Kur’an ve Tarihsellik
Kur’ân’ın nüzulundan itibaren tarihe müdâhil olması, onu tarihin bir parçası ve dolayısıyle onun da tarihi teşkil eden olaylarla aynı mâhiyetten olduğu gibi bir düşünceyi de birlikte getirebilmektedir. Bunun anlamı, tarihte olup biten olaylar gibi onun da mümkün yani ‘tarihsel’ olduğu zannıdır. Ancak bu düşüncenin Kur’ânın ne olduğu sorusuna verilmiş yanlış bir cevaptan ibaret olduğu, onun mahiyeti üzerinde düşünüldüğünde ortaya çıkar. Bu hususla ilgili olarak ifâde edilmesi gereken Kur’ânın kendi başına bir varlık, bir değer ve dolayısı ile de bir varlık kaynağı olduğu’dur ki, bu husus yeterince anlaşılmadan ne onun tarihte tahakkuku ne de gelecekte gerçekleşme şeklinin keyfiyeti anlaşılabilecektir.
Tarih, olup bitenin toplamından, olup biten de ya insan fiillerinden ya da insanı ilgilendiren olaylardan ibaret olduğuna göre, onun olgular toplamından ibaret olduğunda şüphe yoktur. Bu açıdan bakıldığı zaman Kur’ân insan fiili olmasa da, insanları ilgilendiren bir olgu olarak görülerek, onun da tarihin bir parçası olduğu düşünülebilir ki bu husus günümüzde birçok ilim adamı ve düşünürün yanıldığı en önemli noktadır. Bir noktadan bakıldığı zaman Kur’ân bir olgudur: Hz. Peygamber tarafından insanlara tebliğ edilmiş ve insanlar tarafından temessül edilerek tahakkuk etmiştir. Ancak Kur’ân bununla bitmiş değildir; ona ittiba edip onda bildirileni temessül ederek tahakkuk ettirenler mevcut olduğu müddet o, olup bitenin üstünde, olup bitenin öyle veya böyle olmasından teessür etmeksizin, olduğu haliyle varlığım sürdürmektedir. Burada sorulması gereken soru, Kur’ân’ın varlığının keyfiyetinin ne olduğudur. Kur’ân nerede ve ne anlamda vardır (veya bulunmaktadır)? Bu bulunuş şekli nasıl olup da onu olup bitene müdâhil kılmakla birlikte, olup bitenin tesir alanı dışında tutmaktadır?
Kur’ân-ı Kerim’in asıl mâhiyeti, onun Kelamullah olmasında yatar. Yüce Allah ise hem varlığın hem de değerlerin kaynağıdır. İyi ve kötüyü yaratan O olduğu gibi, neyin iyi neyin de kötü olduğunu tayin etme yetkisi sadece O’na aittir. Ve Kur’ân O’nun irâdesinin ifâdesidir. Bütün mahlukat, O’nun yaratması ile var olduğu gibi, değerler de O’nun emir ve nehiylerinde dile gelmişlerdir. Nasıl ki Yüce Allah’ın kevnî irâdesi, olup biteni ortaya çıkarmakla, olup bitene müdâhil olmakla, onların bir parçası olmuyor ve onların üstünde kalıyor; aynı şekilde teklifi irâde de insan fiillerini tayin etmekle onların sebebi olarak kalarak, onların bir parçası olmayıp, onların üstünde kalabilmektedir.
Olgular ile değerler arasında önemli bir fark vardır ki, bu fark onların bulunuş şekillerinin farklılığından kaynaklanır: Olgular vardırlar veya yokturlar; değerler geçerlidirler veya geçersizdirler. Olguların mevcut olup olmamalarından bahsetmek anlamlı olduğu gibi, değerlerin de geçerli veya geçersiz olmalarından bahsedilebilir. Değerlerin varlığı, geçerlilikleridir; geçerlilik ise netice itibariyle onların insan fiillerini tayin edip etmedikleri sorusuyla alâkalıdır. Buradan gelinen nokta değerlerin, onların temessül edilip gerçekleştirilmesinden ibaret olan, insan fiillerinde mevcudiyet kazandıklarıdır. Değerlerin varlığı, yani geçerliliği, insan fiillerinin tahlili üzerinden tesbit olunabilir. Daha başka bir ifâde ile değerlerin geçerli olup olmadığını araştırmak isteyen birisinin yapacağı şey, bir dönemde insan fiillerinin temessül ettiği nedenlerin, söz konusu değerler olup olmadığının araştırılması olacaktır.
İnsan’ın yeryüzündeki hayatının bir ibtilâ olması ve ibtilânın da bir itaat meselesi olması, Kur’ân ile müsbet bir ilişki içinde bulunan insanlar açısından itaat merciini, Kelamullah olarak tesbit etmektedir. Çünkü fiziki dünyanın bir parçası olarak insan, kevnî anlamda bir zorunluluklar dünyası içinde bulunur ve hayatta kalmak istiyorsa bu zorunlulukların gereğini yapmak durumundadır. Ancak irade sahibi bir varlık olarak insan tercihini isyan yönünde kullanabilir. Eğer itaat yönünde kullanacaksa ‘bu onun ilahi hitab karşısında müsbet bir tavır sahibi olduğunu gösterir- o zaman irâdesini ilâhı irâdeye, yâni ilâhı hitaba bağlaması ve onun mucebince amel etmesi gerekir. İnsan fiilleri, insanların irâdî olarak olup bitene müdahele etmesi veya etmemesinden ibaret olduğuna göre, mesele insan irâdesine müncer olmaktadır ki, bu husus tarihî gidişâta ilâhı müdahalenin Yüce Allah’a kul olan insanlar üzerinden olacağı anlamına gelir.
Burada karşımıza çıkan şey, değerlerin başında ilâhı teklifi irâdenin bulunduğu gibi, tahakkukunun da ikinci bir irâdeyi, insani irâdeyi gerektirdiğidir ki, bu nokta onları tekvînî irâdenin neticesi olan ‘olgulardan ayırır. Ancak teklifi irâde, eğer onu tahakkuk ettirecek İnsanî irâdeyi faaliyete geçirecek olursa, sonuç değerlerin gerçekleşmesi ile ortaya çıkacak olan fiillerin, ilâhı irâdenin tahakkuku anlamına gelecek olmasıdır ki, bu dinin Allah’a hâs kılınmasından başka bir şey olmayacağı demektir.
İlâhî irâdenin tekvinde olduğu gibi mevcudatı doğrudan, teklifte olduğu gibi dolaylı bir şekilde tayin etmekle birlikte, olup bitenin üstünde kalabilmesini anlamanın en önemli örneğini, zaman ve mekân üstü olan ahlakî değerlerde bulabiliriz. Mesela yalan söylemenin kötü olması ve ihtiyaç sahiplerine yardımın iyi olması, hiçbir zaman ve mekânda (savaş gibi istisnâi durumlar hariç) değişmeyen ve böylece bilinip kabul edilen değerlerdir. Bunların böylece bilinip kabul edilmesi, onlara uymayanların yaygınlaşması ile değişmez; onların belirli bazı şartlarda geçersiz hale gelmeleri, artık hiçbir zaman ve mekânda geçerli olamayacakları anlamına gelmez. Bu değerlerin doğruluğunu farkedip onlara ittiba edenler olduğu andan itibaren, bu değerler yine varlık kazanıp geçerli olacaklardır.
Kur’ânın bu noktada karşımıza çıkan en önemli özelliği, nazil olduğu dönemde olduğu gibi, daha sonraki dönemlerde de, kendisine ittiba olunduğu takdirde nev’i şahsına münhasır bir toplum ve bu toplumun hayat tarzını kendisine konu edinen bir kültürü ortaya çıkarma kuvvesidir. Asıl olarak bir iradeyi dile getiren Kur’ân, mahiyeti gereği ihbârî değil, inşâîdir ve bu haliyle de hakikatim kendisine ittiba eden insanların fiilleri ile ortaya koyar. Bilindiği gibi inşâî olan ifadelerin karşılığı, onların kabul edilip onlara uyulmasıyla ortaya çıkar; bundan dolayı inşâî ifadelerin ‘doğru’ veya ‘yanlışlığından bahsedilemez.
Tahsin Görgün-İlahi Sözün Gücü,syf:133-135