlerinde faydalandıkları anlaşmaların kadrini bilmiş olmak için, yalnız bu Ev’in (Kâ’benin) Rabbine ibadet etsinler. Kendilerini açlıktan kurtarıp doyuran, korkudan emin kılan Rabb’lerine kulluk etsinler!” (Kureyş Suresi) mealindeki ayetlerde Kureyş kabilesinin özel bir konumuna ve Kâbe sayesinde kazandığı şerefe işaret edildiği gibi, söz konusu ayette de onların bu özelliklerine vurgu yapmak Kur’an’ın evrenselliğine bir zarar vermez. Kur’an’ın övdüğü özellikleri taşıyanlar, derecelerine göre bu şereflere sahip olurlar. (https://sorularlaislamiyet.com/%E2%80%9)

O zaman şu soru modern zamanlarda daha anlamlı hale gelmektedir: Kur’an’ı nasıl anlamak, ama hangi yöntemle an­lamak gerekir? Kur’an’da bir ayeti tevil edeceksek neye göre tevil edeceğiz? Modern nesillerin, Kur’anı anlama usulleriyle irtibatları kesildiği için kendilerini meallerle karşı karşıya bul­muşlardır. Türk milletinin bir taraftan dinini öğrenme arzusu, diğer taraftan dini öğrenmenin araçlarından yoksun oluşları mealcilere müthiş fırsat vermektedir. Mealcilik hem “duygu­sal (!)” hem de şöhret açısından pek manidar bir hal almıştır. Medya desteğiyle popüler hale geldiğini söylemek de mümkün­dür. Tabii meselenin kolaylık sağlama yönü de vardır. Mealler Türkçe ve Türk okuyucu anlayacağı şeyi okumak istemektedir. Ama usulleri anlamak, kaynakları taramak, fikirleri kaynak­larından öğrenmek hiç de kolay değildir. O zaman mealcilik kolaycılığa kaçmaktan öte bir anlam taşımaz. Elbette Kur’an’ı anlamak, hadislerle ilişkisini kurmak muazzam bir usulu ge­rektirir. Bu çerçevede tarihte belli usuller doğmuştur. Bunları burada anlatmak meseleyi kolaylaştırmaz, daha da zorlaştırır. Bu usulleri göz önünde bulundurarak özlü bir tablo sunabi­lirsek bunun daha faydalı olabileceği kanaatini taşımaktayız.

Bu tabloya geçmeden önce üç şeyi muhakkak göz önünde bulundurmamız gerekir:

1.Birincisi Kur’an, iki kapak arasındadır, ama esasen bil­diğimiz anlamda bir metin değil, kelâm yani “söz” dür. Hadis­ler ise Kur’an’a göre daha bir “söz”dür. Bu, şu açıdan önem­lidir: Kur’ân ve sünnet nassı, sistematik bir biçimde oturulup yazılan bir metin değil, hitap ve muhatap durumlarını dikkate alan ve tutarlı olarak vahyedilen bir sözdür. Bir söz ise konu­şulan dilin tüm ifade tarzlarını kapsamakta ve hem bu ifade tarzlarını hem de o sözün söylendiği tarihî süreci, toplumu ve insanı tanımayı, kısaca bağlamı bilmeyi gerekli kılmaktadır. Bu çerçevede nass, söylendiği gayenin ortaya çıkarılabilmesi için her türlü araştırmaya konu olmaktadır. O halde metni an­lamak söz konusu olduğunda nassı, dolayısıyla sözü anlamaya vurgu yapıldığı belirtilmelidir. Zira Kur’ân ve hadîsler evvele­mirde bir sözlü hitâb, bir konuşma olduğu dikkate alındığında, onun sözlü hitabın dilini kullanmış olduğu da kabul edilmek durumundadır. Çünkü bir düşüncenin sözlü ve yazılı anlatı­mında kullanılan üslup birbirinden çok farklıdır. Tarihimizde de nassı anlama faaliyetinin hitabı merkeze aldığı, usûl-i fık­hın ise hitâbın teklif boyutunu, diğer bir ifadeyle dinî hükmü belirlemeyi inceleme konusu edindiği bilinmektedir.

2.Dil, kendi başına çok anlamlı bir yapıya sahiptir. Dildeki çok anlamlılığı aşıp murâdı tespit etmenin önemli bir yolu da metnin veya hitabın oluştuğu ortama (bağlam) başvurmaktır Bağlam (dilsel ve toplumsal bağlam), mücmeli açıklayan, İh­timali! olanı kesinleştiren, kastın dışındaki ihtimalleri orta­dan kaldıran, umumi olanı hususileştiren, mutlağı ve anlam çokluğunu mukayyet kılan, sözü irad edenin kastına işarette bulunan en Önemli karinedir. Sözün veya metnin anlaşılma­sında en önemli karinelerden olan bağlam, hem somut ve lafzi hem de manevî unsurlar içerir. Anlam sadece dilsel öğelerden anlaşılabilseydi, bağlama ihtiyaç kalmazdı. Ancak bağlam ol­madan hiçbir metnin hakkıyla anlaşılamayacağı açıktır. Bağ­lam, bir sözün anlaşılmasında gerekli olan sözlükbilgisi, dil­bilgisi, hakikat-mecaz ve bunların dışındaki lafzı ve manevi karinelerin esasını oluşturan platformdur. Çünkü bütün dil­sel karineler bağlamda varlık bulur ve bağlam bu karinelerin taşımadığı sosyo-kültürel, örfi, coğrafi, siyasi, ekonomik vb. karinelerle dili kuşatır.

O halde bağlam, ifadenin ortaya çıktığı ve onun anlamım belirlediği ortamdır, ifadeler daima bağlamlar içinde ortaya çıkar ve bağlamlara aittirler. Bağlam, bir kelâmın, yani lafzın siyâkından anlaşılabileceği gibi lafzın dışındaki bir delâletten de anlaşılabilir. Özellikle dil bahislerinde muktezay-ı hali konu edinen ilmul-ma ânı nin bağlama, yani hitap-muhatap ilişki­sine yaptığı vurgu dikkat çekicidir. Bunların yanında tarihî, dinî vb. rivayetlerin bütününden elde edilen verilerle bağlamı elde etmek de mümkün olabilmektedir.

3.Kur’anı anlamanın en önemli yollarından biri de sün­nete müracaat etmektir. Ümmetin alimlerinin icma ettiği ko­nulara dikkat etmektir. Hele bu icmanın dayanağı Kur’an veya sünnet nassı ise bin düşünmeli bir dahi söylememelidir. Evet, Kur’an’daki bazı ayetlerin muhtemel manaları vardır, diyelim. Şayet biri öyle, öteki böyle anlıyor ise burada ayetin anlamı zannî demektir. O halde bu ayet tek başına kesin delil olamaz. Bu durumda o anlamlardan birini destekleyen karinelere/başka delillere bakmak gerekir. İşte sünnet bu noktada çok önemli­dir. Yine gaybı örnek vermek gerekirse, diyelim ki, Hz. Pey­gamberin gaybı bilip bilmemesini tartışıyoruz. Farzedelim ki, ilgili ayetler bize kesin bilgi vermemektedir. Ayetten Hz. Pey- gamber’in gaybı bilebileceği de bilemeyeceği de anlaşılmakta­dır. O halde bu ayet/ayetler tek başına delil olamaz, demektir.

Sünnete müracaat ettiğimizde mütevatir derecesinde Allah Re­sulünün gaybden haber verdiğini görüyoruz. Yani o kadar çok olay var ki, hepsinin ortak noktası Resulullah’ın gaybden haber verdiği bilgisinin kesin olmasıdır. Bu bilgiyle Kur’an’a baktı­ğımızda faraza manası muhtemel olan ayetin artık bu muhte­mel manalarından birinin tercih edilebilecek delilleri olduğunu tespit ediyoruz. Şayet sünneti dikkate almaz isek ayetin muh­temel manalarından birini neye göre tercih edeceğiz? Sünnet yoksa tercih akla göre olmayacak mıdır? Peki böyle bir metod olabilir mi? Aynı şeyi Hz. İsa’nın nuzulu için de söyleyebili­riz. Aslında mütevatir sayılabilecek hadislerle ayetler birbirini teyid etmektedir.

Ama bir an öyle değil de Kur’an ayetleri­nin manasının sarih olmadığını, muhtemel olduğunu İsa’nın refine de, ref’edilmediğine de delalet ettiğini düşünelim. O zaman bu manlardan birini tercih etmek için dışsal bir ka­rineye ihtiyacımız var demektir. Bu da sünnetin (ve dahi ic- manın) kendisidir. Sünnet, bu konuda mütevatirdir. O halde Hz. İsa’nın ref’iyle ilgili ayetlerde maksad hakiki demektir. Peki sünneti dikkate almaz isek ne yapacağız? Yapacağımız şey bu muhtemel manalardan birini modern şartların da et­kisiyle aklımızla belirlemek olacaktır. Aynı şeyi şefaat mese­lesi için de düşünmek mümkündür. O halde öncelikli olarak metodumuzu belirlemek gerekir. Ve bu metodun sağlam da­yanaklarının olması gerekir. Kur’an’da ne varsa ona uyarım, demek bir metoda göre hareket etmek değildir. Metod, aklî ve nakli tüm delilleri ve deliller arası ilişkileri düzenleyen bir sistemin adıdır. Kur’an dışındaki delillerin üstünü çizen bir anlayış, metod olmayı hak etmemektedir.

Yavuz Köktaş – Akıl ve Nakil,syf:265-290

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir