Kur’an’ı Kerim’i anlamada bir problem olarak “modern zihniyet”
Buraya kadar önce Kur’ân-ı Kerim′i anlamanın yolu yordamı konusunda bir ufuk olarak Ashab’a işaret ettik ve Ashab’ın Kur’ân-ı Kerim′i, Peygamber’e ittiba ile Peygamber’i takiple anladığını, yani hoca talebe ilişkisinde olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’i Peygamber’in dizinin dibine oturup ondan aldıkları çok yönlü eğitimle anladıklarını konuştuk. Daha sonra Kuran-ı Kerim’i anlamanın değişik imkânlarını ve yollarını konuştuk.
Son olarak şunu konuşabiliriz: Kur’ân-ı Kerim′i anlamamızı güç kılan, buna engel teşkil eden hususlardan görebildiğim önemli bir husus var ‘’zihniyet meselesi’’. İçinde bulunduğumuz toplumda çocukluktan itibaren örfler, adetler, aile içi kültür, sokak kültürü, eğitim, çevreden bilinçaltınıza sızan şeyler var. Sokak, iş hayatı, oralardaki ortamlar, yaygın kabuller ve toplumda adeta teneffüs ettiğimiz hava gibi ruhumuzun gözeneklerinden içeri devamlı sızan, çevreden bize sirayet eden bir bilinçten söz etmek gerekiyor.
Bunlar bizde zaman zaman refleksler ve ani tepkiler olarak ortaya çıkıyor, ama biz bu bilincin farkında olmuyoruz. Ne zaman ki bu bilinci tahrik eden bir söz duyuyor veya bir davranışla karşılaşıyoruz anında bizde bir tepkisellik oluşuyor ve bunun üzerine demek ki bizim o sözün içeriğine aykırı, onunla taban tabana zıt bir bilincimiz varmış o zaman anlıyoruz. İşte bizim “modern bilinç” diyebileceğimiz bu bilinç Kur’ân-ı Kerim′i anlamada görebildiğim çok önemli bir engel.
Kur’ân-ı Kerim âyeti bile olsa okunan şey bizde hemen reflektif olarak bir tepkiye yol açabiliyor. Bunu Kur’an ayet-i olduğu için cesaretle dile getiremiyoruz bazen hayâ ediyoruz veyahut cesaret edemiyor kendi kendimizi sorguluyoruz, üstünü örtüyor bastırıyoruz ve geçiyoruz. Ama kesinlikle o içimizde bir tepkiye neden oluyor. Bir oluyor, iki oluyor, üç oluyor ve belki bir yerde sorgulama süreci başlıyor ve bir gün bir yazarı alıyor okuyorsunuz, o yazar bakıyorsunuz çok modern yorumlar yapıyor, ayetlere çok farklı açılımlar getiriyor ve siz “aha benim problemimi bu adam çözdü” diyorsunuz, rahatlıyorsunuz. Kendinizce ayetin doğru açıklamasını görerek gereksiz bir iman krizinden kurtulmuş oluyorsunuz. Ve ondan sonra işin arkası geliyor; bugüne kadar biz Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlamışız, bugüne kadar hocalar bize Kur’ân-ı Kerim′i yanlış anlatmış edebiyatına başlamış oluyorsunuz.
Konuya dönecek olursak şu halde Kur’ân-ı Kerim′i saf haliyle nazil olduğu dönemde Allah Resulü’nün dilinden kelimeler dökülürken Ashab onu nasıl anladı ise o şekilde anlayıp hazm etmemize engel olan bizde böyle bir bilinç ya da bilinçaltı var dedik. Bu bilinçaltı âyetleri olduğu gibi özümseme konusunda mani teşkil ediyor ve bizi tepkiselliğe itiyor. Bu böyle olamaz diyor ve zorlanıyoruz. Bir izah istiyor, tevil getiriyor, şöyle olmalı, böyle olmalı diyor ve âyet-i kerimeyi rahatlayabileceğimiz, tatmin olabileceğimiz bir anlama çekiyor ve rahatlıyoruz.
Bunu bir örnek üzerinden anlatalım:
فَإِنْخِفْتُمْأَلَّايُقِيمَاحُدُودَاللَّهِفَلَاجُنَاحَعَلَيْهِمَافِيمَاافْتَدَتْبِهِتِلْكَحُدُودُاللَّهِفَلَاتَعْتَدُوها Bu âyet-i kerime şunu anlatıyor: Eğer siz de onların/karı-kocanın hudud-u İlâhîyyeyiikâme edemeyeceklerinden korkarsanız (huzursuzluk o raddeye varmış ki artık bundan sonra bunlar Allah’ın hududunu çiğner, bundan sonra bu evlilik hayır getirmez derseniz) o takdirde kadının kocasına fidye vermesinde bir günah yoktur. Bunlar Allah’ın hudududur. Bunlara tecavüz etmeyiniz. (Bakara, 229)
Bu âyet-i kerimeyi duyduğunda modern insan şaşırıyor. “Allah Allah! Ortada bir huzursuzluk var ve bunun bedelini kadın ödüyor, ne alaka” diyor. Bugün diyorlar ya! Kur’ân-ı Kerim′in dilinde de ataerkillik var, erkek egemen kültürün izleri var. Belki burada bir şeyleri tahrik etmiş olacağım ama bir soruna da işaret etmiş olacağıma inanıyorum. Cevabını soru cevap faslında daha sonra konuşuruz. Şimdi bu âyet-i kerime bugün bizim gerek mevcut hukuki yapı gerekse modern bilincimiz itibariyle anlamakta güçlük çektiğimiz bir âyet-i kerimedir. Bizde eşlerden birinin boşama hakkı diye bir şey yoktur. Boşama hakkı devletindir. Yani evlenmek bizim irademizledir, ama boşamak bizim irademizle değildir.
Boşanmak istiyorsanız bunu devlete, yargıya gider sunarsınız. Yargı uygun görürse o zaman boşar ya da sizin boşanma yönündeki iradenizi onaylar. Bu erkek olabilir kadın olabilir fark etmez. Bu konuda erkeğin kadına imtiyazı olmadığı gibi kadının da erkeğe imtiyazı yoktur. Bugün mer’î hukuk böyle. Ama fıkhımızda böyle değildir. Fıkıhta boşama hakkı erkeğindir. Erkek baktı olmuyor eşini boşayabilir.
Kadının istisnai haller dışında boşama hakkı yoktur. Bu âyet-i kerime diyor ki, aradaki huzursuzluk Allah’ın hududunu çiğnemeye itecekse (mesela boşama hakkı erkekte olduğu için erkek boşamaya yanaşmıyor. Kadının da tek taraflı boşama hakkı olmadığı için kadın da ayrılmak istiyor, ama ayrılamıyor) Bu âyet-i kerime hul’ yapsın (kadın kocasından almış olduğu veya alacağı mihrinden vazgeçsin fidye versin; “tamam bey ben senden mihir almıştım, şu kadar, buyur mihir senin olsun”. Veya alacağı mihir vardır “ondan ben vazgeçtim beni boşa” desin ve o şartla boşansınlar) diyor. Yani eğer ortada erkeğin haksız tutum ya da davranışı sözkonusu değilse kadının tek taraflı boşanma hakkı ancak bir bedel ödemek suretiyle vardır.
Şimdi biz böyle bir hukuki düzenin içerisinde olmadığımız ve dolayısıyla bizdeki bilinç böyle olmadığı için bu âyet-i kerimeyi anlamakta güçlük çekiyoruz. Hatta bir adım daha öteye gidip de bu âyet-i kerimenin üzerinden bir takım sloganlar söylemler üretenler de var. Bu ayrı bir tartışma konusu, buraya girmeyeceğiz. Yani neden talak hakkı erkeğin elindedir de kadının elinde değildir? Nitekim bunun izahı da vardır buraya girmeyeceğiz. Ama şu an bizim için konunun örneğe taşındığı yönü önemli. Bizim şu anki modern durumumuz bu âyet-i kerimenin içeriğindeki espriyi anlamamızı engelliyor. Dolayısıyla âyet-i kerimenin mealini duyduğumuzda bir irkilme yaşayabiliyoruz.
Şu halde Kuran-ı Kerim’i anlamak için gerekli bilgi donanımına sahip olsanız bile bu Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamanızı garanti etmeye yetmez. Bunun yanında zihniyet olarak da Kur’an-ı Kerim’i anlamaya yatkın olmanız gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim′in önünde diz çöktüğümüzde onunla çelişen değerler üzerine kurulu modern bilincimizden arınmamız icabediyor. Artık Kur’ân-ı Kerim′in karşısında rezervlerimizin olmaması gerekiyor. Kur’ân-ı Kerim′in muhtevasını sorgulayacağımız kafamızda önceden oluşmuş bir takım sabit kıstaslar olmaması gerekiyor. “Kur’ân böyle diyor; ama’’ diyerek ikinci bir kıstası, ikinci bir bilgi değerini, hüküm/yargı değerini ortaya koyamamamız gerekiyor.
Vahiy mi ictihad mı?
Buna Sahabe’den çok açık bir örnek vereyim, Sahabe zaman zaman kendi insanî ya da toplumsal tecrübesine, hayat kıstaslarına aykırı bulduğu, hatta yanlış gördüğü bir şeyi Allah Resulü’ne açarken kullandığı ifadelerle bize çok önemli bir ders veriyor. Bedir’i hatırlayın. Bedir’de henüz müşrikler mevzilenmeden önce Allah Resulü müminlere hitaben diyor ki: “Buraya mevzilenelim.’’ Savaş tecrübesi fazla olan bir sahabî de diyor ki: “Ya Resulellah bunu vahiyden mi söylüyorsun yoksa kendi re’yinden mi söylüyorsun?’’ Allah resulü ’’kendi re’yimden söylüyorum’’ deyince “öyleyse buraya değil, şuraya mevzilenelim’’ diyor.
Biz hep bu misali şöyle düşünüyoruz “görüyorsun bak, sahabe Allah resulünden bile bir şey duyduğu zaman ona fikir tavsiye edebiliyor, Peygamber’le istişare edebiliyor, Peygamber de görüyorsunuz ümmetten bir ferdin görüşünü alıyor, yanlıştan rucu edebiliyor. Bu bir erdemdir ve bu İslam’da fikir ve ifade özgürlüğünün ne kadar önemli ve değerli olduğunu gösterir.’’ Bu hadiseden böyle bir çıkarım yapıyoruz ama şurayı es geçiyoruz; sahabe doğrudan kalkıp da “bu doğru değil ya Resulellah” demiyor. Kendi doğrusu var, o hayat tecrübesi, onun doğru olduğuna adı gibi emin. Ama dikkat edin, Allah Resulü’nün talimatı karşısında fikrinden emin olduğu halde yine de bir ihtiyat payı bırakıyor. Önce vahiy mi değil mi onu soruyor. Doğrudan kendi fikrini ortaya atmıyor.
Burada edep ve üsluptan öte sahabenin taşıdığı imanî bir hassasiyet var. Diyor ki bu vahiy midir yoksa re’y midir? Allah Resulü vahiydir dese, o sahabînin yapacağı şey, peki o zaman, başüstüne demek olacak. Vahiy midir yoksa re’yin midir sorusundan anlıyoruz ki o sahabî “vahiydir” cevabını aldığında susacak. İşte bizim bugün yitirdiğimiz iman meziyetidir bu. Vahyin karşısındaki konumumuz, duruşumuz! İşte Ashab’ın vahiy karşısındaki pazarlıksız, rezervsiz duruşu da bu! Bir mukayese edelim.
Şimdi ayet okunduğu zaman bizde ne var? Bir takım refleksler var, bu ayet ve benzer birçok ayet. Vakit kısıtlı olduğu için izaha girmem mümkün olmuyor. Bu bakımdan izahını yapamam da kafaları karıştırmış olurum diye korkuyorum. Ama şunun bir ilke olarak benimsenmesi gerekli; âyet-i kerime okunduğu zaman ya da sahih bir hadisi duyduğumuz zaman bizde de o sahabîdeki hassasiyetin olması lazım; bu vahiy midir, yoksa içtihat mıdır? İçtihat ise ve o konuda ihtisasımız varsa o zaman benim de bir görüşüm var, yok vahiy ise şu halde ben vahyi sorgulamam, kendi bildiğimi sorgularım diyebilme hassasiyeti.
İşte bu âyet-i kerime ve daha birçok âyet-i kerimede karşılaşabileceğimiz bir durumdur bu. Şu halde demek ki bu son anlattıklarımla ifade etmek istediğim şu; Kur’ân-ı Kerim′i doğru ve eksiksiz anlamanın birinci şartı Kur’ân-ı Kerim’in önüne pazarlıksız oturmak. Kur’ân-ı Kerim’le bir ansiklopedi için olduğu gibi bilgi alışı ve takibi suretinde bir ilişkimiz olamaz. Kur’ân-ı Kerim bizim için beynimizi, ruhumuzu, gönlümüzü yıkayan, arındıran, gerekirse yıkıp sıfırdan inşa eden bir kitaptır; dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim karşısında biz, yeniden inşa olmaya gelmiş bulunan, ondan önceki inşasını yok sayan, kendisini adeta her türlü şekle, kıvama sokulmaya hazır gören ve bu teslimiyet duygusuyla bir hamur gibi şartsız ve rezervsiz insanlar olmalıyız.
Böyle yaptığımız takdirde Kur’ân-ı Kerim bizim için hidayet kaynağı olmuş olur. Okuduğumuz ayet modern değerlerle örtüşmediğinde hemen bir refleksle karşı koyarak “bu ayetin manası, muradı bu olamaz; mutlaka başka bir şey olmalı ama o anlam ne? Bunu mutlaka bulmam lazım” deyip de ayete hemen bir takım modern çözümler, teviller aramanın takıntı olduğunu ve yanlış olduğunu ifade etmek istiyorum.
Sonuç
Hasıl-ı kelam Kur’ân-ı Kerim’i nasıl anlamalıyız, sorusuna kendimce önemli bulduğum üç husus üzerinden değinmek istedim. Özetleyecek olursak birincisi, Kur’ân-ı Kerim′i en doğru biçimde anlamanın yolu sahabeyi anlamaktan geçer dedik. Ve sahabenin Kur’ân-ı Kerim’i anlama konusunda Peygamber’le kurmuş olduğu o ilişkiye dikkat çektik. Ve dedik ki bu ilişki münhasıran Peygamber’in önüne diz çöküp de “ya Resulallah şu ayet ne manaya gelir? Anlat bana” şeklinde bir ilişki değildi. Sahabe Peygamber’i takip ediyor, Peygamber’den ne gördüyse alıyor, onu içselleştiriyor, böylece dolaylı olarak Peygamber’den Kur’ân′ın anlamını da almış oluyordu.
İkincisi Kur’ân-ı Kerim’i anlamanın yegâne yolu kelime ve cümleler üzerinden teknik anlamıyla tefsir, tercüme ve meal dediğimiz yöntemleri takip etmek değildir. Kur’ân-ı Kerim’i anlamanın çok daha geniş ufuklu bir yolu vardır o da Kur’an üzerine inşa edilen anlam zemini üzerine tesis edilen İslamî ilimleri; fıkhı, tasavvufu, akideyi ve kelamı anlamak. Bunlar üzerinden de biz Kur’ân-ı Kerim’i anlayabilir onu detaylı biçimde hayatımıza uygulayabiliriz. Kur’ân-ı Kerim’le bir ülke, Kur’ân-ı Kerim’le bir medeniyet inşa edebiliriz. Aksi takdirde İslamî ilimlerle Kur’ân-ı Kerim’i birbirinden ayırırsanız elinize sadece ve sadece mealler ve duvarlara tabela yapıp asabileceğiniz, sloganlaştırılmış ayetler kalır.
Ve üçüncü olarak dedik ki, Kur’ân-ı Kerim’i en orijinal haliyle, indirgemesiz, sıhhatli ve en samimi biçimde anlamanın bir şartı vardır. Kur’ân-ı Kerim’e modern bilincimizden, çocukluktan itibaren almış olduğumuz, ruhumuzun, kalbimizin, aklımızın, zihnimizin gözeneklerinden içeriye sızan bilinçten kendimizi soyutlayıp arınarak, en azından o bilincin tepkiselliğine kendimizi kaptırmadan ayetleri okuyup Kur’ân-ı Kerim’i sağlıklı bir biçimde anlamanın birinci ve en önemli şartı olduğunu söyledik. Ve bunu bir örnek üzerinden ele aldık… Allahua’lem…
Soru: Hocam, Kur’ân-ı Kerim’i anladığı tescillenmiş kişilerden bahsetmiştiniz. Yani kişi beynindekiyle hareket eder. Hareketlerine göre tanırsınız o kişiyi. Bir kişinin Kur’ân-ı Kerim’i anladığına kim karar verir?
Talha Hakan Alp Hoca: Kur’ân-ı Kerim’i en doğru anlamıyla anladığı tescillenmiş kişi ya da topluluk deyince tek bir topluluk akla gelir; o da Ashab’dır. Kur’an-ı Kerim ve tarih tarafından tescillenmiştir bu. Onun dışında siz belki “falan şahıs Kur’ân-ı Kerim’i en doğru biçimde anlamıştır” diyebilirsiniz; ama “bu bizzat Kur’an-ı Kerim tarafından tescil edilmiştir” diyemezsiniz. Bu mümkün değildir. Şu da var; sen “falan kimse Kur’ân-ı Kerim′i doğru anlıyor” dersin; ama böyle demekle aslında zımnen şunu da demiş oluyorsun: “Ben Kur’ân-ı Kerim′i doğru anlıyorum ve onun da doğru anladığına hükmediyorum.”
Peki, senin doğru anladığının garantisi nedir? Bu, işin içine öznelliğin karışmasına yol açar. Bu durumda herkes kendine göre konuşur, kendi inançları, eğilimleri doğrultusunda hükmeder. Öte yandan Kur’an-ı Kerim’i en doğru kim anlar, Kur’an-ı Kerim’in en doğru anlamı nedir gibi sorulara kişilerin ve muhtelif eğilimlerin etki alanına girmeden mutlak bir cevap verebilme imkânı da olmalıdır. Yoksa Kur’an-ı Kerim’in belli ve sabit bir anlamı yok demektir. Bu ise tam bir düşünce kaosu, zihniyet krizidir. Oysa Kur’an-ı Kerim hidayet kitabıdır. Doğruya, hakikate yönelten, irşad eden, kafa karışıklığını gideren bir rehberdir.
O zaman mesele şu; Kardeşimizin de dediği gibi buna kim hükmedecek, hükmetme yetkisi kime aittir? Bu yetki eğer sana, bana, ötekine verilirse o zaman herkes birilerinin Kur’ân-ı Kerim′i doğru anladığına hükmedecektir. Çünkü herkesin bir şekilde onaylayacak ya cemaatinden ya çevresinden bir rehberi var demektir. Şu halde bu sadece Allah’ın onayladığı kimseler olmalı, senin benim değil. Bu da Kur’ân-ı Kerim’de tescil edilmiş رضياللهعنهمورضواعنه ve benzeri birçok âyet-i kerimeyle bu sadece ve sadece Ashab’a ait görülmüştür. Ashab’ın, Allah’ın kendilerinden razı olduğu bir nesil olmayı başarmaları, şüphesiz Kur’an-ı Kerim’i doğru ve tam anlamış olmalarının gereğidir. Ayrıca Allah Rasûlü’nünörnekleştirmiş olduğu bir nesil olması itibariyle de Ashab, sadece Kur’an-ı Kerim’i doğru anlayıp hidayeti bulmuş bir nesil değil, bunun yanında Kur’an-ı Kerim’i anlama ve hidayeti bulma konusunda önder bir nesildir.
Her şey bir tarafa, eğer Allah Rasûlü’nden sonra Kur’ân-ı Kerim lafız ve anlam olarak bize orijinal haliyle intikal etti diyorsak, dinin tahrif edilmediğinden emin olabiliyorsak Ashab’ın Kur’an-ı Kerim’e verdiği anlamın, tefsirin doğru olduğuna da iman ediyoruz, etmeliyiz demektir. O zaman bugün Kur’an-ı Kerim’i en doğru biçimde anlayan, tefsir eden kimselerden değil de, bu konuda bazı kriterlerden söz etmek daha doğru olur. Nedir bu kriter? En temelde kriter şu; Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamber Efendimiz’in sünneti ve Ashab’ın söz ve sireti çizgisinde anlamak, gerek tefsir alanında gerekse dini ilimlerin diğer alanlarında onlardan sahih yolla nakledilen müktesebatla çelişecek bir anlayış tarz ve üslubundan uzak durmak.
Soru: Normalde önce Kur’ân-ı Kerim yani tefsir ve vahiyle muhatap olup bilgilenip kaynaştıktan sonra ilme yönelmek sanki daha doğru… Veya böyle bir kültürden geldiğimiz için herhangi bir şahsın düşüncelerini ya da farklı fikirleri edindikten sonra pek verim alamayacağımızı düşünüyorum. Yani kişi Kur’an`la muhatap olmayınca kişilerin fikirleri ile ne derece isabetli olacak?
Talha Hakan Alp Hoca : İnsan bir şeyi anlarken ne kadar “ben nesnel düşünüyorum” derse desin, onu şu veya bu ölçüde öznelleştirmiş olur. Bu her anlama faaliyetinde böyledir. Yani insanın kendi anlayışından bir iz bırakmaması mümkün değildir. İşte Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışırken belli kriterlere bağlı kalmak gerekliliği de bunun önüne geçmek içindir. Biz Sahabe’nin anlayışını da bir insan tarafından değil, Allah tarafından tescil edildikleri için esas kabul ediyoruz. Demek ki insanın anlama faaliyeti sırasında felsefi olarak öznellik riski bulunması Kur’ân-ı Kerim’in sıhhatli biçimde anlaşılamayacağı anlamına gelmiyor. Kriterlere yani kadim ifadesiyle “tefsir usulü”ne bağlı kalındığı sürece Kur’ân-ı Kerim tabiî ki sıhhatli biçimde anlaşılır, anlaşılmalıdır. Başka türlü siz Kur’an-ı Kerim’in ya evrenselliği ilkesine ya da ilahî kelam olması gerçeğine olan imanınızdan vazgeçmelisiniz.
Eğer bugün Kur’an-ı Kerim’i sıhhatli biçimde anlamak mümkün değilse o bugüne hitap etmiyor demektir. Dolayısıyla evrensel bir hitap değildir. Yok eğer Kur’an-ı Kerim evrenseldir; ama her zaman ve zeminde insanlar ona kendi tarihsel zeminlerine göre farklı farklı anlamlar yüklerler deniyor ve böylece onun sabit ve mutlak anlamı olmadığı söyleniyorsa bu hem Kur’an-ı Kerim’in evrenselliği hem de ilahîliğine gölge düşürür. Evrenselliğine gölge düşürür; çünkü Kur’an-ı Kerim sadece lafzıyla bir kitap değildir. O hem lafzıyla hem de anlamıyla kitaptır. Lafzı değişmez ama anlamı değişebilir diyorsanız bu, anlamı açısından da olsa bir yönüyle değişebileceği, dolayısıyla evrensel olmadığı sonucunu doğurur. Ayrıca insanlar farklı tarihselliklerde Kur’an-ı Kerim’e farklı anlamlar yükleyebilecek olursa burada anlamı insan belirlemiş, yani anlamın öznesi insan olmuş demektir.
Dediğimiz gibi söz sadece lafzıyla söz değildir, hem lafız hem de anlamıyla sözdür. Eğer lafzı Allah’a ait, anlamı insana ait olursa bu kelamın Allah’a ait olduğunu yani Kur’an-ı Kerim’in bugün Allah kelamı olduğunu ileri süremezsiniz. Daha doğrusu ortada bir kelam mı kalır ki onun Allah’a ait olduğunu konuşabilelim.
Şu halde biz Kur’an-ı Kerim’i anlamaya çalışırken Ashab’dan tevarüs ettiğimiz birikimi esas almakla Kur’an-ı Kerim’le aramıza yabancı bir kültür ve düşünce engeli sokmuş olmuyoruz; aksine –başta kendi kültür ve düşüncemiz olmak üzere- yabancı kültür ve düşüncelerden kurtulmuş, Kur’an-ı Kerim’in anlam dünyasına yaklaşmış oluyoruz. İslamî ilimler de bize Ashab’dan tevarüs edilen bu birikimi sunuyor. Sistemleşmesi itibarıyla bu ilimler sonraki dönemlere tekabül etse de öz itibarıyla Ashab’a dayanırlar.
Sözün başında şunu söylediniz: “tamamen arıtılmış, boş bir zihinle, kalple Kur’ân-ı Kerim′e yaklaşmak, önünde diz çökmek bu nasıl mümkün olur?” Gene bir takım bilgileri aldıktan sonra biz Kur’ân-ı Kerim′e ancak gidebiliyoruz. İşte medrese eğitimine bakın tefsir dersleri ne zaman başlıyor? İlk dönemde başlamıyor, önce bir temel veriliyor talebeye daha sonra başlanıyor. İlk dönemde temel dini bilgiler, ilmihal, sonra basit fıkıh kitapları, akait kitabı okuyorsunuz. Yani önce Kur’ân-ı Kerim′in anlam örgüsünün farklı hayat pratiklerini görüyor ve böylece kendi hayat pratiklerinin etkisinden kurtuluyorsun.
Kur’an-ı Kerim’in yine anlam örgüsünden çıkan temel inanç ve düşünce ilkelerini (usulüddin, kelam) görüyor böylece modern düşüncenin etkisinden kurtuluyorsun. Böylece hem bir alt yapı çalışması yapmış oluyorsun hem de Kur’an-ı Kerim iklimine, onun kavram dünyasına girmiş oluyorsun. Şimdi siz bunun yanlış olup olmadığını, Kur’an-ı Kerim’in öz anlamına varma konusunda bir engel teşkil edip etmeyeceğini mi soruyorsunuz, bunu tam olarak anlamadım.
Aynı dinleyici sorusunu açıklıyor: Yani İslamî kimliğe sahip olmayan bir kimseye tebliğ yaparken Kur’ân-ı Kerim′i mi önereceğim yoksa ilmihal kitabını mı önereceğim?
Talha Hakan Alp Hoca: İlmihal tavsiye edeceksiniz. Ve tavsiyem -aynı zamanda benim düşüncemdir- insanlara meal tavsiye etmeyin; otursunlar Kur’ân-ı Kerim okusunlar. İnsanlara tefsir dersi yapmayı iki ciltlik, üç ciltlik tefsir okumayı da önerebilirsiniz. Yanlış anlaşılacak yerlerde kayıt getiren, açıklama getiren ve böylece okuyucuyu uyaracak, ona istikamet telkin edecek tefsirler tavsiye edebilirsiniz. Ama açık konuşmak gerekirse bu da çok sağlıklı bir yöntem değil. En sağlıklı yöntem insanları liyakatli hocalara çağırın. Yetkin hocalara, mürşitlere ve muallimlere çağırın. İnsanlara dini onlar anlatsınlar, bizzat problemlerine tanıklık etsin, problemlerini bizzat onlar çözmeye kalksınlar. Biz maalesef kitap kültürünü yaygınlaştırmak suretiyle ilimle âlim arasındaki bağı kopardık. İlmi cansız kitaplardan aldık, âlimlerden uzaklaştık.
Bakın bir hassasiyettir bu, geçmişte şunu savunan insanlar vardı: Ölmüş bir insanı taklit etmek caiz değildir. Ve bir grup âlim ölmüş bir âlimin taklit edilemeyeceğini ileri sürdü. Çünkü ölmüş bir âlimle aranda canlı bir bağ yoktur. Bir meselede kafan karıştı. Allah Allah! Falanca âlimi taklit ediyorsun; ama kendisi hayatta değil. Nasıl yanına gidip kendisine soru soracaksın? Arada canlı bir bağ olması lazım. Buradan mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi taklit eden Hanefîleri ya da diğer mezhep imamlarını taklit eden diğer mezhep müntesiplerini tenkit malzemesi çıkarılmasın. Çünkü bu mezheplerin halen yaşayan âlimleri var. Kendilerini bu mezheplerin ictihadları üzerinde yetiştirmiş, mezhebi iyi bilen fakihler var. Ve bugün söz konusu mezheplere müntesip kimseler bir sorunla karşılaştıklarında gidip ilgili kimselere danışıyor, soruyor ve meselesini çözüme kavuşturabiliyor. Arada sadece cansız kitap yok, yaşayan mezhep müntesibi âlimler de var.
Dediğim gibi kitap, ilmin kaynağı ile aramızdaki bu canlı bağı kopardı. Hani “yazar öldü[1]” diyorlar ya onun gibi bir şey. Okuyucu var, okuyucu istediği gibi anlıyor. Aradaki boşlukları kendince dolduruyor, çıkaracağı mesajı kendisi çıkarıyor. Metne kendisi anlam yüklüyor. Yazarın kastıyla okuyucunun anladığı örtüşmeyebiliyor. Yazılı iletişimle sözlü iletişim arasındaki ifade farkını bir tarafa koysak bile biz yine dini bilenlerinden öğrenmeliyiz. فَاسْأَلُواأَهْلَالذِّكْرِ “Bilmiyorsanız Kur’an erbabına gidin sorun, bilenlere gidin sorun.” Bu sadece soru sormak demek değildir, “onlardan isteyin, tahsil edin” de demektir. Nitekim Ashab’ın bu yolu takip ettiğini daha önce belirtmiştik. Dolayısıyla insanlara “buyur meal oku” denmesinin doğru bir yol olmadığını; bilakis onlara anlayabilecekleri dilde, belki ilmihal genişliğinde olmayabilir ama mesela temel dini bilgiler düzeyinde kitaplar tavsiye etmek gerektiğini düşünüyorum.
Onlara itikadını anlatacak, anlaşılabilir bir dille fıkhını ve ahlakını anlatacak, Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)′in ve Ashab’ın hayatını anlatacak kitaplar tavsiye etmeliyiz. Fakat bu kesinlikle insanlarla Kur’an arasındaki bağı koparmak değildir. Sakın böyle bir yanılgıya düşmeyin. Bu kitapları okumak insanlarla Kur’an arasındaki bağı koparmıyor. Aksine bu, Kur’ân-ı Kerim′i yaşanabilir, uygulanabilir pratikler halinde, mufassal biçimde ve bir program olarak insanların önüne koymaktır. Bu kitapların muhtevası için harcanan bütün işçilik bunu sağlar; yoksa bu muhteva bizi Kur’an-ı Kerim’in dediğinden uzaklaştıracak bir açılım ya da yönelime sevkedecek keyfi ve indi yorumlar değildir.
Önce de ifade ettim, ilmihalde onlarca sayfa süren namaz bölümünü okuyun. Bunlar أقيمواالصلاةâyet-i kerimesinin açılımıdır. Ancak yine de insanların ayetlerle bunun ötesinde bir bağı olmalı tabii ki. Belki de bunu geleneksel toplumda vaizler yapıyordu. Vaizler ayetler üzerinden konular seçiyorlardı. İnsanlara hemen de ahkâm ayetlerini okumanın bir anlamı yoktu. İşte sabırla ilgili ayetler, işte tevekkülle, Allah korkusuyla, geçmiş ümmetlerin kıssaları vs. ile ilgili ayetler üzerinden o yılın vaaz programına göre insanlara vaaz ediyorlardı.
Bu vesileyle bol bol ayet okuyorlar, ayetlerin mana ve tefsirini insanlara vermiş oluyorlardı. Varsa ayetin sebeb-i nüzulü anlatılıyor, varsa diğer nüktelere temas ediliyordu.
Düzeyli ve nitelikli bir vaazdan bahsediyorum. Konuları her seferinde değişen, yenilenen bir vaazla irtibat bu şekilde kurulabiliyordu. Ve tabii ki bunun yanında bir de bizzat Kur’an okumak vardı. Her gün vird edinip mesela bir cüz okumak vardı. Yine Ramazanlarda çok daha fazlasını okumak vardı. Bir örneğini vereyim. Pakistan’da hadis tahsil ettiğim dönemde şahit olduğum yaşayan bir gelenektir bu. Ramazan’dan az önce orada tefsir dersleri başlar. Hemen her mahallede bir medrese vardır. Medresenin bir şeyhu’l-hadisi olur. Buhâri,Tirmizî vs. büyük kitapları okutan güçlü bir âlimdir bu zat. Bu âlim kendi muhitinde her sene mutlaka tefsir dersleri düzenler.
Ramazan’a yaklaşıldığında Fatiha’dan başlar Kadir gecesine gelindiğinde Nas suresine kadar bütün Kur’ân-ı Kerim’i baştan aşağı tefsir eder. Ve bu programlara erkekler kadar kadınlar da katılır. Zaten mahallenin ya da semtin en merkezi camisi aynı zamanda o semtin külliyesidir. Etrafı da medresedir. Cami bin kişi, yerine göre iki üç bin kişi alır. Alt katta erkekler, üst katta kadınlar bütün bir Ramazan cami dolar. Kuşluk vakti bir başlarlar öğle ve öğle sonrasına kadar sürer bu tefsir dersleri. Pakistan örneğinde olduğu gibi geleneksel İslamî cemiyetlerde Kur’an’la aramızdaki bağ hep var olmuştur. Pakistan toplumu son derece “gelenekçi” bir topluluktur.
İlmihaline, fıkhına ve İslamî ilimlerine sahip çıkan bir topluluktur ve bu onların Kur’an-ı Kerim’le irtibatını kesmesi anlamına gelmiyor işte. Demek ki ilmihal okuyun demek kesinlikle Kur’an’la bağı kesmek değildir; ama meal okuyun demek, Kur’ân-ı Kerim′i hayatımıza sağlıklı, bilinçli ve dengeli biçimde ve gerek hayata yansımaları ve gerekse toplumsal tezahürleri bakımından güvenilebilir nitelikte bir okuma faaliyetine yönlendirmek değildir. Bilakis farkına varalım ya da varmayalım, vahyi hayata uygulayabilme imkânından koparıp al sana Kur’an’dan bol bol slogan üret demek olmuş oluyor. En azından böyle bir potansiyel tetiklenmiş oluyor. Ben bu insanların samimiyetinden şüphe etmiyorum. Adam âyet-i kerimeyi okuyor, tesirleniyor, arkadaşına mesajla, maille ulaştırıyor. Ayetin tesiriyle, vermiş olduğu o anki ruh haliyle bir şeyler anlatıyor, coşuyor, coşturuyor.
Bu sadece bir etkinlik olarak ve kişisel planda güzel bir şey; fakat bir okuma-anlama biçimi ve yöntemi olarak üstelik belli bir ekol kabul edilerek düşünüldüğünde doğru değildir ve bundan bir hayır çıkmayacağı açıktır. Bu size bir coşku verir, bir anlık ruh kıvamı verir; ama devamı gelmez ve bu insan namaz kılıyor camiye gidiyorsa zaten bununla yetinmiyor demektir. Camide namaz kılarken sadece “salatı ikame edin” ayetiyle hareket etmiyor ya. Bu ayeti zorunlu olarak mezhep imamlarının tefsir ve istinbatları doğrultusunda hayata yansıtıyor.
Şu halde biz zaten Kur’an-ı Kerim’i yerleşik İslamî ilimlerin verileri doğrultusunda anlıyor, hayata uyguluyoruz. Bunu hem yapıp hem inkâr etmeyelim. Demek ki yalın Kur’an’a göre müslümanlık, sadece vahye bağlanma, mezheplerden ve tevarüs edilen İslamî birikimden bağımsız bir müslümanlık modeli oluşturma meyanındaki iddialar boş ve gülünçtür . Bu iddiada olan kimseler başkalarını değil, kendilerini kandırmış oluyorlar. Ez cümle İslamî ilimler Kur′ân-ı Kerim’le aramızda bir köprüdür, bir bağdır. Bunları Kur’an-ı Kerim’le aramızda bir engel olarak görmek meseleye tersinden bakmaktır, çarpıtmaktır.
Kur’ân-ı Kerim′e girerken bir altyapı, temel bilgi gerektiği aşikârdır. Bizler Kur’ân-ı Kerim′in orijinal diline bile vakıf değiliz. Bu eğitimi almadan önce sıradan bir Arapça eğitimi aldığınızda bile siz Kur’ân-ı Kerim′in dilini anlayamazsınız. Hem eski dile vukuf gerekir hem de Kur’an-ı Kerim’in kendine has üslubu var, ifade özellikleri var. Usul-i fıkıh ilminin lafız ve delalet bahisleri bunu işler. Yalın Arapçayla da halledilebilecek bir iş değildir bu.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerim′deki hitabın bir arka planı var. Siyer dediğimiz bir şey var, orada bir ortam, bir bağlam, sebebi nüzuller var. Kur’ân-ı Kerim içindeki hükümlerin, o hükümler içerisinde geçen bir takım atıf/gönderme yapılan olaylar, uygulamalar, Arab′ın örfü, âdeti vs. var. Bilgi kapasitesi olarak bu konuda da tahsil gerekiyor. Evet, şu sorulabilir; bu dediğin eğitim bugün mevcut İslamî eğitim kurumlarında ne kadar veriliyor? Maalesef İslamî eğitim kurumlarımızda da çok büyük eksiklikler var, program sorunları var. Müfredat sorunları var. Talebeye verilen hedeflerde de sorunlar yaşanıyor. Bu ayrı bir müzakere konusu.
Konumuza dönersek şunu teori açısından söyleyebilirim: Kur’ân-ı Kerim′i sağlıklı anlamak demek hemen açıp Kur’ân-ı Kerim okuyup onu anlamaya çalışmak demek değil. Önce bir alt yapı çalışması gerekir, bu alt yapı çalışması bizi Kur’ân-ı Kerim′i anlamaya götüren, Kur’an’a varan bir yoldur, onunla aramızda bir bağdır, bir köprüdür. Ama kesinlikle yine biz bunun teyidini Kur’ân-ı Kerim’den alacağız. Tefsir derslerimizin sonunda ve neticesinde vardığımız nokta, Kur’an-ı Kerim’in anlam dünyasına yaklaştık mı yoksa ondan uzaklaştık mı bize gösterecektir. Yakın mıyız uzak mıyız, neye bakarak bunu anlayabiliriz? Tabi ki önder nesil olan Ashab’a bakarak anlayabiliriz. Düşünce ve bakışımız eğer onlarınkinden uzaklaştıysa okumalarımızda bir sorun var demektir, tekrar başa dönüp nerede hata yaptığımıza bakmalıyız.
Soru: Hocamız mealden bir şey anlayamazsınız dedi. Sonra şuraya değindi; “ölmüş kişinin kitabını anlayamazsınız. Başka bir ifadeyle, canlı değilse onun canlılığını kavrayamazsınız”. Peki, insan hissetmiyorsa yaşayabilir mi? Hissetmeden fikredebilir mi? Olayı kavramadan hüküm çıkarabilir mi? Okuyan bir kişi okuyup da hissediyorsa bunun neticesini anlayabilir mi? Küçük kardeşimizin sorduğu soruda bir gerçek var; kim karar verecek? Bildiğim kadarıyla dinimizde Allah kişinin aklına göre hitap eder. Peki o meali okuyan insanın aklı ve hissetmesi derinlemesine algılama özelliği varsa bu gene buna engel midir?
Talha Hakan AlpHoca: Söze önce sorunun birinci kısmıyla başlayalım. Hissetmek, anlamak ve uygulamak. Herhalde böyle bir süreçlendirme yapabiliriz. Kesinlikle hissetmenin önemini hafife alan bir şey söylemiyorum. Bunu kabul etmem, bu doğru değil. Hissetmeli ve bu coşkuyu yaşamalıyız. Meal okuması bize bu coşkuyu verir; ama ardından da birçok kafa karışıklığını tetikler. Özellikle bu hangi ayetlerdedir? Ahkâm ayetlerini alın okuyun. Kur’ân-ı Kerim′in ifade özelliği vardır. Bakın, Kur’ân-ı Kerim’de mücmel ve mutlak lafızlar vardır. Bir yerde bir kelime mutlak/ kayıtsız geçer.
Bir başka yerde bakarsınız aynı konuda bir kayıt vardır. Hatta Kur′ân’da kayıt yoktur, hadiste kayıt vardır. Hatta hadiste de yoktur icmâda, Sahabe’ninfehminde/tefsirinde bir kayıt vardır, yani bir kayıt olmasının gerektiğini ifade eden delil vardır. Bütün bunlar o kelimeyi her ne kadar ayette mutlak olarak zikredilmiş de olsa senin mukayyet/kayıtlı anlaman gerektiğini gösterir; ama mealde o kaydı göremezsin. Dolayısıyla meal okurken hissedersin, ama tam ve sahih bir anlam çıkaramazsın.
Bazı ayetlerin mealini okurken yüreğinizde harekete geçen duygular çok samimidir. Bunu yadırgamadığımı söylemiştim. Söylediğim şu; İslamî bilgi ve düşünüşümüzü meal okumalarına dayandırmak yanlıştır. Konumuz Kur’ân-ı Kerim′i anlamaksa eğer hislenmekten daha çok biz Kur’an-ı Kerim’i hem sağlıklı hem de eksiksiz anlamanın şartlarını ve imkânlarını konuşmalıyız. Meal okumak benim gördüğüm kadarıyla bu imkânları -eğer meal okumayı tek okuma yöntemi olarak kabul ediyorsak- belli bir daireye haps etmektir. Sorunuzun diğer kısmına, yani “hissetmeden fıkıh mümkün mü?” diye özetleyebileceğim kısmına gelince evet, hissetmeden fıkhetmek mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim’in anlamını, gayesini, esrarını hissetmeyen, mesajını kuşanmayan insan Kur’an-ı Kerim’i hakiki anlamda fıkhetmiş olamaz.
İmam Gazzâlî bunun mücadelesini vermiştir. İhya’yı bunun için telif etmiştir. İhya’daGazzâlî de fakihleri tenkit eder ve şöyle der; ′′günümüzün fakihleriyle selefin fakihleri arasında fark var. Günümüzün fakihleri problem çözüyor. Ama problem çözmenin kendisine vermesi gereken ruhî neşveden, coşkudan ve hassasiyetten mahrumlar” diyor. Fıkhın teknik boyutuyla adeta bir teknisyen gibi fazla haşır neşir olmaktan kaynaklanan, biraz da dünyevi ikballere tutulmaktan kaynaklanan bir şeydir bu. Kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i hem anlamalı hem hissetmeli hem de uygulamalıdır. Bunların üçü de olmalı, üçü de dengelenmeli. Ancak bunların üçünün değerini kesinlikle bir tanesine hasr etmek, diğerlerini önemsizleştirmek yanlıştır. Meal okumak bize bu hissi veriyor. Güzel, ama meal okumak bize dört başı mamur bir Kur’an’ı anlama imkânı sunamıyor, sunamaz da.
Soru: Hocam, Hac suresi 46. âyet-i kerimede şöyle bir şey var: Mevlamız buyuruyor ki; “zira hakikat budur ki gözler körelmez ve lâkin sînelerdeki kalbler körelir.” Diyeceğim şu ki Kur’ân-ı Kerim′i kalple okumak, fıkhetmek ve onu algıladıktan sonra da sorunlara çözüm bulmak gerekiyor. Yaşadığımız toplumda bizim gibi insanlar Arapça bilmiyor, bilmiyoruz. Ama en azından peygamber ve Ashab’ının yaşantısını canlandırmaya çalışıyoruz, onu anlamaya çalışıyoruz. Oku derken mesela yeşil ağaçtan ateşi çıkaran kim?.. Bu bir hissetmedir, algılamadır. Tasavvufun içerisinde ufuk açar bu. Ama ben bu âyet-i kerimeyi okumadığım zaman ya da sadece meali okuduğum zaman ben bunu anlayamam. Ama âyet-i kerimenin kendisini okuduğum zaman bu bana bir ufuk veriyor. Allah’ın sözleri.
Talha Hakan AlpHoca: Burada sorun yok. Asıl sorun şurada başlıyor: Siz meal okumayı eğer yegâneleştirirseniz, birinci Kur’an’ı anlama yöntemi budur, derseniz ve işiniz gece gündüz meal okumak olursa işte sorun budur. Bunu özellikle bu şekilde tasvir ettim. Dedim ki, cep boy bir meal alırsın, sabah akşam nerede fırsat bulursan açar okursan, bütün ömrünü meal okumakla geçirirsen eğer sen öbür tarafta nasıl namaz kılıyorsun, ticaretinde haram-helal hassasiyetini neye göre belirliyorsun? Bunları mealden anlaman, çıkarman mümkün değil. Kur’an-ı Kerim’de bu meseleler herkesin anlayabileceği açıklıkta ve sadelikte dile getirilmemiş.
Kur’an-ı Kerim’de hiç temas edilmeyip tayin ve vaz’ı bizzat Allah Resulü’ne bırakılmış meseleler var. Hangi hayvanların eti yenir, hangilerinin eti yenmez meselesi gibi, fıtır sadakası gibi, vitir namazı gibi. Ya da Kur’an-ı Kerim’de kapalı bırakılıp da beyanı Allah Resulü’ne bırakılan meseleler var. Muamelatla ilgili meselelerin bir kısmı böyledir. Veya Kur’an-ı Kerim’de öz halinde zikredilip de tafsilatı Allah Resulü’ne bırakılan meseleler var. Namaz, zekât ve hacla ilgili meseleler gibi. Allah Resulü’ne gelince onun ifadelerinde bu meseleler daha bir açıklık kazanmış, yer yer detaylandırılmış. Ama Allah Resulü’nün sözlerinde de bazen açık ve net cevap bulamadığımız meseleler var.
Bu gibi meselelerde bakıyorsunuz, cevap Ashab’dan geliyor. Cevabını aradığın her meselenin bizzat Allah Resulü’nün hadislerinde işlenmesi gerekmiyor. Ashab’ın sözü veya fetvası olarak da karşımıza çıkabiliyor. Şu halde meal okuyan kimse Allah Resulü ve Ashab’dan tevarüs edilen bu bilgi kaynağından mahrum kalıyor. Bu mahrumiyet içinde gerçekleşen anlama faaliyetine ne kadar güvenebilirsiniz? Şu halde benim demek istediğim şu; meal okumayı mutlaklaştırmak yanlıştır. Meal okuduğunuz kadar hatta ondan daha fazla ilmihal okumalısınız. Yaptığınız ticaretin haramını helalini bilmek durumundasınız.
Kur’an’ın hayata tatbiki budur. Yoksa Kur’an’ın hayata tatbiki demek; hani eskiden Kur’ân-ı Kerim’e ta’zim takdis adına Kur’an-ı Kerim’i kılıflayıp duvara asmak şeklinde karikatürize edilen bir anlayış var ya sık sık bu anlayışı tenkit ederiz. Kur’an-ı Kerim’i yücelten ama diğer yandan da hayatın dışına iten çelişkili bir tutum olarak görürüz bunu. Hazin ki bu anlayışı tenkitten doğan ve gücünü, enerjisini bu tenkitten alan mealciliğin geldiği nokta çok farklı değil. Mealcilik, Kur’an’ı hayata tatbik etme ülküsünü bir kısım sloganlara indirgemekten başka ne yapmıştır?
Soruyorum, meal okuyarak ticaretin helal ve haram sınırlarını kim tespit edebilir? Bu mümkün mü? Meal okuyarak ticarî hayatta haram olduğunu tespit edebileceğiniz iki şey var. İnsanların mallarını haksız yere, batıl yollarla, onların rızası olmadan yemeyin. Bu çok temel bir ilkedir. Haliyle son derece soyuttur. Ticarî hayata yön veren bir ahlak ilkesidir. Hukukî açılımını meal size veremez. Veremediği için de piyasada pratiğini bulamazsınız. Bir de mealden ticaretin diğer bir hükmü olarak bulacağınız şey faizin haram olması hükmüdür. Peki faiz nedir?
Faiz sadece borçlanmalarda mı olur? Faizin başka türleri yok mudur, İslam dininde? Mesela kuyumcuya gidiyorsunuz. Elinizde bilezik var, verip yerine çeyrek veya yarım alacaksınız. Kuyumcuya verdin bileziği tarttı “şu kadar” dedi. Bunun karşılığı olan çeyreği veya yarımı hesapladı; “ama şu an elimde yok, yarın gel vereyim” dedi. Sorsan bu akitte bir problem var mı? Mealden hareketle kimse bunun haram olduğuna hükmedemez. Oysa bu haramdır, faizdir. Bunu ben demiyorum, bizzat Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) söylüyor: Ezzehebubizzehebive’l-fiddatübi’l-fiddati… diye başlayan hadîs-i şerif Buharî ve diğer hadis mecmualarında yer alıyor. Faizin diğer türlerini (ribe’l-fadl ve ribe’n-nesîe) konu edinen ve fıkhî açılımı çok geniş olan bir hadis-i şeriftir bu.
Fakihlerin bu ve benzer hadisler üzerinde gerçekleştirdikleri istinbat ve ictihad faaliyetleriyle ticaret fıkhının önemli bir kısmını tesis ettikleri kaynak hadislerdendir. İçerik olarak başlıca altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz gibi bazı maddelerin alım-satımında belli ölçüler getirir. “Bu maddeler hemcinsleriyle mübadele edildiklerinde iki şeye dikkat edin” diyor Efendimiz: “Birincisi peşin olsun, ikincisi denk olsun.” Altını altınla değişiyorsun, kuyumcuya elindeki altını verdin o da karşılığında vermesi gereken altını “sana yarın vereyim” diyor sen de tamam diyorsun. İşte bu ribe’l-fadl denen bir çeşit faizdir. Meal okuyarak bunu mümkün değil insan bilemez.
Soru: Hocam, en etkili söz hiç şüphesiz Allah’ın kelamıdır. Dediniz ki “insanları meal okumaya teşvik etmektense ilmihal okumaya teşvik edin.” Fakat insanların İslam’la şereflenmesi çoğunlukla meal üzerinden oluyor özellikle bu dönemde. Ve devamla, “ilmihal okumak meal okumaya engel değildir” dediniz. Tarih bunu doğrulamıyor bence. Altı yüz yıllık Osmanlı imparatorluğu döneminde halkın geneline bakın hep ilmihal okudular. Ama Kur’ân-ı Kerim’i raflarda güzel kaplar içerisine koydular ve çeşitli zamanlarda açıp sadece Arapçasını okudular hiçbir zaman bundan geçip de “Kur’ân-ı Kerim bize ne diyor, ne ifade ediyor?” diye düşünmediler. Ta ki ilk meali 1923 veya 1925’te Elmalılı Hamdi Yazır yazdı, çok enteresandır!
Talha Hakan Alp Hoca: Niçin yazdı? Kim yazdırdı?
– O bir direktif üzerine yazdı. Ama bu çok enteresandır ve zaten anlayamadığım da burasıdır.
Çünkü doğru bir şey değildir. Zaten Elmalılı da böyle bir şeyi doğru bulmamıştır, bunun içindir ki bir meal yazmamış, tefsir yazmıştır. Sonradan birileri tefsirinden mealini ayırıp çıkarmıştır. Bugün piyasada dolaşan Elmalılı ya da Ömer Nasûhî Bilmen mealleri onların işi değildir. Onların mealleri tefsirin içindedir, ayrı ve müstakil değildir.
Soru: Ama hocam şöyle bir şey de tartışılıyor: Acaba İslam’ı fazla korumacılık, hâşâ âlimlerin Allah’tan daha çok Allah’ı, İslam’ı benimsemeleri, koruma altına alma refleksi var. Maalesef diyorum, yani Kur’ân-ı Kerim’i başka dillere çevirmenin tartışması yapılmış İslam dünyasında. Bu da enteresan bir şey. Yani insanlar Kur’ân-ı Kerim meali okumalarından sonra illaki ilmihal okuyacaklardır ve fıkhî meselelerini ilmihalde çözeceklerdir şüphesiz. Ama hiçbir zaman ilmihal okuyan bir insan meale pek geçemiyor. Tarihteki örnekleri hep böyle.
Talha Hakan Alp Hoca: Anladım burada problem nedir biliyor musunuz? Nitekim siz bunu satır arasında itiraf ettiniz. Hatta açıkça da ifade ettiniz. “Osmanlı altı yüz yıl ilmihal okudu, Kur’ân-ı Kerim okumadı. Anlamını bilmeden Arapçasını okudu, beze sardı rafa koydu. Ama Kur’ân-ı Kerim′i bilmiyordu, Kur’an’dan ayrıldı, Kur’an’la bütünleşemedi” demiş oluyorsunuz. Peki, neye dayanarak diyorsunuz? Altı yüzyıllık Osmanlı insanının Kur’ân’dan uzaklaştığını Kur’ân’a rağmen Kur’ân’a aykırı bir hayat yaşadığını söylerken vesikanız nedir?
Bakın şimdi problem bu.
Dinleyici: Geçmişe nazaran bugün kime sorarsanız sorun Kur’an’dan zihninde bir ayet vardır muhakkak.
Talha Hakan Alp: Eski insanda olmadığını nerden biliyorsunuz?
Dinleyici: Çünkü onlarda meal yok.
Talha Hakan Alp: Ayet bilgisi için illa meal mi okumak gerekiyor? Burada bilgi eksikliği var, Osmanlı insanını tanımamak söz konusu. Size bir örnek vereyim; Osmanlı insanının elinden düşürmediği, sürekli okuduğu bir eser var: Tarikat-ı Muhammediyye. İçinde kaç tane ayet var biliyor musunuz? Tarikat-ı Muhammediyye’yi hayatında on defa okuyan adam yüzlerce âyet-i kerimeyi ezberlemiş olur. Ama nasıl ezberler biliyor musunuz? Ayetleri anlamlarıyla, yorumlarıyla, hükümleriyle, üzerinden bir ahlak nizamı çıkarılmış haliyle ezberler.
Ayetleri kavramsal bir yapı içinde görmüş olur. Eksiksiz ve sıhhatli bir anlama imkânı bulmuş olur. Öbür adam meal üzerinden mesela “Maide suresi 44, Bakara suresi 77” diyen adam bağlamından kopartılmış, anlamı, ahkamı derinliği olmayan mealleri ezberler, yorumunu da kendisi yapar. Ayet üzerinden yeni bir kavramsallaştırma faaliyeti içine girer. Kuran-ı Kerim’de yer alan şûrâ ile ilgili ayetlerden demokrasiyi çıkaran insanın yaptığı bu değil midir? Peki, şunu soruyorum ben size; çok somut örnek vererek diyorum. Yıllardır duvarlara astığımız وَمَنْلَمْيَحْكُمْبِمَاأَنْزَلَاللَّهُفَأُولَئِكَهُمُالْكَافِرُونَ “Kim Allahın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”
Maide süresindeki bu âyet-i kerimeyi bilirsiniz. Bunlarla yıllarca insanları tekfir etmedik mi? Bu ayetleri biz doğru anlamış mıydık? Doğru anladığımız söylenebilir mi? Mealciliğin hastalığı değil midir bu? Bu yapıldı mı yapılmadı mı? İnsanlar bu âyet-i kerimeyi okudu dedi ki; “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirdir.” Döndü baktı ki kardeşi hâkim, “kâfirsin” dedi. Kapıya çıktı, “sen ne yapıyorsun? Şöyle diyorsun! O zaman sen de kâfirsin”. Beri ki “sen de kafirsin” demedi mi? Ama hiçbir zaman Tarikat-ı Muhammediye üzerinden Kur’an âyeti okuyan kimse ya da fıkıh ve ilmihal kitaplarından Kur’an âyeti okuyan kimse böyle bir taşkınlığa kapılmadı.
Dinleyici: Başka şeyler oldu ama Osmanlı zamanında
Talha Hakan Alp: Ne oldu mesela?
Dinleyici: Çok farklı
Talha Hakan Alp: Yani?.. Böyle bir yargı var bizde. Şöyle düşünüyoruz: -ve bu da tarihe olumsuz bakışın eseridir- Bunca zaman Kur’an anlaşılmadı veya anlaşılamadı. Kur’an’ı biz bugün anlayacağız. Zaten sözün başında bunu ifade etmiştim. “Kur’an yüzyıllardır eksik anlaşıldı, Kur’an’la aramıza biz mezhepleri, içtihatları koyduk, ilmihali koyduk, bilmem şunu koyduk bunu koyduk” dedik. Biz tarihe hep böyle kötü gözle baktık. “Kur’ân-ı Kerim anlaşılmadı, insanlar Kur’an’dan koptular” vs. dedik. Peki, neye dayanarak söyledik bunları? O insanları mesela bir tane Osmanlı insanı görmüş değiliz.
Bugün gördüğünüz yaşlı başlı insanlar Osmanlı insanı değiller, cumhuriyet neslinin çocuklarıdır. Maalesef Osmanlı eğitim ve kültür hayatından mahrum yetişmiş kayıp neslin çocuklarıdır. O halde neye dayanarak Osmanlı insanının Kur’an ayetlerini bilmediğini söylüyorsunuz. Örnek verdim. Dedim ki; Tarikat-ı Muhammediye’yi getirin, sayalım onlarca belki yüzlerce ayet var. Meal okuyan insandan çok daha fazla ayet bilgisi vardı Osmanlı insanının.
Dinleyici: O insanlara sorsanız âyet mi hadis mi olduğunu bile bilmiyorlardı, ayıramazlar.
Talha Hakan Alp: Hayır, orada bizzat “Allah buyurur ki” deniliyor, âyet’in bizzat orijinal metni geçiyor. Karıştırmak mevzubahis değil.
Dinleyici: Hocam ben Allah’la konuşmak istiyorum, nasıl konuşacağım?
Talha Hakan Alp: Kur’an okuyacaksınız. Meal mi okuyacaksınız? Meal okumakla Allah’la konuşmuş olmazsınız. Meal Allah’ın sözü değil ki.
Dinleyici: Ben tanışmak istiyorum Allah’la. Nasıl tanışacağım.
Talha Hakan Alp: Bakın problem şu: Niçin bu ikisi arasında bir çatışma görüyor ve neden bu ikisini uzlaştıramıyorsunuz? İlmihalle meali, ilmihalle tefsiri neden barıştıramıyorsunuz? Ben bunu konuşuyorum. Bu toplumda ilmihal itildi, meal öne çıkartıldı. Mealci bir Müslümanlık geliştirildi. Ve şimdi gerekçeli meal diye yeni bir versiyonu pazarlanıyor ki bu versiyonda insan yorumu çok daha fazla… Ama ilmihal hala yok! Bunu konuşuyor ve örnek veriyorum: Allah Resulü namazda bazı durumlarda sehiv secdesi yapılmasını emretmiştir ve kendisi de yapmıştır. Ama bakıyorsunuz adam konuşma esnasında takır takır falan sure falan ayet, filan sure filan ayet diye size mealleri peşi sıra sıralıyor.
Namaz kılarken sehiv secdesini gerektirecek bir hata yapıyor da sehiv secdesi yapılması gerektiğini bilmiyor! Yahut ticaretinde haram olan bir şeyi bilmiyor! Ama Osmanlı Müslümanı bunları biliyordu. Neden? Çünkü Namaz hocası kültürü diye bir şey vardı. Biz bu namaz hocası kültürünü bazı yayınevlerinin ticari metaı haline geldiği için dışladık. Ne gerek vardı ki! Kültürümüzle niçin savaşıyoruz? Neden biz istirmacıların ya da cahillerin bir hakikatin etrafına ördüğ
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…