Kitap ve Sünnet’e Bağlılığın Gereği
Mükemmel ve son din olarak gönderilmiş bulunan İslâmın iki kaynağı, Kitap ve Hz. Peygamber’in yaşayışı ve yorumları demek olan Sünnettir. Bu iki asl’a ya doğrudan veya dolayısıyla dayanmayan, bunlardan kaynaklanmayan hiçbir görüş ve uygulama “İslâmî bir nitelik ve kimlik” taşımaz. Bu sebeple alimler, sürekli olarak bütün güçleriyle ve İlmî metodlarla bu iki temel kaynağı değerlendirmeye, yaşadıkları devir ve bölge şartlarına göre en uygun uygulama şeklini tespite çalışmışlardır.
Görüş ve uygulamaların böylece “İslâmî bir nitelik” kazanmasını sağlama gayreti içinde olmuşlardır. Ayrıca İslâma yabancı ne kadar gelişme ve akım varsa, onlara Kitap ve Sünnet ölçüleriyle karşı çıkarak mücadele etmiş ve toplumların İslâmî kimliklerini korumalarına yardımcı olmuşlardır. Buna, bugün çok rahat bir şekilde kültürler arası mücadelede İslâm kültürünün ya da İslâm ülkelerinin kültür politikalarının korunması, geçerli veya üstün kılınması da diyebiliriz. Yani Kitap ve Sünnete bağlanmak (i’tisam), Müslüman bireylerin dinî şahsiyelerinin, Müslüman ülkelerin kültür politikalarının hem adı hem de vaz geçilmez şartıdır. Zaten, ileride muhteva anlatılırken de görüleceği gibi, diğer din mensuplarına karşı takınılacak tavır ve onların Müslümanlara olan etkileri de i’tisam bölümü içinde İncelenmektedir. Ayrıca İslâm Kültürü’ne, yani Kitap ve Sünnet verilerine yabancı her duygunun heva, her uygulamanın da bid’at sayıldığına ve “Kitap ve Sünnete bağlanma”nm tabiî sonucunun heva ve bid’atlardan uzak kalmak olduğuna dikkat çekilmektedir.
Konunun hem İlmî hem dînî ve hem de sosyal boyutuna çok açık şekilde ışık tutan bir hadîs-i şerifinde Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“Size, sımsıkı sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün Sünneti”(1)
Müslümanlar için kimlik kaybına uğramama ve sosyal baskılara yenik düşmemenin yolu, “Kitap ve Sünnete Bağlılık ’tır. Kabul etmek gerekir ki, daima başıbozuk ve serbest bir hayatı arzulayan his ve heveslerin, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâm esaslarına tabi kılınması, günümüzün çok karmaşık ve bunalımlı gidişi içinde, geçmiştekinden daha da önemli ve ciddî bir nitelik kazanmış bulunmaktadır. Bugün Müslümanların önemli bir kesiminin, duygularının, egemen güçlerin ve İslâm dışı unsurların propagandalarının şekillendirip yozlaştırdığı bir anlayış ve yaşayışa gönül verdikleri inkar kabul etmez acı bir gerçektir. Her durumda Kitap ve Sünnete bağlı kalması gereken Müslümanları heva ve heveslerinin uydusu görmek, İslâm kimliği ve kişiliği noktasından, toplumda büyük ve ciddî bir gönül hastalığının varlığına işarettir. Hemen hemen herkes, kendi his ve heveslerine göre Müslüman olmaya özeniyor. Konuları fertler “bana göre’, topluluklar “bize göre” diye yorumluyor, “İslama göre Müslüman olma görevi”ni ihmal ettiklerinin farkına bile varmıyorlar. Bu tavırlarına bir de “çağdaşlık” kılıfını geçirdiler mi, tehlikenin boyutları iyice büyüyüveriyor. Oysa heva ve heveslere göre Müslüman olmak değil, Kitap ve Sünnete göre Müslüman olmakla görevli bulunuyoruz.” Heveslerine uyanlardan daha sapık kim vardır?”(Kasas,50) “Kim Rabbinin azametinden korkup nefsini, heveslerinin sevkettiği kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer hiç şüphesiz cennettir.”(Naziat,40-41)
Burada tarihi bir olgu ve gerçeğe dikkat çekmek yerinde olacaktır. Kur’an-ı Kerîm’de peygamberlerin verdiği mücadeleye baktığımız zaman, kirlenme ister sosyal, ister ekonomik, ister ahlakî görünümde olsun, tedavî daima inanç noktasından başlatılmıştır.(2) Bu gerçek, her çeşit kirlenmenin doğrudan inanç ile ilgili olduğunu göstermektedir. Dün böyle olduğu gibi bugün de böyledir. Kafa ve gönüllerdeki kirlenme dışa vurmuş sosyal kirlenme haline dönüşmüştür.
Hadisçi gözüyle olaya bakıldığı zaman sosyal kirlenme, bid’at ve hurafeyi paylaşma, yaşama, onu toplum hayatında yaygınlaştırma olayıdır. Yani Sünnet çerçevesinin ihmal ve terk edilmesi sonucudur. Ayrıca şuna da işaret edilmelidir ki, günümüzün sosyal kirlenmesi, sistem orijinli ve vahyin kurallarına ters düşen seküler bir yapıyı benimsemiş olmanın ürünüdür.
Kirlenme -günümüzde olduğu gibi- kirlendiğini fark edememe noktasına ulaşmışsa iş çok daha ciddî ve tehlikeli bir hal almış demektir. Toplumu etkileyen fert, kurum ve kuruluşlardaki kirlenmenin değişik şekillerde ortaya dökülmesi, toplumda derin bir karamsarlık doğurmakta, düzelme ve düzeltme ümitleri yok olup gitmektedir.
Gerçek ve Sünnetten yana olanlar en az batıl ve bid’atı savunanlar kadar gayret göstermezlerse, sosyal temizlik bir hayal olarak kalır. Bunun için mevcut duruma yönelik kölelik ve teslimiyet duygularını yüreklerden söküp atmak, bilgi ve hikmetle donatılmış bir temizlik çalışmasını tüm toplumu kucaklayacak tarzda ve kurumlaşarak başlatmak gerekmektedir.
Şuna da işaret edelim ki, son birkaç yıldır ülkede resmi söylem olarak dikkat çeken irtica yaygaraları arasında sinsi ve sessizce yayılan bir irtidat olayı yaşanmaktadır. Bu durum Hristiyan misyonerlerin ve satanistlerin ekmeğine yağ süren bir sosyal ortam anlamına gelmektedir. Toplum her türlü savunma mekanizmalarından yoksun bırakılmış olmanın çaresizliğini yaşamaktadır.
Gerçeği söylemek gerçeğin hakkıdır. Geçmişteki sosyal kirlenmeler, inanç yenilemesi, yeniden tevhid inancını hakim kılıcı bir anlayışı paylaşma çağrısı ile tedavi edildiği gibi günümüzde de bilenlerin öncülüğünde iman yenilemesi, Müslüman kimliğine sahip çıkılması yoluyla söz konusu kirlenmeden kurtulmak mümkündür.
Ancak bunun için “Kitap ve Sünnete Bağlılık” ve Hz. Peygamber’in getirdiklerine gönülden tabi olmak gerekir. Bu da öncelikle bu temellerin tanınmasına ve bilinmesine bağlıdır. İşin İlmî boyutu burada kendisini göstermektedir. Kitap ve Sünnetin öğrenilmesi, onların mesele edinilmesiyle ilgilidir. Bu da âyet ve hadîsler üzerinde durup düşünmek ve geçmişteki alimlerin konuya ilişkin yorumları ve anlayışlarını öğrenip günün şartları çerçevesinde değerlendirmekle mümkündür.(3)
Son yıllarda İslâm dünyasının gündemine gelen “bilginin İslâmîleştirilmesi Kitap ve Sünnet ölçüleri açısından bilginin ve bilgi kaynaklarının yeniden gözden geçirilmesi ve araştırılması şeklinde yorumlanmalıdır.
İslâm kimlik ve kişiliğine sahip nesiller yetiştirme görev ve sorumluluğunda olan eğitim kurum ve kuruluşları, Kitap ve Sünnet temellerine son derece dikkat etmekle yükümlüdürler. İslâmî kendi anlayışları içine hapsedici davranış, program ve telkinlerden kesinlikle uzak kalmak zorundadırlar. Çünkü ne temellerinden saptırılmış bir İslâm anlayışı ne de İslama temelden zıt dotkrinler ve anlayışlar Müslümanlar için kimlik unsuru olarak düşünülemez. Bu sebeple de özellikle son yıllarda -İslâma dost olmayan mihrakların telkin ve teşviki ile- yoğunlaşmış bulunan Sünnete karşı tutumlar, Sünnetin güvenilirliğini rastgele sorgulayan anlayış ve beyanlar, Islâm kimliği ve kişiliğine hatta kültür politikalarına muhalefet anlamı taşımakta ve Müslümanlara zarar vermektedir. Kültürler arası mücadelede kendi öz değerlerine sahip çıkabilmenin temel şartı, o kültürün kaynaklarına sıkı sarılmaktır. Bu bakımdan ‘‘Kitap ve Sünnete Bağlılık” konusu İlmî, dînî ve sosyal açılardan sürekli ve güncel öneme sahip bulunmaktadır.(4)
Burada, “Kitap’a bağlanmakla Sünnetten müstağni kalına maz mı?” diye bir soru akla takılabilir. Sünnetin Islâm sistemi ve Müslümanın pratik hayatı açısından önem ve etkinliğini öğreten bizzat Kitap’tır. Yani Sünnete sarılmayı emreden Kitap’tır. Öte yandan Sünnet, Kitabın (veya dinin) sosyal açılımı sayılır. Bu sebeple de konu hemen bütün musannif muhaddislerce “Kitap ve Sünnete Bağlılık” olarak değerlendirilmiş, Sünnete bağlanmadan Kitap’a bağlılığın söz konusu olamayacağına dikkat çekilmiştir.
B. MÜSLÜMAN KİMLİĞİ
Son yıllarda çokça duyulan ve kullanılan terim ya da kelimelerden biri kimliktir. Kimliğin hemen yanında kişilik, benlik, öz benlik, ego, şahsiyet gibi kelimeler de sık sık kullanılmaktadır.
İnce bir tetkike tabi tutmadan bu kelimelerin biribirinin yerine kullanıldıkları da olur.Biz burada özellikle kimlik terimi üzerinde duracak, sonra Müslüman kimliği denilince neyin akla gelmesi gerektiğini, daha sonra da İmam Buhârî’ye göre Müslüman kimliğini koruyabilmek için neler yapılması, nelere dikkat edilmesi lazım geldiğini, -İ’tisam bölümü çerçevesinde— ortaya koymaya gayret edeceğiz.
KİMLİK KAVRAMI VE TANIMLARI
Kimlik, kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların “kimsiniz, kimlerdensiniz” sorusuna verdikleri “ben falanım, falanlardanım” cevabının ortaya koyduğu tanımdır.(5) Yani kimlik, aidiyet esasına dayalı bir kavramdır.
Kişisel kimlik, insanın değer yargılarıyla davranışlarının ahengine, uyumuna dayanır. Kollektif kimlik, grupların diğer guruplardan farklarını ortaya koymasıyla anlaşılır. Dil, kültür, din, tarih, yaşam alanı, maddi imkan ve koşullar, toplum hafızası gibi olgular kollektif kimliğin unsurlarını oluşturur.
Kişilik, kişinin dışarıdan görülen halidir. Kimlik ise, insanın kendisini nasıl algılayıp kiminle özdeştirdiğine göre anlam kazanan bir olgu ve değerdir.(6) Aynı şekilde imaj, varlığın dışarıdan algılanması, kimlik ise, varlığın kendi kendisini tanımlamasıdır.
İnsanın üç varlığı/kimliği vardır:
a. Uzvî varlık / Biyolojik kimlik,
b. Ruhî varlık / Psikolojik kimlik,
c. İçtimaî varlık / Sosyolojik kimlik.
Buna göre kimlik, fiziksel nitelikler (uzvi yapı/biyolojik kimlik), karakter özellikleri (ruhi yapı/psikolojik kimlik), gayr-i şahsî davranışlar (İçtimaî varlık/sosyolojik kimlik) toplamından ibarettir diye tarif edilebilir.
Uzvî varlık helal gıdalarla; ruhi varlık, manevi değerlerle; İçtimaî varlık da toplumsal değerler, örf-adet ve geleneklerle beslenip şekillenir ve kendilerine özgü özellikler istikametinde yaşatılabilir. İnsan için en büyük tehlike odağı toplumsal kimliğidir.(7) Öte yandan toplumsal/sosyal kimliği aynı değerlere sahip topluluklar içinde korumak, geliştirmek daha kolay olur.
Kimlik -konuya dair eserlerde ortaklaşa vurgulandığı gibi— neticede ve kesin olarak bir kültür meselesidir. Teknolojik gelişmeler sürdükçe, toplumlar, kültürler değiştikçe insan kimlik sorunuyla uğraşacaktır. Her devirde olduğu gibi çağın insanı da kimliğini aramakla meşgüldür. “Ben şuyum ya da değilim» demek özgürlüğüne kavuşmak istemektedir. Çünkü kimlik özgürlük ister.
Kimlikte karşıtlık: Yukarıda değindiğimiz üzere kimlik bir aidiyet meselesidir. Buradan hareketle insan, kimlerden olduğunu belirlerken, kimlerden olmadığını da veya kimlere karşı olduğunu da ortaya koyar. Hatta belki de kim olduğunun bilincine, kimlere karşı olduğunun bilgi ve yardımıyla ulaşır.(9) Kimlik konusunun gizli boyutu bu karşıtlıkta yatar. Tekrar belirtelim ki kişinin kimliği biraz da kimlere karşı olduğu ile bilinmektedir. Bu nokta o kadar işlevseldir ki, ötekiler olmasaydı, kişi onları bir şekilde var eder, kendi kimliğini bulmak, tanımlamak, korumak için onların karşısında yerini alırdı. Hz. Peygamber in, “Ben şöyle şöyle yapanlardan uzağım” beyanları bu konuya örnek kabul edilebilir.
Toplumumuzdaki değişmelerin meydana getirdiği kültür boşluğu, yani kimlik arayışı inkar edilemez bir gerçektir. Bu boşluk ülke Müslümanları için daha bir derinleşmiş ve kimlik arayışı da buna parelel olarak iyice yaygınlaşmış ve belirgenleşmiştir. İslâm ülkelerinde de bu boşluk ve arayış giderek kendini hissettirmektedir. Öte yandan bloklaşan dünya gerçeği, alt kimlik gruplarını, daha kapsamlı ortak üst kimlikleri kabule zorlamaktadır.
Dinî kimlik, bu bloklaşma gerçeği ve gelişmesi karşısında tabiîliğini ispat etme şansına kavuşmuş bulunmaktadır. Dün, dinî gerekçe ve gerçeklere dayandığı için hoş görülmeyen ümmet kavramı ve yapılanması, bugünkü siyasî ve ekonomik kaygıların doğurduğu bloklaşmalarla bir anlamda aslında var olan meşrûiyetine yeniden kavuşmuştur. Dinî kimliğin, üst kimlik olduğu, ümmet kimliğinde iyice ortaya çıkmıştır. Çünkü İslâmî kimliğin besmelesi demek olan kelime-i şehadeti söylemek, insanı bir taraftan, tek yaratıcının varlığıyla bütünleştirirken, diğer yandan mü’minler toplununum üyesi yapmakta ve ona, sosyal kimliklerin en kapsamlısını sunmaktadır. O halde Müslüman, imanın sınırlarıyla çevrili ve İslâm kimliğiyle üst düzey bir yapıya ve sosyal varlığa/kimliğe sahip kişi demektir. Esasen şahsiyet de insanın değerleriyle olan ilişkilerinde gösterdiği tutum ve davranışlarına göre belirlenir. Nitekim bir insanın kendine özgü dinî özelliklerinin tümüne dînî şahsiyet denir. Müslüman kimliği bu anlamda Müslüman şahsiyetinden ibarettir.
MÜSLÜMAN KİMLİĞİNİN KAZANILMASI
Kimlikte üç adım: bulmak (iman), tanımlamak (İslâm), korumak (itisam) olarak karşımıza çıkmaktadır. Şimdi Müslüman kimliğinde bu üç adımı takip ve tetkik edelim.
Bilindiği gibi Müslüman kimliği ya doğuştan ya da ihtida yoluyla sonradan elde edilir. Bunun için kelime-i şehadeti veya kelime-i tevhidi inanarak söylemek gerekmektedir. Bir insan, “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir.” diye şehadette bulununca Müslüman sayılır. Şehadetin sadece sözde kalmaması için mü’min onu, dinî hareketlerle yani İslâmın şartı olan namaz, zekat, oruç, hac gibi ibadetler ve sosyal hayattaki hat ve hareketleriyle, helal-haram sınırlarına riayetle somutlaştırmak yani tanımlamak ve ispat etmek durumundadır.
Şehadet iki taraflı bir ikrardır: Şehadet ederken bir taraftan Allah’ın varlığı, diğer taraftan da şehadette bulunanın kendi varlığı tasdik edilmiş olur. Mutlak ile sonlunun, manevî olanla maddî olanın, metafizik ile fizik varlığın arasında sürekli biribirini tanıma ve tasdik etme, şehadetle gerçekleşir. Bir başka ifadeyle psikolojik olarak şehadet; başkası ile ilişkiyi teşkil etmekte ve sosyolojik olarak da, mü’min, başkalarının dinsizliğine zıt olarak, müminlerin imanının barındığı “biz”e yani Müslüman topluma (ümmete) katılmış olmaktadır.
Bu durumun açılımını eski ilmihal kitaplarının hemen girişinde yer alan ve her Müslümanm ilk planda öğrendiği, daha doğrusu sıbyan mekteplerinde öğretilen Müslüman kimliğinin en özlü ve anlamlı anlatımı olan şu ifadelerde bulmaktayız:
“…Hz. Adem aleyhisselam zürriyetindenim ve Hz. İbrahim aleyhisselam milletindenim, ve ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselam dinindenim ve ümmetindenim. Elhamdülillah, itikatta mezhebim Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat. Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat demenin manası, Resulullah’ın ashabı ve camaatı her ne itikat üzere oldular ise ben dahi ol itikat üzere oldum demektir. Amelde mezhebim Imam-ı A’zam Ebû Hanife; ben İmam-ı A’zam’ı imam edindim ve onun Kitabullah’tan ve hadîs-i şeriften anlayıp çıkardığı meseleleri kabul ettim ve onun sözüyle ameli ihtiyar ettim.”(10)
Şehadetin içeriği: Allah’ı rab, İslâmî din, Muhammed’i peygamber ve mü’minleri kardeş ‘ ‘ olarak kabul edip onlardan razı olmak ve bunlara asla alternatif aramamak demektir.
İlk işlemler: İslama yeni giren kişiye (mühtedi) uygulanan işlemler, bir anlamda da Müslüman kimliğinin ilk adımları olarak önem taşır. İhtida olaylarında, muhtelif din ve hatta o dinlerin mezheplerine göre az-çok farklı törenler yapılır.(11) Çünkü ihtida dinî anlamda kimlik değiştirmektir. İslâmdaki durumu şöylece özetlemek mümkündür:
İslâmda “ihtidanın tek şartı, kelime-i şehadet getirmek, Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmektir. Bunun herhangi bir törenle veya dinî bir kurumda gerçekleştirilmesi gerekmez. Fakat en az iki kişinin yanında şehadet getirmek gelenek olmuştur.
Mühtediden ilk iş olarak güsul abdesti alması, daha sonra da dinin temel esaslarını öğrenmesi beklenir;
Islama aykırı bir çağrışım yapmadıkça ismini değiştirmesi şart değildir.
Erkek mühtedînin Sünnet olması tavsiye edilir.
İhtida ettiği için önceki günahları Allah tarafından bağışlanan kişi, manevî açıdan yeniden doğmuş gibidir.(12) Nitekim Hz.Peygamber, “Müslüman olmak, öncesinde olup bitenleri temizler'(13) buyurmuştur. İşte bu yeni bir kimliktir.
İsim değişikliği: İhtidada -abdü’l-uzza, abdü’ş-şems gibi— tevhid inancına ters düşmedikçe, çirkin ve olumsuz anlamlar taşımadıkça isim değişikliğine gidilmesi şart olmamakla birlikte, kimlikte ve özellikle kimlik değişikliğinde ismin öneminin büyük ve ciddi olduğu da açıktır.(14)
Kimlik-kıyafet İlişkisi: Burada açıkça görüldüğü gibi ihtidada kıyafet değişikliği bahis mevzuu değildir. Ancak kimlik ile kıyafet arasında herhalde küçük görülemiyecek bir ilişkiden söz etmek de mümkündür.
Bilinen bir gerçektir ki kılık-kıyafet şekil, kimlik ise kültürel bir benlik ve aidiyet meselesidir. Böyle olmakla birlikte ruh ile beden, psikoloji ile fizyoloji ilişkisi gibi kıyafetle-kimlik arasında da en azından bir temsil ilişkisinin mevcudiyeti inkar edilemez.
Şimdilerde beden dili” diye bir olgudan söz edildiği gibi pek tabiî olarak bir de “kılık-kıyafet dili” bahis mevzuudur. Biz buna temsil işlevi dedik. Bu işlev çeşitli kültür çevrelerinde farklılık arzedebilir. Fakat tamamen yok olmaz. Nitekim günümüzde, dünyanın her yerinde kimlik kartlarında ve pasaportlarda yani ulusal ve uluslararası kimlik kartlarında bireylerin kimlik bilgileri yanında bir de kılığı kıyafetini yansıtan resim bulunmaktadır. İşte bu yaygın durum, kimlik ve kılık-kıyafet, giyim- kuşam ilişkisinin belgesi ve göstergesidir.
Özgür ve kimliğine sahip bireylerin kültürel aidiyetlerini yansıtan kılık-kıyafete sahip olmaları haklarıdır. Hatta belki de ihtiyaçlarıdır. Kendi inanç ve dünya görüşleriyle uyumlu bir kılık-kıyafette olmaları, insanlığın sosyolojik zenginliğinin sergilenmesi anlamı taşır. Bu durumun, hem hukûkî hem de ahlakî ve kültürel boyutunu görmezden gelmek makul olmasa gerektir.
Kılık-kıyafetin şekilden ibaret olduğu, bu yüzden de fazla bir önem taşımadığı fikrine sahip egemen çevrelerin, konuya kanun gücüyle belli sınırlamalar, yasaklar ve yaptırımlar getirmeleri, belli yönlendirmelerde bulunmaları, bir yandan konunun önemini fiilen itiraf anlamına gelirken, diğer yandan ilginç bir çifte standardı ve derin bir paradoksal olguyu yansıtmaktadır.
Yabancı kültür muhitlerinde İslâmî seçen mühtedilerin, ülkelerinin örf ve adetlerine hatta kılık-kıyafeti temelden etkileyen iklim şartlarına bile aldırış etmeden “İslâmî” kabul ettikleri kılık- kıyafeti -zorlayan hiçbir güç odağı olmamasına rağmen- (Yusuf İslâm örneğinde olduğu gibi) bilhassa tercih etmeleri ve sürekli ona sahip olmaları herhalde yeni kimliklerinde bütünlüğü yakalama psikolojisinin sonucu olsa gerektir
Anlaşılıyor ki bireyler kendilerini özgürce tanımlarlarken kılık- kıyafetlerini de bu tanımlarının görünür delili olarak özgürce seçmek ihtiyacı içindedirler.
Müslüman kimliği hicap veya tesettür prensibine uygun İslâmî bir kılık-kıyafet içinde özgürlüğünün ve özbenliğinin bilinci ve huzurunu duyar. Aksi bir durum ise, daima şu veya bu ölçüde ama mutlaka tepki çeker, diye düşünmek, psiko-sosyal gerçeklere daha uygun ve yatkın bir yaklaşım olsa gerektir.
3. MÜSLÜMAN KİMLİĞİNİN YAŞANMASI VE SÜNNET
Yukarıda işaret edildiği gibi Kelime-i şehadet ve tevhid ile kazanılan iman veya Müslüman kimliği pek tabidir ki —her kimlik gibi— sosyalleşmek suretiyle kendisini ispatlamak ister. Bu onun yaşanması anlamına gelir. Islâmda imanın sosyalleşme rehberi ise, Sünnettir. Zira inanılan ilkelerin yani dinin emirler, yasaklar ve şüpheliler olarak inananlarca nasıl uygulanacağı, İslâm’ın nasıl yaşanacağı Sünnetin önderliği, Hz. Peygamber’in hayatı/yorumu olmadan bilinemez ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilemez. Sünnetin önüne geçen bir din yorumu ve yaşantısı olmaz/olamaz. Bilindiği gibi herhangi bir uygulamanın, amelin amel ve ibadet olarak kabul görmesi için iki temel şart vardır. Biri sağlam/iyi bir niyet. Bu, işin görünmeyen yönüdür. “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” hadisi(Buhari,Bed’u’l Vahy,1..) bu şartı ortaya koymaktadır.
İkincisi, şekil/ uygulama biçimi olarak, Sünnete uygunluk. Bu da görünen yönüdür. “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın(İbn Hibban,Sahih,IV,541,V,503..) hadisi ibadetlerin Sünnete uygun olma zorunluğunu; “Kim bizim dinimizde olmayan birşey (amel/inanç) uydurursa o reddedilmiştir” hadisi(Buhari,İtisam,20..), genel anlamda, yani prensip olarak Sünnetin bu tayin ediciliğini belirlemektedir. Binaenaleyh sosyolojik anlamda dinin kimliğini ve tabiî Müslüman kimliğini de tayin, tespit eden ve tanımlayan Sünnettir. Bir başka deyişle Sünnet, dinî kimlik ve kişilik için sıhhat ölçüsüdür. Bu durum Hz. Peygambere, bizzat dinin sahibi tarafından verilmiş olan İnsanlara ne indirildiğini açıklama”(Nahl,44) yetkisinin doğal sonucudur. Nitekim ehl-i Sünnet ve’l-cemaatin görüşü de Sünnetin sıhhat ölçüsü olduğu yönündedir.
“Söz ancak amel ile, amel ve söz ancak niyyet ile, niyetli söz ve amel de ancak Sünnete uygun olmakla bir değer ifade eder ve fayda verir. ”(Humeydi,Müsned,2,546..)
Öte yandan, Müslümanın kollektif kimliğinin sosyal ve günlük hayattaki tezahürleri, şeâir-i Islâm diye bilinen değerlerdir: Ezan, Kur’an, ramazan, oruç, minare, kubbe, hac ve menasiki (meşair-mealim), Ka’be, kurbanlıklar, mescid, cemaatle namaz, Sünnet, bu tezahürlerin başında gelir. Bilindiği gibi Şeâir-i İslâm, İslâmın tanıtıcı özel ve vazgeçilmez simgeleri, Allah’ın, kendisine taat vesilesi ve alameti kıldığı her şey demektir Dinî yoğunluğu olan günlerde, yıllardır belli çevrelerce özellikle şeaire yöneltilen medyatik tartışmalar ve saldırılar, Müslüman kimliğine yönelik fevkalade anlamlı, planlı ve bilinçli girişimlerdir.
“Farklı kimliklerin bir arada, barış içinde yaşayabilmesi için, daha üst düzeydeki bir varlık çatısı altında uzlaşmaları gerekir.” Osmanlı bu olguya örnek verilebilir.(15)
Osmanlıdan önce İslâmın ve Sünnetteki uygulamanın, bir üst kimlik olarak, Müslüman olmak veya cizye vermeyi kabul ederek kendi dininde kalmak seçeneklerini insanların önüne koyduğunu ve hiçbir kavmi, insan topluluğunu sırf kavmî özelliğinden dolayı diğerlerinden üstün veya aşağı tutmadığını hatırlatmak gerekir.
Sünnette kimlik inkarı yoktur. Yeni ve üst kimlik inşası vardır. Onun adı Islâm kimliğidir. Medine sözleşmesinde, sözleşmeye taraf olan kabilelerin her biri tek tek sayılmıştır. Yahudi ve Hristiyanların kimlikleri ve dinlerinin emirleri istikametinde hayatlarını sürdürmeleri imkanı getirilmiştir. Zaten Hz. Peygamber, kendisinden önceki dinleri ve mensuplarını ikrar ediyor, ancak bazı sapmalara ve saptırmalara dikkat çekiyor ve onları düzeltiyordu. .
Barış içinde bir arada yaşamanın temel şartı, hiçbir grubun kimliğini inkar etmemektir. Hz. Peygamber kendisine gelen elçilere, men-il-kavm “Gelenler kim? Hangi kabile elçileri? diye açıkça kimliklerini belirtmelerini isteyen sorular yöneltiyordu. Kendisi de gerektikçe, “Ben Peygamberim, yalan yok. Ben Abülmuttalib’in torunuyum” diye kimliğini açıklıyordu. Yine o, kişinin, milletini sevmesini değil haksızlığına rağmen milletine yan çıkmasını, destek vermesini ‘ ‘ kavmiyetçilik (asabiyye) olarak tanımlıyor,(bk.Ebu Davud,Edeb,112)” kavmiyetçiliğe duygusal ve psikolojik değil, hukukî ve sosyolojik bir yorum getiriyordu.(16)
Çocukluğumda tanıdığım, anne tarafından akrabamız Çerkez kökenli ve daha o zaman 80 yaşlarında olan Feride ninenin, “Evladım, size birisi kimsin diye sorarsa, ben şuyum, buyum demeyin, Osmanlıyım deyin Osmanlı…” tenbihi, şimdi anlıyorum ki Osmanlı irfanının olduğu kadar üst kimlik bilincinin de ifadesiymiş.
En yakın örneğini Osmanlı kimliğinde görme imkanı bulduğumuz İslâm kimliğinin, bir üst kimlik olarak, alt kimliklerden hiçbirini aşağılaması, küçük görmesi düşünülemez. “İslâmiyet Türk kimliğini aşağıladı” (Özkazanç ve Kozaklı 1993) yargısı kesinlikle doğru değildir. Zira İslâmiyet’in üstünlük ölçüsü tektir: O da Allah saygısı (takva)dır. Hucurat Sûresinin (49), 13 âyeti bunun açık delilidir: “Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız, Allah saygısı en derin olanınızdır.”
MÜSLÜMAN KİMLİĞİNİN ANLAMI
Söz buraya gelmişken önemli gördüğüm bir noktayı özellikle vurgulamak istiyorum. Kitap ve Sünnetin inşa ettiği/dokuduğu Müslüman kimliği, son tahlilde Kitap ve Sünnet bağlısı Müslüman olmak demektir. Klasik ve tarihi ifadesiyle ehl-i Sünnet ve’l-cemaat Müslümanlığıdır.
“Benim ve ashabımın yaşadığı Müslümanlık” beyanının ortaya koyduğu çerçeve de budur. Bu beyan aynı zamanda, ehl-i Sünnet Müslümanı olmanın sahabe gidişatını takip etmekle yerine getirileceğini göstermektedir.
Şunu kabul etmek gerekir ki Hz. Peygamber’in ilk işi; İslâm’ın şahıslarında canlandığı bireyler yetiştirmek olmuştur. Sahabîler de bu kıvamı temsil eden ilk Müslüman nesildir. “Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz ve Çelil olan Allah’ın hatırlandığı kimselerdir”(İbn Mace,Zühd 4..) hadisi, hem bu ideali hem de sahabi neslinin genel niteliğini tespit ve tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki:
Sahabîler, Kitap ve Sünnet ehlidir.
Sahabîlerin yolunu izlemek, Kitap ve Sünnete uymak anlamına gelir.
Sahabîler, Resulullah’m Sünnetine tabi idiler. Sünnete ittiba eden Kur’an’a tabi olmuş demektir. Sahabîler bu konuda en önde gelen kimselerdir.
Hz. Peygamber sahâbîlere Kur’anın lafzını getirip bildirdiği gibi, manasını da açıklamıştır. “İnsanlara ne indirildiğini açıklamasın diye… ” âyetinin(Nahl,44) öncelikle sahâbîleri kapsadığı açıktır.
Kur an-ı Kerîm de “Sebîlu’l-mü’minîn(bk.Nisa,115) (Mü’minlerin yolu/ hayat tarzı) diye belirlenen yol, öncelikle sahâbîlerin üzerinde olduğu yol ve yaşayışlarıdır. Yani onların, Kitap ve Sünnete uygun düşen yapıp ettikleridir.
“Allah tarafından vazedilmiş olan dinî hükümlerin doğru anlaşılması Allah’ın muradını tespit etmekle mümkündür. Allah, kullarına iletilmesini dilediği şeyleri vahiy yoluyla peygamberine bildirmiş, vahyi açıklayıp uygulama görevini de ona vermiştir. Son peygamberin tebligat ve uygulamalarının ilk muhatapları sahabe topluluğu olduğundan Islâm’ın temel konularında anlayış, uygulama ve rivayetleri Allah’ın muradına emirlerine ve Peygamber’in Sünnetine uygun düşen bir yol olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple Müslüman çoğunluk daima bu yolu takip etmeye çalışmıştır.
Ehl-i Sünnet alimlerine göre naslardan isabetli hükümler çıkarmak ve ihtilaflı konuların çözümüne ulaşabilmek için anlamı açık olan muhkem ayelerden hareket etmek, sahih hadislerin beyanlarını dikkate almak, nas- ları bütünlük içinde anlamaya çalışmak, nakli ve aklî bir zaruret bulunmadıkça naslarm zahirine bağlı kalıp aklı nakle tabi kılmak gerekir. Nas bulunmayan konularda ise aklın temel ilkelerine başvurularak Kur’an’m genel muhtevasına ve özüne uygun bir şekilde içtihad etmek lazımdır. Ancak nassm bulunduğu konularda ve dinin temel esaslarını belirlemede akla bağımsız yetki verilemez”(17)
“Hicri I. yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkülünü tamamlayan Ehl-i Sünnet, Kur’an ve
Sünnete uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tab kılmakla diğer mezheplere göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Zira dinde ana prensip vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın nakle hakim olması veya naklin akla tabi kılınması hailinde bazı düşünürlerin de söylediği gibi vahye ihtiyaç kalmaz ve ilahı emirler bir anlam taşımaz. insan bilgisi için vazgeçilmez bir kaynak olmasına rağmen sınırlı, dış tesirlere açık ve geleceği keşfetmekten yoksun bulunan akıl, vahyin (rehberliğine ve) desteğine muhtaçtır. Ehl-i Sünnet aklı vahye tabi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak, ayrıca kitap, Sünnet, icma, kıyas gibi bütün şer’î usûllere başvurmak suretiyle doğruya ulaşma ihtimalini yükseltmiş ve hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır. Dünya Müslümanlarının % 90’dan fazlasını oluşturan Ehl-i Sünnetin İslâm ilimlerinin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir.”(18)
MÜSLÜMAN KİMLİĞİNDE BAŞKALAŞIM (İFTİRAK VE İHTİLAF)
İftirak; itikadı bölünme, fırkalaşma; ihtilaf, hukukî görüş ayrılığı demektir. Bu ikisi, bir aşamadan sonra ötekini doğurabilir. Prensip olarak yasaklanan ihtilaf değil, iftiraktır.
İftirak ve ihtilaftan kurtulmanın yolunu;
a. Hz. Peygamberin “Benim ve ashabımın gidişatını izleyenler” hadisi;
b. Irbaz b. Sariye rivayetindeki, “Size, benim Sünnetim ve raşid halifelerimin Sünneti gerek” beyanı ile,
c. Aynı rivayetteki “Uydurulmuş (din dışı, Sünnette olmayan) işlerden sakının” tavsiyesi göstermektedir.
Netice, iftirak ve ihtilaftan ancak Sünnete bağlılık ile kurtulmak mümkündür. Onun için “Sünnete bağlılık kurtuluştur”(Darimî, Mukaddime 16) denilmiştir. Kitap ve Sünnet bağlısı Müslüman olmak, bu açıdan Hem gerekli hem de vazgeçilmezdir.
BUHÂRÎ’YE GÖRE MÜSLÜMAN KİMLİĞİ
Muhaddislerin emîri olarak Buhârî’nin öngördüğü, korunması için önerilerde bulunduğu kimlik bize göre yuka- nda işaret ettiğimiz “Kitap ve Sünnet bağlısı Müslüman” kimliğidir. Çünkü Sahih’in cami niteliği, tertibi ve Buhârî’nin konu başlıklarında ifadesini bulan çıkarımları/istidlalleri yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel gerçeklerine karşı takındığı tavrın göstergeleri olarak bu sonucu ortaya koymaktadır. Mu’tezile’- nin -tabir caizse- entel takılan kesime yönelik; ehl-i Sünnet ve’l-cemaat’ın ise, genel halka yönelik anlayış ve görüşleri ön- celediği ve temsil ettiği tarihî bir gerçektir. Din yani Islâm ise, genel insanlığa gönderilmiştir. Belli, marijinal bir kesime gelmiş değildir. O halde İslâmm, bu temel nitelik ve kimliğine yaraşır bir yoruma tabi tutulması ve bu çerçevede takdim edilip yaşanmasına imkan aranması gerekmektedir. Bu da ehl-i Sünnet ve’l-cemaat görüşü ile yerine getirilebilir. Ehl-i Sünnetin görüşlerinin bir özeti, Buhârî’nin hocası el-Humeydî nin Müsned’i sonunda ‘ ‘ adıyla yer almaktadır. Söz konusu risale, Buhârî’nin görüşlerini değerlendirmede harici bir delil niteliğindedir.
Yukarıda işaret edildiği gibi Buhârî’ye göre, Kitap ve Sünnete bağlılık Müslüman kimliğini ispat ve koruma prensibidir. İ’tisam, bilim, bilinç, inanç, yöntem, görüş, beşeri ilişki, kültürel bağımsızlık, emanetlere, meşâhide, şeaire saygı, sorumluluk bilinci, engellere dikkat ve istişare gibi çok yönlü dinamik bir kavramdır. Ehl-i Sünnet Müslümanı olmak, bir başka ifade ile Kitap ve Sünnet Bağlısı Müslüman olmak ancak Sünnete ittiba ve i’tisam ile kıvamını bulur ve varlığını sürdürebilir. Bu sebeple Kitap ve Sünnet bağlılığı (i’tisam), değişmemek, gelişmemek çağrış, olarak değil, çözülmemek,dökülmemek, kimlik kaybına uğramamak tedbiri olarak anlaşılıp değerlendirilebilir
Buhâri, Müslüman kimliğini koruma yollarını Sahih’in i’tisam bölümünde detaylı bir şekilde işlemiştir Bu bölümde onun ortaya koyduğu görüşleri Buharı’ye göre kitap ve Sünnet bağlısı bir Müslüman olmanın gereği -kuralları ve engelleri diye iki kısımda incelemek mümkündür.(19) Buhârî’nin görüşü, bu çalışmanın bundan sonraki bölümünde -özgün tertibi içinde- detaylı olarak işlenecektir
Buraya kadar söylemeye çalıştıklarımızı birkaç cümle ile özetleyerek bu bölümü noktalamak istiyoruz.
Müslüman kimliği Kitap ve Sünnet bağlısı Müslüman olma idealinin tabiî sonucu olarak Kitap ve Sünnete bağlılık (i’tisam) ilkesine riayetle korunur.
Bu açıdan Sünnet, Müslüman kimliğinin hem yapıcısı hem de koruyucusudur.
Müslüman kimliği sorununun çözümü, İslâm kültürü demek olan Sünnetin Müslüman bireylerin sosyokültürel hayatlarını tanzim edebilir konuma gelmesiyle mümkün olur.
Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat Müslümanlığı, Müslüman kimliğinin gereği ve anlamıdır. Bu çerçevedeki “Müslüman Kimliği ”ni şöylece ifadelendirmek mümkündür:
Müslüman kimliği, Kitap ve Sünnet bağlısı, vahiy öncelikli düşünce sahibi, nas bulunmayan konularda içtihad yanlısı, Müslümanları kucaklayan, insanlığa derin şefkat duyan ve tüm insanlığın Islâm ile tanışmasını arzulayan ve bunun için çalışan, düşünce yöntemini, değer yargılarını, hayat modelini Sünnetten alan, konjonktürü değil,(20) evrensel gerçekleri kollayan, hakka taraf, mu’tedil, muvahhid, müstakim, müstekarr, muhsin, muhlis, kısaca Hz. Peygamber ve ashabının gidişatına uygun yaşamayı amaç edinmiş bir kimliktir.
Bunun dışındaki anlayışları, kabulleri ve uygulamaları dışlamak, kimlikte karşıtlık ilkesi uyarınca, Müslüman kimliğinin gereğidir.
Kaynak:İsmail Lütfü Çakan – Müslüman Kimliği
Dipnotlar:
(1)-Muvatta, Kader 3. Hakim, Müstedrek, I, 93. İ’tisam konusuna müstakil bir bölüm ayıran Buhârî’nin, hadisü’s-sekaleyn diye anılıp şöhret bulan bu hadisin hiçbir rivayetine bu bölümde ve dolayısıyla Sahih’inde yer vermemiş olması dikkat çekicidir. Bu demektir ki hadisü’s-sakeleynin hiçbir rivayeti Buhârî’nin sıhhat şartlarına sahip değildir. İmam Malik’in “beleğam’ diye Kitap ve Sünnete i’tisamı öngören rivayetini Buhârî’nin görmemiş olması düşünülemez. İmam Müslim’in, “Kitap ve itretî (ehl-i beytim)” rivayetine yer vermiş olduğu da düşünülünce, Buhârî’nin, her iki rivayete de iltifat etmemiş olması, bu rivayetlerin kendi şartlarına sahip olmamasıyla açıklanabilir. Bundan daha ilginci, sadece Kitap’ı tavsiye eden rivayete de (Ebû Davud, Menasik 56; İbn Mace, Menasik 84) Buhârî’nin yer vermemiş olmasıdır. İ’tisam bölümü için en üst dereceden uygun düşen bu üç ayrı rivayetten hiçbirisine yer vermemiş olması Buhârî’nin, kendi şartlarına sadakatinin delili olduğu kadar, i’tisam konusunu ortaya koymak için daha başka sahih birçok hadisin mevcuduyetini dikkatlere sunmak istemesinin bir sonucu da olabilir. (Hadisü’s- sakaleyn’in tüm rivayetleri ve ravilerinin değerlendirmesi için bk. Metin Ziyrek, Sakaleyn Hadisi (Tahlil ve Tenkidi), İstanbul, 1998, M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.)
(2)-bk.Solmaz Çakan – Kuran-ı Kerime Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi 1-3, Ensar Vakfı Yay.
(3)-“Âyet ve hadîsler üzerinde değerlendirme yapmak sizin ne haddinize?” diye Müslümanların ve özellikle İlahiyat öğrencilerinin karşısına çıkmanın hiç bir mantığı ve delili yoktur. Anlamak için Müslümanın âyet ve hadisler üzerinde kafa yorması, zaman ayırması, bunun için ihtiyaç duyacağı bilgileri edinmesi kadar güzel, tabiî ve isabetli ne olabilir?
(4)-“Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık” adıyla, ilk İslâm neslinin Sünnete bağlılığını irdeleyen bir doktora tezi A. Uraler tarafından hazırlanmış ve yayımlanmıştır. (İstanbul, 2001)
(5)-Bilgi için bk. Güvenç, Türk Kimliği, s. 3. Hz. Peygamber’in ‘men gavmi’ sorusu, gelen elçiler grubunun kimler olduğunu, kendilerini nasıl tanıttıklarını öğrenmek istemesinin göstergesidir. Yine bizzat kendisinin “Ben Peygamberim, yalan yok, ben Abdülmuttalib’in torunuyum” buyurması (bk. Buhârî, Cihad 52) ve bunu Huneyn Savaşı’nın en kritik anında yapması, dinî ve kişisel kimliğini ortaya koymasıdır. Bunların birbirine aykırı düşmediğinin de isbatıdır. O bir başka sözünde de kendisini şöyle tanıtmıştır: “Ben peygamberlerin komutanıyım. Bunu övünmek için söylemiyorum. Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Bunu övünmek için söylemiyorum. İlk kez şefaat edecek ve şefaati ilk kabul edilecek olan da benim. Bunu övünmek için söylemiyorum (Darimî, Mukaddime (8).” Hz. Peygamber’in konumunu, kimliğini ve üstün vasıflarını (hasais) anlatan beyanlar, hepsi birer tahdîs-i nimet kabilinden, asla övünme amacı taşımayan peygamberlik kimliğini belirleyici beyanlardır (Konuya dair diğer rivayet ve değerlendirmeleri için bk. A. Aydınlı, “Kendi Dilinden Hz. Peygamber”, Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, s. 67-87, İstanbul, ts. İsav Yayınları)
(7)-Bk.Güvenç, Türk Kimliği, s. 8
(8)-bizi müttakilere imam yap, derler.[Furkan Suresi,24)ayeti çevrenin insan üzerindeki etkisine dikkat çekmekte olsa gerektir.
(9)-Bk. Güvenç, Türk Kimliği, s. 3
(10)-Bk. Mızraklı İlmihal, (hzl. İsmail Kara), s. 9-10, İstanbul, 2001
(11)-Osmanlı Devletinde konu, “Kanun-ı nev Müslim” diye özel kanun mevzuu yapılmıştır, bk. Osmanlı Kanunnameleri, Milli Tetebbûlar Mecmuası, c. I, İstanbul, 1331)
(12)-Ali Köse, “İhtida”, DİA, XXI, 555
(13)-Ahmed b. Hanbel, IV, 199, 204, 205
(14)-Nitekim Arap olmayan (mevali) ravilerin hadis ilmindeki yeri ve rolü üzerinde M. Öztürk tarafından hazırlanmış olan doktora tezinde, kişilerin kökenini tespıtte isimlerin ne denli önemli bir problem oluşturduğu bütün yönleriyle ortaya çıkmıştır.Çalışma yayınlandığında konuya ait sıkıntı açık-seçik görülcektir.
(15)-Güvenç, Türk Kimliği, s. 13. Osmanlı Devleti, yerini aldığı Roma gibi, çeşitli din (millet), dil, kültürden oluşan dünya imparatorluğu olarak kurulmuştu, öyle de kaldı. Osmanlı düşüncesinde, Türk-Türk olmayan ayırımı yerine, yöneten devlet (asker) – yönetilen (halk ‘tebaa/reaya) ayırımı vardı… Osmanlı, yönettiği, yöneteceği ülkelere barış vaat eden İslâm Devletiydi… Sünni dünya görüşüyle Osman Turan’ın (1978) “Cihan Hakimiyeti ıMefkuresi”ne sahip çıkan devlet, kısa süre sonra hilafeti de üstlenerek Selçuklu’dan miras kalan İslâm Devleti (Daru’l-İslâm) kimliğini sürdürecekti. (Güvenç, s. 169)
(16)-Toynbee, İslâm medeniyetinin en özel güçlü iki yönünü; kavmiyetçiliği ve içkiyi yasaklaması olarak tespit, takdir ve teşhir eder. Bu iki konudaki Islâm ülkelerine yönelik propagandanın ve uygulamaların amacı da böylece anlaşılmış olmaktadır.
(17)-Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, X, 528
(18)-Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, X, 529
(19)-Bu bölümleri şöyle özetlemek mümkündür:
KURALLAR/YÖNTEMLER
1. Fert olarak (“Vebali en ağır Müslüman”, kötü çığır açanın sorumluluğu hadisi)
2. Toplum olarak (Gruplaşmanın, hilafın, itirazî soruların vebali, teorik ve felsefi tartışmalara dalmanın, aklını beğenmenin delil olmadığı ile ilgili hadisler.)
3. Yönetim olarak (Öncekilere ittiba eden önderler hadisi, Ümeyye b. Hısn hadisi, miras hadisi, şûra hadisi, bid’atçıyı koruma ve halifelerin ulema ile istişare etmesi ile ilgili hadis.)
4. Yöntem olarak (Kıyas ve mücerred aklı, teorik tartışmaları önceleyen yaklaşımların yanlışlığı, Allah’ın öğrettikleriyle eğitim, Allah’ın Kitabıyla hüküm, hikmetle hüküm ve eğitim, içtihad eden hakimin ecri, hükmü belli olayları bilinen durumlara benzeterek hüküm vermek ile ilgili hadisler.)
B. KİTAP ve SÜNNET BAĞLISI OLMANIN ENGELLERİ
a. Heva (aşırılık, ğuluvv)
b. Bid’at (6. bab)
c. Zorlama kıyas
d. Kötü çığır açmak (15 bab)
e. Tefrika (hilaf, şiya’, niza’…)
f. Ehl-i kitap (“Sizden öncekilere uyacaksınız”, “Ehl-i kitabı ne tasdik ne tekzib edin” hadisleri.)
(20)-Çünkü “Kur’an ve Sünneti bazı siyasî ve ideolojik görüşler doğrultusunda yorumlamaya çahşmak ehl-i bid’atin doğuş sebeplerindendir” (bk Yavuz, Ehl-i Bıd at”, DİA, X, 502).