Klasik Anlama Yöntemleri
Fıkıh ve Tefsir Usûlü, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması yönünde Müslümanlar tarafından geliştirilmiş iki temel ilimdir. Bu ilimlerin imkân ve sınırları hakkında konuşmak, öncelikle bunların geliştirildiği dönemden başlayarak, günümüze kadar ne gibi imkânlar sağladıkları; bugün bize ne gibi imkânlar sağladıkları ve bunun sınırlan üzerinde konuşmayı gerektirmektedir. Burada söz konusu edilmesi gereken husus, başka bir ifade ile bu ilimlerin -klasik bir ifadeyi kullanarak konuşacak olursak- fâidesinin ne olduğu ve bu fâidenin bugünde benzer bir şekilde gerçekleşme imkânıdır. Buradaki soru, hemen her dönemde sorulmuş olmakla birlikte, bugün böyle bir sorunun sorulmasının gerekçeleri dikkate alındığında, görünüşte “aynı” veya “benzer” olan bu sorunun, hiç de aynı soru olmadığını görebiliriz. Demek oluyor ki karşımızda duran ilk mesele, bu soruya esas teşkil eden “sorun”un ne olduğu ve böyle bir sorunun, klasik ıstılahlarla, nasıl ifade edilebileceğini araştırmak olacaktır. Çünkü klasik anlama yöntemlerinin bugün karşımıza çıkan “anlama” sorusuna ne gibi bir cevap verdiğinin cevabını araştırmak, bu sorunun söz konusu yöntemlerin dili ile yeniden ifadesini gerektirmektedir. Bu ilk soru bize, klasik tavır cihetinden bakılarak bugünkü “hâli” tavsif etmek ve bu tavsiften hareketle, klasik tavrın bize sunması muhtemel imkânları ve bunların sınırlarını müzakere etmek imkânını verebilecektir.
Burada ikinci bir yaklaşım şekli günümüzü esas alarak klasik yöntemlerin nerede dürdüğü sorusunu sormak şeklinde söz konusu olabilir. Burada ağırlık ve merkez “günümüz” olacağı için, günümüzden hareketle klasik anlama yöntemlerinin imkân ve sınırlarını araştırmak anlamlı olacaktır. Bu ikinci tavırda “günümüz”, biz bundan ne anlıyorsak o, verili bir durum olarak kabul edilerek, buradan hareketle klasik tavrın “bugün” içinde nerede durduğu söz konusudur, ikinci yaklaşım şeklinin esasındaki temel sorun, İslâm Dünyasının son iki yüzyılda düştüğü durum ile, Kur’ân’ın anlaşılması arasında bir irtibat kurması; buna bağlı olarak da bir anlamda, son iki yüzyılda ortaya çıkan yenilginin en azından bir cihetten Kur’ân’ın doğru anlaşılmaması ile doğrudan irtibatlı olduğunu varsaymasıdır. Buradaki sorun, Kur’ân’ın anlaşılması konusunda klasik tavır yetersiz kalmış olmalıdır ki, biz yenildik gibi bir düşünce ile, klasik tavrın nerede eksik kaldığı veya yetersiz kaldığı şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Sorunun bu şekilde sorulması, klasik tavrı, onun da gerisine, aslî kaynaklara ve bu çerçevede ilk dönemlere, hatta daha geriye, asr-ı sa’âdete giderek, oradan yeniden başlamak ve bu arada -muhtelif nedenlerle- klasik tavrı yok saymaya kadar gitmiştir. Kabaca selefi ve ekstrem haliyle “selefîci” denilebilecek bu tavır, bir cihetten “ilhâmı doğrudan doğruya Kur’ân’dan” alarak, oradan “asra” gelmek ve asrın idrâkine “Islâm”ı söyletmek şeklinde formüle edilebilir. Bu tavır bir yönüyle bir medeniyet olarak İslâm’ı yok sayması cihetinden, gerçekle irtibatsız olduğu gibi, asır derken de müslümanların içinde bulunduğu ve sahip olduklarından daha çok, “hâkim” olanı kastetmekte; bunun neticesinde de, başka bir cihetten benzer bir tavrı meşrulaştıran “modernizme” ve “radikalizme” zemin teşkil edebilmektedir. Bu yönden modernistler ile seleficilerin benzer bir şekilde “asr-ı saadet” vurgusu ve müslümanların düştüğü halden klasik tavrı sorumlu tutmaları hiç de tesâdüfî değildir.
Birinci tavır, klasik tavra göre bugünün nerede durduğunu araştırarak, bugünü “sorun” haline getirirken, ikinci tavır bugünden hareketle klasik anlama yöntemlerini “sorun” haline getirdiği için, birbiri ile taban tabana zıt iki tavırdır. Bu yönden bu soruyu, yani “klasik anlama yöntemlerinin ne gibi imkânlar sağladığı ve bunun ne gibi sınırları olduğu” sorusunun ne ifade ettiğini tespit edebilmek için, sorunun nereden sorulduğunu tasrih etmek gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in ondört asır önce nâzil olduğu ve bize onu, ona inanan ve ona göre hayatlarını düzenleyen insanların, hem satırlarda yazılı bir Kitâp, hem sadırlarda hıfzedilmiş bir Kelâm, hem de Hz. Peygamber’in beyânına dayalı bir toplumsal sünnet olarak ulaştırdıkları düşünüldüğünde, birinci yaklaşım şeklinin mevzuya muvafık yegane yaklaşım şekli olduğunu söyleyebiliriz.
Başka bir ifade ile “klasik anlama yöntemleri” aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’i bize ulaştıranların bunu gerçekleştirme şekli olduğu için, bunların nerede durduğunu ortaya koymak; bu çerçeveden bugün bu soruyu nasıl sorabileceğimize gelmek burada bizim yapacağımız ilk iş olacaktır. Ancak bundan sonra klasik anlama yöntemlerinin “imkân ve sınırları” hakkında konuşmak anlamlı olacaktır. Bu demek oluyor ki, biz bu birinci yaklaşım şeklinin doğru olduğunu kabul ederek, bu konu hakkında konuşacağız. Bu çerçevede ikinci yaklaşım şeklinin niçin uygun bir yaklaşım şekli olmadığı hususunda da —kısa da olsa- birinci yaklaşım şeklinin niçin yegâne olduğu ortaya konulduktan sonra birebir bir tenkidine gerek kalmayacağı için, bazı gerekçeler zikredeceğiz. Ancak amacımız ikinci yaklaşım şeklinin yanlışlığım göstermek olmayıp, birinci yaklaşım şeklinin gerekçelerini hatırlatmak olacaktır.
I
Klasik anlama yöntemleri, Müslümanlar tarafından sonradan geliştirilmiş ilimlerdendir. Bu yöntemlerin, ne ise o olarak, ortaya çıkışını anlamak için, genel olarak ilimlerin ortaya çıkışım anlamak ve bunları da bu çerçevede bir yere yerleştirmek gerekecektir. Bu yaklaşım şekli bizi doğrudan “ilim tasnifı”ne yönlendirmekte ve bu çerçevede ilimler tasnifi içinde söz konusu ilimlerin, tefsir ve fıkıh usulü ilimlerinin, nerede durduklarını belirlemek gerekmektedir. Bu hususta muhtelif imkânlara sahip olmakla birlikte, Ibn Haldun’un Mukaddimesinde zikrettiği bir ilim tasnifi, aynı zamanda tarihi bir perspektiften ilimlerin oluş sürecini dikkate alarak yapılmış bir ilim tasnifi olduğu için, bize bu hususta epeyce yardımcı olacak nitelikte gözükmektedir.(1)
İbn Haldun ilimleri akli ve dinî (naklî) ilimler olarak iki ana kısma ayırmaktadır.Bunlardan aklî ilimler, bütün insanlar arasında müşterek olmakla birlikte, dînî ilimler, muhtelif din mensuplarının sırf kendi dinlerine dayanarak geliştirdikleri ilimlerdir. Bu çerçevede binin kullandığımız dînî ilimler, bu tasnif açısından ikinci kısmı oluşturmaktadırlar.İbn Haldun’un işaret ettiği bir nokta bu cihetten oldukça önem arzetmektedir. Buna göre dînî ilimler, hangi din mensupları tarafından geliştirilirlerse, o din mensuplarına has ilimlerdir. Başka din mensuplarının geliştirdiği ilimler, bunlarla bazı benzerliklere sahip olsalar da, bu benzerlikler sathî ve tamamen zahiridir; asıllar açısından bakıldığında, bu benzerlikler “asılsız” benzerliklerdir. İbn Haldun’un bu yaklaşım şekli oldukça meşhur bir yaklaşım şeklidir; ancak tasnifin kendisinin meşhur olduğu kadar, bu tasnifin tekabül ettiği varlık anlayışı meçhul olarak kaldığı için, ilk bakışta gözüken “malum ve meşhur” oluş, esasta tam bir meçhuliyeti içinde taşımaktadır. Bundan dolayı bizim bu tasnifin esasını görebilmemiz için, dayandığı varlık anlayışına da bir atf-ı nazar etmemiz gerekecektir.
İbn Haldun fiziki dünyayı ifade eden mevcudat ile itibarlardan ibaret olan mevcudatı birbirinden tefrik eder. Bunlardan birincisi “aynî varlıklar”dır, İkincisi ise itibarî varlıklardır. İtibarî varlıklar “kendinde” değil, insanların “itibarları” ile mevcut olan varlıklardır. Bu varlık anlayışı genel olarak bütün mevcudatı içine almakla birlikte, özellikle itibarî varlık alanı söz konusu olduğunda, dinlerin kendi mensuplarına verdiği “itibar cihetlerinin” farklarından dolayı, dînî ilimlerin farklılığı, esas itibariyle bu itibar cihetlerindeki farklılıktan kaynaklanır. Bu hususu biraz daha yakından görebilmek için, İslâm toplumunun ortaya çıkardığı ilimlerin, hangi itibar cihetine dayandığını; bunu da, İslâm toplumunun varlığını hangi itibar farklarına veya şekillerine borçlu olduğunu tespit etmemiz gerekecektir.
İtibar farklarını görebilmek için, önce İmam Şâfii’nin bir sözünü hatırlamak gerekecektir. İmam Şâfii şöyle demektedir:
“Ümmetin söylediklerinin tamamı, sünnetin şerhidir. Sünnetin tamamı da Kur’ân’ın şerhidir. Kur’ânın bütünü de Yüce Allah’ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının şerhidir.”(2)
İlk bakışta oldukça basit bir şekilde söylenmiş olan bu ifadeleri, sondan başa doğru ele alacak olursak şöyle bir şekil ortaya çıkmaktadır: Allah’ın isimleri ve sıfatları—Kur’ân—Sünnet—Ümmetin söyledikleri. Burada söylenmiş olan bu isimleri değil de, bunların müsemmalarını dikkate alacak olursak, o zaman burada hangi varlıklardan söz edildiği ve bu varlıkların birbirleri ile ilişkileri hakkında biraz daha açık seçik bir kanaat oluşturma imkânı ortaya çıkar. Burada Allah’ın isimleri ve sıfatlan, ne ise o olarak insanın hakkında bilgi sahibi olabileceği en esaslı varlık olmaktadır. Ancak sıfatların ve isimlerin varlığı, Zât’ın varlığı gibi değildir. Zât mutlak anlamda insan tarafından bilinemez iken, isimler ve sıfatlar bilinebilmektedir. Bu hususta bilgi, Kur’ân-ı Kerîmde mevcuttur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, fiziki bir varlık olmaktan önce, lisanî bir hitâbdır; elimizdeki Mushaf, sadece bu hitâbın kağıt üzerine, yani fiziki bir şey üzerine, kaydedilmiş halidir.
Burada yine yazı, kendisi fiziki bir şey olmakla birlikte, kendi dışında bir şeye delâlet eden, anlamlı alâmetlerin toplamından ibarettir. Söz veya hitâb da benzer bir şekilde ses denilen hava titreşimlerinden ibarettir. Bu anlamda Kur’ân olarak elimizde veya kalbimizde bulunanın varoluş şekli, fiziki alametlerde dile gelen anlamlardan ibarettir. Buradaki anlamlar ise, Yüce Allahın isim ve sıfatlarından ibarettir. Buraya kadar söylenen şeyler, bir anlamda kendinde Kur’ân için söylenenlerdir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’in bir de bize yönelik varoluş şekli vardır ki, bu -esas itibariyle mânâlardır- kendisini lisanî olandan daha farklı bir şekilde, sünnet şeklinde izhar eder. Sünnet, herhangi bir şekilde gerçekleştirilmiş ve tekerrür eden veya kendinde tekerrüre müstaid fiillere denilmektedir. Burada “tekerrür eden” kaydı, Peygamber Efendimiz söz konusu olduğunda, önce bizzat kendisinin tekrar tekrar yaptığı fiilleri, daha sonra etrafındaki insanlar için, tekerrürü mümkün fiillerin aslî özelliğini dile getirmektedir.
Bu husus, İslâm toplumunu ortaya çıkaran “itibarın” esasını ortaya çıkarmaktadır. Kısaca sünnete ittibâ, İslâm toplumunun inşâ edici esası olmaktadır. Ancak sünnet, kendinde fiilleri değil, fiillerin bilkuvve ve bilfiil bir halini ifade ettiği gibi, sünnete ittibâ İslâm toplumunun dayandığı düzeni, yani İslâm toplumundaki yaygın ilişkiler düzenini ifade etmektedir. Yani sünnetin varlığının anlamı, özel bir varoluş şekli olarak karşımıza çıkmakta; onun aynî varlığı ilkeler olarak “zihnî”, ama fiilî olarak bir “oluşu” ve “oluşun düzenini”, daha doğrusu “müslümanca varoluşa”, daha başka bir ifade ile bir “dünya”ya tekabül etmektedir.(3)
İslâm toplumunun varolması, sünnete ittibâ ile gerçekleştiği gibi, varoluşunu sürdürmesi de aynı şekilde sünnete ittibâ üzerinde gerçekleşen “kaviller” üzerinden mümkün olabilmektedir. İmam Şâfıi’den iktibas edilen cümle de tam olarak bunu ifade etmektedir. Buradaki ifadeleri Fıkıh Usûlü’nün ıstılahı ile yeniden ifade etmek gerekirse, karşımıza Allah-Kitâb-Sünnet-İcmâ ve Kıyas çıkmaktadır. Buradan hemen Fıkıh Usûlü’nü İslâm toplumunun varoluşunu sürdürmesini sağlayan yöntem olarak teşhis etmek mümkündür. [Diğer dinler, meselâ Hıristiyanlık ve Yahudilik söz konusu olduğunda, onların “itibâr” cihetlerinin tamamen farklı; dolayısı ile meselâ onların bir Fıkhının ve Fıkıh Usûlünün olmayışının bundan kaynaklandığını açık bir şekilde görmek mümkündür. Aynı şekilde onların kendi varoluşlarını sürdürmek için geliştirdikleri ilimler de Islâm toplumunda bulunmayacaktır.]
Yine aynı şekilde Müslümanların geliştirdikleri diğer bütün ilimler bu çerçevede yerlerini almaktadırlar. Bunlardan meselâ akâid ve kelâm ilimleri, esas itibariyle Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını kendisine konu edinirken, Tefsir ilmi Kur’ân-ı Kerîm’i anlama ve yorumlamanın, daha doğrusu Müslümanların bu konudaki “kavillerinin” dile getirildiği ilim; Tefsir Usûlü, bunun hangi zemin ve esaslar üzerinde gerçekleştiği / gerçekleşmesi gerektiği üzerindeki “kavilleri” ihtiva etmektedir. Hadis, sünnet’i kendisine konu edinen ilim olduğu gibi, Siyer ve Megâzî ilimleri, Tasavvuf vs. gibi ilimler de benzer bir şekilde Peygamber Efendimiz ve Kur’ân-ı Kerîm’i Müslümanlara bas ama, Müslümanlık içinde farklı bir itibar cihetinden kendilerine konu edinen ilimler olarak karşımıza çıkarlar. Bu çerçevede dilbilimi ve dil felsefesi (sarf-nahiv-belâgat ilimleri), lisânî varlığa sahip olan Kitâp ve Sünnetin onların varoluş şekli ile irtibatlı olarak anlaşılmasının muktezâsı olarak gelişmiş ilimlerdir.
Bütün bu söylenenlerden Müslümanların ortaya çıkardıkları dînî ilimlerin, müslümanca yaşamayı sürdürmenin “her bir Müslüman tarafından anlaşılıp kabul edilebilecek bir şekilde ifadesi” olduğu neticesine ulaşabiliriz.
II
Fıkıh ve Tefsir Usûlü dîni ilimler içinde yer aldıklarına ve sadece Müslümanlara has ilimler olduklarına göre, o zaman bizim üzerinde durmamız gereken hususlardan birisi, Müslümanların bu alanlardaki kavilleri ile sünnet arasındaki irtibatı nasıl kurdukları ve bu irtibatı kurmanın niçin ve nasıl söz konusu olduğu sorusu ile belirgin bir hale gelmektedir. Bu soruyu gereği gibi sormak ve kabaca cevaplandırmak için, bugün unutulmuş olan bazı aslî hususların hatırlanması gerekir ki, bu ilimlerin yöntemlerinin varlık ve bilgi anlayıştan ile irtibatı ve bu irtibatın bu ilimlerin yöntemlerini nasıl etkilediğini daha açık bir şekilde ifade etmek mümkün olsun.
Bu aynı zamanda bizi şu neticeye de ulaştıracaktır: Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması ve yorumlanması söz konusu olduğunda fikıh usûlünden başka bir fıkıh usûlü; tefsir usulünden başka bir tefsir usulü olamaz. Ancak bu durum bize ulaştığı haliyle Fıkıh ve Tefsir Usûlünün aynen muhafaza edilmesi ve eskiden yapılmış olana herhangi bir şeyin eklenip çıkarılamayacağı anlamına gelmez; aksine bizzat bu ilimlerin gelişim süreci dikkate alındığında, bunun hatta mutlaka yapılması gereken bir şey, bir vazife olduğu; bununla birlikte, Elmalılı Hamdi Efendi’nin ifade ettiği gibi, bu hususlarda müslüman kimliğinin muhafazasına azamî dikkatin gösterilmesi gerektiğidir.(4)
Bu hususun üzerinde biraz daha yakından durarak, -teferruata girmeden- bugün bu hususta hangi vazife ile karşı karşıya durduğumuzu ana hatları ile tasrih etmek istiyorum. Bu hususu tasrih etmek için, iki ayrı ciheti, Islâm toplumunun “varoluşu”nun ne anlama geldiği, ne anlamda bir Islâm toplumundan bah- sedilebileceğini, tabiri caizse Islâm toplumunun “ontolojisini” dikkate almak ve buna bağlı olarak genel bilgi anlayışını yeniden hatırlamak; bu çerçevede genel olarak dînî ilimlerde karşımıza çıkan “yöntemi”, varlık ve bilgi anlayışları çerçevesinde yeniden aslî yerine yerleştirmek gerekecektir. Bunu yaparken tek tek âlimlere atıfta bulunmak mümkün olmadığı; yani hemen her âlimde burada söz konusu olan tavrın bir görünüşünü bulmak mümkün olduğu için, bir iki referansla iktifa etmek durumundayız.
Islâm düşüncesinde başından itibaren akıl ve nakil ayırımı bulunmakla birlikte, bu ayırımı terimlerle ve birbiri içerisinden açıkça ifade eden ilk âlim, görebildiğim kadarıyla Kâdı Abdülcebbar’dır. Burada yine açıkça şunu ifade etmek gerekir: Bu ayırım “kavram” olarak başından itibaren mevcut olmakla birlikte, “terimlerle” benim burada takdim edeceğim şekilde ifadesi ilk defa Kadı Abdülcebbar’da karşımıza çıkmaktadır. Bunun için, burada takdim edeceğim yaklaşım şekli, esas itibariyle Kadı Abdülcebbar’ı dikkate almakla birlikte, farklı terimlerle de olsa genel olarak hemen bütün alimlerin eserlerinde bulunmaktadır. Kadı Abdülcebbar’ın tercih ediliş nedeni, bugün bazı şeyleri ifade ederken -en azından benim- kastettiğim şeyleri ifade etmeme daha fazla uygun gözükmesidir.
Buna göre mevcut olan şeyler, ya aynî olarak mevcutturlar veya itibarî olarak. Aynî olarak mevcut olmak, genellikle insan zihninden ve bilgisinden bağımsız olarak mevcut olmayı ifade eder. Taşın, ağacın, kuşun ve insanın “fiziki”varlığı böyle olduğu gibi, Yüce Allah’ın varlığı da benzer bir şekilde insan zihninden bağımsızdır. Buna kısaca “ayanda varlık” (vücûd fil-a’yân veya vücûd-u aynî) denilmektedir. Var olan her şey, -Yüce Allah dışında- kendi başına değil, başkaları ile irtibat içerisinde vardır. Bir şey, başka birinin ya yanındadır, ya üstündedir, ya altındadır. Yine bir şey başka bir şeyden ya büyüktür, ya küçüktür veya onunla eşittir. O halde aynî varlıklar, sadece var değillerdir; bunun ötesinde zorunlu olarak başka şeylerle bir ilişki içerisinde vardırlar. Ancak bu “ilişki”, kendinde bir ilişki olmakla birlikte, varlığını ancak dışardan bakan birisinin bunları farketmesi ile izhar ederler.
Mevcut olan her şey, aynî varlığı açısından, özellikle fiziki varlığı açısından, idrakin konusudur; insanlar, mevcut olan şeyleri “idrak” ederler; yani onların sahip oldukları özellikleri algılarlar. Bu algılama, kendi içinde kaldığı müddet, sadece bir insana has bir algı olarak kalır. Ancak insan, algıladığı şeylere bir isim de verir. Algının konusu sadece aynî varlıklar değildir; aynı zamanda aynî varlıklar arasındaki ilişkiler de “algılanır”. Aynî varlıktan birbirleri ile ilişkisi içeri- sinde algılama gücüne, mantıkçılar “hiss-i müşterek” tabir ederler.
Hem beş duyu yoluyla, hem de hiss-i müşterek yoluyla algılanan “şeyler”, bir kelime ile ifade edilirler. Böylece bizim “lisan” dediğimiz, aynî varlıklardan farklı, ikinci bir varlık ortaya çıkar. Bir anlamda aynî varlıklar ve onların birbirleri ile olan ilişkileri ikinci bir seviyede, yani dil seviyesinden, yeniden “var kılınırlar’’. Ancak bunun gerçekleşmesi için, başka bir şeyin de gerçekleşmesi gerekir: aynî varlıkların ve onlar arasındaki ilişkilerin “zihinde” tasavvur edilmesi. Zihinde tasavvur etme, dilde olduğu gibi, mevcudata zihinde yeniden tasavvur olarak bir varlık verilmesi veya temsil edilmesi anlamına gelmektedir. Bunu klasik eserler ayna istiaresi ile ifade ederler. Yani aynî varlıklar, diğer varlıklar ile ilişkileri içinde zihinde temsil edilir, başka bir ifade ile zihinde ikinci bir varlık kazanırlar. İşte aynî varlıkların algılanması ve zihinde tasavvur edilmesine, Kadı Abdülcebbar “makûlât” seviyesi demektedir. Ma’kûlâtın dile getirilmiş haline de, lugavî seviye veya lugavî hakîkat adını verir.
Varlıklar, sadece ma’kûl ve lugavî olanlardan ibaret değildir. Bunların ötesin de, Yüce Allah m, beş duyusu ve hiss-i müştereki ile makulâtı bilebilen ve bir dil bilen insanlara, onların konuştuğu dilde kendilerine Dîn’i tebliğ ve beyân eden bir elçi göndermesi ile, kendi içinde dil ve makulâtı taşımakla birlikte, bunların ötesinde “ınşâı” bir özelliğe sahip olan, yani anlamını veya karşılığını kendisine ittibâ edimlerin fiilleri olarak ortaya çıkaran ayrı bir varlık seviyesi söz konusu olmaktadır ki, buna “şer’iyyât” veya “sem’iyyât” veya “nass” adı verilmektedir.
Sem’iyyâtın özelliği, varoluş veya bulunuş şekli itibariyle lisânı olmakla birlikte, lisânı olmanın üstünde bazı hususiyetler taşıması; insanlara kabaca “helâl ve harâm’’ı öğretmekte; onlara neyi yapmaları ve neyden uzak durmaları gerektiğini bildirmektedir. Kabaca sem’iyyât alanı, Din olarak ifade edilebilir. Bu anlamda Sem’iyyât, aklî ve lugavî olanın yanında yeni bir alan olmayıp, aklî ve lugavî olanı ihtiva etmekle birlikte, bunları aşar, yani bunların üstündedir. Çok kabaca yine biz sem’iyyât’ı Kur’ân ve Hadîs-i Şerifler olarak ifade edebiliriz.
Ancak varlık seviyeleri bunlardan ibaret değildir; bunların da üstünde, aklî, lugavî ve sem’ı varlık alanlarını, sem’den hareketle birbiri ile irtibatı içinde yeniden tanımlayan, bunlara dayanmakla birlikte, bütün bunların üstünde daha üst bir varlık alanı ortaya çıkar ki, buna Kadı Abdülcebbâr ve klasik düşünce “örf” vey a “örf-ü hâss” adını vermektedir. Örf, en açık ve kestirme ifadesi ile, dînî ilimlere tekabül etmektedir. Bu anlamda ilimler, her ne kadar nassa dayansalar, bir dil içinde ifade edilseler ve insanlar tarafından anlaşılabilir, yani “ma’kûlü’l-ma’nâ” olsalar da, Din’in kendisi olmadıkları gibi, dil ve ma’kûlât da değillerdir. Bunlar Din ile hayat arasında, sonuncusunu düzenlemek üzere, kendilerine mahsus bir dilde, yani ıstılahları vasıtası ile, herkes tarafından anlaşılabilir bir şekilde ifade edilen bir irtibat şeklidir Bu haliyle de, ma’kûlât, lugavî hakîkat, sem’iyyât yanında yeni bir hakîkat veya varlık seviyesini teşkil ederler.
Bu varlık seviyelerinden ma’kûlât alanı insandan bağımsızdır. Dil, varolma açısından insanlar tarafından veya Yüce Allah tarafından vaz’edilmeye bağlı olmakla birlikte, bir defa varolduktan sonra, İnsanî varoluşu önceler ve insandan bağımsız bir hususiyet kazanır. Kısaca ifade etmek gerekirse, bir dilde konuşmak demek, o dilin, konuşmayı yapacak olandan önce ve ondan bağımsız olarak mevcut olan kurallarına uymak ve onlara tabi olmakla mümkündür. Bu anlamda dil de insandan bağımsız, müstakil bir varlıktır. Sem’ ise, köken olarak Yüce Allah’a dayandığı için insandan bağımsız, bulunuş şekli itibariyle lisanî olduğu için de, yine imandan bağımsız bir varlığa sahiptir. Örf alanı söz konusu olduğunda, bu alanda ortaya çıkan terimler ve yaklaşım şekilleri, insanlar tarafından geliştirilmiştir.
İnsanlar tarafından geliştirilmiş olması, onların keyfî veya indî olduğu anlamına gelmez. Bu sadece onların “itibârı” olduğunu ifade eder ki, bu onların varlıklarının ve geçerliliğinin ancak bu itibarlarla mümkün olduğunu gösterir. Bundan dolayı dînî ilimler, sadece müslümanlar tarafından geliştirilebilir ve geliştirilmelerinin içinde gerçekleştikleri şartlarla doğrudan alakası vardır. Yine bundan dolayı ilimlerde başından itibaren sürekli bir gelişme ve dakikleşme söz konusu olmuştur. Kısaca ifade etmek gerekirse dînî ilimler, -yukarıda da işaret edildiği gibi- kendi başlarına bir varlıktırlar; onların varlığı bilenlerin zihninde bilgi olarak, sözlerinde lisanî bir varlık kazanmış olarak ve eserlerinde yazıda varlık olarak sürmektedir. Dinî ilimlerin varlığı ile geçerliliği arasında da bir alaka kurmak gerekecektir; çünkü ilmin varoluş şekli, anlaşılmaya, anlaşılma da geçerliliğe yöneliktir. [Bu husus üzerinde biraz sonra biraz daha durmak gerekecektir.]
Şimdi böyle bir varlık anlayışına dayalı olan “bilgi” anlayışına da ana hatları ile değinmek gerekecektir. Bilindiği gibi müslümanların üzerinde icmâ ettikleri bilme yolları veya bilgi kaynakları üçtür: havâss-ı selîme, sadık haber ve nazar. Burada kullanılan terimler her yerde aynı olmasa da, ana hatları ile farklı terimler de kullanılsa, kastedilen şey aynı olduğu için, kimin niçin başka terimler kullandığı üzerinde durmak, burada gereksiz teferruata girmek olacaktır.
Dikkat edilecek olursa bilgi elde etme yollarından birincisi olarak karşımıza çıkan beş duyu, varlık alanında ma’kûlât alanına tekabül etmektedir. Ma’kûlât alanı, hiss-i müştereki de dikkate alarak konuşmak gerekirse, beş duyu yoluyla ulaştığımız varlık alanıdır ve beş duyu bizim makulat alanına açılan “pencerelerimiz”dir.
İkinci bilgi elde etme yolu/bilgi kaynağı sâdık haber’dir. Sâdık haber ile kastedilen, tevâtür’ün yanında ve ondan da önce “haber-i resûl’dür. Sâdık haber, bize Din’i öğreten bilgi kaynağıdır. Din hakkında bilgiyi veya sem’iyyât hakkında bilgiyi biz, sâdık haber yoluyla elde ederiz.
Üçüncü bilgi elde etme yolu ise nazar’dır. Nazar, sâdık haber’den hareketle beş duyu verileri arasında muhtelif seviyede irtibat kurma imkânını ve kudretini ifade eder. Nazar’ın neticesi, ilimlerdir.
Dikkat edilecek olursa bilgi elde etme yolları söz konusu olduğunda da- yanılan temel ilke, “ilmin malûma tabi olduğu” ilkesidir. Bu ilke aynı zaman da dînî ilimlerin yöntemi geliştirilirken dayanılan ilkedir. Bu ilke, bilgiye konu olan şey neyse, ona ulaşma şeklini, onun kendi hususiyetlerinin tayin ettiğini ifade etmektedir. Bu yönden meselâ fiziki bir şey hakkında bilgi elde etme yolu idrak olduğu gibi, bir kitapta yazılı olan herhangi bir şeyin anlaşılmasının ön şartı da, o kitabın yazıldığı dili bilmektir. Diğer taraftan bir rivâyetin sıhhatini tespit etmek için, rivâyetin “varoluş” şeklini dikkate almak gerekmektedir.
Buradan genel olarak dîni ilimlerin ve özel olarak da Fıkıh ve Tefsir Usûlünün “yöntemi”ne gelmiş oluyoruz. Burada yine bir noktayı biraz daha tasrih etmemiz gerekecektir. Yukarıda kabaca tasvir ettiğimiz varlık anlayışı, müslümanlara has bir varlık anlayışıdır. Bilgi anlayışı da öyle. Burada kısaca cevaplanması gereken soru, müslümanların nasıl olup da, tamamen kendilerine has bir varlık ve bilgi anlayışına sahip oldukları sorusudur. Bu soru bizi yukarıda imam Şâfii’den yaptığımız iktibasa götürmektedir. Hatırlayacak olursak İmam Şâfii tam olarak şunu söylemekteydi:
“Ümmetin söylediklerinin tamamı, sünnetin şerhidir. Sünnetin tamamı da Kur’ânın şerhidir. Kur’ânın bütünü de Yüce Allah’ın güzel isimlerinin ve yüce sıfatlarının şerhidir.”
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, İslâm toplumu varlığını Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’e vahyetmesine, onun da bu vahyi tebliğ ve beyân etmesine -ki buna sünnet denilmektedir- borçludur. İlimler de, İslâm toplumunun varlığını muhafaza etmeyi sağlamaya yönelik olarak ortaya çıktıklarına göre, müslümanların Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet’e ittibâ etmeyi, bunun ilk şartı olarak görmeleri ve bu çerçevede bütün ilimlerin bir cihetten nass veya sem’ denilen bu iki asıl ile doğrudan irtibatlı olmalan kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Bu çerçevede ilmin maluma bağlı olduğunu düşündüğümüzde, malumun, yani bilginin konusu olanın varoluş şekli ile onun hakkında bilgi elde etmenin yolları arasında bir uyum olması gerektiği de kendiliğinden ortaya çıkar. Buradan hareketle Tefsir ve Fıkıh Usûlü’nün niçin olduğu ve bildiğimiz gibi ortaya çıktığını; bu ilimlerin insanlar, yani müslümanlar ve onlar arasında da alimlerin gayretleri ile ortaya çıkmış olmakla birlikte, keyfî olmadıklarını, daha doğrusu keyfî olamayacaklarını da görebiliriz. Şimdi ana hatları ile Tefsir ve Fıkıh Usûlünde takip edilen yöntemleri. en genel ve müslümanlar arasındaki en müşterek cihetleri dikkate alarak kabaca ortaya koyabilir ve bu çerçevede bugün bu ilimlerin imkân ve sınırları hakkında konuşmaya başlayabiliriz.
Fıkıh ve Tefe Usûlü’nün müşterek hareket noktası, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Kelâmı olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Kelâmı olduğu, onu anlamaya başlamanın ilk şartıdır. Burada başka bir husus daha vardır ki, o da Kur’ân-ı Kerîm’in Peygamber Efendimiz’e vahyedilmiş olması ve onun da onu tebliğ ve beyân etmek gibi bir vazifesinin olması ve onun bu vazifeleri gereği gibi yapmış bulunmasıdır. Yani Kur’ân-ı Kerîm, Fıkıh ve Tefsir Usûlü tarafından herhangi bir şekilde, meselâ Aztek medeniyetine ait mekânlarda yapılan kazılarda ulaşılan ve bir şekilde şifreleri çözülmesi gereken, o güne kadar anlamını, en azından yaşayan insanlar tarafından bilen birisinin olmadığı bir kitap olarak değil, kaynağı belli ve açıklaması bizzat Yüce Allah tarafından tayin edilmiş olan bir “mübeyyin” tarafından “beyân” edilmiş ve bu beyân, o gün yaşayan insanlar tarafından “anlaşılmış” ve kendisine ittibâ edilerek, bir toplum ortaya çıkmıştır. Yani Kur’ân-ı Kerîm, anlatılmış ve anlaşılmış; kendisine tabî olunmuş ve bu tabı oluş neticesinde bir ümmetin ortaya çıktığı bir kitaptır.
Burada yine biraz durmak gerekmektedir: Kendisine tâbi olunarak bir ümmetin ortaya çıkması ne demektir? Ümmet kısaca İslâm toplumu demek olduğuna göre, Kitâba tabi olunarak bir toplumun ortaya çıkmasını nasıl anlamak gerekecektir? Burada sorulacak ara sorulardan birisi, Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu dönemde, insanların karşısına nasıl çıktığı sorusudur. Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm Hz. Peygambere “iki kapak arasında bir kitâp” olarak değil, gün be gün devam eden ve anlamları Hz. Peygamber’in sünneti veya fiilleri olarak tecessüm ettiği bir hitâb olarak insanlara ulaşmıştır. İnsanlar doğrudan Kur’ân-ı Kerîm ile değil, ona ittiba ederek hayatını yaşayan, hayatını ona göre tanzim eden Hz. Peygamber’in ve ona tabi olan sahabe-i kiramın fiillerini tanımışlardır. Doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’i tanıyan ve onu anlamak için üzerinde “araştırma” yapan Müslüman sayısının olduğunu söylemek bile zordur. Böyle olunca İslâm toplumunun ortaya çıkmasında esas ilkenin Hz. Peygamber’e tâbi olmak olduğunu görmek gerekmektedir. O halde Kur’ân-ı Kerîm, nazil olmaya başlandığı andan itibaren doğru anlaşılmış ve bu zemin üzerinde, bir toplum ortaya çıkmıştır. Bir toplumun, burada bir İslâm toplumunun ortaya çıkması demek, insanların ferdî fiillerinde ve birbirleri ile ilişkilerinde, diğer insanlardan yani müşriklerden farklılaşarak, onlardan daha farklı kurallara uymaları demektir.
Bu kurallar, sadece fertler arası ilişkilerde değil, bunun ötesinde insanların kendi kendilerini yeniden tanımlamaları, kendi şartlarını yeniden tanımlamaları, dünyayı yeniden tanımlamaları, para ve mal ile olan ilişkilerini yeniden tanımlamaları ile birlikte gerçekleştiği için, Islâm toplumunun ortaya çıkması aynı zamanda “yeni bir (mânevî) dünyanın” ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Yani Müslüman olmak demek, aynı zamanda bir dünya değiştirmek demektir. İşte bu dünyanın kurucu ilkesi, Hz. Peygambere ittibâdır. Hz. Peygambere ittibâ, en azından Hz. Peygamber hayatta olduğu süre Kur an-ı Kerîm’i doğru anlamak demek olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamakla bir ve aynı şeydir. O halde, Klasik Fıkıh ve Tefsir Usûlü’nün dayandığı ikinci ilke, Hz. Peygamber’in sünnetinin bağlayıcı bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’i beyân ettiği, yani onu tefsir ettiği ilkesidir.(5)
Klasik Fıkıh ve Tefsir Usûlü, o halde, Kur’ân-ı Kerîm’in tebliğ ve beyânı ile ortaya çıkmış olan bir dünya içinde, bu dünyanın ortaya çıkış sürecini dikkate alarak Kur an-ı Kerîm’i anlama ve yorumlama yöntemleri olarak ortaya çıkmışlardır. Burada üzerinde durulması gereken bir husus da, eğer bir söz veya bir fiilin anlaşılması söz konusu olduğunda, bu söz ve fiilin anlamını herkesin aynı şekilde anlamasının oldukça zor olduğu dikkate alınacak olursa, nasıl olup da Müslümanların ondört asırdan beri, bu kadar zaman ve mekân, insan ve şartların değişmesine rağmen, Müslüman kimliğini, yani müslümanı Müslüman yapan aslî unsurları muhafaza edebildikleri sorusu ortaya çıkar. Bu soru, herkes Kur’ân-ı Kerîm’i okudu ve anladı; bu anlayışlar nasıl olduysa belirli bazı hususlarda hep “aynı” şekilde gerçekleşti şeklinde cevaplandırılamaz.
Yeterli sayıda müslümanın Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenip ezberleyerek, diğer Müslümanlara öğrettikleri bilinen bir şeydir. Bu Müslümanların Müslümanlığını korumasının gerekli şartıdır; ancak bu şart yeterli değildir. Sadece Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenip öğretmek, İslâm toplumunun varlığını muhafaza etmesi için yeterli değildir; bunun ötesinde sünnete ittiba edilerek ortaya çıkmış olan İslâm toplumunun, kendi inşa edici ilkesini sürekli gözetmesi ve bunu sürekli canlı tutması gerekmiştir. Yukarıda İmam Şâfii’den yaptığımız iktibas bunun sadece bir örneğidir. Ancak sünnete ittibâ’nın ne zaman doğru olarak gerçekleştiği sorusunun da bir şekilde cevaplandırılması gerekmektedir. Bu cevap, Peygamber Efendimizin ahirete irtihâlinden hemen sonra, ümmetin icmâı olarak verilmiştir. Ancak burada bir hususu özellikle vurgulamak gerekmektedir: Asıl anlamı ile icmâ, tevâtür ile eş anlamlıdır. Başka bir ifade ile icmâ, üzerinde bilfiil anlaşılan sünnetten daha başka bir şey değildir.(6)
Böyle olunca İslâm toplumunun varlığını devam ettirirken, bir toplum olarak kimliğini ve birliğini muhafaza etmesini sağlayan en esaslı müşterek zemin, herkesin fiillerinde gerçekleşen ve fiilî tevâtür olarak nitelenebilecek olan icmâdır. icmâ, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet gibi, bunların bir kısmına tekabül eden, yani asıl olarak bunların bir kısmı üzerinde gerçekleşen ittifak olduğu için, bir yönüyle toplumun hüviyetini muhafaza eden, başka bir yönüyle de, bunun farkına varılarak vurgulanmasını ifade eden, fıkıhta bir asıl olduğu gibi, aynı zamanda da, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması söz konusu olduğunda kendisine nihâî merci olarak müracaat edilen, insanların irâdî bir şekilde oluşturmadığı ve oluşturamayacağı, bu anlamda toplumu aşan en esaslı ilkedir.
Diğer taraftan insan zihninin kendisine bağlı olarak işlediği diğer bir ilke, vasıflardaki benzerlikten hareketle, bir şey için geçerli olanın benzer vasıftakiler için de geçerli olması ilkesidir. Bu ilke, her insanın zihninin kendisine bağlı olarak çalıştığı bir ilkedir. Meselâ önceden tanınmış olan bir insanın, aradan az veya çok bir zaman sonra yeniden karşılaşıldığında yeniden tanınması, bu ilkeye bağlı olarak gerçekleşir. Bu ilke bir taraftan hafıza ile alakalı olduğu gibi diğer taraftan da sadece hafızadan ibaret değildir; benzer vasıflara sahip olan birisi, veya meselâ bir ağaç tipinin bir örneğini onun ayırıcı vasıflan ile bilen birisi tarafından, daha önce hiç görmediği bir yerde aynı ağaç tipine ait ağaçlan, o ağaç türüne dahil olarak teşhis etmesi böyledir.
Kısaca benzer vasıfları ayrı ayrı varlıklarda teşhis ederek, birisi için geçerli olanı diğeri için de geçerli kabul etmek, olmadan hayatımızı sürdüremeyeceğimiz, zihnimizin en esaslı çalışma ilkesidir. Bizim klasik eserlerde kıyas olarak ifade edilen ilke, işte bu genel ilkenin, bir fiil veya olay hakkında bir hükmü ifade eden nass ile daha sonra ortaya çıkmış olan fiil veya olayın hükmüne esas teşkil etmesi şeklinde başından itibaren tabi olunmuş,(7) zaman içerisinde incelikleri ortaya konularak oldukça teknik bir yöntem haline getirilmiş halidir. Kısaca bilinenden hareketle bilinmeyenin bilgisine ulaşmanın en önemli yollarından birisi olan kıyas, müslümanca yaşamanın sürdürülmesinin ön şartıdır ve bu gerçekleşmeden bırakın Müslüman olarak yaşamayı, herhangi bir insan olarak bile yaşamak mümkün değildir.
Dikkat edilecek olursa bizim Fıkıh Usûlü olarak bildiğimiz Kitâp, Sünnet, Icmâ ve Kıyas, İslâm toplumunun oluşunu ve varlığını devam ettirmesini sağlayan ilkelerdir. Bu yönden bu ilkelerin sırf bir anlama ve yorumlama yönteminin unsurları olarak görülmesi, sadece işin bir seviyesini görmek; bunun aslını fark etmemek anlamına gelmektedir. Bunların her birisi ile ilgili olarak geliştirilen, bütün incelikleri ile ortaya konularak pratik hayatta ve İlmî eserlerde uygulanan ikinci derecedeki ilkeler, bir tebliğe değil bir kitâba bile sığmayacak kadar geniş ve incelikli olduğu gibi, bunlarla ilgili alimlerin öncelikleri, alimden alime, dönemden döneme, yöreden yöreye de değişiklik arzetmektedir. Bu aynı zamanda alimlerin ve alimlerin ait oldukları çevrelerin durumları ile de alakalıdır. Bu hususu biraz daha yakından görebilmek için bazı misaller vermek gerekmektedir.
Bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerifler Arapçadır. Bütün klasik fıkıh ve tefsir usûlcülerinin ittifak ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerifleri anlamanın ön şartı, Arapça bilmektir. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’in Yüce Allah’ın Kelâmı olması, aynı zamanda “alîm” olan, her şeyi bilen Yüce Allah’ın ilmini de ifade ettiği için, onun mânâsının bir insan tarafından tam anlamıyla ihata edilmesi mümkün değildir. Aynı zamanda insanın Kur’ân-ı Kerîm’deki bütün âyetleri anlamış olması da gerekmez; önemli olan taraf, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği haliyle helalleri ve haramları bilmek ve bunlara uymaktır. Kur’ânın incelikleri ile ilgilenmek herkesin vazifesi olmadığı gibi, herkesin üstesinden gelebileceği bir mesele de değildir.
Bazı insanlar zeka olarak, bazı insanlar bayat şartları itibariyle, bazı insanlar da, herhangi bir şekilde ihtiyaç duymamalarından dolayı bununla uğraşmazlar. Ancak bu hiç kimsenin bu konu ile ilgilenmemesi gerektiği anlamına gelmez. Bilindiği gibi farz-ı kifâye terimi tam da bunu ifade etmektedir. Yani bazı insanlar bu konu ile uğraşmalı ve diğerlerine ulaştıkları neticeleri bildirmelidirler. Herkesin âlim olması mümkün olmadığı gibi, hiç kimsenin alim olmaması da kabul edilemez. O halde Kur’ân-ı Kerîm ile ilgilenen bir Müslüman grubu olmalıdır ve bunlar bu işi hem kendileri, hem de diğerleri için yapmalıdırlar. Daha başka bir ifade ile klasik tefsir ve fikıh usûlü, insanlar arasında ilmî olarak da bir işbölümünün gerçekleşmesi gerektiğini ve bu çerçevede, bu alanla uğraşacak olanların hangi vasıflan taşıması gerektiği üzerinde durmuşlardır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, bu ilimler İslâm toplumunun teşkil ettiği bir “dünya” içinde, bu dünyanın sürdürülmesinin bir şekli, bir yöntemi olarak ortaya çıkmış ve bu vazifelerini günümüze kadar sürdürmüşlerdir. [Bu ilimlerin teferruatta ne gibi neticeler ortaya çıkardığını, tefsir usûlü alanında da ‘Burhân, el-itkân, Menâhilul-İrfârı, Kitâbü’t-Teysîr, Kârıûnut’Te’vîl gibi eserlere bakılarak; fıkıh usûlü alamnda da İmam Şâfıi’nin er-Risâle’sinden başlayarak Büyük Haydar Efendi’nin Fıkıh Usûlü Dersleri’ne kadar metin, şerh ve hâşiye şeklinde yazılan binlerce fıkıh usûlü eseri incelenerek ortaya konulabilir. Bunların teferruatına girmek bir tebliğde imkân harici olduğu için, sadece ana hatları ile temas edilecektir.]
Klasik tavrı dile getiren, başta Zerkeşî’nin el-Burhân’ı ve Suyûtî’nin el-İtkân’ı olmak üzere birçok eser olmakla birlikte, bunlar arasından Kâfıyeci’nin Kitâbü’t- 1eysîrfi Kava idi İlmi’t-Tefsîr’i, ana hatları ile göz önüne alarak, yukarıda dile getirilen tavrın bazı özelliklerini tespit edip; bu çerçevede klasik yaklaşım şeklinin “imkân ve sınırlan” hakkında bazı noktaları tasrih edeceğim. İlk olarak hatırda tutulması gereken şey, Kâfiyeci için Kur’ân-ı Kerîm “Allah kelâmı” ve “insanlar için rahmet”tir. İkinci olarak Hz. Peygamber Kur’ân-ı Kerîmi “tefsir etmiş ve hükümleri beyân etmiş”tir. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Kelâmı olması ve insanlar için rahmet olması, onun problem olarak değil, bir nimet olarak algılandığını göstermektedir. Bu tavır tabii ki Kâfıyeci’ye hâs değildir; klasik tavır Kur’ân-ı Kerîm’i böyle görür. Diğer taraftan Peygamber Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i “tefsir ve hükümlerini beyân” etmiş olması da, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamaya yönelmiş olan bir âlimin elde bir saydığı esastır.
Kur’ân’ın anlaşılması ve yorumlanması söz konusu olduğunda sayılan diğer şartlar, bu ön şartlara bağlı ve bu şartların oluşturduğu zemin üzerinde söz konusu olabilmektedir. Yani Kur’an-ı Kerîm’in bu rahmet ve nimet olduğunun farkında olmayan veya bunun farkına varamamış olan birisinin onu anlamaya ve yorumlamaya yönelmesi anlamlı olmadığı gibi, Peygamber Efendimizin onu tefsir ve hükümlerini beyân ettiğini anlama ve yorum faaliyetinin zeminine yerleştirmeyen birisinin Kur’An-ı Kerîm’i anlama ve yorumlamaya yönelmesi, ulûm-u dıniyye içinde İlmî bir mevki edinemez. Bunların yanında kafiyecinin vurguladığı başka bir nokta da, Kur’ân-ı Kerîm’in insanlara söyleyeceğinin hiçbir insan tarafından ve hiçbir dönemde, bütün zaman ve mekânlar için kavranıp ifade edilemeyeceğini, bundan dolayı her dönemde bunun araştırılmasının zorunlu olduğudur. Bu husus da, diğer iki husus gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması ve yorumlanması söz konusu olduğunda başından teslim edilen zeminin bir parçasıdır.
Klasik tavrın niçin ilk iki “ön şartı”, tefsirin ilkesi veya yorum kuralı olarak değil de, yorumun zemini olarak kabul ettiklerini çok kısaca, yukarıda dile getirdiğimiz hususların da hatırda tutularak, Kur’ân-ı Kerîm’in İslâm Dîni ve İslâm Toplumu’nun “varlık nedeni” (sebeb-i vücûdu), Hz. Peygamber’e ıttibânın ise, İslâm toplumunun inşa edici ilkesi olduğunu; ilimlerin bu toplumun varlığını sürdürmede takip edilen “metodik” bir yöneliş olduğunu; Tefsir ilminin de, bu ilimlerden birisi olarak, ancak bu zemin içerisinde ve Müslümanların karşılaştıkları meseleleri, bu zemin üzerinde halledilmesi gayretinin neticesi olduğunu; bu gayretin hiçbir zaman, insanlar varolmaya devam ettiği müddet bitmeyeceğini ifade etmektedir.
Buradan bakarak Kâfıyeci diğer ilimlere göre tefsir ilminin konumunu, vücûda göre göz olarak tespit etmektedir.(8) Bu teşbih, ürerinde uzun uzun durulması gereken bir husus olmakla birlikte, tefsir ilminin konumunu tasrih etmesi cihetinden kısaca açıklanması gerekir. Kabaca göz, insanın dışarıya yönelik en etkili duyusu olarak, gerekli ışığı bulduğunda insanın etrafında olup biteni anlamasını sağladığı gibi, tefsir ilmi de insanın etrafında olup biteni -müslüman gözüyle- “görmesini” sağlar; etrafında olup bitenin Kur anda “bulunduğunu” değil.(9) Yani tefsir insana etrafında olup biten her ne ise onu, Kur’ân-ı Kerîm’in ışığında görmesini sağlar. Bu aynı zamanda müslümana etrafında olup biten karşısında mesafeli bir ‘duruş’ sağladığı için, gidişata teslim olmasını engelleyerek, onu muhafaza eder. Bu husus —son zamanlarda ortaya çıktığı haliyle- meselâ ilmî tefsir veya benzer yaklaşım şekillerinin klasik tavra ne kadar uzakta durduğunu göstermektedir. Kâfîyeci’nin “tefsir” terimini açıklarken söyledikleri, tam da bunu ifade etmektedir.
“Tefsir” terimi, Kâfiyeci’nin ifadelerinde dile geldiği haliyle, örfte, yani dînî ilimlerin bir terimi olarak, “Kur’ân’ın mânâlarının keşfi ve muradın beyânı”dır. Murâd, manâlardan daha geneldir; çünkü mânâ, her halde Kur’ân-ı Kerîm’deki ifadelerin, kelime, âyet ve sûrelerin muhtelif cihetlerden doğrudan “delâletlerini” ifade ederken, murâd bunların ötesini ifade etmektedir. Kâfiyeci’nin mânâ’yı açıklarken kullandığı ifadeler, kolayca okunup geçilebilecek ifadeler değildir. O, mânâlar derken, “lugavî” olanı “şer’î” olandan tefrik etmektedir.
Bu tefriki, yukarıda zikrettiğimiz “hakikat seviyeleri”ni dikkate almadan anlamak mümkün değildir. -Tefsir teriminin “örfteki” anlamını açıklarken de yine aynı hakikat seviyelerini dikkate alarak konuşmaktaydı.- Diğer taraftan bir sözün “mânâsı”, vaz’a bağlı olarak tespit edilebileceği gibi, “makâm”ın, sözün söylenmesindeki kasdın (sevkü’l-kelâm) ve nihâyet “ahvâlin karineleri” yardımı ile de tespit olunabilir. Bunlara misal olarak zikrettiği hususlar, -gök ve yer, Cennet ve Cehennem, Ahkâm-ı Hamse ve bunların levâzımmdan olan sîgalar- onun bunlarla neyi kastettiğini ana hatları ile ifşa etmektedir.
Burada çok mucez bir şekilde ifade edilen hususlar biraz şerh edilecek olursa, klasik tefsir anlayışının takip ettiği yöntemin ana hatları ortaya çıkabilir. Bunlardan birisi mânânın bizim karşımıza en az üç şekilde çıkabileceğidir: Birincisi lugavî mânâsıdır, ki bu bir sözün lugavî hakikatteki karşılığım ifade eder. İkincisi şer’î mânâsıdır ki, bu sem’iyyât veya şer’î hakîkat seviyesinde karşımıza çıkar. Üçüncüsü ise örfteki mânâsıdır ki, bu mânâ dînî ilimlerin terimi haline gelmiş bulunan bir terimin, bu ilimlerin teşkil ettiği hakikat seviyesindeki karşılığına tekâbül etmektedir. Diğeri, sözün ve sözü söyleyenin konumu ile sözün söylendiği şartların dikkate alınmasıdır ki, bu tamamen -dil öncesi veya dil dışı olarak nitelenebilecek- ma’kûlât seviyesine tekâbül etmektedir.
Bu hususların her birisi kendi başına bir konu olmakla birlikte burada kabaca biraz daha üzerinde durduktan sonr,klasik anlayışın bunu teferruatta, tefsîr usûlü eserlerinde bu hususların her birini nasıl bir bölüm başlığı haline getirdiklerini; hatta her birisi hakkında müstakil kitaplar yazdıklarını kısaca hatırlatacağım. Ancak buna geçmeden önce Kâfiyeci’nin —klasik alimlerin hemen hepsinin yaptığı gibi- yaptığı bir ayırıma da temas etmek gerekecektir. Bu ayırım, tefsir ile te’vîl arasında yapılan ayırımdır. Buna göre te’vîl, “Örfte”, bir lafzı, usûle muvafık olması için, ifade etmesi muhtemel olan vecihlerden birisine hamletmektir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, te’vîlin meşrû olabilmesi için, lafzın buna elvermesi gerektiğidir. Eğer bir lafız elvermediği bir vecbe hamlediliyorsa buna te’vîl denilmez.
Bu minvalden olmak üzere Kâfiyeci’nin İmâm Mâtürîdî’den naklettiği bir ifade, klasik tavrın, yukarıda icmâlen zikredilen bir özelliğini daha dile getirmektedir. Nitekim Mâtürîdî tefsiri, icmâ ve tevâtür gibi açık ve kesin bir delile dayalı olarak “murâdı” tespit etme gayreti olarak tanımlamış; te’vîli ise hamletmenin âkıbetini ve işin sonunu beyân ederken kesin olmayan bir delîle dayanan ve zann-ı gâlib ifade eden yaklaşım şekli olarak tanımlayarak, tefsirden ayırmıştır. Tefsir ve te’vîl terimlerinin muhtelif âlimler tarafından nasıl tanımlandığı önemli bir mesele olmakla birlikte, bunların tanımlanmasında dikkate alınan nokta oldukça önemlidir. Hem tefsir hem de te’vîl mutlaka bir delile dayanmalıdır; bu delilin tefsirde kesin, te’vîlde ise zann-ı gâlib olması uygundur. Tefsirde kesin delil denilirken kastedilen her şeyden önce “mütevâtir” ve “icmâ”dır. Dikkat edilecek olursa tefsirde en esaslı delil, icmâ ve tevatürdür ki, bunun niçin böyle olması gerektiğine yukarıda işaret edilmişti.
Dikkat edilecek olursa Kâfiyeci önce dil ile ilgili olan hususları zikretmektedir. Bu durum bizim Kur’ân-ı Kerîm ile nasıl karşılaştığımızı ifade eder. Biz Kur’ân-ı Kerîm ile “kelâm” olarak karşılaşırız. Öyle olunca da öncelikle onun “bir dilde” bize ulaştığını ve bir “hitâb” olarak bize ulaştığını hatırda tutmamız gerekecektir. Kur’ân-ı Kerîm’in bir dilde ve bir hitâb olarak bize ulaşması, ilmin mâlûma tâbî olduğu ilkesinden hareketle, onu anlamaya yönelecek olan insanın, genel olarak dili ve özel olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in bize ulaştığı dili bilmesi gerektiği çok açık olacaktır. Ancak bir dili konuşabilmek ile o dili ilmî olarak incelemek birbirinden farklı iki haldir. Birisi bir bal, diğeri ise, o hal üzerinde araştırma yapmakla ulaşılan, bu hal üzerindeki bir şuur hâlidir. Dil bilgisi derken Kâfiyeci’nin ifade ettiği hal, dili konuşmak veya yazmak anlamındaki hal değil, bunun ötesinde, bu hale sahip olan insanın bunu nasıl yaptığının şuuruna varmak için yaptığı çalışmaların neticesinde ulaştığı haldir.
Bu çalışmaların neticesinde insan, Kur’ân-ı Kerîm’deki lafızların veya nazmın, lugavî bir hakikati olmakla birlikte, yani Arapça olmakla birlikte, kendine has bir Arapça olduğunu fark eder ki, bu fark ediş onu, şer’î olana ulaştırır. Bunu çok kabaca şöyle ifade edebiliriz: Kur’ân-ı Kerim’de bulunan hemen bütün kelimeler ve sigalar Câhiliyye Araplarının da kullandığı kelimelerdi; ancak bu kelimelerin Kur’ân-ı Kerîm’deki mânâları, câhiliyye Araplarının kullandığı mânâlardan farklılaştı. İşte farklılaşan bu mânâlara “şer’î mânalar” denildiği gibi, bu mânâların teşkil ettiği hakikate, yani ilâhî hitâb ile sâbit olan şeylere, şer’î hakikatler denilmektedir. Bu yönden şer’î mânâları anlayabilmek için lugavî mânâları bilmek gerekli ise de, yeterli değildir. Bu Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşırken dikkate alınması gereken mühim bir ilkedir. Diğer taraftan mânâ, kelimeyi vaz’edenin vaz’ının tespiti yoluyla tayin edilebileceği gibi, sözün makamı ve söylenme nedeni ile ahvâlin karineleri dikkate alınarak da yapılabilir. Ancak buradaki unsurlar ya /ya da değil, genellikle hem/hem de şeklinde düşünülmelidir.
Klasik tavrın Kur’ân-ı Kerîm’e yönelirken gözettiği amaç, itikâd ve ameldir. Aslmda itikadı kalbin ameli olarak kabul edecek olursak, Kur ân-ı Kerîm e yönelmenin amelden başka bir amacının olmadığını söylemek gerekir. Bunlardan birincisi akide ile ilgili olandır ve İkincisi de kabaca fıkıhtır. Bilindiği gibi İmam-ı Azam Ebû Hanife bu ikisini de fıkıh olarak isimlendirerek, birincisine el-fıkhu’l-ekber İkincisine de el-fıkhu’l-asgar demiştir. Bu isimlendirme de, dildeki mânâsı “anlamak” olan fıkıh teriminin, amele matuf olarak söz konusu olabileceğini ve klasik tavrın hep bu “yönelişi” dikkate alarak incelenmesi gerektiğini gösterir.
Yukarıda işaret edildiği gibi “ilim maluma bağlı” olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm’e yönelirken, onun ne olduğunu ve bizim karşımıza nasıl çıktığım dikkate almak gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm Arapça olduğuna göre, yani bir dilde karşımıza çıktığına göre, öncelikle bilinmesi gereken bu dildir. Bu çerçevede ilk olarak dikkate alınan husus dil ile ilgilidir. Kâfıyeci’yi dikkate alarak bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Dil ile ilgili olarak öncelikle kelimelerin anlamlarının bilinmesi gerekir. İkinci olarak sarfın bilinmesi, üçüncü olarak nahiv ilminin bilinmesi, dördüncü olarak ma’ânı, beşinci olarak beyân ve nihâyet altıncı olarak bedî’ ilminin bilimesi gerekecektir. Ancak bunların bilinmesi yetmez; burada bilinmesi gereken daha başka bir husus vardır ki, bu doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’in zâtı ile ilgilidir Buna kısaca “kırâ’at ilmi” denilmektedir. Kırâ’at ilk bakışta dil ile ilgili olsa da doğrudan dil ile alakalı değildir; bu Kur’ân-ı Kerîm’in varoluş şeklini ifade eder. Kısaca Kur’ân-ı Kerîm, kırâ’at edilerek varlığını sürdürür. Bu yönden kırâ’at ve bunun muhtelif şekilleri, Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşılırken mutlaka bilinmesi gereken bir esastır. Burada yine dil ile ilgili olan ve Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması açısından tayin edici bir ayıran hakkında da birkaç şey söylemek gerekecektir. Bilindiği gibi klasik dil bilimi bir dildeki ifadeleri ana hatları ile iki kısma ayırmaktadır. Bunlardan birincisi haber diğeri ise inşâ’dır.(10) Haber, kendinde doğru ve yanlış olmayı kabul eden ifadelerdir. Buna karşılık inşâ, doğru veya yanlış olması söz konusu olmayan, anlamlarını telaffuz edilmeleri ile sağlayan ifadelerdir.
Bu cihetten Kur’ân-ı Kerîm, içinde her ne kadar ihbârî ifadeler bulunsa da, bir bütün olarak inşâî bir hitâbdır. Onun anlamı, bir İslâm toplumu olarak ortaya çıkmıştır ve ona ittibâ devam ettiği sürece de o, kendi anlamını, yani İslâm toplumunu var kılmaya devam edecektir. Bu husus kendisini, Kur’ân-ı Kerîme yönelen insanların, amel amaçlı olarak yönelip yönelmedikleri ile irtibatlı olarak daha da bariz bir hale getirir. Daha doğrusu, Kur’ân-ı Kerîm’in anlamlarını ortaya çıkarması ancak ona ittibâ etmeye, onunla amel etmeye hazır ve bu amaçla ona yönelmiş olan insanların, bu yönelişlerindeki iradelerinin gücü ve samimiyetlerine bağlı gözükmektedir.(11)
Bunların yanında, her ne kadar bize nakil yoluyla gelse de, kendinde dil dışı olan unsurlann da bilinmesi gerekir ki, bunlann başında esbâb-ı nüzul gelmektedir. Aynı şekilde kıssalann anlaşılması söz konusu olduğunda, tarih araş- tırmaJannın bu hususta dikkate alınması gerekecektir. Bunlara ek olarak sünnetin bilinmesi; fıkhın ve fıkıh usûlünün bilinmesi de, mutlaka bilinmesi gereken ilimlerdendir. Bunlara ek olarak kelâm ilminin bilinmesi gerekmektedir ki, bunlann hepsi bizi, örfî hakikat dediğimiz dîni ilimleri bilmeye yönlendirmektedir. Nihâyet Kâfiyeci’nin ilm-i mevhibe dediği başka bir ilim vardır ki, bu ilim İçişinin bildiği ile amel etmesinin neticesinde elde edilen bir ilimdir.
Burada kısaca başlıkları zikredilen ilimler bunlar olmakla birlikte, dikkat edilecek olursa, Kâfiyeci Kur’ân-ı Kerîm’e yaklaşırken muhtelif hakikat sevi’ yelerini dikkate almakla birlikte, bunlar arasında ahlak, fıkıh, fıkıh usûlü ve kelâm ilimleri örfî hakikate tekâbül etmekte; Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasının ancak bu örf çerçevesinde sahih bir şekilde gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Bu hususun açıklaması kabaca yukanda yapıldığı için burada üzerinde tekrar durmaya gerek görmüyorum. Bundan başka Kâdı Abdülcebbâr’ın bu konuda kısaca özetlediği klasik tavır, ondan yaptığım bir iktibas üzerinde yukarıda ele alınmış olduğu için, burada ayrıca üzerinde durulmasına gerek yoktur. (Bak: Inşâ-Haber Ayrımı).
III
Son olarak klasik yöntemleri reddederek, yeni bir yaklaşım şekli getirme iddiasında olanların bazı tezleri ile alakalı olarak önemli olduğuna inandığım bazı hususlara da işaret etmek istiyorum.
Klasik anlama yöntemleri, Kur’ân-ı Kerîm’in varlık, bilgi ve değer kaynağı olduğunu bildikleri için, onu anlama ve yorumlamayı herhangi bir edebî eseri anlama ve yorumlamadan ayırmışlardır. Herhangi edebî bir eseri veya kazılarda bulunan herhangi bir metni veya eseri anlamak ve yorumlamak ile, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerifler ve hatta bir fıkıh ve tefsir kitabını anlamak ve yorumlamak bir ve aynı şey değildir. Özellikle Kur’ân ve hadisler söz konusu olduğunda, bunlarla müslümanın ilişkisi, bir özne-nesne, bir suje-obje ilişkisi değildir; bunlar arasındaki ilişki, varoluşsal bir ilişkidir. Daha başka bir ifade ile Kur’ân ve Hadisler, müslümanın varoluşunun kaynağı oldukları için, bunlar söz konusu olduğunda müslümanın kendisini bunlardan ayırarak, “ben ve Kur’ân” demesi mümkün değildir. Çünkü müslümanın “ben”liği, zaten Kur’ân olmadan, daha doğrusu Kur’ân’a inanmadan mevcut olamaz.
Bu çerçevede Kur’ân’ın anlaşılması söz konusu olduğunda, genel olarak modern insan gibi, modernleştirilmiş müslümanlar olarak, Kur’ân ile irtibatımızın oldukça sıkıntılı bir hal aldığı- Kur’ân’a “nesnel” yaklaşmak gibi bir durumla karşı karşıya kaldığımızı: bununda müslüman ile Kur an arasındaki, dünyasının esasını oluşturan ve onu önce- leven, bu anlamda varlık ve bilgi kaynağı olan Kur’ân yerine, onu “nesne” haline getirerek, onun varlığımız ve müslüman olarak varoluşumuzla irtibatım kurmadan, ilk ve önce olam, soma ve sıradan hale getirmek gibi bir sıkıntıyı yaşamaktayız. Bizim Kur’ânı anlama ve yorumlama meselesine yönelirken, önce kendi varoluşumuzu söz konusu etmemiz ve bu çerçevede, sadece bir bilgi kaynağı olarak değil, aynı zamanda bir varlık kaynağı olarak Kur’âriı yeniden teşhis etmemiz gerekecektir.
Klasik tavnn önemli özelliklerinden birisi, mevcûdu her halde “dikkate alması”dır. Bu onun ayıncı özelliğidir. Bu özellik kendisini aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûl dönemi ile irtibatı kurulurken de göstermektedir. Nüzûl döneminde mevcudun dikkate alınması demek, mevcûdun “vesîle” olması demektir. Buna karşılık modemizm, nüzûl dönemini nâzil olan âyetlerin “esası” olarak kabul ettiği gibi, bu çerçevede yaşadığımız dönemdeki mevcûdun da “esas” kabul edilmesi gerektiğini söyler. Modemizmin en önemli vasfı, Kur’âriı en iyi ihtimalle bir “bilgi” kaynağı olarak kabul etmesi; onun bir varlık kaynağı olduğunu fark edememesidir. Modemizmin en uç savunuculan için Kur’ân-ı Kerîm, sadece nüzûl dönemi için, o dönemdeki mevcut hakkında, tarihî bir bilgi kaynağından öte bir belge değildir ki, bu kabaca Kur’ân-ı Kerîm’in “nesneleştirilmesi’nin, Oryantalizmde gördüğümüz basit bir şeklinden ibarettir.
Klasik tavır mevcudu “dikkate” almakla birlikte, ona mesafeli bir şekilde durmayı mûcip iken, modemizm mevcûdu “esas” olarak kabul ederek, Kur’ân ve klasik tavra karşı mesâfeli durur. Bundan dolayı klasik tavır Müslümanlara mevcut karşısında özgür olmayı; modemist tavır ise klasik geleneğe karşı “özgürleşmeyi” içerir. Bunun neticesinde birinci tavır için her zaman mevcut dönüştürülmesi veya ıslah edilmesi gereken bir hal iken, ikinci tavır için klasik tavır, kısmen veya tamamen bir “problem” teşkil eder; Müslümanların sırtında atılması gereken bir yük olarak kabul edilir. Halbuki klasik anlama yöntemleri, Kur’ân-ı Kerîm’i Yüce Allah’ın insanlara verdiği en büyük nimet olarak kabul ederler.
Klasik usul söz konusu olduğunda, bu usulün kendisinin ve onunla elde edilen neticelerin bize yabancı kaldığını; veya bizim onlarla olan irtibatımızı kopardığımızı söylemek, herhangi bir abartmayı içinde taşımayan bir tespittir. Genel olarak İslâm Dünyası, özel olarak da Türkiye bir “dünya” değiştirme süreci yaşadı Bu sürecin başanlı olup olmadığı, bizim hakikaten “yeni bir dünyaya” taşındığımız veya evimizi değiştirdiğimizi söylemek, oldukça zor gözükmektedir. Aksine evimizin sömürge döneminden itibaren bir istilaya maruz kaldığını ve fiziki açıdan hâlâ kadim evimizde yaşıyor gözüksek de, evin düzeninin alt üst olduğunu söylememiz mümkündür. Bizim dünya değiştirmemekle birlikte, evimizin düzeninin değişmesi, bizim genel olarak klasik metinleri, özel olarak da klasik usul ile olan irtibatımızı da zedeledi. Klasik usulün bize uzak kalması, bizim evimizdeki düzensizlikle alakalı gibi gözükmektedir.
Modernizmin temel argümanı ise kabaca şu şekilde özetlenebilir: Biz, bugün kendi şartlarımızda yaşayan müslümanlar olarak, mesela Şafiî ve Gazalî’den daha az müslüman değiliz. Onlar da bizden daha fazla müslüman değildi. Bu durumda onların kendi şartlarını “esas” alarak, kendi şartlarında geliştirdikleri yöntemleri ve bu yöntemlere bağlı olarak elde ettiklerini ölçü olarak kabul edip, kendi müslümanlığımızı değerlendirenleyiz.
Eğer mesele müslümanlık ise, her zaman ve yerde müslüman olunabilir ve biz de “kendi şartlarımızın” müslümanıyız. Mesele sadece şartlardaki bazı değişikliklerden ibarettir ve yeni durumu, bizim müslümanlığımızı gerçekleştireceğimiz yeni şartlar olarak kabul ederek, bu şartlan “esas alan” bir “anlama ve yorumlama” yöntemi veya yöntemleri geliştirmemiz gerekecektir. Buna karşılık —yukarıda işaret edildiği gibi- klasik tavır, içinde bulunduğu şartlan hiçbir zaman “esas” olarak kabul etmez; sadece “dikkate” alır; ve bununla irtibatlı olarak Islâm toplumunun hüviyetini muhafaza etmek amacıyla, yöntem içerisinde gerekli “tecdîdi” gerçekleştirir. Bunun nasıl yapıldığım görmek için klasik tavrın -hem Tefsir hem de Fıkıh Usûlü alanında- tarihî gelişimini takip etmek yeterlidir.
Son olarak şunu ifade etmemiz gerekecektir: Klasik anlama yöntemlerinin imkânlannı kullanmadığımız/kullanamadığımız için, onlann sınırlarından bahsetmek anlamlı olmayacaktır. Bu yöntemlerin sınırları, onlann imkânlannı kullanmaya başladığımızda kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Tahsin Görgün-İlahi Sözün Gücü,syf:211-235
Dipnotlar:
1.)Bu tebliğde müzakerecilerin Tefsir ve Fıkıh Usûlü ilimlerini ve bu alanlarda telif edilmiş o eserleri en azından ana hatları ile bildikleri varsayarak, bu eserlerde geniş bir şeklide dile getirilen hususlar doğrudan söz konusu edilmemiştir.Tebliğ,bu ilimleri bir şekilde yeniden ifa de/inşâ etme veya bu eserlerde ortaya konulan yaklaşım şekillerini dile getirmek gibi bir iddia taşımamaktadır. Tebliğ genel olarak bu ilimler ile Kur’ân arasındaki irtibatın nasıl kavranabileceği ile ilgili bazı esasları işaret etme amacına matuftur.
2.Bu tasnif genel olarak Osmanlı ulemâsı tarafindan da kabul görmüştür. Bu konuda bak:Şeyhu’l İslam Ahmed Bin Yahya bin Muhammed el-Hafid el Herevi(Hafid-i Teftezani),Kitabü’d Dürri’n-Nadid min Mecmu’atil-Hafid,Kahire 1322;Taşköprüzade,Miftahu’s-sa’ade ve Misbahü’s-siyade,Beyrut 1988;Katip Çelebi,Keşfü’z Zünun,1,Mukaddime
3.) Bedreddin ez-Zerkeşî, el’Burhânfî ‘Ulûmi’l’Kur’ân, thk. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim, Dârü t Türâs: Kahire t.y (muhtemelen 1958), I, s. 6
4.)Burada bize yol gösterecek en esaslı terim, Arapça “dâr” veya Batı dillerinde kullanıldığı haliyle “World”, “Welt” ve “Monde”, türkçe’de kullanılan “Dünya” terimi olacaktır. Bu husustî dikkat edilmesi gereken en önemli husus, günlük dilde ve hatta ilim dilinde kullanıldığı haliyle “Dünya”nm “Din” ile ilişkisi olacaktır. “İslam Dünyası” denildiğinde kastedilen, ilk bakışta bir “coğrafya” olsa da, bu coğrafyanın fiziki coğrafya olarak tarihin muhtelif dönemlerinde aynı kalmakla birlikte,zamanla beşeri coğrafyada ortaya çıkan bazı esaslı değişikliklerden sonra’farklı’dünyalara ait olması,’’Dünya’’nın,esas itibariyle bir fiziki coğrafya terimi olmadığı bunun ötesinde özellikle İslam veya Hıristiyan dünyası denildiğinde, doğrudan din ile irtibatlı beşerî coğrafyaya matuf olduğu açıktır. [Mesela bugünkü İspanya, tarihin belli dönemlerinde İslam Dünyasının bir parçası iken, bugün hıristiyan dünyasının bir parçasıdır.] Burada yine dikkat edilmesi gereken husus, Kur’ânın bu dünyayı hem ilke olarak hem de zaman olarak öncelemesidir. Yani bu “Dünya” hakkında konuşmak, Kur’ânın bu “Dünya”ya göre ilke ve ilklik açısından “önceliğini” farketmekle hakiki anlamını kazanır. Bizim Kur’ânı anlamaya ve yorumlamaya çalışırken üzerinde durmamız gereken ilk ve en önemli nokta, Dünyamızın varlığını önceleyen Kur’ân ile bu Dünya arasındaki irtibatı kurmak olarak zuhur etmektedir.
5.)Elmalılı M. Hamdı Yazır Makaleler 1, haz. A. Cûneyd Köksal ve Murad Kaya, İstanbul: Kitabevi 1997, t. 265 vd
6.)Bu hususta meselâ Izutsu’nun eserleri, özellikle Kur’ân’da Allah ve İnsan isimli eseri dikkatlice incelenecek olursa, bu eserin bütün kalitesi ve seviyesine rağmen, cahiliyye şiirini dikkate almakla birlikte Sünneti tamamen ihmal etmekle özürlü olduğu fark edilir. Zaten Müslüman olmayan birisinin Kur’ân-ı Kerîm’i bir Müslüman gibi, yani onu tebliğ ve beyân edenin beyânını esas alarak anlaması da beklenemez.
7.)İbnü’l-Münzir’in (öl. 318) Kitâbü’l’İcmâ (tahk. ve terceme Abdiilkâdir Şener, Ankara 1983 isimli eseri bu konuda yeterince fikir vermektedir.
8.)Hz. Ömer’in (R. A.) Ebû Mûsâ el-Eş’ârî’ye (R. A.) gönderdiği meşhur mektup bunun en barız delillerinden birisidir. Mektup için hak: İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, İ’lâmü’l’Muvakk’în, nşr. Muhammed el-Mu’tasım bi’llâh el-Bağdâdî, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-Arabî 19982,1, s. 92
9.)Muhyiddîn el-Kâfiyeci, Kıtâbu t-Teysİr fi Kavâ’idi ‘İlmı’t-Tefsîr, tahkik ve terceme İsmail Cerrahoğlu, Ankara 19892, s. 2
10.) Kâfiyeci bu tavrı, “Kur’ân’ı kendi mezheplerine göre te’vîl etmek” olarak nitelemekte ve insanın kendi görüşlerini veya kabul etmek zorunda kaldıklarını Kur’ân’a tasdik ettirmek ok rak kabul ederek, reddetmektedir. Teysir, s. 8
11.) Bu konu için bak: Suyûtî, elİtkân fi Ulûmi’lKur’ân II, Beyrut: Dârü’l-Ma’rife, t.y., 8.97-10