Kirli bir Tezgah: 31 Mart

indir-1 Kirli bir Tezgah: 31 Mart

‘ Şüphesiz “vaat edilmiş” topraklara kavuşabilmek için, Meşrutiyet’in ilan edilmesinin tek başına bir anlamı yoktu. Üst Aklın asıl hedefi, Sultan Abdülhamid iktidarının tamamen yıkılmasıydı. “Hürriyet,eşitlik, kardeşlik” mücadelesinin arkasındaki gerçek plan, ancak böyle tamamlanmış olacaktı. Her ne kadar II. Meşrutiyet ile birlikte ‘parla­menter’ sisteme geçilmişse de, iktidarı tekelinde bulunduran ve üm­metin birliğini sağlayan halife/padişah, hâlâ devletin başındaydı. Üs­telik Cemiyet, İngilizler ve Yahudi/mason cephenin Meşrutiyet öncesi kendisine vermiş olduğu desteği unutmuş, gittikçe Alman yörüngesi­ne girmeye(227)’ başlamıştı. Çok iyi organize edilmiş bir kargaşa ortamıy­la, hem Abdulhamid engeli aşılabilir, hem de hakimiyetini kaybederek ikiye bölünmüş bir Cemiyet tamamen kontrol altına alınabilirdi.

Cemiyet içerisindeki çatışma noktalarını ve Osmanlı rejimi­nin hassas yönlerini iyi bilen İngiliz ve Yahudi/mason cephe, darbe şartlarının nasıl oluşturulacağını da kusursuz planlamıştı. Meşruti­yet sonrasında Cemiyete duyulan öfke ve hoşnutsuzluklar, dozun­da uygulanmış bir ‘kontrollü gerilim’ stratejisiyle sosyal patlamaya dönüştürülebilirdi.

Plan şöyleydi: Basın marifetiyle imparatorlukta en hassas nokta olan dini duygular köpürtülecek, ordu içerisinde­ki “alaylı-mektepli” tartışmaları körüklenecek, medrese öğrencileri kışkırtılarak sokağa dökülecekti. Eğer darbe şartları olgunlaşırsa, Meşrutiyet’i yıkmayı hedefleyen bu kalkışmaya gerici’ damgası vu­rularak olaylardan Sultan Abdülhamid sorumlu tutulacaktı. Doğal olarak padişah, baskı ve zor kullanılarak tahttan indirilecek, 1908 postmodern darbesinin devamı getirilerek son nokta konulmuş ola­caktı. Üstelik Sultan Abdülaziz’e yapılan 1876 darbesiyle başlayan bu kirli tezgah, Cumhuriyet döneminde yapılan bütün darbelerin de vazgeçilmez yöntemi ve gerekçeleri haline gelecekti.

Nitekim darbe şartlarını oluşturmak için öngörülen plan, tıkır tıkır işliyordu. Her ne hikmetse, o zamana kadar askere alınmayan “talebe-i ulûm” için bir yasa tasarısı hazırlanarak, mecliste görüşül­meye başlanmıştı. İşte medrese öğrencilerini askere almak için ha­zırlanan bu tasarı, olaylara tuz biber ekecekti. Osmanlı’da askerlikten yırtmanın en kolay yolu, ‘ilim’ bahanesiyle kapağı medreselere at­maktı. Zira medreseye başlayan öğrenciler, eğitimleri yarım kalma­sın diye askere almmıyordu. Bu uygulama, medreseleri kötü niyetli ve ikiyüzlü kişilerin yuvalandığı yerler haline getirmişti.

Nitekim gazetelerin kışkırtıcı yayınlarıyla medrese talebeleri so­kaklara dökülmüştü. Onlara göre din elden gidiyordu. Darbe zemi­nini hazırlayanlar, bir takım ‘sarıklı hocalarıda bu medrese öğren­cileri arasına sokarak öfkenin şiddetini yükseltmişti. İsyana liderlik edenler, tüm talebe-i ulûmu saflarına çekebilmek için medreseleri dolaşıyor, ulemalara telkinde bulunuyor ve iştirak etmeyenlere ise zor kullanıyorlardı.(228) Diğer yandan, Hukuk Fakültesi hocası Celaleddin Arif Beyin teşvikiyle, Hukuk Fakültesi ve Mülkiye Mektebi talebeler’ de harekete geçmişti. Bunu Harp Okulu öğrencilerinin isyanları izle­di.

Böylece darbe şartlarının ‘öğrenci ayağı’ tamamlanmıştı.Ancak bu tabloda garip olan bir durum vardı. Tarihe “gerici/şe­riatçı ayaklanma” olarak geçen bu kaotik ortama ne esnaftan, ne de halktan katılan kimse yoktu.(229) Bu şu demekti: Egemenliğin gerçek sahibi sessiz çoğunluk, bir avuç azınlığın “din elden gidiyor” yay­garasına inanmamıştı. Ancak darbe şartlarını oluşturmak için plan­lı şekilde atılan hızlı adımlar devam ediyordu. Zira 30 Mart 1909 günü ilginç bir gelişme yaşanacaktı. Sultan Abdülhamid’i korumakla görevli Türk askerleri ile diğer Arnavut ve Arap erlerinden oluşan koruma taburlarının yerleri aniden değiştirilmişti. Yıldız Sarayını korumakla görevli bu seçkin askeri birliğin yerine, “Meşrutiyet’i korumak için” Selanik’ten getirilen ve Cemiyet’in en çok güvendiği Avcı Taburlarından askerler yerleştirildi.

Yeni koruma taburunun başında ise, Cemiyet’in fedailerinden Selanikli Remzi Bey vardı. Yıl­dız Sarayını korumakla görevli eski koruma taburu ise, Meşrutiyet’i ilan eden Avcı Taburlarının kaldığı Taşkışla’daki karargaha kaydırıl­dı. Bu ani değişiklik sonrası, askerler arasında belirgin bir huzursuz­luk başlamıştı.

Nitekim 12/13 Nisan 1909 gece yarısı (Rumi takvimle 30 Mart’ı 31’e bağlayan gece) Taşkışla’daki Avcı Taburları ayaklandı. An­cak ilginçtir, “Meşrutiyet’i korumak için” Selanik’ten getirilen ve Cemiyet’in en çok güvendiği Avcı Taburları, şimdi gerici’ bir ayak­lanmaya öncülük ediyordu! Ayaklanmanın önderliğini yapan kişi ise çok daha ilginçti. Sultan Abdülhamid’e Meşrutiyet’i ilan etti­rebilmek için cunta adına Rumeli’de isyan bayrağını çekerek dağa çıkan ve Cemiyet’in en sadık elemanlarından olan Hamdi Yaşar Çavuş… Olay günü, sabah erken saatlerde Avcı Taburları içerisine paşa kılıklı’ kişiler girip, padişah adına uydurulmuş sahte bir şap­ka giyme emrini okurken, bazı Avcı Taburu subayları da er kılığı­na girerek halkı isyana çağırıyordu. Öfke, büyük bir kıvılcıma dö­nüşmüştü. Bazı subayları hapseden isyancılar, kışladaki komutayı ellerine geçirdi. Sabaha doğru kışlanın kapıları açılmış ve subaysız askerler Divan Yolundan geçerek Ayasofya Meydanına üerlemeye başlamışlardı.(230)

Ne tesadüftür ki, taburlar daha harekete geçer geçmez, kışlanın önüne dikilmiş ellerinde yeşil bayraklarla bekleyen bir takım sarıklı hocalar, “Ey kahramanlar, şeriat elden gidiyor, ne duruyorsunuz?” diye pencerelere seslenerek isyana destek veriyordu. Aslında bu ‘sa­rıklı hocalar’ asker arasına sızdırılmış görevli(231) kişilerden başkası

Nitekim darbe sonrası Cemiyet tarafından kurulan Divan-ı Harp tarafından birçok günahsız insan ipe çekilirken, halkı kışkırtan hu ‘asker ve hoca kılıklı kişilere hiç dokunulmayacaktı.(232)

Taşkışladan öteki kışlalara da yayılan isyan, kısa sürede büyü­müştü. Askerler, dillerinde “şeriat isteriz” sloganları, önlerinde sa­rıklı hocalar’ Sultanahmet Meydanında toplandı.(233) Sayıları 5-6 bini bulan askerlerin toplanmasıyla birlikte, yüzlerce hoca ve medrese öğrencisi de meydandaki yerlerini almıştı. Ateşli konuşmalar yapılıp ‘dinin elden gittiği’ tekrar tekrar vurgulanıyordu. Oysa ne dinin bir yere gittiği vardı, ne de şeriat elden gitmişti. Meşrutiyet ile gelen ufak tefek teferruatlar bir kenara bırakılırsa, şeriat yasaları gene aynen uy­gulanıyordu. Üstelik o yasaları uygulamakla görevli halife de halen ülkenin başındaydı.

“Bu Zulüm Şeriatın Hangi Kitabında Yazılı?”

İlk bakışta örgütsüz ve dağınık bir görüntü çizen bu garip’ isya­nın, aslında ne kadar planlı olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı. Top­lanılacak yer, takip edilecek güzergah, meclis binasının kuşatılması ve padişahtan talep edilecek konulara varıncaya kadar, her şey bir plan dahilinde gerçekleşiyordu. Her safhasında bir ‘Üst Aklın oldu­ğu açıkça belli olan bu kaos ortamında, hangi adımın ne zaman atı­lacağı tek tek planlanmıştı. Mesela yabancı elçilik binaları önlerine nöbetçiler dikilmesi, ‘hıristiyanlara dokunulmayacağına’ dair temi­natlar verilmiş olması, ayrıca kadro dışı bırakılmış bazı subayların sivil elbise giyerek isyanı yönetmeleri(234) bu hareketin organize ve planlı olduğunu gösteren başlıca emarelerdi.

İsyancılar, ne istediklerini gayet iyi biliyordu. Taleplerinin hü­kümete bildirilmesi için Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi, Ayasofya Meydanına çağrılmıştı. Diğer taraftan da meclisin etrafı kuşatılarak, bazı vekillerin istifası isteniyordu. Bu demekti ki, isyancılar İkinci Meşrutiyet’le gelen ‘parlamenter’ sisteme karşı değillerdi, öyleyse, olaya gerici’ damgası vurulabilecek bir geriye dönüş’ sözkonusu olamazdı. Zira isyancılar ‘Meşrutiyet’ karşıtı olsalardı, meclisin ta­mamen kapatılmasını ve tüm milletvekillerinin istifa etmesini iste­miş olmaları gerekirdi. Oysa isyancıların, ahkam-ı şeriyye’nin (şeriat hükümlerinin) kesin olarak yürütülmesi, kabinenin toptan çekilme­si, Volkan gazetesinin ayaklanma öncesi ilan ettiği ‘dört-beş herif-i naşerifîn’ sınır dışı edilmesi (Mebusan Meclisi Başkanı Ahmet Rıza, ikinci başkan Talat Paşa, gazeteci Hüseyin Cahit, Rahmi ve Doktor Bahaeddin Şakir) ile Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Sadrazam Hüse­yin Hilmi Paşa ve Birinci Ordu Komutanı Mahmut Muhtar Paşanın azledilmesi gibi pek çok istekleri vardı.

Kısa bir süre içinde İstanbul’un tüm semtleri, isyancı erler tar fından kontrol altına alınmıştı. Medrese öğrencileri, Ittihad-ı M hammedi Cemiyeti üyeleri, asker ve bir takım çapulculardan oluşan gruplar, Bab-ı Alideki Şura-yı Ümmet ve Tanin gibi ittihatçıların söz­cüsü durumunda olan gazetelerin bürolarını basıp yerle bir etmişler di. Ayasofya Meydanındaki kalabalığın “şeriat isteriz” diye başlayan çığlıkları ise, daha sonra ‘kelle istemeye dönüşmüştü. Sokaklar, suçu günahı olmayan pek çok insan cesediyle doluydu. Bütün bu olup bi­tenlere rağmen, hükümet adeta olayları seyrediyor, sadrazam Hü­seyin Hilmi Paşa isyancılara müdahale izni vermiyordu.(235)

Kabine, olayları görüşmek için aynı gün erken saatte toplanmıştı. Şeyhülis­lam Ziyaeddin Efendi, kabineye isyancıların isteklerini bildiriyordu. Görüşmeler sonrasında alman karar ise son derece ilginçti: “Kuvvet kullanılmasına gidilmeyecek, taleplerin kabul edildiği şeyhülislam aracılığıyla isyancılara ulaştırılacak ve ulemadan birkaç kişi nasihat etmek üzere Ayasofya Meydanına gönderilecekti.”(236)

Oysa Osmanlı tarihinde nasihatle yatıştırılmış ya da bastırılmış bir tek isyan yoktu. Bu durumda akla iki soru geliyor. Komitacılık ruhuyla Meşrutiyet’i ilan ettiren ve faili meçhul cinayetlerle Osmanlı tebaasına korku salan Cemiyet, acaba gerçekten bir acz içinde miydi, yoksa tertibin tamamlanması mı bekleniyordu? Zira Meşrutiyefin ilanıyla padişahın otoritesi bir hayli zayıflamış, kabineye söz dinle­temez hale gelmişti.(237) Üstelik isyancıların sokaklarda şeriat’ adına yaptıkları barbarlıkların da şeriatta hiçbir yeri yoktu.

Dahası, isyancılara nasihat etmek için görevlendirilen Mabeyn Başkatibi Ali Cevat Bey ve yanındaki heyet, yol boyunca gördükleri subay cesetlerine yaklaşmak istediklerinde, isyancı askerler buna en­gel oluyordu. Heyetten Din Alimi Devekili Hoca Halis Efendi, bun­ların arasında ‘hoca kisveli’ kişiler olduğunu görünce dayanamayıp: “Bu zulüm şeriatın hangi kitabında yazılı? Söyleyin bakalım, sizler kimsiniz? Hangi medrese mensubusunuz? Hangi dini vazifedensi­niz?” diyerek ‘din adına yapılan bu katliamlara isyan ediyordu. Daha sonra Halis Efendi Cevad Beye dönerek şöyle diyecekti: “Bunlar asla din adamı değil. İlmiyyeye mensup değil. İlmiyye kisvesine girmiş sahtekarlar.”

Cemiyet’in üst yöneticilerinden Talat Paşa bile: “Ben de aynı düşüncedeyim. Hakiki Türk din adamları içerisinde böylesine asla rastlamadım.”(238) diyerek tarihi bir itirafta bulunacaktı. Yine isyana destek veren Fatih Medresesi talebelerine müderrislik yapmış olan din alimi Hafız İbrahim Efendi ise: “İstanbul’da bu kadar talebe-i ulûm yoktur. Bu kadar sarıklı nereden çıktı?” diyerek isyancılar hakkındaki şüphelerini dile getiriyordu. Ancak isyancılar hakkında en ilginç yorumu, dönemin önemli alimlerinden Tahir-ul Mevlevi yap­mıştı. İsyancıları Hz. Muhammed devrindeki Mescid-i Dırar’ı inşa eden münafıklara benzeten Mevlevi, “Dinini dünyaya ve hamiyet-i insaniyesini birkaç liraya değişen mürteciin-i münafıkinin” diyerek, isyancıların aynı zamanda bu katliamları ‘para karşılığında yaptık­larını söylüyordu.

Sultan Abdülhamid, kurulan ‘tezgahı’ fark etmişti. O da, daha fazla kan dökülmemesi için isyancıların taleplerinin yerine getiril­mesi taraftarıydı. Mecliste Hoca Ahmet Rasim ve İsmail Kemal Bey gibi isyancıların ateşli temsilcileri, milletvekilleri üzerinde büyük bir baskı kurmuştu. Bir yandan dışarıdaki isyancıların terör baskısı, di­ğer yandan mecliste yapılan isyan yanlısı ateşli konuşmalar, etkisini kısa sürede göstermiş ve Hüseyin Hilmi Paşa kabinesine güvensizlik oyu verilmişti. Ancak aslında bu göstermelik bir karardı. Zira mec­lisin bu kararından önce kabine zaten çekilmiş bulunuyordu. Özel­likle Şura-yı Ümmet ve Tanin basımevlerinin yağma edilerek mil­letvekillerinin öldürülmesi, kabine üyelerinin morallerini büsbütün bozmuş ve kabine padişahın isteği üzerine istifa etmişti. Kabinenin çekilmesiyle, Sultan Abdülhamid isyancılarla karşı karşıya kalacaktı. Ancak o, saltanatı boyunca kardeş kanının dökülmesini hiçbir za­man istememişti.

Bu yüzdendir ki, asilere Mabeyn Başkatibi Ali Cevad tarafından kaleme alınan bir tezkere ile seslenmeyi uygun bulmuştu. İsyancıla­ra okunan tezkere şöyleydi: “Kabinenin çekilmesi Hazret-i zillüllah (Tanrının gölgesi olan II. Abdülhamid) tarafından kabul edilmiştir. Yeni kabine kurulmak üzeredir. Bugünkü ayaklanmada bulunan as­kerlerle diğer kimseler hakkında padişahımız genel af kabul etmiştir. Devletimiz İslam devletidir. Kıyamete kadar da öyle kalacaktır. Şeriat bundan böyle de daha büyük bir dikkatle yürütülecektir. Başkomu­tan olan büyük halifemiz padişahımız askerlere kışlalarına, ahaliye de iş ve güçlerine dönmelerini bildirir ve selamlar.”(239)

Türk Halifeyi Bir Yahudi’ye Hal Ettiren Zihniyet

Yapılan pazarlıklar sonucu, isyancıların öne sürdüğü şartların hemen tamamı yerine getirilmişti. Talepler üzerine, Tevfik Paşanın sadrazamlığı ve Mareşal Ethem Paşanın da Harbiye Nazırlığı üze­rinde anlaşmaya varıldı. İsyancıların meclisteki destekçilerinden İsmail Kemal ise, Ahmet Rızadan boşalan Meclis Başkanlığına geti­rilmişti. Böylece 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa kabinesi kurulmuş ve hükümet göreve başlamıştı. Tezkere önce Mecliste, sonra da Ayasof- ya Meydanında bulunan isyancılara “Şeriat isteriz” sesleri arasında okundu. Ancak tezkerenin şeriat ile ilgili bölümü okunurken sarıklı bir hoca, “…şimdiye kadar şeriat var mı idi ki, devam olunsun” diyerek bu tavizlere bile karşı çıkıyordu. Nitekim isyancıların zorbalığı, yeni kabinenin kurulmasından sonra da devam etti. Yapılan bu değişiklikler ve çıkarılan genel af isyancıları tatmin etmemiş, aksine olaylar daha da hız kazanmıştı.

Her geçen gün kan akmaya devam ediyordu. Sözde “şeriat isteriz” naraları atanlar, şeriat hukukuyla ü keyi yöneten halifenin vermiş olduğu söze güvenmiyor, emirlerini dinlemiyorlardı.Sultan Abdülhamid isyancılarla uğraşırken, Cemiyet ve onu kontrol eden Üst Akıl, iktidarı tamamen ele almanın hesaplarını yapıyordu. Artık darbenin gerekli bütün şartları oluşmuştu. Olayların başlangıcında sessiz kalan ve isyanın büyümesine müdahale etmeyen Cemiyet, kısa zamanda bütün şubeleriyle harekete geçmişti. Bir yandan olayların sorumlusu padişahmış gibi ondan durumun düzeltilmesi istenirken, diğer yandan İkinci ve Üçüncü Ordu’nun müdahalesi için çalışmalar yapılıyordu. Cemiyet’in Feda-i Zabitan grubunda yer alan Jandarma Yüzbaşısı İsmail Canbulat, ayaklanmayı ve İstanbul’daki olayları bir telgrafla “Meşrutiyet mahvoluyor” diyerek Selanik’teki Merkez-i Umumiye bildiriyordu.(240)

Olaylar çığırından çıkana kadar sessiz kalan Cemiyet, artık mü­dahale zamanının geldiğine inanmıştı. Derin iktidar gücünü elinde bulunduran Merkezi Umumiye telgraf üstüne telgraf çekiliyordu. İstanbul’dan gelen ‘imdat’ çağrıları, Selanik’te büyük endişeye neden olmuştu. Özellikle 1908 postmodern darbesini gerçekleştiren Üçüncü Ordu’nun genç subayları, öfke ve endişe içinde verilecek emre çoktan odaklanmıştı. Cemiyet’in Selanik’teki genel merkezi, zaman kaybet­meden ayaklanmayı bastırmak için ordunun yüksek rütbeli komutan­larıyla istişarelere başlamıştı. III. Kolordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, Meşrutiyet’in korunması için ant içmiş olan ordunun, ayaklan­mayı bastıracak güçte ve harekete hazır olduğunu bildiriyordu.

Bunun üzerine Merkez-i Umuminin girişimiyle İttihatçı örgütler­den İstanbul’a protesto telgrafları yağmaya başlamıştı. Padişah olaylar­dan sorumlu tutuluyor, açıkça tehdit ediliyordu. Devletler oyununda yavaş yavaş sona gelinmişti. Aylarca süren kargaşaya sessiz kalan Ce­miyet, 15 günde İstanbul’un üzerine yürüyebilecek dev bir ordu kur­muştu. Selanik’te bir yandan ordu birlikleri hazırlanırken, öbür yan­dan da İstanbul’un üzerine yürüyecek gönüllü’ asker toplama telaşı vardı. Meşrutiyet’in kendileri için bir ‘özgürlük vaadi’ olduğunu bilen Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Rumlar ve Yahudiler gibi etnik unsurla­rın hepsi bu “gönüllü ordu” içerisindeki yerlerini almıştı…

Meşrutiyet’i zorla ilan ettirmek için dağa çıkan 1908 cuntası­nın debaşlarından Resneli Niyazi, şimdi bir kez daha iş başındaydı. Resneden topladığı gönüllülerle İstanbul’a yürüyen ordu içerisinde­ki yerini almıştı. Bir başka gönüllü toplama işini üstlenen kişi ise, Cumhuriyet döneminin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’dı. O günlerde Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı Bursa’dan topladığı gönüllü’ taburları İstanbul üzerine yürütmek, hem mason, hem de Alliace Is- raelite üniverselle mezunu olan Celal Bayar a düşmüştü. Bayar, oluş­turduğu bu kuvvetlerle Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu kuvvetleriyle birleşti. Selanik’te oluşturulan 700 kişilik “gönüllü Yahu­di taburunun” başındaki bir diğer ünlü isim ise, Milli Mücadelenin komutanlarından Albay Kazım Karabekir’den başkası değildi!

Tüm bu kuvvetlerin Komutanlığını Hüseyin Hüsnü Paşa, Kur­may Başkanlığını Önyüzbaşı (Kolağası) Mustafa Kemal ve Yüksek Komutanlığını da Mahmut Şevket Paşa üzerine almıştı. Hazırlanan ordunun çekirdeğini Selanik Redif Tümeni oluşturuyordu. Orduya “Hareket Ordusu” ismini veren kişi ise, Mustafa Kemaldi. Hareket Ordusu, 14-19 Nisan tarihlerinde Yeşilköy’de üstlenmiş ve İstanbul’u yarım ay şeklinde kuşatmıştı. Hareket Ordusunun Yeşilköy’den tehditler savurması üzerine, Sultan Abdülhamid’in de 31 Mart Vakasından sorumlu tuttuğu Meclis Başkanı İsmail Kemal Bey’i bü­yük bir telaş sarmıştı. Selanik’ten gelen ordunun İstanbul’a girmekte kararlı olduğunu gören İsmail Kemal, Almanya başta olmak üzere, Rusya ve İngiliz elçilikleriyle iletişime geçmiş, fakat olumlu bir sonuç alamamıştı. Tutuklanmasıyla ilgili telgrafı öğrenen İsmail Kemal, ça­reyi İngiltere Büyükelçiliğine sığınmakta bulmuştu. İngiliz Büyükel­çisi Sir Gerard Lowther, bu sadık adamını İngiliz bayrağı taşıyan bir vapurla Yunanistan’a kaçırmakta hiç tereddüt etmeyecekti.(241)

Hareket Ordusunun başındaki Mahmut Şevket Paşa, Selanik’ten hareket etmeden önce, Vükela Meclisi üyelerinden Şura-yı Devlet Reisi Raif Paşa ve Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref Beye “Kanun-i Esasiye sadık kaldıkça Makam-ı Saltanata ilişilmeme” sözü vermiş­ti(242) Daha sonraki gelişmelere bakılırsa, aslında bunun büyük bir tezgah olduğu anlaşılacaktı. Zira ordunun ayağına kadar gelerek Yeşilköy’de toplanan meclis, ilk iş olarak Sultan Abdülhamid’in ‘hâl’ edilmesi meselesini ele almıştı. Ancak Mahmut Şevket Paşa, bura­da da ikiyüzlü bir politika izliyor, padişahın ‘hâl’ edilmesini şimdi­lik uygun bulmuyordu. Çünkü Hareket Ordusu, sözde Meşrutiyet’le birlikte “Asilerin ortadan kaldırmak istediği” padişahı da korumak için yola çıkmıştı. Tersine bir davranış, Hareket Ordusunun bir kıs­mını veya tamamını isyancılar tarafına geçirebilirdi.

Mahmut Şevket Paşanın bu görüşlerini dikkate alarak kararla­rını yeniden gözden geçiren meclis, 22 Nisan günü saraya gönder­miş olduğu tezkerede, “padişahın anayasaya sadık kaldığı müddetçe hayatının ve haklarının korunacağı” bildiriliyordu. Ayrıca Mahmut Şevket Paşanın 23 Nisan 1909’da bizzat Sultan Abdülhamide çekmiş olduğu telgrafta, “İkinci Ordunun gelişi dolayısıyla bir takım kötü niyetlilerin kendisinin ‘hâl’ edileceği haberlerini çıkarttıklarını, an­cak bunların aslının olmadığı”(243) belirtilerek padişaha güvence veri­liyordu. Verilen teminatların ve uygulanan stratejinin amacı, padi­şah ve hükümete gözdağı verilerek her türlü direnişi engellemekti.

Hareket Ordusu, 23-24 Nisan gece yarısından sonra İstanbul’a gir­mişti. Sabaha karşı şehri kuşatan öncü kuvvetler, bazı stratejik nok­taları tutarak darbeyi fiilen başlatmışlardı. Bu harekatta öncü komu­tanlar olarak, Fethi (Okyar) Bey, Enver (Paşa) Bey, İsmet (İnönü) Bey ve Kazım (Karabekir) Bey gibi dönemin genç subayları yer alıyordu. Sokaklar kontrol altına alındıktan sonra, en son Yıldız Sarayı da ku­şatıldı. 25 Nisan 1909 tarihinde başlayan kuşatma iki gün sürmüş, 27 Nisan günü saraydaki kontrol orduya geçmişti. Yeşilköy önlerine kadar gelen Hareket Ordusuna karşı “kardeş kanı dökülmesin diye” Hassa Ordusunu kullanmayan Sultan Abdülhamid, Yıldız Sarayını korumakla görevli İkinci Fırkaya da direnmeme emri vermişti. Buna rağmen saray talan edilmiş, pek çok görevli öldürülmüştü.

Hareket Ordusunun İstanbul’da duruma tamamen hakim ol­masıyla, Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilme meselesi yeniden gündeme gelmişti. Meclis, bu son derece önemli olayı görüşmek için toplandı. Daha önce çeşitli güvenceler verilmesine rağmen, padişah şimdi ayaklanmalardan sorumlu tutuluyor, anayasayı koruma adına herhangi bir olumlu girişimde’ bulunmadığına karar veriliyordu. Sul­tan Abdülhamid’in sarayın kapışma dikilen göstericileri azarlaması, nasihat heyetleri göndermesi ve olayların bitmesi için isyancıların he­men bütün isteklerini kabul etmesi artık hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Mecliste ilk sözü alan Hareket Ordusu Komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, “Millet ve memleketin selameti için” Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin gerekli olduğunu söylüyordu. Paşa, Müslü­man bir devlet olması nedeniyle bu konuda bir ‘fetvaya’ gerek bu­lunduğunu da sözlerine eklemeyi ihmal etmemişti. Bu öneri, silah zoru altındaki milletvekillerince onaylanmış, Şeyhülislam Mehmet Ziyaeddin Efendi ile Fetva Emini Hacı Nuri Efendi hemen meclise getirtilerek, fetva hazırlıklarına başlanması oy birliği ile kabul edil­mişti. Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, bu fetvayı vermemek için bir hayli direnmişse de, korkudan imzalamak zorunda kalmıştı.

Şeyhülislam Mehmet Ziyaeddin Efendiye de zorla(244) imzalattı­rılan fetvaya: “Abdülhamid’in yasalara uymadığı, devlet hâzinesin­den gereksiz harcamalar yaptığı, yasal dayanaklar olmaksızın kişileri sürgüne gönderdiği ve öldürttüğü, bunları yapmamaya yemin ettiği halde yeminini bozduğu, Müslümanlar arasında kargaşa yarattığı ve iç savaşa neden olduğu” yazılarak, padişahın tahttan indirilmesi­nin “İslam Hukukuna uygun olduğu” belirtiliyordu. Oysa Kanun-i Esasiye göre, yapılan icraatlardan tamamen hükümet sorumluydu.

Meşrutiyetin ilan edilmesiyle padişah kabine üzerindeki etkisini yitirmiş, hükümete söz geçiremez olmuştu. Mecliste çıkarılan yasaları ise, sadece onaylamakla’ yükümlüydü. Ancak bütün bunların hiçbir önemi yoktu. Zira her halükarda Sultan Abdülhamid tahttan indiri­lecekti. Nitekim 27 Nisan 1909’da tahttan indirilmesine karar veril­mişti. Meclis, bu kararı Sultan Abdülhamide bildirmek üzere dört kişilik bir kurul oluşturmuştu. Kurul üyelerine tek tek bakıldığında, darbeyi yapan asıl gücün kimler olduğu açıkça fark ediliyordu. Zira İslam halifesine “Hâl Fetvasını” okumak için gönderilen kurul üyeleri arasında tek bir Müslüman Türk yoktu. Yahudi Emmanuel Carasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Gürcü Arif Hikmet… Kendisini ‘hâl’ etmeye gelenleri gören Sultan Abdülhamid’in dudak­larından şu ünlü cümleler dökülecekti: “Bir Türk padişahına, İslam halifesine hâl kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni bir Ar­navut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?”(245)

İnceleyin:  31 Mart ''Büyük Komplo''

Darbe tamamlanmış, devrik sultanın yerine Veliaht Mehmed Re- şad getirilmişti. İslam halifesinin sürgün edildiği yer ise, çok anlamlı ve bir o kadar da manidardı. İttihat ve Terakki Cemiyet’inin doğduğu yer ve aynı zamanda adeta bir Yahudi kenti olan Selanik… Üstelik padişahın hapsedildiği yer de, Alliance okullarının finansörlerinden Moiz Alatini’nin köşküydü. Bu vilayette hazırlanan kumpasla devri­len Sultan Abdülhamid, geleneklere aykırı olarak başkent dışındaki bir vilayete sürülüyordu. Hareket Ordusu olaylara el koyduktan son­ra, Merkez-i Umumi tarafından bütün partiler lağvedildi. Muhalif olarak görülenler olayla ilişkiliymiş gibi gösterilerek tutuklandı. Basın ve muhalefet tamamen susturuldu. Hilafet ve padişahlık haklan bütü­nüyle Merkez-i Umumiye geçti.(246)Darbeyle birlikte bıçak gibi kesilen gösterilerden sonra, Cemiyet devlete tam anlamıyla egemen oldu.

Darbe mi, ‘Gerici’ Bir Kalkışma mı?

Hiç şüphesiz siyasi tarihimizin en karanlık noktalarından birini, günümüzde bile hâlâ tartışma konusu olmaya devam eden 31 Mart Vakası oluşturuyor. Zira 31 Mart Vakasının “Cemiyet tarafından ya­pılan askeri bir darbe mi, Sultan Abdülhamid tarafından organize edilen bir karşı darbe girişimi mi, yoksa İngiltere destekli bir ‘irti­ca ayaklanması mı” olduğu tartışmaları hâlâ bir sonuca bağlanmış değil. Belki bir asır önce yaşanmış bir olayın günümüzde hâlâ tar­tışılıyor olması, birçok kimse için anlamsız gelebilir. Ancak yakın tarihimizin en önemli kırılma noktalarından biri olan 31 Mart Vaka­sı, Cumhuriyet dönemine geçişin en kritik eşiğini oluşturuyor. Zira Cumhuriyet sonrasında sık sık kullanılan ve askerlerin siyasi hayata müdahale edebilmek için adeta ‘meşrü bir gerekçe haline getirdik­leri ‘irtica’ bahanesinin kökü, işte bu 31 Mart Vakasına dayanıyor. Hakeza, Türk siyasi hayatının kutuplaştırıcı tartışmaları arasında yer alan “gerici-ilerici” ve “laik-antilaik” çatışmasının referansı da yine 31 Mart Vakasıydı.

Peki, herkesin kendi ideolojik penceresinden baktığı 31 Mart Vakası’nın gerçek mahiyeti neydi? Kim tertiplemişti, kimin işine yaramıştı? Hemen ifade etmek gerekir ki, ‘belge fetişizmine sapla­nıp kalanlar için elbette bu olay bir ‘irtica kalkışmasıydı. Bu görüşte olanların gerekçeleri, dönemin resmi yazışmalarında vakıanın bir ‘irtica hadisesi olarak geçmesi. Zira İttihat ve Terakki Cemiyetinin resmi yazışmalarında(247) ve İstanbuldaki kargaşa durumunu Sela­nik’teki Merkez-i Umumiye bildirmek için çekilen telgraflarda, olay “hareket-i irtica” olarak geçiyordu. Yine dönemin bazı yazışmala­rında ise, bu kargaşa ortamı bir “karşı devrim” diye nitelendirilerek, resmi belgelere “hadise-i ihtilaliyye”(248) olarak geçirildiği görülüyor.

Belge fetişizmine takılıp kalan araştırmacı ve akademisyenlere göre, bu veriler 31 Mart Vakasının ‘irtica’ ve ‘şeriat’ ayaklanması ol­duğunu göstermek için yeterli bir delil olarak kabul ediliyor. Fatih Medresesi talebeleri ve din alimlerinin isyancılara destek vermesi, isyancıların sık sık “şeriat isteriz” diye slogan atmaları, ayrıca Sultan Abdülhamid’in bu göstericilere ‘toleranslı’ davrandığının iddia edil­mesi, olayı gerici’ bir ayaklanma olarak görenlerin diğer argümanla­rı olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu bakış açısı, tarihin siyasi arka planını görmezden geldiği gibi, olayları bir bütün olarak değil, tek tek değerlendirerek büyük resmin ortaya çıkmasına engel olduğunu da belirtmemiz gerekiyor.

Öncelikle 31 Mart Vakasının “irtica” olarak nitelendirildiği bel­gelerin, olayın doğrudan tarafı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ne ait olduğu unutulmamalı. Elbette olayın sosyo-ekonomik ve sosyo­kültürel yanlarını inkar ederek, bu vakayı sadece “Cemiyet ve İngi­liz kışkırtıcılığına” bağlamak da doğru bir yaklaşım olamaz. Ya da 15 gün süren bir kaotik ortamın günah keçisi olarak sadece Derviş Vahdeti suçlanamaz. Ancak resmi tarih tezi oluşturulurken, bu ka-otik ortamın İttihat ve Terakkinin politik tutumundan kaynaklan­dığı ısrarla görmezden geliniyor. Bunun nedeni, 31 Mart Vakasının ardından ülkeye hakim olan siyasi düzen ve ‘vesayetçi’ zihniyetin, Cumhuriyet döneminin de temel felsefesini oluşturmasından kay­naklanıyor. Daha açık bir ifadeyle, bugünkü cumhuriyet devrimleri, 31 Mart Vakasında “Kafası ezilen şeriatçı yobazlara” karşı verilmiş bir mücadelenin sonucu olarak görülüyor.

31 Mart Vakasının bir diğer ‘ihtilaflı’ yönü de, bu hadisenin kim­ler tarafından tertiplendiği konusu. Aynı tarihçi ve araştırmacıların, aynı belgeler üzerinde çalıştıkları halde farklı sonuçlara varmaları, hem bu hadisenin ideolojik bakış açısıyla değerlendirildiğini, hem de tarihsel çalışmaların siyasi analizden yoksunluğunu gösteriyor. Hadisenin kimler tarafından tertiplendiği konusunda farklı tezler olsa da, üzerinde durabileceğimiz üç önemli görüşü burada zikret­mekte fayda var.

Birinci tez, olayların Ingilizler tarafından organize edildiği görü­şüdür. Buna göre sadaretten düşürülen ‘İngilizyanlısı’ Kâmil Paşanın oğlu Sait Paşa, isyancıların askeri elebaşlarından Hamdi Çavuşa para vererek, ihtilal için kışkırtmıştı.(249) İsyancılara gönderilen para ise, bizzat İngiliz Haber Alma Teşkilatı tarafından sağlanmıştı.
İkinci tez, isyanın bizzat Sultan Abdülhamid tarafından çıkarıl­dığı iddiasına dayanıyor. Jön Türkler üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Sina Akşin’e göre, 31 Mart Vakası tamamen bir ‘şeriat’ kal­kışmasıydı(250) ve müsebbibi de Sultan Abdülhamid idi. Bu tezin ge­rekçeleri olarak, sarayın olayları bastırmak yerine isyancılara nasihat etmesi ve sert tedbirler almayarak olup bitenlere göz yumması olarak gösteriliyor.

Üçüncü tez ise isyanın siyonistlerce çıkarıldığı görüşüne dayanı­yor. Bu tez, dönemi bizzat yaşamış olan Cevat Rifat Atilhan ve Mus­tafa Turana ait. Buna göre, hadisenin çıkmasında birinci derece rol oynayanlar bizzat siyonistlerdi.(251) Çünkü Sultan Abdülhamid, Yahu- dilerin Filistin’e yerleşmelerine ve toprak satın almalarına izin vermi­yordu. İsyan sonrası yapılan darbeyle, siyonistler kendilerine zorluk çıkartan Sultan Abdülhamid’den kurtulmuş, Yahudilerin Filistin’de toprak satın almalarının önü açılmıştı.

Yalan Söyleyen Tarih Utansın

Her ne kadar 31 Mart Vakasıyla ilgili farklı görüşler olmasına rağmen bu hadiseye irtica damgası vurulmuş olsa da, mevcut bilgi ve belgeler bir vicdan süzgecinden geçirildiğinde, 31 Mart Vakasına gerici ayaklanma damgasının ideolojik saplantılar yüzünden vurulmakta olduğunu özellikle belirtmeliyiz. İttihat ve Terakki Cemiyetinin, bazı dini konularda hassas davranmadığı bir gerçekti Meşrutiyet süreciyle birlikte sosyal yaşamda ve özellikle ordu içeri­sinde görülen seküler uygulamaların, Osmanlı halkını rahatsız ettiği doğruydu. Ancak bütün bu olumsuz hava ne şeriatın uygulanmadı­ğı anlamına geliyordu, ne de şer’i hükümleri ortadan kaldıracak bir durumun sözkonusu olduğunu gösteriyordu. Daha önemlisi, şeriat adına ayaklandıkları iddia edilen isyancıların talepleri arasında ge­riye dönüş, yani meşrutiyet rejiminin kaldırılmasına yönelik tek bir madde yoktu. ‘İrtica kelimesinin anlamı “önceki koşullara dönüş” olduğuna göre, 31 Mart Vakasını bir “gerici ayaklanma” olarak sun­mak, analitik düşünceyle bağdaşmayacak bir durum olsa gerek.

Neresinden bakılırsa bakılsın, 31 Mart Vakası, 1909 Darbesini meşrulaştırmak için Üst Akıl tarafından yürütülen bir “kontrollü gerilim” stratejisinden başka bir şey değildi. Zira Üst Aklın hizme­tindeki İngiltere, kendine yakın olan Cemiyet’in muhalif kanadını kullanarak ortamı sistemli şekilde provoke etmiş, oluşan kaos orta­mını da darbeyi meşrulaştırmak için kullanmıştı. Cemiyet’in her ge­çen gün Almanlara yaklaştığını gören İngilizler, daha önce Cemiyet içerisinde bulunan, ancak bazı fikir ayrılıkları yüzünden ters düşmüş ‘İngilizci* kanada mensup üyeleri kullanarak, İttihad Terakki yi ‘hiza­ya sokmak istemişti. Böylece hem yarım kalan darbe süreci tamam­lanmış, hem Cemiyet üzerindeki İngiliz hakimiyeti sağlanmış, hem de Sultan Abdülhamid safdışı bırakılmıştı.

Dönemin resmi belgelerine bakıp 31 Mart Vakasını ‘irtica diye lanse edenler, bu belgeleri düzenleyen ve resmi yayın organlarında ‘irtica* olarak yayan Cemiyet’in, olayın tarafı olduğunu unutuyor­lar. Cemiyet, olaylar çığırından çıktıktan sonra Rumeli bölgesine ve Cemiyet’in Merkez-i Umumi’sine çekmiş olduğu telgraflarda, hadi­seyi bilinçli olarak “Meşrutiyet karşıtı” ve “irtica” kalkışması olarak nitelemişti. Zira Meşrutiyet, Batı kültürünü benimseyen Makedonya bölgesindeki halkların ortak ilan ettikleri bir düzen olarak görülü­yordu. Dolayısıyla, olayları bastıracak orduya daha fazla asker sağ­lamak ve halkın ilgisini artırabilmek için, vakayı bir “irtica” olarak sunmak zorundaydı. Öyle ki, Makedonya bölgesinde padişah yanlısı asker ve halka “Padişahımız, halifemiz tehlikededir” diyerek asker toplanırken, Meşrutiyet yanlılarına da “Meşrutiyet’in tehlikede oldu­ğu” söylenerek asker toplanıyordu.
31 Mart Vakasını bir ‘irtica’ hareketi olarak yayan, kabul ettiren ve hatta resmileştiren, Cemiyet’in resmi yayın organları Tanin ve Ru­meli gazeteleriydi.(252)

Oysa vakanın bir ‘irtica’ kalkışması olabilmesi için isyancıların mutlakıyet yönetimini geri getirme amacı gütmele­ri ve parlamentonun kapatılmasını istemeleri gerekirdi. Halbuki ge­rek askeri isyancıların, gerekse sivil uzantılarının tamamı Meşrutiyet yanlısıydı. Aksi takdirde, hükümete isteklerini bildiren isyancıların 3- 5 mebusa değil, hiçbir ayrım yapmadan bütün mebuslara karşı olmaları gerekirdi. Üstelik isyancılar, isteklerini padişahtan değil, meclisten talep etme gereği duymuşlardı, özellikle ‘yeni rejimi’ ko­rumak için Selanik’ten getirilen ve hürriyetin bekçileri (Nigehban-ı hürriyet) diye isimlendirilen Cemiyet’in en çok güvendiği Avcı Taburlarını gericilikle’ suçlamak, kurgunun mantıksal örgüsüne de ters bir durum. Dahası, isyan eden Avcı Taburlarının başındaki Hamdi Çavuş, Meşrutiyet’i padişaha zorla kabul ettirmek için Res- neli Niyazi’yle birlikte dağa çıkan cuntanın en sadık elemanlarından biri değil miydi?

31 Mart Vakası bir ‘irtica’ hareketi olmadığı gibi, bir “şeriat kal­kışması” da değildi. İsyancıların meclise sundukları talepler arasında kabine üyelerinin “daha mütedeyyin” kişilerden oluşmasını ve şeri­atın ‘tam’ uygulanmasını istemeleri, bu olayın bir “şeriat kalkışması” olduğu anlamına gelmiyordu. Zira göstericilerin samimi oldukları düşünülse bile, şeriatla yönetilen bir ülkede, ‘daha fazla şeriat’ iste­mek adına yapılmış bir gösteriyi “şeriatçı ayaklanma” diye nitelemek, gerçekten komik bir durum olsa gerek. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle her ne kadar rejim değişikliğe uğramış, ‘şeriata mugayyir’ bazı uygu­lamalar olmuşsa da, ülke hâlâ şeriatla yönetiliyor ve devletin başında bir ‘halife’ bulunuyordu. Eğer halife Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, şeriatın uygulayıcısı ise, öncelikle şeriatın zarar görmesinden kendi­sinin rahatsızlık duyması gerekmez miydi?

Kaldı ki Osmanlı padişahları içerisinde en çok şeriata bağlılığı ile taranan ve halifeliği en etkili şekilde kullanan Sultan Abdülhamid ol­muştu. Öte yandan, sözde şeriat isteyen isyancılar arasında halk yoktu. Kör Ali ve İsmail Hakkı adındaki iki “serseri kılıklı”(253) hocanın, arka­larına 40 kişiyi takıp “Ey ümmet-i Muhammed, din elden gidiyor” di­yerek Yıldız Sarayı na şikayette bulunmasını “şeriat ayaklanması” ola­rak sunmak hangi vicdanla bağdaşabilir? Dahası, “şeriat isteriz” diye bağıran isyancılar arasındaki “körkütük sarhoş” olanları(254) bu “şeriat ayaklanmasının” neresine monte edeceğiz? Dolayısıyla, 1909 darbesi öncesinde “şeriat isterük” diye bağıranlar ile, Cumhuriyet dönemi bo­yunca “şeriat istemezük” naraları atanlar arasında hiçbir fark yoktu.

31 Mart Vakası na doğrudan karışan ya da bir şekilde isyancıları destekleyen beyin takımının hemen hepsi, daha önce Cemiyet içe­risinde yer almış ve Meşrutiyet’in ilan edilmesini desteklemiş kimselerdi. Bu kanat aynı zamanda Sultan Abdülhamid’in de amansız muhalifleriydi. Derviş Vahdeti, Prens Sabahaddin, Miralay Sadık, Mizancı Murat, İsmail Kemal, Dr. Rıza Nur, Abdullah Cevdet, Mev- lanzade Rıfat, Nihad Reşat (Belger), Ferruh Alkent ve Hoca Rasim bunlardan sadece birkaçı mesela… Cemiyet içerisinde zamanla çıkar kavgası başlamış, fikir ayrılıkları su yüzüne çıkmıştı. İşte Meşrutiyet sonrasında Cemiyet’in gerçek yüzüyle karşılaşan ve kargaşa ortamını fırsat bilen bu ‘küskünler’ grubu, İngilizler tarafından darbe şartlan- nı oluşturmak için figüran olarak kullanılmışlardı.

……..
Abdülhamid’in Âhı…

Üst Akıl, Cemiyet’i kullanarak Sultan Abdülhamid’i devirmişti devirmesine ama, vesayetçi zihniyet, halkta taban bulamadığı için zor günler yaşıyordu. Cemiyet’in 1908 postmodern darbesi sonra­sında uyguladığı ceberut ve vesayetçi yönetim tarzı, gerek halk ara­sında, gerekse ordu içerisinde çeşitli tepkilerin doğmasına neden olmuştu. İttihat ve Terakkinin gerçek yüzünü gören halk ve Osmanlı aydınları, artık Cemiyet’in söylediği hiçbir şeye inanmıyordu. Bu nedenle, ülkeyi kendi getirdikleri ‘demokrasi’ rejimiyle yönetemeyeceklerini anlayan Cemiyet, Meşrutiyet öncesinde uyguladığı komita­cılık günlerine dönmenin zaruret olduğuna inanmıştı. Doğal olarak, devreye yine Feda-i Zabitan grubu girecekti. Meşrutiyet uğruna nice cinayetler işleyen bu gözü kara fedailer, Kâmil Paşa Hükümetine karşı yapılan darbenin de yine ön saflarında yer alacaktı.

Darbe sonrasında memleketteki yegane güç merkezi Cemiyet olmasına rağmen, iktidar sorumluluğunu bir türlü üzerine almı­yor, hükümetleri perde arkasından yönetmeyi tercih ediyordu. Bu­nun nedeni, başarısız olunursa gözden düşme korkusuydu. Zira “Cemiyet-i mukaddes” uğruna bunca yıl verilmiş olan mücadele, bir anda heba olabilirdi. Ne var ki İttihat Terakkinin bu tavrı, dö­nemin ileri gelen aydınları ve özellikle Cemiyet üyesi olup da daha sonra muhalefet safına geçenler tarafından sert şekilde eleştiriliyor­du. Kaldı ki sıradan halk bile, mevcut hükümetin ve onun başındaki padişahın bir kukladan ibaret olduğunun farkındaydı. Dolayısıyla Cemiyet’in artık yumruğunu masaya vurup, tüm iktidar gücünü bir an önce eline alması gerekiyordu. Üstelik Sultan Abdulhamide karşı sürekli bir eleştiri konusu haline getirdikleri Balkanlar da, fıkır fıkır kaynamaya başlamıştı.

Meşrutiyet öncesinde adeta her kapıyı açacak sihirli kelimeler ola­rak topluma sunulan “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” sloganlarının artık tamamen bir aldatmacadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Bu kelimeler Osmanlı aydınlan tarafından halka öylesine cazibeli anlatılmıştı ki, eğer Meşrutiyet ilan edilirse, devlet dairelerindeki bir takım usulsüz­lükler düzelecek, vergiler azalacak ve imparatorluktaki bütün milletler “birlik ve beraberlik” içerisinde mutlu mesut yaşayacaktı! Ancak ger­çek hiç de öyle değildi. Uğruna nice canlar alınan Meşrutiyet rejimi, huzur ortamı getirmek bir yana, eskiyi mumla aratır hale gelmişti.

Daha Sultan Abdülhamid’i tahttan indireli sadece bir gün ol­muştu ki, Adana’da Ermeni olayları patlak vermişti. Cemiyet üye­leri, bir zamanlar Sultan Abdülhamid’i devirmek için işbirliği yap­tıkları Ermeni komitacılarının şimdi gerçek yüzüyle tanışıyordu. Meşrutiyet’in ilanından sonra açılan Meclis-i Mebusan’a milletvekili olarak giren Ermeni Karakin Pastırmaciyanın, halka saldıran Erme­ni çetelerini örgütleyen kişi olduğunu gören Cemiyet üyeleri, nasıl bir hatanın içine düştüklerini çok geç anlamışlardı. Ancak Ermenilere göre de bu doğal bir sonuçtu! Zira Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmek için madem ki Ermeni çetelerle işbirliği yapılmıştı, madem ki özgürlük ve eşitlik vardı, Ermeniler de bundan yararlanacaktı! Ce­miyet üyeleri bütün Osmanlı milletlerinin ‘birlik içinde’ yaşayaca­ğına inanadursun, Ermeniler 1894 yılından itibaren Taşnaksutyan, Hınçakist ve Reforme Hınçakist örgütlerinin etrafında kümelenmiş, Meşrutiyetin ilanıyla birlikte gerçek niyetlerini açığa vurmuşlardı. İmparatorluktaki milliyetler kavgası gittikçe büyüyordu.

Öte yandan, koca ülke ‘İttihatçı ve İtilafçı’ diye ikiye bölünmüş­tü. Ülkenin siyaseten kamplaşma ve kargaşa içerisinde bulunduğu bir dönemde, 1912’de genel seçimler yapıldı. Cemiyet seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmıştı. Ancak bu başarı, halkın Cemiyete olan teveccühünden değil, seçimlerde uyguladığı zorbalık yüzündendi. Zira tarihe “Sopalı Seçimler” olarak geçen bu seçimde; Cemiyete mensup subaylar ve memurlar bir yandan, eli sopalı fedailer bir yan­dan halkı ve muhalefeti şiddet kullanarak sindiriyordu.

Nitekim 1912 seçimleri sonucunda Cemiyet muhalefetsiz bir meclise kavuştu. Fakat meclisten kovulan muhalefet, bu kez ordu içerisinde örgütlenmeye başlayacaktı. Muhalefetin sindirilmesi, ülkenin geleceği ile ilgili önemli kararların Cemiyetin Merkez-i Umumisinde alınması, yalnızca İttihatçı subayların yüksek görev­lere getirilmesi, ordunun geri kalan kısmında büyük bir rahatsızlığa sebep olmuştu. Bu rahatsızlık, ordu içerisinde 1912 yılının Mayıs- Haziran aylarında Halaskar Zabıtan (Kurtarıcı Subaylar) adında giz­li bir örgütün kurulmasına neden olmuştu. Meclis dışından ve ordu içerisinden gelen muhalefet baskısına, Balkanlarda yaşanan siyasi
çalkantılar da eklenince, Mahmut Şevket Paşa hükümeti istifa etmek zorunda kalmış, ardından kurulan Said Halim Paşa hükümeti ise, 15 Temmuzda güvenoyu almasına karşın bir gün sonra istifa etmişti

18 Temmuz günü bir açıklama yapan Halaskar Zabitan Grubu ordunun siyasetin dışında kalması gerektiğini ve siyasi partilerde, mülki memuriyetlerde görev alan bütün subayların orduya dönerek sadece askerlik mesleğini yapmaları gerektiğini belirtiyordu. Ayrıca Meşrutiyet’in sözde değil, samimi şekilde uygulanması gerektiğinin vurgulandığı bildiride, tarafsız kişilerden oluşacak yeni bir kabine­nin kurulması da isteniyordu. Halaskar Zabitan Grubunun bu bildi­risi, bütün memlekette geniş yankı uyandırmış, bizzat Sultan Reşad tarafından cevaplandırılmak zorunda kalınmıştı.

Ordu içerisinden yükselen muhalefet gücünün büyüklüğü konu­sunda emin olamayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, mecliste çoğun­lukta bulunmasına rağmen, siyaseten ağır bir darbe almıştı. Zira muhalefetin de desteğini alan Gazi Ahmet Muhtar Paşa Sadarete ge­tirilmişti. Üstelik Halaskar Zabitan Grubunun Harbiye Nazırı olarak görmek istediği Nazım Paşa da nezarete (bakanlık) atanmıştı. Ancak Halaskar Zabitan Grubunun da ordu içerisinden siyasete dahil ol­ması, zaten siyaseten bölünmüş olan ülkenin, orduda da bölünme­sini doğurmuştu. Ordu, ‘ittihatçı subaylar’ ve ‘Halaskaran subaylar’ diye ikiye bölünmüş, aradaki düşmanlık erlere kadar yansımıştı. Or­dudaki bu bölünme ve artan zafiyet, birkaç ay sonra yaşanacak olan Balkan Savaşında benzeri görülmemiş bir bozgunun yaşanmasıyla sonuçlanacaktı. Nitekim sadece üç ay 8 gün Sadaret’te kalan Ahmet Muhtar Paşa, istifa etmek zorunda kalmıştı.

Sultan Abdülhamid sonrasında ülkede yaşanan siyasi istikrarsız­lık, vatan topraklarının birer birer elden çıkmasına neden oluyordu. Bulgar ordusu Trakya’da ilerleyerek, Çatalca önlerine kadar gelmiş­ti. Üstelik orduda şiddetli kolera salgını başlamış, Rumeli’den kaçan binlerce göçmen İstanbul sokaklarında açlık ve hastalıktan ölüyordu. Yeni kurulan Kâmil Paşa Hükümeti, Balkan devletleriyle Londra’da masaya oturmak zorunda kalmıştı. Büyük devletler Bab-ı Ali’ye bir nota vererek, Edirne’nin Bulgaristan’a ve Ege adalarının kendileri­ne bırakılmasını istiyordu. Dolmabahçe Sarayında toplanan ve ileri gelen devlet adamlarının katıldığı “Şura-yı Umumi” bu durumu gö­rüşüyordu. Balkan Savaşının ilk evresinde alınan yenilgiler, Kâmil Paşa Hükümetini Londra Konferansı’nda önerilen Midye-Enez sı­nırını kabule zorlamıştı. Hele Osmanlı ordusunun Lüleburgaz ve Kırklarelinde de yenilgiye uğraması, hükümeti büsbütün çıkmaza sokmuştu.

Teşkilat Darbe Yapıyor

Uyguladığı ince siyaset sayesinde imparatorluğu 33 yıl başarıy­la ayakta tutan Sultan Abdülhamid’i pervasızca tahttan indiren Ce­miyet, dört yılda ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmişti. Tüm baskı ve şiddet ortamına karşın, Cemiyet toplum nezdinde büyük bir güç kaybına uğruyordu. Üstelik sopalı seçimler’ sayesinde kendi millet- vekilleriyle doldurdukları meclisin ömrü de kısa olmuştu. 4 Mayıs 1912’de ilk toplantısını yapan meclis, 5 Ağustos 1912 tarihinde pa­dişah tarafından feshedilmişti. Halka dayanmayan ceberut iktidarın ellerinden kayıp gittiğini gören Cemiyet, artık tam anlamıyla oligar- şik bir düzene geçme zamanı geldiğine inanıyordu.

Nitekim Balkan Savaşındaki yenilgileri ve Edirne’nin Bulgaristan’a terk edilişini fırsat bilen Cemiyet, hükümete karşı darbe planları yapmaya başlamıştı. Cemiyet’in genel merkezi yine hareketli günle­rinden birini yaşıyordu. Darbe için son toplantının Vefa’da İttihat ve Terakkinin önemli isimlerinden Emin Beşe Bey’in evinde yapılması­na karar verilmişti. Enver Paşa, bir tümeni denetlemek için İzmir’e git­tiği için, ilk toplantıya katılamamıştı. Dolayısıyla toplantı hiçbir karar almamadan dağılmıştı. Bu girişimin en büyük planlayıcısı olan teşki­latın büyük abisi Talat Paşa, toplantıda konuşulanları Feda-i Zabitan üyelerinden İzmitli Mümtaz aracılığıyla Enver Paşaya bildirmişti. Za­man gittikçe daralıyordu. Çok geçmeden Enver Bey İzmir’den döndü ve ikinci toplantı yapıldı. Sait Halim Paşa, Talat Paşa, Enver Paşa, Hacı Adil Bey, Ziya Gökalp, Albay İsmail Hakkı Bey, Fethi Bey (Okyar), Mithat Şükrü Bleda, Cemal Paşa, Kara Kemal, Doktor Nazım ve Mus­tafa Necip gibi Cemiyet’in ağır toplarının hepsi oradaydı.

Enver Paşa, her zamanki gibi detaya inmeden direkt konuya gir­mişti: “Arkadaşlar! Geçen seferki toplantınızda verdiğiniz karardan haberdar oldum, ne yazık ki şaşırdım. Bin türlü bahane bularak hü­kümete ilişmeyi uygun bulmamışsınız. Bu karara nereden vardınız, bilmiyorum. Yalnız size bir şey soracağım: Memleketin geleceğini bu hükümetin kurtarabileceğine inancınız var mı? Cevabınız ‘Evet’ ise, bir sorun yok, burada boş yere çene patlatmayalım. Herkes dağılsın ve işine baksın. Yok, eğer bu adamlara inanmıyorsanız, teorilere takılıp kalmayalım, icraata geçelim. Bu adamlardan kurtulmanın tek çare­si bu hükümeti devirmektir” diyerek noktayı koymuştu. Üstelik son cümlesi de ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu: “Ben bu işi, yanı­ma alacağım altmış fedakar arkadaşımla rahatlıkla başarabilirim.” Tabi Enver Paşa karar verdikten sonra kim “Hayır” diyebilirdi ki… Bunun üzerine, artık darbenin yapılacağı tarih ve başlangıç noktası belirlenmişti. 23 Ocak 1913 perşembe günü saat 15.00’te harekete geçilecekti.

İnceleyin:  Yavuz'un Kudüs'tekilere Tanıdığı Haklar ve Konuyla Alakalı Fermanı

Elbette darbe yapacak cuntanın başını yine teşkilatın silahşörleri çekiyordu. Başlarında bizzat Enver ve Talat Paşanın bulunduğu ekipte Filibeli Hilmi» Sapancalı Hakkı, Yakup Cemil, İzmitli Mümtaz, Mithat Şükrü Bleda, Mustafa Necip, Kara Kemal, Doktor Nazım, Silahçı Tahsin, Samuel Israel ve teşkilatın ünlü hatibi Ömer Naci bulunuyordu Nitekim belirlenen darbe günü gelip çatmıştı. Takvimler ocak ayının 23’ünü, günler perşembeyi gösteriyordu. Teşkilat üyeleri Meserret Kıraathanesinde toplanacaktı. Hareketin ilk durağı burasıydı. Ancak saat öğleden sonra iki buçuk suları olmasına rağmen, ortalıkta kim­seler yoktu. Enver Paşa bir ara paniklemişti. Oysa paniğe gerek yoktu. Zira teşkilatın büyük abisi Talat Paşa, her şeyi yerli yerince ayarlamıştı.

Talat Paşa ile Sapancalı Hakkı’ya verilen vazife, Bab-ı Ali ile Me­serret Kıraathanesi arasında gözcülük etmek, baskına iştirak edecek resmi ve sivil subayların toplandığını Enver Paşa ve arkadaşlarına bil­dirmekti. O zaman Erkan-ı Harp Binbaşısı olan Enver Paşa ile diğer cunta üyeleri, İttihat ve Terakki Genel Merkezinin karşısındaki Askeri Menzil Müfettişliğinden gelecek işareti bekliyordu. Yüzbaşı Yakub Ce­mil, Cemiyet’in kıdemli üyelerinden Mustafa Necip (Gümüşhacıköy- lü) ve Enver Paşanın yaveri İzmitli Süvari Yüzbaşısı Mümtaz baskın için hazırdı. Resmi elbiseli on kişilik bir zabit grubu da hazır bekli­yordu. Cemiyet’in meşhur hatibi Ömer Naci, Maarif Müdürlüğü nün merdivenleri üzerinde yerini almıştı. Bab-ı Ali önünde ateşli bir konuşma yapacak, halkın darbeye destek vermesini sağlayacaktı.

Saat tam 15.00 sularıydı ki, Meserret Kıraathanesinin önünden Bab-ı Ali’ye çıkmakta olan Talat Paşa, Sapancalı Hakkı’ya: “Haydi Hakkı, git Enver’e her şeyin tamam olduğunu söyle” talimatını vermişti. Sapancalı Hakkı, yokuşu acele çıkarak Duyun-u Umumiye’nin bulunduğu sokağa saptı. Menzil Müfettişliğine gelip, Enver Paşaya,“Her şey hazırdır” deyince, Paşanın rengi kıpkırmızı olmuştu. Bir an duraksadı ve sonra kapının önünde bekletilen kır bir ata binerek “Haydi arkadaşlar! Allah yardımcımız olsun!” diye bağırdı. Artık geri dönüşü olmayan darbe harekatı başlamıştı. Enver Paşa, beyaz atın üzerinde ilerliyor, zabitan sağdan soldan yürüyordu. Sağında İzmitli Mümtaz, solunda Yakub Cemil ve Mustafa Necip yaya olarak geliyordu. Bab-ı Ali’nin bulunduğu caddeye açılan sokaklardan birer ikişer,baskında görevli olanlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Tam bu sırada Ömer Naci’nin ateşli sözleri duyuldu: “ Vatandaşlar, hükümet Edirne’mizi Bulgarlara teslime karar verdi. Bab-ı Ali’ye yürüyünüz” Bu arada Talat Paşa da bir grup ittihatçıyla Bab-ı Ali’ye gitmişti. Ayrıca Bab- Ali binası civarındaki önemli noktalara altmış kadar İttihatçı yerleştirildi. Yol boyunca toplanan halkın da katılımıyla ellerindeki bayraklarla tekbir getiren kalabalık Bab-ı Ali’ye ulaşmıştı.

Kamil Paşa kabinesi toplantı halindeydi.Büyük devletlerin verdiği notaları,anlaşma şartlarını görüşüyorlardı.Bu arada Enver Paşa ve adamları Bab-ı Ali’ye çoktan girmişlerdi bile.Önce Sadaret yaveri Ohrili Nafız Bey öldürüldü.Harbiye Nazırı’nın yaveri Kıbrıslızade Tevfik Bey de vurulmuştu.Ancak Tevfik Bey’in tabancasından çıkan kurşunla teşkilatın silahşörlerinden Mustafa Necip ölmüştü.Sadaret’in dış kapısını beklemekle görevli o la teşkilatın polis komiseri Celal Bey de vurulanlar arasındaydı. Büyük bir kargaşa, anlaşılması zor bir durum vardı. Bir avuç asker-sivil karışımı cunta, koca imparatorlukta darbe yapıyordu.

Nereden bakılırsa bakılsın, bu bir delilikti. Ancak Cemiyet litera­türünde racon buydu. Çoğunluk dikkate alınmaz, farklı düşünenler “vatan haini” sayılırdı. Harbiye Nazırı Müşir Çerkeş Nazım Paşa, gü­rültü üzerine kabine toplantısından balkona çıkıp “Ne oluyor” demeye kalmadan, karşısında Enver Paşayı bulmuştu. Enver Paşa gayet sakin, disiplinli ve bir asker vaziyetiyle Nazırı önce selamladı ve: “Asker, vata­nı satanlara izin vermeyecek” diye söylendi. Nazım Paşa da bir şeyler söylemeye kalkışmıştı ki, Yakup Cemil tarafından alnından vuruldu. Süah seslerini duyan kabine üyeleri, çil yavrusu gibi dağılmıştı. Darbe kısa sürede tamamlanmış, devlet artık Cemiyet’in eline geçmişti.

Darbecilerin bundan sonraki ilk işi, Sadrazam Kıbrıslı Kâmil Paşayı bulmak oldu. Paşa, Meclis-i Vükela salonunda yapayalnızdı. Zira bakanlarının hepsi kaçmıştı. Karşısında Enver Paşayı, Yakup Cemil’i, Talat Paşayı ve diğer cunta üyelerini gören Kâmil Paşa, sa­kin bir ses tonuyla “Ne istiyorsunuz evlatlarım?” diyebilmişti. Sonra Enver Paşaya dönüp devam etti: “Eğer bu hareketi yapmasaydınız ülkemiz barışa kavuşacaktı. Bu baskın olmasaydı Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar işgal ettikleri yerleri geri vereceklerdi. Madem mührü is­tiyordunuz, buyurun alınız”

Ancak Paşa, Harbiye Nazırına göstermiş olduğu nezaketi bu yaş­lı sadrazamdan esirgemişti. Enver Paşa, oligarşik iktidarların klasik ifadesiyle, “Efendim millet sizi istemiyor, derhal istifa ediniz.” di­yordu. Kaderin cilvesine bakın ki, Sultan Abdülhamid’i tahttan in­dirirken de darbeciler aynı cümleyi kullanmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyetiyle başlayan bu jakoben anlayış, Cumhuriyet döneminde de devam ederek adeta gelenek haline gelecekti. 1960, 1971, 1980 ve nihayet 28 Şubat 1997’de yapılan darbeler, sözde “halkın refah ve huzuru” için yapılmamış mıydı? Oysa ne millet bunları istiyordu, ne de millet darbecilere bu hakkı vermişti.

Sonuçta Cemiyet, Kâmil Paşa Hükümetini garip bir darbeyle dü­şürmüştü. Kâmil Paşa istifasını padişaha bildirmek için kaleme sarılı-yordu: Padişahın yüksek huzuruna, askerler tarafından yapılan teklif üzerine istifamı yüksek huzurlarınıza arzını mecbur olduğumu yüksek bilgilerinize sunmakla…” derken Enver Paşa derhal müdahale etti. İs­tifa dilekçesine “asker” ifadesinin yanma ahali’ yani ‘halk’ sözcüğünün de eklenmesini istiyordu. Böylece istifa gerekçesi bir cunta darbesine değil, “ahali ve asker tarafından” gelen talebe dönüşmüştü.

Bu sırada ittihatçıların ünlü hatiplerinden Ömer Naci ve Ömer Seyfettin, Babıali önünde toplanan kalabalığı coşturuyor, “Yaşasın Millet! Yaşasın İttihat ve Terakki!” diye slogan attırıyordu. Artık baş­kent İstanbul kısa sürede ittihatçıların denetimine girmişti. Darbe sonrası Cemiyet’in oyuncağı haline gelen Padişah Beşinci Mehmet Reşad, cuntanın isteği üzerine Mahmut Şevket Paşayı kabineyi kur­makla görevlendirdi. Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren ve Yahudi Alliance okullarında eğitim gören Mahmut Şevket Paşa, sadrazam­lığa getirilmişti. Aynı gece Cemal Paşa İstanbul muhafızlığına, Azmi Bey polis müdürlüğüne, Enver Paşanın amcası Halil Kut da merkez kumandanlığına getirildi. Cemiyet’in en kudretli üyesi Enver Paşa ise, Harbiye Nazırı olduğunda henüz 33 yaşındaydı. Bu makam için rütbesi ‘mirliva olması gerekirken, onun rütbesi miralaydı. Sonuçta ‘kendiliğinden yükseltilen rütbeyle Harbiye Nazırı olmuş, böylece iktidar tamamen İttihatçıların eline geçmişti.

Ancak ilginçtir, Cemiyet iktidarı tamamen ele geçirmesine rağ­men, iç çekişmeler, hesaplaşmalar gittikçe su yüzüne çıkıyordu. Teş­kilatın silahşörlerinin yardımlarıyla yapılan darbe sonrası sadrazam olan Mahmut Şevket Paşanın göreve gelir gelmez yaptığı ilk iş, tetikçi grubun elebaşlarmdan Sapancalı Hakkı ve Yakup Cemil’in ordudan ilişiklerini kesmek olmuştu. Yakup Cemil yüzbaşı, Sapancalı Hakkı ise teğmendi. Tetikçiler bir kez daha hayal kırıklığına uğramıştı. Elbirliği ile yapılan darbe, şimdi kendi çocuklarını yiyordu. Cemiyet içerisinde gizliden gizliye yürüyen bu kavga, büyük bir ‘tasfiye’ hareketine dönü­şecek, bu kavga Cumhuriyet dönemine kadar devam edecekti.

Tarihe “Bab-ı Ali Baskını” olarak geçen bu darbenin “haklı ge­rekçelere” dayandığını yayma görevi Talat Paşaya düşmüştü. Paşa, Dahiliye Nazırı Vekili unvanıyla vilayetlere çektiği telgrafta; “Kâmil Paşa hükümetinin Edirne vilayetini tamamen ve Ege adalarını kıs­men düşmana bıraktığını ve bu kararını sorumsuz bir meclise tasdik ettirdiğini” iddia ediyor ve bu nedenle “milli galeyan” sonucu dev­rildiğini bildiriyordu. Daha sonra ise tutuklama ve sürgünler başla­mıştı. Darbe sonrası kurulan yeni hükümet, Ali Kemal ve Rıza Nur gibi muhalifleri tutukladı. Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi, Maliye Nazırı Abdurrahman Bey Dahiliye Nazırı Reşid Bey ülke dışına çıkarıldı. Savaşa girmek ve savaşı beceriksizce yönetmek gerekçesiyle, Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa kabineleri aleyhine soruşturma açıl­dı. Başarısızlıkların tüm sorumluluğu devrik kabineye yüklendi. An­cak bu bile Cemiyet iktidarının acizliğini gizleyemeyecekti. 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşmasıyla, Edirne vilayetimiz Bulgaristan’a verildi. Kâmil Paşa hükümetini “vatanı satmakla” itham eden Cemi­yet, ağır barış koşulları kabul etmek zorunda kalmıştı.

İşte İttihat ve Terakki Cemiyeti ile başlayan bu vesayetçi sistem, darbeyle iktidar olma ve devlet-mafya ilişkileri; hiçbir değişikliğe uğramadan günümüz Türkiye’sine miras olarak kalacaktı. 1990’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetlerin, Cemiyet’in Feda-i Zabi- tan grubu tarafından meşrutiyet öncesi ve sonrasında işlenen siyasi cinayetlerden hiçbir farkı yoktu. Sadece zaman ve kişiler değişmiş, yöntem hep aynı kalmıştı. Milli egemenliğin darbeler yoluyla azın­lık seçkinler tarafından gasp edilmesi, ‘devlet içinde devlet’ yapı­lanmalarıyla çoğunluğu sindirme ve faili meçhul siyasi cinayetler­le toplumu kamplaştırma gibi derin devlet uygulamalarının hepsi, Cemiyet döneminden kalma reflekslerdi. Cemiyet’in derin yapılan­ması içerisinde yer alan Yakup Cemil’lerin, İzmitli Mümtaz’ların, Sapancalı Hakkı’larm, Atıf Kamçıl’larm, Filibeli Hilmi’lerin yerini, günümüz Türkiye’sinde İbrahim Şahinler, Abdullah Çatlı’lar, Mah­mut Yıldırmalar, Alaaddin Çakıcı’lar, Mustafa Duyar’lar, Tevfık Ağansoy’lar ve Ayhan Çarkıhlar alacaktı…

Talat Paşanın “Kontrol dışına çıktıkları için” bizzat Doktor Na­zım, Bahattin Şakir ve Kara Kemal’le birlikte Enver Paşa yanlısı derin yapılanmayı Cemiyet içerisinden tasfiye ettirmesiyle, 1996 yılındaki Susurluk kazası sonrasında tasfiye edilen derin yapılanma arasında hiçbir fark yoktu. Cumhuriyet’i kuran kadroların hemen hepsinin Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olması ve Sultan Abdülhamid iktidarına son veren Hareket Ordusunda görev almış subaylardan teşekkül et­mesi sadece bir tesadüften ibaret olmasa gerek.

Abdülhamid’i Deviren Güç

Sultan Abdülhamid iktidarını yıkmak için yemin eden Cemiyet üyeleri, bu süreçte kendilerine kim ya da kimlerin yardım ettiklerini pek önemsemiyordu. Sultan Abdülhamid’in ne kadar harici ve dahili düşmanı varsa, Cemiyet bu odaklarla işbirliği halindeydi. Filistin’de Yahudi devleti kurmak isteyen siyonistler, Doğuda Ermenistan kur­mak isteyen Ermeni komitacılar, bağımsızlık isteyen Arnavutlar, Bulgarlar ve Arap milliyetçileri… Cemiyet için önemli olan, bu ‘is­tibdat zulmünden bir an önce kurtulmaktı. Abdülhamid düşmanlığı Cemiyet in gözlerini öylesine kör etmişti ki, Paris’te düzenlenen I.ve II. Jön Türk kongrelerinde, içerideki etnik unsurlarla ülkeyi bölme pahasına varılan eylem birliği’ kararına bile birkaç Cemiyet üyesi dışında kimse itiraz etmemişti. Ya da, Cemiyeti kullanan Üst Akıl böyle istiyordu.

Geleneksel Osmanlı rejiminin seküler “değişim ve dönüşüm” sürecinde Cemiyet’in oynadığı rol kadar, onları destekleyip yönlendiren ve açıkça toplum mühendisliği yapan kuruluşların da büyük kalkısı vardı. Asker ağırlıklı bir yapılanma olan Cemiyet’in sivil ayağını;Türk üyeler dışında Selanikli Yahudiler, siyonistler, mason mocaları ve Bektaşi tekkeleri oluşturuyordu. Cemiyete adam kazandırılması ve imparatorluğun geleneksel yapısına yabancı fikirlerin enjekte edilmesinde bu sivil toplum kuruluşların’ önemli rolleri olmuştu.

Zira Cemiyet’in temel yapısı Türk üyelerden oluşmakla birlikte, teşkilat içerisindeki bir üyeyi hem Yahudi, hem Bektaşi, hem de mason olarak görmek mümkündü.Özellikle Selanik vilayetinin Cemiyet için ayrı bir yeri vardı. Ispanya’dan sürülen Sefarad göçmenlerinin yerleştirilmesiyle adeta bir Yahudi kenti haline gelen Selanik, aynı zamanda masonluğun da Osmanlı’daki en önemli örgütlenme merkezlerinden biriydi. Bu vilayet, Makedonya sorunu nedeniyle Avrupalı büyük devletlerin denetimi altında bulunduğu için, muhalif hareketler ve mason locaları burada rahatlıkla örgütlenebiliyordu. İspanyadan kovulduklarında Osmanlı’nın kendilerine kucak açmasından dolayı bir süre imparatorluğa sadık kalan Sefarad Yahudileri, özellikle imparatorluğun çöküş döneminde bu tutumlarını bariz şekilde değiştirmişlerdi.

Selanik Yahudilerinin örgütlü ve refah düzeylerinin yüksek olma­sı nedeniyle, Filistin’de devlet kurmak isteyen siyonistler buradaki soydaşlarına büyük önem veriyordu. Mesela Alliance Israelite Üni­verselle hareketi içerisindeki siyonistlerin ilk ilişki kurduğu kesim, Selanikli Yahudiler olmuştu. ‘Eğitim’ şemsiyesi altında hem impara­torlukta Batı kültürünü yaymayı, hem de Filistin’de bir Yahudi dev­leti kurmayı amaçlayan bu örgüt, Selanik Yahudilerince büyük ilgi görmüştü. Bu örgütlü soydaşlar, “vaat edimiş topraklar’a ulaşmak için bir araç olarak kullanılabilirdi. Zira Filistin’de bir Yahudi devle­tinin kurulması, ya imparatorluğun parçalanmasından ya da bu fikre karşı olmayan bir iktidarın işbaşına gelmesinden geçiyordu.

Dolayısyla şimdilik hedefe ulaşmak için izlenebilecek en iyi yol, içerdeki muhalif hareketlerle işbirliği yapmak ve onları destekle­mekti. Siyonist lider Theodor Herzl’in 1897 yılında Basel’de yapılan I. Siyonist Kongresinde bunu açıkça dile getirmesi, Selanik Yahudilerinin saflarını netleştirmesine sebep olmuştu. Zira Selanik’te her zaman nıuhalefete destek verecek bir taban mevcuttu. Bu yüzdendir ki,Selanik’te filizlenen Jön Türk hareketi; masonluk, Bektaşilik ve dönmeler arasında hızla gelişerek yayıldı. Selanik Yahudileri, kaba­list felsefeye sıkı sıkıya bağlı kaldıkları gibi, aynı zamanda mason locaları sayesinde sıkı bir örgütlenme yolununa da gitmişlerdi.(274)

Üs­telik Selanik Yahudilerinin çoğu Osmanlı vatandaşlığının yanı sıra, Italyan pasaportu da taşıyordu. Bu durum, onların sıkıştıklarında İtalyan vatandaşı olduklarını söyleyip, Osmanlı’nın yaptırımların­dan kurtulmalarını sağlıyordu.

Selanikli Yahudiler, dünya masonlarıyla da çok yakın ilişki içeri­sindeydiler. Dolayısıyla Üst Aklın Osmanlı üzerinde yapacağı ope­rasyonda kullanamamaları düşünülemezdi. Nitekim büyük mason üstadı Ernesto Nathan, 1900 un sonbaharında yardımcısı Ettore Ferrari’yi İstanbul ve Selanik gibi Yahudilerin yoğun olarak yaşa­dıkları vilayetlere göndererek, vadilerindeki locaları yirmi yıllık uy­kudan uyandırmaya çağırıyordu. Bu davete ilk cevap veren localar, Selanik’teki Macedonia Risorta ve Veritas locaları olmuştu. Hatırlat­mak gerekir ki, İttihat ve Terakki Cemiyetinin hücre örgütlenmesini de bu localar sağlamıştı. Cemiyet yöneticilerinden Talat Paşa, Mithat Şükrü Bleda ve Kazım Nami Duru, Üstad-ı Azamlığını Emmanuel Carasso’nun yaptığı Macedonia Risorta Locasının kayıtlı üyesiydi- ler. Dahası, Emmanuel Carasso, aynı zamanda Cemiyet’in Merkezi Umumi Azası(275) ve Cemiyet içerisindeki en faal siyonist üyelerinden- di.(276) Selanik’teki mason localarının uykudan uyanma zamanlaması ile Cemiyet’in bu vilayetteki örgütlenme çabalarının aynı tarihlere denk gelmesi(277) gerçekten bir tesadüf müydü?

Cemiyet’in Selanik’teki örgütlenme çalışmalarını ve siyonistlerle olan irtibatlarını Sefarad Yahudilerinden Emmanuel Carasso sağlı­yordu. Başmda bulunduğu Macedonia Risorta ve irtibatta olduğu diğer mason locaları sayesinde, Cemiyete çok sayıda üye kazan­dırmıştı. Mesela Cemiyet’in büyük abisi Talat Paşayı mason yapan ve Siyonizm davasına kazandıran Carasso olmuştu. Sonra kendisi gibi siyonist olan Nissim Russo ve Nissim Mazliyah gibi siyonistleri Cemiyete entegre eden de yine Carasso’ydu. öyle ki Dünya Siyonist Teşkilatının Selanik’te irtibatta olduğu haham Jacop Meir ve Le’paca gazetesi sahibi Saadin Lewi’den sonra, ilişkide olduğu diğer kişiler arasında Nissim Mazliyah, Nissim Russo ve Emmanuel Carasso gibi Cemiyet’in üç önemli ismi vardı.(278)

Carasso, Mazliyah ve Russo’nun görevi, Cemiyet üyelerini “Siyonizmden çekinmelerine gerek olmadığına” inandırmaktı. Ancak elbette Cemiyet içerisinde görevlendirilmiş Siyonist üyeler sad bu üçlüden ibaret değildi. Mesela Selanik’te bir eczacı olan Yahudi Rafael Benuziyar, Cemiyet’in en büyük maddi ve manevi destekçilerinden biriydi. Sahibi olduğu eczane, Jön Türklerin buluşma yeriydi Cemiyet’in haberleşme sistemi Sultan Abdülhamid hafıyelerinin takibinde olduğu için, üyeler arasındaki iletişim Benuziyar vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Meşrutiyet’in ilanından bir gün önce, Selaniklileri ihtilale çağıran bildirileri duvarlara o asmış ve hemen tüm evlere da­ğıtmıştı. Yine Selanikli Yahudi manifatura tüccarlarından biri olan Tiamo da, Cemiyete büyük hizmetlerde bulunmuş ve servetini Jön Türklerin emrine sunmuştu.(279)

Aslında Selanik’teki bu garip yapılanmadan elbette Yıldız Sarayı habersiz değildi. Sultan Abdülhamid, mason localarını sıkı bir taki­be almıştı. Ne var ki, Tanzimat ve Islahat fermanlarının yabancılara sağladığı imtiyazlar ve Makedonya sorunu nedeniyle 1903’ten beri Selanik bölgesinde bulunan Uluslararası Jandarma Gücü yüzünden bu bölgeye müdahale edilemiyordu. Tabi saraya bağlılığını’ ispat et­mek için Sultan Abdülhamide önemsiz jurnaller göndererek çifte rol oynayan Emmanuel Carasso’nun ikiyüzlülüğü de cabası…

1906 yılında Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, giz­liliğini sağlamak ve üye sayısını güvenli bir şekilde artırabilmek için, İşte Selanik Yahudilerinin kontrolünde olan bu mason localarıyla iş­birliği yapmıştı. Cemiyet’in önemli mason üyelerinden Manyasizade Refik, yabancı bir gazeteye verdiği demeçte bu ilişkiyi şöyle açıklaya­caktı: “Masonluktan, özellikle İtalyan masonlarından moral desteği aldığımız doğrudur. İki İtalyan Locası Macedonia Risorta ve Labor et Lux bize tam bir hizmet sunmuşlar ve gizli faaliyetlerimize ola­nak sağlamışlardır. Birçoğumuz mason sayılabilirdi. Lâkin biz kendi teşkilatımızı oluşturma hevesindeydik. Öte yandan, yandaşlarımızın çoğunu bu teşkilatlardan sağlıyorduk”(280)

Murat Akan – Üst Akıl,syf:298-312;320-330

Dipnotlar:

227- Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992, c.I, s.75.
228- Yunus Nadi (Abalıoğlu), İhtilal-i İnkılab-ı Osmani, 31 Mart-14 Ni­san 1325, Matbaa-i Cihan, Dersaadet 1325, s. 40-41.
229- Zeki Mesut Alsen, Mustafa’nın Romanı Hürriyet Pervanesi, Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul, 1943, s.163.
230- Çağlar Kırçak, Meşrutiyetten Günümüze Gericilik, İmge Kitabevi Yayınlan, Ankara 1989, s. 54.
231- Celal Bayar, Ben de Yazdım, Milli Mücadeleye Gidiş, Baha Matbaası, İstanbul, 1967, C.I, s. 143.
232- Mehmed Selahaddin Bey, İttihad ve Terakki Cemiyetinin Kuruluşu ve Osmanlı Devletinin Yıkılışı Hakkında Bildiklerim, İstanbul, 1989, s.29- 34.
233- Enver Ziya Karal, Osmanb Tarihi, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908-1918), Tıirk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, c. IX, s. 8.
234- Ecvet Güreşin, a.g.e, s.45.
Bölüm Dipnotları 467
235- Ecvet Güreşin, 31 Mart İsyanı, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Ya­yımcılık A.Ş» Mart 1998, s.54.
236- Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dün­ya Savaşı (1908-1918), C. IX, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1999, s. 87.
237- Mehmet Niyazi, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınlan, 2015, s.165.
238- Cemal Kutay, Şehit Sadrazam Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları, Kül­tür Matbaası, İstanbul 1987, c.I-II, s. 521-522.
239- Faik Reşid Unat, Ali Cevdet Bey’in Tezkeresi: İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Türk Tarih Kurumu, 1960, s. 92.
240- Çağlar Kırçak, Meşrutiyetten Günümüze Gericilik, İmge Kitabevi, Ankara, 1994, s. 56.
241- Enver Ziya Karal, a.g.e, s. 101.
242- Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Ya­yınları, 1940, c. I, Kısım. II, s. 207.
243- Faik Reşid Unat, a.g.e, s. 68.
244- Burhan Felek, Yaşadığımız Günler, Milliyet Yayınları, İstanbul 1974, s. 126-127.
245- Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Yayma Haz: Cemal Kutay, Ter­cüman Yayınları, İstanbul, 1980, s. 46.
246- Ahmet Bedevi Kuran, İnkılab Tarihimiz ve îttihad ve Terakki, Tan Matbaası, İstanbul 1948, s. 255.
247- BOA, ZB, 414/66, Mayıs 1325, vr. 12,13; BOA, MV, 128/25, 4 Hazi­ran 1325/1909.
248- BOA, ZB, 414/66, 3, 13, 20. varak; 604/56; 496/7; 442/66, Mayıs- Temmuz 1325; BOA, DH. EUM. THR, 2/28, 3. varak. DH. EUM. THR, 92/28, Teşrinievvel-Teşrinisani 1325,2,4 ve 5. varak; ZB, 413/70; İrade As­keri, no. 14.
249- Doğan Avcıoğlu, 31 Martta Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, 1969, s.70.
250- Sina Akşin, 31 Mart Olayı, Sevinç Matbaası, 1970, s.33-70, 90-233, 272.
251- Cevat Rifat Atilhan, 31 Mart Faciası, Akyurt Neşriyat, İstanbul 1959, s.79; Ayrıca bakınız: Mustafa Turan, Taşkışlada 31 Mart Faciası, Üçdal Neş­riyat, İstanbul 1966, s. 10.
252- Şerif Paşa, Bir Muhalifin Hatıraları, îttihad ve Terakkiye Muhalefet, Nehir Yayınları, İstanbul, 1990, s. 45-46.
253- Faik Reşid Unat, İkinci Meşrutiyetin İlam ve Otuz Bir Mart Hadise­si, II. Abdülhamid’in Son Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Beyin Fezlekesi, 2 Basım, Ankara, TTK, 1985, s. 15-16.
254- Celal Bayar, Ben de Yazdım, Milli Mücadeleye Gidiş, Baha Matbaası îstnbul 1967, c.I,s,155.
255- Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, Yayına Haz: Abdurrahman Dili pak, İşaret Yayınları, İstanbul 1992, c.I, s. 124 -253.

….

274- İlhan Tekeli-Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı, Bilgi Yayınları, İstan­bul, 2003, s. 242-249.
275- A.g.e. s. 52.
276- Orhan Kolaoğlu, İttihatçılar ve Masonlar, Gür Yayınları, İstanbul, 1991, s.24.
277- Angelo Lacovella, Gönye ve Hilal, İttihat ve Terakki ve Masonluk, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s.37.
278- Isajah Fridman, Germany, Turkey and Zionism 1897-1918, Oxford: Clarendon Press 1977, s. 143.
279- Avram Galante, Türkler ve Yahudiler, Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş, İstanbul 1995, s. 94.
280- Ernest Edmond Ramsaur, Jön Türkler, 1908 İhtilalinin doğuşu, Pı­nar Yayınları, İstanbul 2004 s. 147-48.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir