KUR’ÂN’DAKİ SÜNNET

hadislerin-korunmasi KUR'ÂN'DAKİ SÜNNET

Evvelemirde burada “Sünnet” tabiriyle neyi kastettiğimi­zi ortaya koyalım: Bizim burada “Sünnet” tabiriyle kasdettiğimiz, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Din’in tebliği ve hayata aktarılması bağlamındaki söz ve fiilleridir.

Konunun sağlıklı bir zeminde ele alınabilmesi için önce­likle Sünnet’in bağlayıcı olup olmadığının, doğrudan Kur’an’a dayanarak ortaya konması gerekmektedir. Ancak mesele bununla bitmemektedir. İkinci aşamada yapılması gereken, Sünnet’i bize nakleden unsurların tesbiti ve güveni­lir olup olmadıklarının tayinidir. Üçüncü aşamada ise “Sün­net’i bağlayıcı bir din kaynağı olarak görmezsek bunun pra­tik sonuçlan neler olur?” sorusunun cevabı gelmektedir.

1. Sünnet’in Bağlayıcılığı

Burada soru şudur: Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v) dö­neminden başlayarak kıyamete kadar bütün tarihleri ve bütün coğrafyaları kuşatacak şekilde bağlayıcı mıdır?

Biz, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat olarak bu soruya tered­dütsüz “evet” diyoruz. Bir noktaya dikkat çekelim: Kur’an da aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden başlaya­rak kıyamete kadar bütün tarihleri ve bütün coğrafyaları kuşatacak şekilde bağlayıcıdır. Yani yukarıdaki cümlede yer alan “Sünnet” kelimesini çıkarıp, yerine “Kur’an” keli­mesini koymamız halinde değişen bir şey olmayacaktır. Bu­radan şu sonuca varıyoruz: Üstünlük, fazilet, lafızlarının değişmezliği, namazda kıraat edilmesi gibi hususiyetlerde Kur’an’ın Sünnet’e göre tartışmasız bir otoritesi var ise de, bağlayıcılık bakımından Sünnet de tıpkı Kur’an gibidir; bu noktada aralarında herhangi bir fark yoktur.

Sünnet’in bağlayıcılığı konusundaki Kur’an ayetlerini şöyle sınıflandırabiliriz:

 

A- Resule İtaati emreden ayetler

  1. “De ki: “Allah’a ve Resulü’ne itaat edin.” Eğer yüz çevi­rirlerse şüphesiz Allah kâfirleri sevmez. “ (3/Âl-i İmrân, 32.)

Burada Allah Teala, kendisiyle birlikte Resulü’ne de ita­at edilmesini emir buyurmakta ve bundan yüz çevirenlerin kâfir olduğunu beyan etmektedir. Buradan elde ettiğimiz sonuç, tıpkı Allah Teala’ya itaate yanaşmayan kimseler gibi, Resulullah’a (s.a.v) itaate yanaşmayan kimselerin de kâfir olacaklarıdır.

  1. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Resül’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Herhangi bir ko­nuda İhtilafa düşerseniz, eğer Allah’a ve ahiret gü­nüne iman ediyorsanız onu Allah’a ve Peygamber’e arz edin. Bu hem hayırlı, hem de sonuç itibariyle da­ha güzeldir. “ (4/en-Nisâ, 59.)

Bu ayetteki “itaat” vurgusu, “itaat edin” ifadesine Allah Teala ve Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında tekrarlı bir şekilde yer verilmesinde kendisini göstermektedir. Ayetteki vurgu sadece bundan ibaret değildir. Burada mü’minler için şid­detli bir uyan da yer almaktadır: Ayet, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, aranızda çıkan ihtilaflı işlerin çözümünü Allah Teala’ya ve O’nun Resulü’ne götürün” demektedir. Demek ki, böyle yapmayanların iman iddiası havada kalmaya mahkûmdur.

  1. “Kim Resul’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (aldırma), çünkü seni onlar üzerine muhafız göndermedik.“ (4/en-Nisâ, 80.)

Bu ayetin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat bağlamındaki diğer ayetlerden önemli bir farkı vardır. Burada Resul’e itaat edenin, bu hareketiyle Allah Teala’ya itaat etmiş ola­cağı belirtilmektedir. Hatta bir adım daha ileriye giderek şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Allah Teala’ya itaatin yolu, O’nun Resulü’ne itaatten geçmektedir ve Resul’e itaat ol­madan Allah’a itaat olmaz.

Nitekim Resul’e itaat olmadan da Allah Teala’ya itaat edilebileceğini “işareten” dahi anlatan bir tek Kur’an ayeti bulmak mümkün değildir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, kimi ayetlerde Allah’a itaat zikredilmeksizin, sadece Resul’e itaat olgusunun emredildiği görülmektedir, örnek olarak,

  1. “Namazı kılın, zekâtı verin ve Resul’e itaat edin. Umu­lur ki merhamet olunursunuz. “ (4/en-Nûr, 56.) ayetini zikredebiliriz.

Hatta bu ayette şöyle bir incelikten de bahsedilebilir: Burada “namaz” ve “zekât” gibi iki farzın yerine getirilmesi emredildikten sonra “Resul’e itaat” emri verilmektedir. Bu durum, Resul’e itaatin de tıpkı namaz ve zekât gibi bir farz olduğunu gösterir.

Ve nihayet bu ayet ile İlahî rahmete nailiyet, namaz ve oruç yarımda Resul’e itaate de bağlanmış olmaktadır…

  1. “Eğer mü’min kimselerseniz, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin.” (7/el-Enfal, 1.)

Ganimet taksimi konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)’e soru soran mü’minler hakkında nazil olduğu, metninin bizzat kendi ifadesinden anlaşılan bu ayet, imanı, Allah’a ve Resulü’ne itaate bağlamasıyla dikkatimizi çekmekte ve hitap edilen kimselerin mü’minler olduğu açık bir şekilde görülmektedir.

  1. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve amellerinizi iptal etmeyin. “ (47/Muhammed, 33.)

Buraya kadar örnek olarak zikrettiğimiz ayetlerde -ve diğer benzerlerinde- “Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat” hususu, gerek mü’minlere, gerekse inanmayanlara yönelik kesin bir Kur’anî emir olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

B- Resul’e tabi olmayı emreden ayetler

Sünnet’in bağlayıcılığı konusunda bir diğer kategori ola­rak “Resul’e ittiba”yı ihtiva ve emreden ayetlerin mevcudi­yeti dikkatimizi çekmektedir. Bir-iki örnek zikredelim:

  1. Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki: “Eğer Allah’ı seviyor­sanız, bana ittiba edin ki, Allah da sizi sevsin ve gü­nahlarınızı bağışlasın.” (3/Âl-i İmrân, 31.)

Bu ayet, Allah Teala’nın sevgisine ve bağışlamasına nail olmanın tek yolunun Resul’e ittiba olduğunu, hiçbir tevile, yoruma ve zorlamaya mahal vermeksizin alabildiğine açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

  1. “O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncilde yazılı buldukları Resul’e, o Ümmî Peygamber’e tabi olurlar; O ‘onlara ma’rufu emreder ve onları münkerden sakındı­rır ve onlara temiz olan şeyleri helal kılar, pis olan şey­leri haram kılar; sırtlarından ağırlıkları indirir, üzerle­rindeki zincirleri, bağlan söküp atar. O’na inanan, 0na ta’zimde ve yardımda bulunan, O’na yardım eden ve O’nunla beraber indirilmiş olan nura tabi olanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (7/el/A’râf, 157.)

Her ne kadar bu ayette Ehl-i Kitab’ın bahse konu edildi­ğini görüyor isek de, ayet, aynı zamanda Efendimiz (s.a.v)’in konumunu ve fonksiyonunu anlatması bakımın­dan konumuz noktasında önemlidir.

Zira burada O’nun, ma’rufu emrettiği, münkerden sa­kındırdığı, temiz olan şeyleri helal ve pis olan şeyleri ha­ram kıldığı bildirilmektedir. Bu yetkinin genel olduğu ise izahtan varestedir.

 

C- Resule muhalefeti yasaklayan ayetler

  1. “Her kim, kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e muhalefet eder ve mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu takip ettiği o yola sevkederiz ve onu cehenneme daldırırız.” (4/en-Nisâ, 115.)

Bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e muhalefet ederek mü’minlerin yolundan ayrılıp, başka bir yola giren­lerin sonunun cehennem ateşi olduğunu haber vermekle, adeta şöyle buyurmuş olmaktadır: Ey insanlar! Gidilecek yolun doğrusu eğrisi belli olduktan sonra artık Peygamber’e muhalefet etmeyin. Yani dosdoğru yol, Peygamber’e muha­lefet etmemektir ve mü’minler de böyle yapmaktadırlar. Eğer bu yoldan saparsanız, sonunuz cehennemdir.

  1. “Onun (Peygamberin) emrine muhalefet edenler, kendi­lerine bir fitnenin ulaşmasından veya elim bir azabın çarpmasından sakınsınlar.” (24/en-Nûr, 63.)

Hz. Peygamber (s.a.v)’in emrine muhalefet eden kimsele­rin, ya bir fitneye veya çetin bir azaba muhatap olacakları bu ayette net bir şekilde ifade buyurulmaktadır. Buradaki “fitne”yi müfessirler, kişinin, kalbine gelecek küfür, nifak veya bid’at sebebiyle fitneye düşmesi tarzında açıklamışlardır. Burada geçen “azap” ise dünyada başa gelecek çeşit­ bela ve musibetler olarak açıklanmıştır.

  1. “Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman rnü’min bir erkekle mü’min bir kadının, işlerini kendi isteklerine göre belirleme haklan yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne isyan ederse, apaçık bir sapıklık ile sap­mış olur.”(33/el-Ahzâb, 36.)

Bu ayette doğrudan müzminlere yönelik bir ikaz görüyo­ruz. Buyuruyor ki Rabbimiz: Allah ve Resulullah bir konu­da hüküm verdikleri zaman, mü’minlerin artık o konuda başka bir hükmü ve görüşü seçme haklan yoktur. Ben mü’minim diyen insanların bu noktada tam bir teslimiyet göstermeleri gerekir.

  1. “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra da vereceğin hükümden dolayı nefislerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/en-Nisâ, 65.)

 

Muhtemel İtirazlar

Buraya kadar zikrettiğim ayetlerden başka Hz. Peygam­ber (s.a.v)’in mü’minler için “güzel örnek” olduğunu (33/el-Ahzâb, 21.), O bize ne verirse onu almakla ve bizi neden sakındırmışsa ondan uzak durmakla yükümlü bulunduğumuzu (59/el-Haşr,7.) bildiren ayetler bulunduğunu da hatırlatarak, burada zikrettiğim ayetlere itiraz sadedinde ileri sürülebilecek bazı yaklaşımla­ra değinmek istiyorum.

 

1. İtiraz

Özellikle ilk iki kategoride zikrettiğim ayetlerin mutlak ifadeleri sebebiyle, bunların muhataplarının inanmayan­lar olduğunu ileri sürenler çıkabilir. Ancak bu itiraz, ce­vabını kendi içinde barındırmaktadır. Zira ifadelerin mut­lak olması, mü’min olsun kâfir olsun bütün insanlara hitap edildiğini gösterir.

Durum böyle olmakla birlikte, yukarıdaki itirazın yerin­de olmadığım daha doğrudan gösteren ayetlerden bir-iki örnek verecek olursak:

“Eğer mü’min kimselerseniz, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin.” (7/el-Enfâl, 1.)

Ganimet taksimi konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)’e soru soran mü’minler hakkında nazil olduğu, metninin bizzat kendi ifadesinden anlaşılan bu ayet, imanı, Allah’a ve Resulü’ne itaate bağlamasıyla dikkatimizi çekmekte ve hitap edilen kimselerin mü’minler olduğu açık bir şekilde görülmektedir.

İnceleyin:  Oryantalizm'in Hadis Usulüne Etkileri:Cibril Hadis Örneği

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve amellerinizi iptal etmeyin.“ (47/Muhammed, 33.)

Bu ayet, bir taraftan “itaat” kelimesini (yukarıda 2. sıra­da zikrettiğim ayette olduğu gibi) hem Allah Teala’ya, hem de Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaati vurgulamak için ayrı ayrı zikretmesiyle dikkat çekerken, diğer taraftan da her iki merciye itaati mü’minlere yönelik bir emir olarak ifade et­mesiyle öne çıkmaktadır.

Son iki sırada zikrettiğim ayetler dolayısıyla yukarıdaki hürden bir itirazın Kur’an açısından makul ve yerinde olmadığını söylemek durumundayız.

 

2.İtiraz

Sünnet’in bağlayıcı olmadığını iddia edenler, bütün bu ayetlerde zikredilenin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittibanın emredildiği ve O’na muhalefetin yasaklandığı hususlarından ibaret olduğunu ileri sürerek, şöyle derler: Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittiba ile O’na muhalefet etmemekten maksat, onun Sünneti değil, Kur’an’dır. Bütün bu ayetlerde Kur’an’ın değil de Sünnet’in kastedildiğini göste­ren açık ve kesin bir delil yoktur.

Buna cevap olarak şöyle deriz:

Bu yaklaşım, ilgili ayetlerin mana ve mefhumlarına ya tam vakıf olamamanın, ya da bilinçli bir saptırmanın ifade­sidir. Bunun böyle olduğunu ortaya koymak için fazla uza­ğa gitmeye gerek yok.

Örnek olarak yukarıda zikredilen ayetlerden bazılarını ele almamız yeterlidir.

Mezkûr ayetlerden birisi, hatırlanacağı gibi, “Namazı kı­lın, zekâtı verin ve Resul’e itaat edin. Umulur ki merhamet olunursunuz.” (24/en-Nûr, 56.) ayeti idi.

Burada önce namaz ve zekâtın emir buyurulduğunu gö­rüyoruz. Bu durum, ayetin hitap ettiği kimselerin Kur’an’a itaat ve ittiba emri doğrultusunda bu iki ibadet ile mükellef tutulduğunu anlatmaktadır. Bu ibadetleri yerine getirenler zaten Kur’an’a itaat etmiş olacaklardır. Bu durumda Resul­’e itaatin ayrıca vurgulanması ne anlama gelmektedir?

Dolayısıyla eğer Resul’e itaat, sadece Kur’an’da gördü­ğümüz emir ve yasaklara itaatten ibaret olsaydı, namaz ve zekât emirleri yanında Resul’e itaatin de ayrıca vurgulanmasında hiç bir mana olmazdı.

Bir diğer ayet: “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, arala­rında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra da vereceğin hükümden dolayı nefislerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (4/en-Nisâ, 65.)

Burada müminlere, aralarında çıkan ihtilaflarda Kur’an’ın değil de Hz. Peygamber (s.a.v)’in hakem tayin edilmesinin emir buyurulduğu açıktır.

Oysa Hz. Peygamber (s.a.v) onlara Kur’an’ı eksiksiz olarak tebliğ etmektedir ve dolayısıyla Kur’an ayetleri onlar tarafından da bilinmektedir. Hal böyleyken Kur’an’ın değil de Hz. Peygamber (s.a.v)’in hakem tayin edilmesinin emir buyrulmasını Sünnet’e ittibanın emredilmesinden başka nasıl anlayabiliriz?

Burada ayetin mazmunundan şu iki noktayı rahatlıkla çıkarmamız mümkündür:

Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine getirilen davaları ya Kur’an ayetlerine göre çözecek veya Kur’an’da yer alma­yan bir hükmü icra edecektir. Üçüncü bir ihtimal sözkonusu olamaz.

Eğer bu ihtimallerden ilkini benimseyecek olursak bu­nun bizi götüreceği nokta şurasıdır: Hz. Peygamber (s.a.v) Kur’an’ın hükümlerine diğer insanlardan daha fazla nüfuz etmekte ve ayetlerden, onların çıkaramayacağı hükümleri çıkarabilmektedir.

Bu ise Hz. Peygamber (s.a.v)’in, murad-ı ilahiye, yani Kur’an’ın mana ve maksatlarına diğer insanlardan daha fazla vakıf olduğunun kabulünden başka birşey değildir, öyleyse Allah Teala’ya itaatin yanında Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaati de vurgulayan ayetlerden, sadece Kur’an’a ittiba hükmünü çıkarmak doğru değildir. Kur’an’ı bizden daha iyi ve doğru anlayan bir Peygamber’in varlığım kabul ettikten sonra böyle bir iddiacının geçerliliği olabilir mi?

İkinci ihtimali kabul etmemiz halinde ise, Hz. Peygam­ber (s.a.v)’in, Kur’an’da yer almayan hükümler getirebilece­ğini söylemiş oluruz ki, bu durumda sözkonusu itiraz tamamen havada kalmaktadır.

 

3.İtiraz

Sünnet’in bağlayıcılığına itiraz eden çevrelerin ileri sür­düğü bir diğer iddia da, Kur’an’ın “her şeyi açıklayıcı” olduğunu (16/en-Nahl, 89.), “hiçbir şeyi eksik bırakmadığı” (6/el-En’âm, 38.), “ihtilafları açıkla­mak için” gönderildiği(16/en-Nahl, 64.), Hz. Peygamber (s.a.v)’in bile Kur’an’dan başka hakem aramadığı(6/el-En’âm, 114.) gibi hususları anla­tan ayetlerin, Kur’an dururken Sünnet’e veya bir başka kaynağa müracaat edip onu bağlayıcı kabul etmenin yanlış olduğunu anlattığı şeklindedir.

Bu iddiaya karşı herşeyden önce şunu söyleyelim ki, iti­raza delil olarak ileri sürülen ayetler, her halükârda bir önceki itirazı cevaplandırırken Resul’e itaati, ittibayı emre­den ve O’na muhalefeti yasaklayan ayetler ile birlikte dü­şünülmek zorundadır. Aksi halde Kur’an’ın bir kısmıyla amel edilmiş, diğer bir kısmı ise terkedilmiş olur.

İkinci olarak; eğer Kur’an’ın eksik hiçbir şey bırak­madığını ve her şeyi açıkladığını ifade eden yukarıdaki ayetler mutlak manada alınmaya müsait olsaydı, nazil olduğu günden bugüne insanoğlunun bilgi dağarcığına giren fizik, kimya, astronomi, biyoloji, tıp, felsefe, man­tık, gramer, psikoloji, sosyoloji… vs. ile ilgili ne varsa, hepsinin Kur’an’da açık-seçik bir şekilde yer aldığını görebilmemiz gerekirdi.

Yine bu yaklaşımın doğruluğunun kabul edilebilmesi için, bizzat Kur’an’ın emrettiği namaz, oruç, zekât, hac gibi pek çok ibadetin, bütün detaylarıyla Kur’an’da yer almış olması icabederdi. Oysa vakıanın bunun tam tersi olduğu ortadadır.

Şu halde yukarıdaki itiraz sadedinde ileri sürülen bu türlü ayetleri şu şekilde anlamamızın daha doğru olacağı­nı düşünüyorum: Allahu a’lem bu ayetler ve benzeri içerikteki diğerleri, gerek Din’in muhtevasının, gerekse varlık ve eşyaya ilişkin bilgilerin Kur’an’da öz ve nüve olarak yer aldığını anlatıyor olmalıdır. Yahut da Kur’an’da, söz konusu muhteva ve bilgileri doğru bir biçimde elde etmenin yollan ve yöntemleri gösterilmiştir. Yani bu ayet­ler, temel dinî ve ontolojik gerçekleri işaret etmektedir. Dolayısıyla bunların, Kur’an’ın herşeyi açıkladığı ve bu sebeple Sünnet gibi bir kuruma ihtiyâç bırakmadığı şek­linde anlaşılması mümkün değildir.

 

4.İtiraz

Diyelim ki, buraya kadar zikredilen bütün ayetlerde biz­zat Resul’e ittiba ve itaat emredilmekte, ve O’na muhalefet yasaklanmaktadır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) artık aramızda değildir ve O’nun dünya değiştirmesinin üzerinden 1400 küsür sene geçmiştir. Şu halde bu ayetlerde Hz. Pey­gamber (s.a.v) ile ilgili olarak yer alan vurguları, O’nun ha­yatta bulunduğu dönem ile sınırlandırmamız gerekir. Zira bu ayetler bize, O’nun Sünneti’ne değil, bizzat O’nun ken­disine ittiba ve itaat etmemiz emredilmektedir.

Bu yaklaşımı doğru kabul edenlerin şu sorulara tatmin­kâr bir şekilde cevap vermeleri gerekir:

  • Kur’an’da, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittiba-nın, O’nun hayatta olduğu dönem ile sınırlı bir sorumlu­luk olduğunu gösteren bir ayet mevcut mudur?
  • Bu soruyla bağlantılı olarak, “Seni ancak bütün insan­lık için bir müjdeleyici ve korkutucu olarak gönder­dik” (34/Sebe’, 28.), “Ve seni ancak alemlere rahmet olarak gön­derdik” (21/el-Enbiyâ, 107.) gibi ayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in misyo­nunun evrensel olduğunu göstermez mi?
  • Eğer Hz. Peygamber (s.a.v)’in insanlara rehberliği yer­yüzünde vahyin maksatlarım gerçekleştirmek için vazgeçilmez bir şart ise, O’nun vefatından sonra dün­yaya gelen insanlar böyle bir rehberlikten niçin mah­rum bırakılmış olabilirler? Bu durum adl-i ilahiye ve murad-ı ilahinin dünya hayatında tecellisine aykırı değil midir?
  • Peygamber (s.a.v)’in Sünneti demek, O’nun söyle­dikleri ve yaptıkları demektir. Eğer O’na ittiba ve ita­at, O’nun söylediklerine ve yaptıklarına uymakla olu­yorsa, bu itiraz sahiplerinin tavrı yanlıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti, bu Ümmet’in takva ve vera ehli, mütehassıs, Peygamber aşığı alimleri tara­fından Sahabe döneminden itibaren muhafaza edil­miş ve bizlere kadar intikal ettirilmiştir.

Yok eğer Sünnet Hz. Peygamber (s.a.v)’in söyledikleri ve yaptıkları değildir denecekse, o zaman bu itiraz sahiplerinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e ittiba ve itaatten ne anladıkla­rım ilmi bir şekilde izah etmeleri gerekir.

 

Sünneti Bize Ulaştıran Unsurların Tesbiti ve Güvenilirliği Meselesi

Şu ana kadar ortaya koymaya çalıştığım hususlar, me­selenin bir veçhesini aydınlatmaya yönelikti. Ancak sözün başında da altım çizdiğim gibi, mesele bununla bitmemektedir.

Maksadın hasıl olması için, bugün Sünnet’i bize ulaştıran unsurların güvenilir olup olmadığı hususunun aydınlığa uyuşturulması gerekmektedir:

Malum olduğu üzere, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’ni bize nakleden iki önemli unsur vardır. Bunlardan birisi uygulama (tatbikat), diğeri de hadislerdir.

Şu halde meselenin birinci kısmı hallolduktan sonra, ikinci kısmı teşkil eden bu iki unsurun nasıl tesbit edildiği ve güvenilir olup olmadıkları hususuna gelelim.

Bilindiği gibi pek çok Kur’an ayetinde Hz. Peygamber (s.a.v)’e, Kur’an’ı insanlara beyan etme, yani açıklama görevi verildiği belirtilmektedir. Bir-iki örnek zikredecek olursak;

  1. “Sana Zikr’i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar.” (16/en-Nahl, 44.)

Bu ayette Hz. Peygamber (s.a.v)’in, insanlara indirilen hükümleri açıklamak gibi bir görevinin bulunduğu açık bir şekilde ifade buyurulmuştur.

Bu ayet dolayısıyla iki husus gündeme getirilebilir:

  • Eğer Kur’an, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından ayrıca açıklanmaya muhtaç bir alan bırakmış değilse, Hz. Peygamber (s.a.v) neyi niçin açıklayacaktır?
  • Peygamber (s.a.v) bu “açıklama” görevini nasıl ye­rine getirecektir?
İnceleyin:  Muhammed B. Abdilvehhâb ve Tekfir

Burada iki ihtimal söz konusudur:

A- Hz. Peygamber (s.a.v), Kur’an’ı yine Kur’an ayetleriyle sınırlı kalarak açıklayacaktır.

B- Kur’an’ı, Kur’an’da açıkça yer almayan bir çerçeve ge­tirerek açıklayacaktır.

Bu şıklardan hangisini kabul ederseniz edin -ki bir üçüncü şık söz konusu olamaz-, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, herhangi bir ayeti açıklarken Kur’an’da yer almayan kimi hususları gündeme getirmesinin, kendisine verilen bir gö­rev ve yetki dahilinde vuku bulduğunu söylemek zorunda­sınız. Şöyle ki;

İlk ihtimal, Kur’an’ın yine Kur’an ile açıklanması idi. Burada Hz. Peygamber (s.a.v)’e beyan görevi verilmiş olma­sı gösterir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) Kur’an’ı, sıradan insan­ların ulaşamayacağı bir seviyede idrak ve ihata etmektedir. Bu ise Kur’an’ın anlaşılmasında O’nun açıklamalarına mutlak surette ihtiyacımız bulunduğunu gösterir.

İkinci ihtimal ise doğrudan “gayri metluvv vahiy” olgu­sunu gündeme getirir. Gayri metluvv vahiy olgusunun ka­bul edilmesi halinde ise Sünnet’in Kur’an’ı beyan fonksiyo­nu konusunda herhangi bir şüphe söz konusu değildir.

  1. “O Kur’an’ı hemen kapmak için dilini aceleyle kımıl­datma. Şüphe yok ki onu (senin kalbinde) toplamak da, onu okutmak da bize aittir, öyleyse biz onu oku­yunca sen onun okunuşuna uy. Sonra şüphe yok ki, onun açıklaması da bize aittir.” (75/el-Kıyâme, 16-19)

Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışı bir vahiyle Kur’an’ı açıkladığının en kuvvetli delillerinden birisi olan bu ayette dikkatimizi şu noktaya yoğunlaştıralım: Allah Teala, Kur’an’ı açıklama işinin kendisine ait olduğunu, hem de tekitli bir ifade ile beyan buyurmaktadır.

Buradan ilk bakışta Kur’an’ın yine Kur’an’la açıklanaca­ğı sonucu çıkar gibi görünse de, acele davranıp ayetin bu hususu anlattığı konusunda son karan vermeden şöyle bir soru soralım: Eğer böyleyse Kur’an’ın bütün ayetlerinin yine Kur’an tarafından açıklanmış olması gerekmez mi?

Oysa görüyoruz ki, Kur’an’da, diğer ayetler tarafından açıklanmamış pek çok ayet mevcuttur. Yukarıda da değin­diğim gibi namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetlerin nasıl eda edileceği konusunda Kur’an’da detaylı bilgi bulmak mümkün değildir.

Öyleyse şunu söylemek zorundayız: Hz. Peygamber (s.a.v), Kur’an’ı açıklama görevini yerine getirirken, bir yandan murad-ı İlahînin ne olduğunu beyan etmiş, diğer yandan da tabii olarak Kur’an’da yer almayan ilave husus­lar getirmiştir. Nitekim gerek Hadis müdevvenatı, gerek rivayet tefsirleri ve gerekse Fıkıh kitapları, Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu türden beyanlarıyla doludur.

 

Muhtemel Bir İtiraz

Şimdi meselenin can alıcı noktasına gelmiş bulunuyo­ruz. Buraya kadar söylediklerimize itiraz etmeyen bir kasım çevreler, işin bundan sonrasında problem bulunduğunu söylemekte ve şöyle demektedirler:

Evet, Hz. Peygamber (s.a.v)’in böyle bir görevi vardır ve bu görev gayri metluvv, yani Kur’an dışı vahiyle yerine geti­rilmiştir. Ancak özellikle sözlü rivayetlere, yani hadislere dayanan Sünnet’in bize kadar güvenilir bir şekilde geldiği­ne dair elimizde bir güvence yoktur.

Zira hadis ravileri rivayetlerin Hz. Peygamber (s.a.v)’in mübarek ağzından çıktığı gibi, aynı kelimelerle naklinde gerekli titizliği göstermemişlerdir. Sahabe neslinden itiba­ren hadisleri orijinal lafızlarıyla aynen nakletmediğini, sa­dece manayı aktardığını söyleyen pek çok kimsenin mev­cudiyetini kaynaklardan öğreniyoruz.

Üstelik mesele sadece mana ile rivayet de değildir. Hadis uyduruculuğu dediğimiz vakıa -ki İslam kaynakları da bu vakıanın varlığını kabul etmektedir-, hadisler konusunda daha dikkatli olmamız gerektiğini ikaz etmektedir.

Şu halde geçmiş ulema tarafından sahih kabul edilmiş olsa da, elimizdeki hadislerin tümüne güvenmemiz söz ko­nusu olamaz.

İşte bu, günümüzde hadisler hakkında müslümanların kafasında oluşturulmuş en ciddi ve tehlikeli itirazdır ve hak ettiği ciddiyetle üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır.

Bu itiraza cevap sadedinde öncelikle şunu söyleyelim: Al­lah Teala Kur’an’da “Zikr”in kendisi tarafından indirildiğini ve yine kendisi tarafından korunacağını belirtmektedir:

“Muhakkak ki Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da bizleriz.” (15/el-Hicr, 9.)

Bu ayet üzerinde dururken şu hususların düşünülmesi gerekmektedir:

Buradaki “Zikir” kelimesinin, metluvv olsun, gayri metluvv olsun her türlü vahyi anlattığım söyleyen İbn Hazm (Bkz. el-İhkâm, 1,121-2.) gibi alimlerin bu görüşünden sarf-ı nazar edelim ve bu kelime ile Kur’an’ın kastedildiğini kabul ederek soralım:

  1. Bu ayetten yola çıkarak Kur’an dışında başka hiçbir şeyin İlahî koruma altında bulunmadığını söylemek doğru mudur? Eğer bu doğruysa şunu söylememiz mümkün hale gelecektir: Bugün Müslümanlar’ın kıl­dığı namazlar, Kur’an’ın emrettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in mahiyetini Kur’an dışı vahiy kanalıyla öğre­nerek kıldığı namazın aynısı olmayabilir. Aynı şeyi hacc, oruç, zekât vd. ibadetler için de söylemek pekâlâ mümkün olmalıdır.

O zaman Allah Teala’nın Kur’an’da emrettiği bu iba­detler, murad-ı ilahi hilafına icra ediliyorsa Kur’an’ın bu konudaki ayetlerinin fiilen İlahî koruma kapsamı­nın dışında kaldığını söylememizin engeli nedir?

  1. Yine bu ayette geçen “Zikir” kelimesinin Kur’an’ı an­lattığını varsayarak söyleyelim: Kur’an, ayetlerin açıklamasının Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından yeri­ne getirileceğini bildirdiğine ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu açıklamaları da bize kadar hadisler kanalıyla geldiğine göre, eğer hadislere güvenemeyecek isek şu sorunun cevabım kim verebilir: Hz. Peygam­ber (s.a.v)’in, ilahi garanti altındaki beyan fonksiyonu hakkında böyle bir şüphe mevcut iken Kur’an’ın sa­dece ayetlerinin koruma altında olmasının ne manası vardır? Onu bize en güvenilir şekilde beyan eden Sünnet şüphe altında bulunuyorken ve Kur’an’ı Sünnet mevkiinde beyan edecek ikinci bir kuvvet de mevcut değilken, Kur’an ayetlerini dileyenin dilediği gibi yorumlamasının önüne nasıl geçebiliriz? Böyle bir durum tahrif kapsamına girmez mi?
  2. Yine yukarıdaki ayette geçen “Zikir” kelimesinin Kur’an’a münhasır olduğunu varsayarak soralım: Kur’an’ın korunması ne suretle olmuştur?

Bu soruya, “onu ezberleyerek kitlesel rivayet şeklinde nesilden nesile aktaran hafızlar sayesinde olmuştur” şek­linde cevap verilirse buna şöyle mukabele ederiz:

Burada işin içine beşer unsurunun girmesi nasıl Kur’an’ın İlahî korunmuşluk niteliğine halel getirmiyor ve hatta bu korunmuşluğun yegâne vasıtası oluyorsa, hadis­leri de bize kadar nakledenler aynı nesiller değil midir?

Bilindiği gibi Kur’an, Hz. Ebu Bekir (r.a) döneminde cem edilmiş, Hz. Osman (r.a) döneminde de istinsah edilerek birkaç nüsha halinde çoğaltılmıştır.

Her iki aşamada da bu işi yapmakla görevlendirilen komisyonun başında bulunan Zeyd b. Sâbit (r.a) şöyle demiştir: “Ebu Bekir döneminde yapılan cem işleminde Tevbe suresinin iki ayetini sadece Ensar’dan Ebû Huzeyme’nin yanında bulabildim. Keza Osman dönemindeki teksir esna­sında da Ahzab suresinin bir ayetini sadece yine Ensar’dan Huzeyme’nin yanında bulabildim.”

Müsteşrikler’in, Kur’an’ın her ayetinin her tabakada sa­yılan tevatür seviyesine ulaşan kitleler tarafından birbirle­rine nakledildiği gerçeğine itirazları da bu noktada vuku bulmaktadır.

Peki, buna benzer iddialar hadisler hakkında varit oldu­ğu zaman niçin hemen şüpheye kapılalım ve hadislerin uydurulmuş olabileceği ihtimaline yer verelim?

Kaldı ki, geçmişten bu yana sahih kabul edilen hadisle­rin uydurulmuş olabileceği ihtimalini gündeme getirenler – en azından bunların bir kısmı-mütevatir hadisleri bu iddi­anın dışmda tuttukları halde, ulema tarafından mütevatir olduğu tesbit edilmiş olan hadisler hakkında bile aynı iddi­anın devam ettiriliyor olmasını nasıl açıklayacağız?

 

Sonuç

Yukarıdan beri söylediklerimizin, Sünnet’in bağlayıcı bir din kaynağı olduğu konusundaki şüpheleri ortadan kal­dırmaya yeteceğini umarak diyoruz ki:

Bütün bu tartışmaların ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nin bağlayıcı olup olmadığı münakaşalarının ötesinde biz, Sünnet-i Seniyye’yi kurtuluşumuz için bir sığmak, bir melce olarak görüyoruz. Çünkü eğer bu gelip geçici dünya hayatında bize düşen, Allah Teâla’nın muradına uygun yaşamak ve O’nun rızasına ulaşmak ise, bunun yolunu iki cihanın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) en güzel şekilde yaşayarak göstermiş ve öğretmiştir.

Her türlü akademik ve metodolojik tartışmanın ötesinde şu gerçeği inkâr edecek birisi bulunacağını düşünemiyo­rum: Kur’an’ı en doğru şekilde anlayan ve en ideal biçimde hayata aksettiren insan Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. Şu halde O’nun Kur’an’ı anlama ve yaşama biçimi konusunda bize kadar intikal etmiş olan haberlere müstesna bir hassasiyet ve titizlik göstermemiz gerekir. Elimizdeki bu Hadis külliya­tı, başka hiçbir sebep olmasa bile sırf bu sebeple böyle bir itina ve dikkati hak etmektedir.

Bize kadar intikal etmiş olması bile başlı başına bir mu­cize olan Hadis külliyatının içinde yer alan ve ulema tara­fından sahih addedilmiş olanları, “ya gerçekten sahih ise ve Efendimiz öyle buyurmuş, öyle davranmışsa?!” tarzındaki bir endişe ile, Nebevi emanete varis olmanın kıvanç ve so­rumluluğu ile hareket etmeli değil miyiz?

Öyleyse hepimizin, Hadisler hakkında konuşurken Al­lah Teala’dan korkması ve Efendimiz (s.a.v)’den gelecek en küçük bir azarlamayı, sitemi ve daha da kötüsü O’nun şefaatinden mahrum bırakılmayı hesaba katması gerekir diye düşünüyorum.

Ebubekir Sifil, İdrak ve Tasdik, s.233-251.

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir