Keramet Hakkında
Burada, seyr u sülûkun bir meyvesi olarak kerameti kısaca tanıyıp, sûfilerle müfessirlerin bu konudaki yaklaşımlarını tesbit etmeye çalışacağız.
Kerâmet, “kerûrne’’fiilinden masdardır. isim olarak kullanılır.
Çoğulu ‘’kerâmât’tır. (Ebû Bekir eİ-Cezâiri,Aldetu’l-Mü’min, 177.)Kelime anlamıyla, bolca, kolayca ihsan etmek, cömertçe lütufta bulunmaktır. Yine bu fiilden türemiş olan “el-Kerim”, Allah Teâla’nın sıfat ve isimlerinden birisidir. Hayrı çok, ihsanı bol, ikrâmının sonu gelmeyen lütuf sahibi, her mânâda üstün ve şerefli anlamlarına gelir.(Lisanul Arab,XII,510)
Istılahta kerâmet, Peygamber (s.a.v)’in mutâbaatına sarılmış, şeriatının bütün mükellefiyetini yüklenmiş, güzel itikad ve amel sahibi bir kulun elinde, kendisi peygamberlik davasında bulunmaksızın zuhûr eden harikulade bir hâdisedir.(es-Seferani,Levami-ul Envar,2,392;Uludağ,T.T.Sözlüğü,307)
Genel olarak usûl ve akâid kitaplarının verdiği tarifler, bu şekildedir.
a- Sûfilerin Görüşleri
Sûfiler, kerâmetin, İlâhî kudretin bir tecellisi olarak sâlih kullarda tezâhür ettiğini, o kulun sadâkat ve makbûliyetine bir delil olduğunu, (Kuşeyri,Risale,2,660;Hucviri,Keşful Mahcub,263)Kitab ve sünnetle amelin bir sonucu olarak ikrâm edildiğini ve(Şarani,el Yevakit ve-l Cevahir,2,101) gayesinin, imam takviye, nefsin hevâsına meyli kesme, zühd ve takvâyı temin olduğunu(Sühreverdi,Avariful Maarif,33) belirtmişlerdir.
Kerâmetin kabul ve isbatı konusunda özel bir bölüm açan Hücvirî (470/1077), kerâmetin, mucize ve istidractan farklarını geniş bir şekilde işlemiş, velide zuhûr eden kerâmetin, onun tâbi olduğu peygamberin bir mucizesi olduğunu, çünkü bu hâle ancak ona tâbi ve sâdık olmakla ulaştığını belirtmiş.(Hucviri,age,266) kerâmette aslolanın, onu gizlemek olduğunu, çünkü kerâmetin dinî mesâilde bir etkisinin bulunmadığını, velinin, elinde zuhûr eden şeyin kerâmet mi, istidrac mı olduğunu yakînen kestiremediği için ihtiyatlı davranması gerektiğini zikretmiştir.(Hucviri,age,265)
Kuşeyrî de (465/1072) benzeri açıklamalarda bulunduktan sonra, evliyâda zuhûr eden en büyük kerâmetin, devamlı ibâdet ve taatte bulunmaya muvaffak kılınması, günahlardan ve emre muhâlefetten muhâfaza edilmesi olduğunu belirtmiştir.(Kuşeyri,Risale,2,667)
Sühreverdî (632/1234), Ebû Ali el-Cüzcânî’nin kerâmet konusunda temel bir esası ifade eden: “Sen istikâmet iste, kerâmet peşine düşme. Nefsin kerâmet peşinde koşup durur; halbuki Allah, senden istikâmet istemektedir,sözünü naklettikten sonra, yakînin kerâmetten üstün tutulduğunu, çünkü keşf ve kerâmetten maksadın yakîn olduğunu belirtmiş ve şu neticeye varmıştır: “Şu halde, tutulacak yolun en doğrusu, nefsi istikâmete çağırmaktır. İşte bütün kerâmet ve asıl maharet budur. Sonra, istikâmet sahibi bir kimsede kerâmet cinsi bir şey zuhûr etse, bu caiz ve güzeldir. Şayet herhangi bir şey vâki olmasa, bunun hiçbir önemi yoktur. Bu, onun hâline bir noksanlık da getirmez. Asıl noksanlık, tam istikâmetin hakkını koruyamamak ve onu zedelemektir. Bu, böylece bilinmelidir. Çünkü o, Hakk tâlibleri için en önemli bir esastır.(Sühreverdi,age,33,217-220)
Kerâmet-i kevnî velâyet için şart değildir, diyen İmam RabbÂnî (1034/1624), bu yoldaki insanları üç gruba ayırıyor:
Kendisine İlâhî yakınlık verilip, gayb ve keşfe ait hâllere vâkıf edilmeyen kimse.
Kendisine hem İlâhî yakınlık verilen ve hem de gayba, keşfe ait hâdiselere muttali kılınan kimse.
Kendisine gayba ait birtakım sırlar, hadiselere ait keşfler verildiği hâlde, ilâhı yakınlıktan nasibi olmayan kimse.
Evet, bu üçüncü şahıs istidrac sahibidir ve dalâlettedir. Bu kimsenin hâlini şu âyet-i kerîmeler ne güzel ifade etmektedir:
“Onlar, kendilerinin iyi bir hâlde olduklarını zannederler. Dikkat edin, onlar yalancı (aldanmış)ların tâ kendileridir.’’
“Şeytan onları tamamen sarmış ve kendilerine Allah ‘m zikrini (itaatini) unutturmuştur. Onlar, şeytanın grubudur. Dikkat edin! Şeytanın grubu hüsrana düşen kimselerdir.’’
Birinci ve ikinci gruptaki kimseler ise, Allah Teâlâ’nın velileri olarak kurbiyyet devleti ile müşerref kılınmışlardır. Gayba ait keşifler, onların velayetlerinde herhangi bir şey artırmadığı gibi, keşf ve kerâmetin bulunmayışı da bir şey noksanlaştırmaz. İkisinin arasında ancak mânevi yakınlık derecelerine göre bir fark vardır. Çoğu zaman, keşf ve kerâmetlere sahip olmayan kimse, ya kininin kuvvetli oluşu sebebiyle keşf ve keramet sahibinden daha ileride olabilir.i(İ.Rabbani,Mektubat Tercümesi,2,138(92.Mektub) ]
b- Kerâmete Delil Gösterilen Nass ve Haberler
Sûfıler, kerâmetin cevâz ve vukûuna delil olacak birçok nass (âyet ve hadis) zikretmişlerdir. Bu konuda sahâbe, tâbiûn ve seleften zikredilen kerâmet örnekleri de pek fazla olup, birçoğu tevâtür yoluyla nakledilmiştir.[(Geniş Bilgi için;el-Lalekai,Şerhu Usuli’l İ’tikad,9.cild(Riyad,1994,2.Baskı);Yusuf Nebhani,Camiu Kerameti-l Evliya,1,2.cilt(Beyrut,1992) ]Biz, bir olayın cevâz ve vukûunu şu yollarla öğrenebiliriz:
Nakli delilin (Kitab ve sünnetin) isbatıyla.
Tevâtür e ulaşan vâkıadaki haberlerle.
Aklî delil ve kıyasla.
1- Kerâmete Delil Gösterilen Âyetler
Âyetlerin beyanına göre Hz. İsâ’nın annesi Hz. Meryem, sıddîka (veliye) idi.(Maide 75)
Hz. Meryem, Allah Teâlâ’nın özel iltifatına mazhar olmuştu.
“Hani bir zaman melekler, şöyle demişlerdi: Ey Meryem! Gerçekten Allah, seni seçip temizledi ve âlemin kadınları üzerine üstün kıldı.”(Al-i İmran,42)
*Zekeriyyâ: ‘Ey Meryem, bu yiyecek sana nereden geliyor?’ diye sordu. Meryem dedi ki: ‘O, Allah katından gelmektedir.’ Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. ”(Al-i İmran,37)
Onun diğer bir kerameti de babasız çocuk doğurmasidir. Melekler, kendisine: “Müjde! Allah sana, tarafından bir evlât verecek; ismi de Mesih İsa b. Meryem’dir ‘”(Al-i İmran,45) dedikleri zaman: “Benim nasıl bir çocuğum olacak ki, bana herhangi bir insan (nikâhına alıp da) dokunmadı.” (Al-i İmran,47) “Hâşâ ben, gayr-ı meşru bir yola ve hâle de düşmedim’’(Meryem,20) demişti. Kendisine: “Bu iş, Allah’ın dilemesiyle olmaktadır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman ona: ‘Ol’ der, o da oluverir.” (Al-i İmran,47)”Hem bu gibi işler, O’na kolaydır, ”(Meryem,21) denildi.
Hz. Meryem’in melekleri görmesi ve onlarla konuşması, meleklerin de O’nunla konuşması, üzerine kuru hurma ağacından taze hurma dökülmesi(Meryem,25) de olağanüstü bir olay ve kerâmettir.
Ashâb-ı Kehfin hâllerini anlatan âyetler de kerâmete delil gösterilmiştir. Âyetlerin beyanına göre: “Onlar, Rabblerine iman etmiş bir grub gençti.(Kehf,13)Allah onların hidâyetlerini artırıp iman ve yakînlerini kuvvetlendirmişti. (Kehf,13)Mağarada üçyüzdokuz yıl kaldılar.”(Kehf,25)
“Onları görsen uyanık zannederdin. Halbuki onlar, uyumaktadırlar, ”(Kehf,18) âyetinde anlatıldığı gibi bu kalışları, yeme içme olmadan uyku hâlinde olmuştu.
“Biz, onları sağa sola döndürüyorduk(Kehf,18)âyetinin ifadesine göre, yanları bir tarafta kalıp da çürümemeleri için Cenâb-ı Hakk, onları sağa sola çeviriyordu.
Mağaranın dışındaki güneş de İlâhî irade ile doğuş ve batışında, onlara en uygun bir biçimde devrini tamamlıyordu: “Güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini görürsün. Kendileri de mağaranın iç tarafında bulunuyorlardı.(Kehf,17)
Sûfiler, Süleyman Aleyhisselâm’ın veziri Asaf b. Berhiyâ’nın, Sebe melikesi Belkisın tahtını Yemen’den Kudüs’e bir göz yumup açma müddeti içinde getirmesini anlatan âyetleri de kerâmetin bir delili ve çeşidi olarak göstermişlerdir.
Âsaf b. Berhiyâ, Hz. Süleyman’ın veziri idi. İbn Abbas’ın nakline göre O’nun kâtipliğini yapıyordu.(Taberi,Camiul Beyan,cüz:XIX,163;İbn Kesir,Tefsir,VI,202)
Hâdise, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılmıştır:
“Süleyman: ‘Ey cemaat! Bana miislüman olarak gelip teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir dedi.
Cinlerden İfrit: ‘Sen yerinden kalkmadan önce ben, o tahtı sana getiririm. Muhakkak ben, onu taşımaya gücü yeten (ve onu zâyi etmeyecek) güvenilir bir kimseyimdedi.
Kendinde İlâhi kitabdan bir ilim bulunan (Asaf b, Berhiyâ) dedi ki: Ben gözünü yumup açıncaya kadar onu sana getiririm/ (Ve tahtı getirip önüne koydu). Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce: Bu, Rabbimin fazlındandır; şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğimi gösterecek bir imtihandır’’ dedi.”(61)
Hz. Músa ile Hz. Hızır’ın arasında cereyan eden meşhur hâdise de kera met ve ilm-i ledünn konusunda bir delil görülmüştür. (Kehf,60-82)
Hz. Músanın annesinin (Kasas,7) ve Havârîlerinin (Maide,11)ilhâm yoluyla ilahi mükâlemeye mazhar olduklarını gösteren ayet-i kerimeler de kerâmetin bir türü olan ilhama delil gösterilmiştir.
2- Keramete Delil Gösterilen Hadisler
Sûfıler, Rasûlullah (a.s)’ın dilinden zikredilen ve kerâmet özelliğini taşıyan bazı hadisleri, kerâmetin cevâz ve vukûu konusunda delil olarak zikretmişlerdir.
Üç çocuğun beşikte konuşması,( bkz. Buhâri, Enbiyâ, 48; Müslim, Birr, 2.) yolda öküzüne ağır yük vuran bir adama, hayvanın dönüp: “Ben bunun için mi yaratıldım?” şeklinde konuşması,yine bir adamın buluttan: “Filancanın bahçesini sula,” diye bir ses duyması.( Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 55)ilgili hadislerin, kerâmetin hem delili hem de çeşidine örnek olarak gösterilmiştir.
“Saçları dağınık, ustu başı tozlanmış, kendisine hiç itibar ve iltifat edilmeyip kapılardan kovulan nice kimseler vardır ki, Allah o itimad ederek: Şu işi yap diye yemin edecek olsa, Allah onun yeminini yerine getirir, duâsını kabul eder,” (Müslim,Birr,138,Cenet,48) hadisi, nâz makâmında olan sâlih kulların hâllerinin gizliliğine ve dualarının kabûlüne, “Ben kulumu sevdiğim zaman, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Bana sığınsa himâye eder, benden bir şey istese derhal veririm,” (Buhari,Rikak,38) hadisi, velilere verilen destek ve mânevi yetkilere delil gösterilmiştir.
Keramete Delil Gösterilen Haberler
Kur’ân ve sünnette cevâz ve vukûuna ait açık delil, isbat ve Örneklerini gördüğümüz kerâmet hâdisesi, bu ümmetin velilerinde o kadar çok vaki olmuştur ki, tevatür derecesine ulaşmıştır. Ashâb, tâbiûn ve selef arasında pek çok kerâmet örneklerine rastlamak mümkündür.
Hz. Ebû Bekir’in son hastalığında, Hz. Âişe’ye: “Artık malım, vârislerindir,“ imâsıyla vefat edeceğini haber vermesi ve “Malımı, iki erkek ve iki kız kardeşin arasında Allahin kitabına uygun taksim edin,” ihbârıyla da hâmile olan hanımının bir kız çocuğu doğuracağına işaret etmesi, (Subki, Tabakât, II, 322; Nebhânî, C&miu Kerâmati’l-Evliyâ, I,)
Hz. Ömer’in, Medine’de hutbede, Nihâvend’deki ordu komutanı Sariye’ye: “Yâ Sâriye, Orduyu dağa çek, dağa! diye üç defa seslenip, ordu komutanına sesini işittirmesi ve ordunun bu tâlimatla arkasını dağa vererek düşmana galip gelmesi, (Lalekai,Şerhu Usuli-i İtikad,IX,126;Ebu Nuaym,Delailün Nübüvve,2,579-581;İbn Hacer,El İsabe,3,9-10…))
Yine Hz. Ömer’in, suyu çekilen Nil nehrine hitâb eden bir yazı ile akmasını sağlaması(Lalekai,age,IX,127;Sübki,age,2,326;İbn Kesir,el Hidaye,VII,102;Münavi,age,1,62) bir zelzele ânında kamçısıyla yere vurarak: “Sakin ol! Ben senin üzerinde adâletle hükmetmedim mi?9 dediğinde, o anda yerin sakinleşmesi,(Sübki,age,2,324) meşhur kerâmet örnekleridir.
Sâriye hâdisesinde birkaç kerâmet vâki olmuştur. Birincisi, Hz. Ömer’in, ordunun durumunu o kadar uzak mesafeden mânen görmesi ve tehlikeyi sezmesidir. İkincisi, Medine-i Münevvere’den Nihâvend’e tâlimat vererek sesini duyurmasıdır. Üçüncüsü de ordu komutanının bu tâlimatı duyup alabilmesidir.
Hz. Osman’ın, yanına gelen birisinin işlediği günahı yüzünden anlayıp uyarması, (Nebhânî, a.g.e., I, 89; Kuşeyrî, Risâle, 119.)keskin ve sahih ferâsete örnek verilmiştir.
Hz. Ali’nin, kendisini yalanlayan ve alay eden birisine bedduâ etmesiyle o kimsenin ânında gözlerinin kör olması, ( Kandehlevî, a.g.e., IV, 333; Heytemî, es-Savâiku’l-Muhrika,)nâz makâmındaki velinin Allah katındaki makbûliyetine ve duâsınm müstecâb olmasına örnek gösterilmiştir. Yine, Hz. Ali’nin duâsıyla, bir adamın bilekten kopmuş elinin yapışıp iyi olması da bir kerâmet örneğidir. (Râzi, Tefsir i Kebîr, XXI, 88)
Abdullah b. Ömer’in, yolunu kesen bir arslanın kulağını çekip azarlaması ve kendisine itaat etmesi,( (Bkz. Sübkî, Tabakât, II, 332, Mûnâvî, el-Kevâkibü’d-Dürriyye, I, 119;) İmran b. Husayn’ın melekleri görmesi, onlarla selâmlaşması, (Müslim, Hacc, 170; Dârimi, Menâsik, 16; İbn Sa d, Tabakât, IV, 209; Kandehlevî, a.g.e., IV, 319.)vücûduna dövme yapınca meleklerin kendisinden uzaklaşmaları, (İbn Sad,age,IV,288)) yine meleklerin, Üseyd b. El Hudayr’ın okuduğu Kuran’ı dinlemeye gelmeleri ve Üseyd’in onları görmesi(Müslim,Msafirin,242..)meşhur keramet örnekleridir.Üseyd hadisesinin devamında Hz Peygamber’in bazı hallerde melekleri diğer insanların da görebilceğine işaret etmesi,ehli için bu yolun açık olduğunu göstermektedir.
Burada arzettiklerimiz, sayılı birkaç örnektir. Bu örneklerde gördüğümüz gibi peygamberlerin dışındaki Allah dostlarının, pek çok özel hâllere, mânevi tasarrufa ve ilâh!i hsanlara sahip olmaları câiz ve vakidir.
Ahmed b. Hanbel’in (241/855) belirttiği gibi, kerâmet türü şeylerin sonraki devirlere nisbeten Ashâb-ı Kirâm’da az vâki olması, onların, imanlarının yüksek seviyede olmasından dolayı bu tür şeylere ihtiyaç duymamalarındandır. (Subki,tabakat,2,33;Şarani,el Yevakıt ve-l Cevahir,2,103)Çünkü kullukta asıl olan, yakinni iman, ihlas ve ihsan hâlinde sâlih ameldir. Bu özellik onlarda ileri seviyede mevcuttu.
Bu ümmetin velilerinde çeşitli kerâmetler zuhûr etmiştir. Tâcüddîn Sübkî (771/1371), bunlardan yirmibeş çeşidini saymış, diğerleriyle yüzü geçtiğini belirtmiştir. (bknz;Subki,age,2,338-344;Nebhani,age,1,48-52;Dilaver Selvi,İslamda Velayet ve Keramet,234-250)
Kerameti İsbat İçin Kullanılan Aklî Deliller
Kerâmetin aklî isbatı konusunda en güzel açıklamayı Fahrüddîn Râzî (606/1210) yapmış, sonrakiler bu konuda ondan istifade etmişlerdir. O, Kehf sûresinin tefsirinde kerâmeti isbat ederken, şu aklî izahları zikretmiştir:
Delil: Şüphesiz ki kul, Allahın dostudur. Bunu Allah şöyle beyan etmiştir;”Dikkat edin, Allah dostlarına hiçbir korku yoktur .Onlar, asla mahzûn da olmazlar.
Aynı şekilde Allah da kulun dostudur. Bunu da şu Ayet-i kerimelerden öğreniyoruz:
“Allah, iman edenlerin dostudur” “Allah, sâlihleri dost edinip içlerini görür.” “Sizin dostunuz ancak, Allah ve Rasûlüdür. ”
Zikrettiğimiz bu ayetler, kulun Allah’ın dostu, O nun da kulun dostu olduğunu isbat etmektedir. Aynı şekilde Allah (c.c), kulun sevgilisi, kul da O nun sevgilisidir. Bunu da şu âyet-i kerîmelerden öğreniyoruz: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler‘’İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise daha fazladır.”
Durum bu olduğuna göre bir kul, Allah’ın emrettiği ve razı olduğu şeyleri yapar ve yasaklayıp sakındırdığı bütün şeyleri terkederse, rahmet ve keremi bol olan Allah Teâla’nın, kulunun istediği bir şeyi yapması nasıl akıldan uzak ve gayr-ı mümkün görülür. Kul, âciz bir varlık olmasına rağmen Allah’ın emrettiği herşeyi yapıyorsa, Allah Tealâ’nın da bir defa kulunun istediğini yerine getirmesi, akla daha uygun ve Zât-ı Bâri’ye daha lâyıktır. Bunun içindir ki, Allah Teâlâ: “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin, ben de size vermiş olduğum sözü yerine getireyim buyurmaktadır.
Delil: Şayet kerâmetin meydana gelmesi mümkün olmasaydı bu, ya Allah Teâlâ nın böyle bir fiili yaratmaya ehil ve muktedir veya mümin kulun böyle bir ihsana lâyık olmadığı anlamına gelecektir. Birincisi, Allah’ın kudretine bir noksanlık getirir ki böyle düşünmek, küfürdür. İkinci görüş de bâtıldır. Çünkü Yüce Allah, kuluna zâtının, sıfatlarının, hükümlerinin, isimlerinin mârifet ve bilgisini, muhabbet ve taatini, zikirve şükrünü lütfetmiş, nasib buyurmuştur. Şüphesiz ki kula bahşedilen bu lütuflar, kendisine ıssız çölde bir parça ekmek vermekten, bir yılanı veya arslanın onun emrine bağlamaktan daha şerefli ve daha üstündür. Kuluna bunları istemeden veren Allah Teâlâ, ıssız bir çölde kulun isteyeceği bir parça ekmeği niçin vermesin?
Delil: Rasûlullah (a.s)’ın, Rabbinden rivâyet ettiği bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşmamıştır. O, bana (farzın dışındaki) nafile ibâdetleriyle de durmadan yaklaşır. Nihayet onu severim. Kulumu sevince de onun kulağı, gözü, dili, kalbi, eli ve ayağı olurum. O, benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle yürür.”
Bu kudsî hadis bildiriyor ki, Allah Teâlânın sevdiği kulun kulağında, gözünde ve diğer âzâlalarında,O’ndan başkasının herhangi bir tasarrufu yoktur. Durum böyle olmasaydı, Hak Teâlâ: “Ben, kulumun kulağı ve gözü olurum’’buyurmazdı. Madem ki durum böyledir; o halde kulun ulaştığı bu makam, şüphesiz yılanların, vahşi hayvanların emrine bağlanmasından, kendisine bir parça ekmek, üzüm veya su ikram edilmesinden daha şereflidir. Allah Teâlâ, kulunu rahmetiyle bu derecelere ulaştırınca, artık ıssız bir çöl veya maddî sebeplerin olmadığı bir mekânda -kuluna bir kerâmet olarak- kudretiyle bir parça ekmek yahut bir miktar su vermesi nasıl akıldan uzak, imkânsız görülebilir? Elbette, İlâhî irâde için bu gibi şeyler mümkün ve kolaydır.
Delil: Bu dünyada bazı işleri yapanın beden değil, ruh olduğu muhakkaktır. Beden için ruh ne ise, ruh için de mârifetullah odur. Bu mânâya işaret olarak Rasûlullah (a.s), buyurmuştur ki: “Ben, Rabbimin katında gecelerim. O, bana yedirir ve içirir.’’Görülüyor ki, kim gayb âlemi ile ilgili daha çok şey biliyorsa, onun kalbi diğerlerinden daha güçlü olmaktadır. Bu mânâda Ali (k.v), demiştir ki: “Vallahi ben, Hayber kalesinin demir kapısını beden kuvvetiyle değil, İlâhî, rabbani bir kuvvetle çekip kopardım’’O anda Hz. Alinin bu dünya ile bağı kopmuş, melekler, yücelikler âleminin nurlarıyla onu aydınlatmıştı. Bu durumda rûhu güçlenmiş, melek ruhlarının cevherine benzemiş, onda azâmet ve kudsiyet âleminin nurları parlamıştı. Ve işte böylece, kimsenin güç yetiremeyeceği bir işi yapabilecek güce erişmişti.
İşte bunun gibi insan, Allah Teâlâ’ya itaate devam ederse, Allah’ın: “Onun gözü ve kulağı olurum,” buyurduğu bir makâma yükselir. Allah’ın celâl nûru kul için bir kulak olunca o, yakını işittiği gibi uzağı da işitir. Bu nûr, onun için bir göz olunca, yakınını gördüğü gibi uzağı da görür. Ve yine bu nûr, kul için bir el olunca zora, kolaya, yakındakine, uzaktakine, herşeye gücü yeter.
Delil: Burada aklî kanunlara kaynaklık eden bir delil arzedeceğiz. Daha önce açıkladığımız gibi rûhun cevheri, dağılma ve parçalanmaya müsait, bozulmaya mâruz cisimler emsinden değil, meleklerin, semâvât âlemi sakinlerinin cevherinden ve teiniz olan kudsî varlıkların sınıfindandır. Şu kadar var ki ruh, bu bedene bağlandığı ve onun işlerini idare etmeye başladığı zaman, daha önceki asıl vatanını ve meskenini unutmuş ve bütünüyle bu bozuk cisme benzemiştir. Bu durumda kuvveti zayıflar, kudsî kudreti gider ve yapabileceği asıl işleri yapamaz. Fakat Allah Tealâ’nın mârifetini elde edip muhabbetiyle ünsiyet kurarak bu bedenin süfli işlerine az daldığı, semâvî mukaddes ruhların nurlan onu aydınlattığı ve bu nurlardan ona ışıklar aktığı zaman güçlenir ve bu âlemin maddî varlıkları üzerinde yüce ruhların yaptığı etkileri yapma gücünü elde eder. İşte bu işler ve tasarruf, kerâ- mettir.(Razi,Mefatihul Gayb,XXXI-88,91;Ayrıca bknz;Hadislerle Kuranı Kerim Tefsiri,IX,4946-4949)
Aklın vazifesi, mükellef olduğu şeyleri gücü nisbetinde, hak ölçüsüne bağlı kalarak anlamaktır. Her mesele, akılla çözülemez. Aklın vazifesi bir ölçüde sınırlıdır; ötesine geçemez. Geçerse ya kör olur, ya şaşırır. Meleklerin reisi Cebrâil (a.s) bile, Mi’râc gecesinde kendisine usûl ve edeben refakatçilik yaptığı Hz. Peygamber (a.s) ile belli bir noktaya gelince: ‘Yâ Rasûlallah! Benim vazife ve sınırım buraya kadar, buradan ötesine bir adım atarsam yanar, kül olurum; ötesi sana aittir,” (Razi,age,XXVIII,291;Hamdi Yazır,Hak Dini Kuran Dili,VII,4579) diyerek haddini ve edebini bilmiştir.
c- Tefsirlerin Yaklaşımı
Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirlerinde, kerâmete delil olarak kullanılan âyet-i kerîmelerin tefsirine baktığımızda, -çok azı hariç- hemen hepsinin, hâdisenin cevâz ve vukûunda müttefik olduğunu görürüz. ..
c.a- Rivâyet Tefsirleri
İbn Cerîr (810/923). Hz. Meryem’in olağanüstü bir yolla ışıklandığını, kendisine yazın kış, kışın yaz meyvelerinin ikrâm edildiğini, Hz. Zekeriyyâ’nın, Hz. Meryem in üzerine yedi tane kapıyı kapatıp gittikten ve tekrar yanına geldikten sonra, O’nun bu tür nimetlere ulaştığını görünce: “Bunlar sana nereden geliyor?* diye sorduğunu belirtmiştir.( Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, Cüz: 111,246-247.)
Hz. Süleyman’a, Yemen melikesi Belkıs’ın tahtını bir göz açıp kapama süresi içinde getiren kimsenin kim olduğu konusunda değişik rivayetleri nakleden Ibn Cerîr, bu kimsenin, Hz. Süleyman’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ olduğunu belirten görüşü destekleyici açıklamalara ağırlık vermiştir.( Bkz. Teberi, a.g.e., Cüz: XIX, 163-164)
Semerkandi (373/983), Mâverdî (450/1057), Vâhidî (468/1075), Beğavî (516/1122) ve İbn Atıyye (546/1151), Hz. Meryem’in rızkının olağanüstü bir yolla gelmesi hususunda aynı görüştedirler. Vahidî ve İbn Atıyye, bu rızkın melekler vasıtasıyla Cennetten geldiğini bildiren rivâyetlere yer vermişlerdir.( Bkz. Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, 1, 264; Mâverdı, en-Nüketu vel-Uyûn, I, 388; VAhidl, el-Vasit, I, 432; Beğavî, Meâlimut- Tenzil, II, 32; İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, I, 426)
Allah TeAlâ’nın bazı salih kullarına özel ihsanlarda bulunduğunu belirten Mâverdî. (Bkz. Mâverdî, en-Niiketu ve’l-Uyûn, 1,388.)Belkızın tahtını getirenin Hızır (a.s) olduğu görüşünü nakletmiş, (Bkz. Mâverdî, a.g.e., IV, 213) fakat bu görüş, İbn Kesir (774/1373) tarafından hiç de yerinde bulunmayarak tenkid edilmiştir. ( Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, VI, 202-203 )
Cumhûra göre, bu tahtı getiren kimsenin, Atıf b. Berhiyâ isminde Hz. Süleyman’ın maiyyetinden sâlih bir zât olduğu zikredilmiştir. (Bkz. Semerkandî, a.g.e., II, 496-497; Vâhidî, a.g.e., III, 378; İbn Atıyye. a.g.e., IV, 261; Sealibî,el-Cevâhirül-Hısân, II, 500.)
Semerkandî, bazılarının, bu kadar kısa zamanda tahtı getirenin Cibril (a.s) olduğunu söylediğini, bu görüşe daha çok Mu’tezile’nin meylettiğini, çünkü onların, -genelde- kerâmeti inkâr ettiklerini kaydetmiştir.(Semerkandi,age,2,496-497) Ancak Mu’tezilî müfessirlerden Zemahşerî (538/1143), ilgili âyetin tefsirinde, diğer müfessirler gibi, Asaf b. Berhiyâ dahil bütün ihtimalleri nakletmiş, Cibril’le ilgili rivâyete de yer vermiş, âyette belirtilen müddetin, tahtın süratle getirilmesi için bir misâl de olabileceğini, çünkü örfte böyle kullanımların bulunduğunu belirtmiştir.(Zamehşeri,Keşşaf,3,148-149)
Vâhidî, bu hâdisenin velî için bir kerâmet, nebî için bir mûcize olduğunu belirtmiş, ehl-i meânîye göre, böyle bir durumun, İlâhî kudretin tecellisi ile ânında yoketme ve tekrar varetme şeklinde gerçekleşebileceğini zikretmiştir. (Vahidi,age,3,378)
Hz. Meryem’in kıssasının da velilerin kerâmetine bir delil olduğunu belirten İbn Kesir, bunun sünnet-i se-niyyede birçok örneklerinin bulunduğunu zikretmiş ve bu arada, Hz. Fâtıma’nın başından geçen benzer bir hadiseyi nakletmiştir.(İbn Kesir,age,2,28-29)
Kurtûbî (671/1273), velilerin kerâmetinin sabit ve birçok delilin buna şâhid olduğunu, peygamber olmayan Hz. Meryem’in hâdisesi ve Hz. Hızırın hâllerinin buna güzel örnek teşkil ettiğini, kerâmeti ancak bid at ehlinin ve fasıkların inkâr edeceğini belirtmiştir.(Kurtubi,Tefsir,XI,28)
Velinin kerâmetinin, nebinin mûcizesi olduğuna belirten Kurtûbî, kerâmeti inkâr eden bazılarının, Belkis’ın Ye men’deki tahtını getirenin Hz. Süleyman olduğunu söylediklerini, halbuki -İbn Atıyyenin de belirttiği gibi- cumhûra göre bu kimsenin, Asaf b. Berhiyâ ismindeki veziri olduğunu zikretmiştir. (Kurtubi,Tefsir,XIII,204,206)
Suyûtî (911/1505), yakanda geçen rivayetleri yerdikten sonra -İbn Abbas’a dayanarak- tahtı getiren Asaf ın, Hz. Süleyman’ın kâtibi olduğunu nakletmiştir. ( Suyuti,ed-Dürrül Mensur,VI,360)
Suyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûrda yine İbn Abbarsa dayanarak, Hz. Meryem’in rızkının Cennetten geldiğini nakletmiş, (Suyuti,age,2,186)meşhur dirâyet tefsirinde de bu rızkın Cennetten geldiğine sadece işaret edip geçmiştir. Celâleyn şârihlerinden es-Sâvî (1241/1825), âyetin açıklamasında, bu hâdisenin olağanüstü bir şey olduğunu, kerâmeti müşâhede etmenin yakîni artırdığım, bunun kâmil olana bile fayda verdiğini, nitekim Hz. Meryem’in hjilini müşâhede eden Hz. Zekeriyyâ’nın kendisi ihtiyar, Kanımı kısır olmasına rağmen Allah’tan çocuk istediğini belirtmiştir.(Savi,Haşiyetus Savi,1,318)
Rivâyet tefsirinde sırf nakil, dirâyet tefsirinde ise kısa açıklamalarla yetinen Suyûti, keşf, kerâmet, ulvî ruhlarla buluşma ve konuşma, melekleri müşâhede gibi konulan, Tenvîru’l-Halek fî Ru ’yeti İmkâni Ru’yeti’n-Ne-biyyi ve’l-Melek adlı meşhur risalesinde genişçe işlemiş, delillerini zikretmiş ve bu konularda yaşanmış birçok örnek vermiştir.(Suyuti,el Havi li-l Fetava,2,473-492)
Kasımî (1332/1914), Hz. Meryem’in Allah tarafından rızıklanmasını anlatan âyet-i kerîmede, evliyâullahın kerâmetine bir delil bulunduğunu, benzeri yoldan nzıklanma hâdisesinin ashâbdan Hubeyb b. Adiyy el- Ensârî (r.a) için de vâki olduğunu,(Buhari,Cihad,170) Kitab ve sünnette benzeri örneklerin çokça zikredildiğini belirtmiştir. (Kasimi,Mehasinut Tevil,IV,837)
c.b- Dirâyet Tefsirleri
Kerâmet konusunda meşhur dirâyet tefsirlerinin yaklaşımı da rivâyet tefsirleri ile aynı merkezdedir. Ancak, özellikle müteahhir (son dönem) tefsir sahipleri önceki müfessir ve süitlerin görüşlerini değerlendirme imkânı bulduğu için meselenin tahlilini daha güzel yapmışlardır.
Zemahşerî (538/1143), tefsirinde, kerâmet konusunda menfî bir tavır içinde olan Mu’tezilî anlayışı, biraz zorlanarak da olsa işlemeye çalışmıştır. Hz. Meryem’e yapılan rızık ikramını İlâhî kudretle açıklamaya çalışan Zemahşerî, bu rızkın Cennetten geldiğini, Hz. Meryem’in hiç mme sütü emmeden büyüdüğünü, kendisine yazın kış, kısın yaz meyveleri ikram edildiğini, taraf-ı ilahiyeden rızıklanma ile ilgili benzer bir hâdisenin Hz. Fatıma için de cereyan ettiğini nakletmiş, fakat bunlarda, kerâmet olduğuna dair bir delilin bulunduğundan hiç bahsetmemiş, olayı, Allah Teâlâ’nın Hz. Meryem’e bir keremi olarak değerlendirmiştir. (Zamehşari,Keşşaf,1,427) Keşşafı ehl-i sünnet gözüyle yakın takibe alan İbnul-Münîr, Zemahşe-rî’nin bu kaçamak değerlendirmesini yeterli bulmayıp, olayın Hz. Meryem için bir kerâmet olduğunu belirtmiş.(Zamahşeri,age,1,428)
Ebû Hayyân (746/1344), Zemahşeri’nin, Yemen melikesi Belkıs’ın tahtını Hz. Süleyman’ın bizzat kendisinin getirdiği görüşünü desteklemesini (Zamehşari,age,3,149) çok garib bulup tenkid etmiş, bunun i’tizâlî anlayışın bir uzantısı olduğunu hatırlatmıştır.(Ebu Hayyan,Bahrul Muhid,VII,77.)
Ebû Hayyân, cumhûrun kavline göre, Belkıs’ın tahtını getirenin Âsaf b. Berhiyâ olduğunu, tahtın bir göz açıp kapama süresi içinde getirilmesinin, Zemahşerî’nin belirttiği gibi, mecâzî bir ifade değil, hakikat olduğunu belirtmiştir. (Ebu Hayyan,age,VII,77)
Ebû Hayyân, Zemahşerî’nin, Meryem’in taraf-ı ilâhiyeden rızıklanma işinde de aynı yaklaşımı sergilediğini, hâdisenin ona ait bir kerâmet olmasına yanaşmadığını, meseleyi Hz. Zekeriyyâ’nın duâsına ait bir mûcize gibi takdim ettiğini, bunun, tutarsız ve i’tizâlî anlayışın bir uzantısı olduğunu, halbuki hâdiseyi, Hz. Meryem’e has bir kerâmet olarak görmek gerektiğini kaydet-mistir (Bkz. Ebû Hayyân, a.g.e., II, 443.)
Mutedil (ölçülü, ılımlı) fitlerden kabul ettiğimiz et- Tabreset (638/1143), Mecmâu’l-Beyân adlı tefsirinde, mezheblerince, peygamberlerin dışındaki veli ve asfiyadan kerâmet türü şeylerin vukûunu câiz gördüklerini, Mu’tezile’nin buna yanaşmayıp, Kur’ân’da kerâmete delil olacak âyetlere kendi anlayışları çerçevesinde yorum getirdiklerini belirtmiştir.( Bkz. Tabressi, Mecmâu’l-Beyân, II, 69.)
Kehf sûresinde, Ashâb-ı Kehfle ilgili Ayetleri tefsir ederken, kerâmet konusunda en geniş bilgiyi veren Râzi (606/1210), “Sûfi ashâbımız bu ayetle, kerametin cevâzına delil getirmişlerdir,” diyerek söze başlamış, kerâmetin nakit, tecrübe ve akli delillerini tek tek zikretmiş, Ashâb-ı Kirâm’dan birçok örnek nakletmiş, kerâmet konusunda ileri sürülen şüphelere cevaplar vermiş, kerâmetin istidracla olan farkım, kerâmete güvenmenin zararlarını, ayrıca velinin veliliğini bilip bilemeyeceği meselelerini incelemiş, bu işin çok nûrânî olmakla birlikte çok da tehlikeli olduğuna dikkat çekmiştir.( Bkz. Râzî, Mefâtihu’UGayb, XXI, 72-83.)
Hz. Meryem’in hâdisesinde de kerâmete değinen Râzî, kerâmeti inkâr eden Mu’tezile’nin inkâr sebeplerini zikrederek cevaplar vermiş, kerâmetin mûcizeye hiçbir halel getirmediğini, aksine onu desteklediğini, mûcizede aslolanın, iddia ve izhâr, kerâmette ise iftikâr ve ihfft olduğunu belirtmiştir.( Bkz. Râzî, age, VIII, 87-28.)
Beydâvi (685/1286), Hz. Meryem’in hâdisesini, velilerin kerâmetine bir delil görmüş, (Bkz. Beydâvî, Envâru’t Tenzil, 1,157 (Beyrut, 1988).)Hz. Süleyman’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ’ya verilen kerâmetin, ilmin şerefini ortaya koyduğunu, çünkü ona bu yetkinin ilim sebebiyle verildiğini zikretmiştir. (Beydavi,age,2,177)
Ebu’s-Suûd (982/1574), Ha. Meryem’in hâdisesinde, valilerin kerâmetine bir delil olduğunu, bunu Hz İsa için bir irhas, Hz. Zekeriyyâ için bir mûcize görmenin tutarsız olduğunu kaydetmiştir. (Ebussuud,İrşadu Akli’s Selim,2,30(Beyrut,1983)
Âlûsi (1270/1853), Ha. Meryem’in peygamber olmadığını, O’nun elinde zuhûr eden şeylerin olağanüstü hâdiselerden sayılıp evliyâullahın kerâmetine bir delil olduğunu, Şiâ’nın bu konuda ehl-i sünnet gibi düşündüğünü, Mu’tezile’nin ise, kerâmeti inkâr ettiğini belirtmiştir. (Alusi,Ruhul Meani,Cüz,3,140.)
Hz. Süleyman’ın ashâbından olan Âsafın, Yemen’deki tahtı çok kısa bir anda huzura getirme hâdisesinin de kerâmetin sübûtuna bir delil olduğunu belirten Alûsî, “Şeyhul-Ekber” diye bahsettiği Muhyiddln b. Arabi’nin (638/1240), bu konudaki orijinal fikir ve değerlendirmelerini nakletmiştir.(Alusi,age,cüz:XIX,204-205)
Reşid Rızâ (1354/1935), gerçek sûfilerin Kitab ve sünnet çizgisinden ayrılmadıklarını, ilk devirlerde gelişen tasavvufun bu temeller üzerinde kurulduğunu, ancak daha sonraları bazı yanlış itikadların yayıldığını, bunlardan birisinin de şeyhlerin kâinatın işlerinde ve gayb âleminde diledikleri gibi yetkili olup tasarruf edebildiklerinin düşünülmesi olduğunu, böyle bir düşüncenin, bir anlamda şirk olup Kitab ve sünnete uymadığını belirtmiştir.(Reşid Rıza,Tefsirul Menar,2,72-73)
Bazı sâliklerin, meşgul oldukları evrâd ve ezkâr vesilesiyle ulaştıkları keşf ve esrâra aldandıklarını, gördükleri hayâlleri hakikat zannedip fitneye düştüklerini zikreden Reşid Rızâ, bunların yanında şeriata bağlı sûfilerin, Allah’a muhabbet konusunda yüce bir makâma sahip olduklarım, şeriatın edebine göre herşeye hakkını verdiklerini, Allah için sevip, Allah için buğzettiklerini kaydetmiştir. (Reşid Rıza,age,X,240-241)
Keşf ve kerâmetle akide ve ahkâmda hüküm verilemeyeceğini, kerâmetin, velâyet için şart, fazilet için bir is- bat olmadığını, bu tür hadiselerin mü’min-kâfir herkeste vukû bulabileceğini fakat aynı sonucu vermeyeceğini hatırlatan Reşid Rızâ, gerçek sûfî âriflerin kerâmete itibar etmediklerini, bir kimse suda yürüse, havada uçsa, ateşi yutsa buna aldanmayıp, o kimsenin, şeriatın emir ve nehiylerine karşı tutumuna baktıklarını, gerçeğin ve âyetlerden kendisinin anladığının da bu olduğunu belirtmiştir.(Reşid Rıza,age,XI,444-448)
Hamdi Yazır (1358/1942), Hz. Süleyman’ın veziri Âsaf b. Berhiyâ’nın, çok kısa bir zamanda Belkıs’ın tahtını Yemen’den getirmesini, büyük bir kerâmet örneği görmüş ve bunun aynı zamanda Hz. Süleyman’ın mûcizesi olduğunu, böyle bir şeyin peygamberden değil de ashâbından birisinde zuhûr etmesinin, o peygamberin büyüklüğüne delil olduğunu belirtmiş, Muhyiddîn b. Arabi’nin Fusünu’l-Hikem adlı eserinden konu ile ilgili nakillerde bulunmuştur. (Bkz. Hamdı Yazır, Hah Dini Kur’An Dili, VI, 143-144 (Sadeleştirilmiş baskı).
Merâğî (1364/1945), çoğu müfessirin keramete delil olarak gördükleri âyetleri, bir başka izah yoluna giderek farklı tefsir etmiş ve kerâmet hadisesine olumlu bakmamıştır. Hz. Meryem’in gayb âleminden rızıklanması ile ilgili rivayetleri ihtiyatla karşılayan Merâğî, hâdiseyi olağanüstü olarak değerlendirecek bir sebebin bulunmadığını, (Meraği, Tefatru 1-Merûğî, Cilt: I, Cüz: III, 145.) Yemen’den Belkıs’ın tahtını getirenin de Hz. Süleyman’ın bizzat kendisi olduğunu savunmuştur. (Meraği,age,cilt:VII,Cüz:XIX,141)
d- Değerlendirme
Nasslardan ve vakıadan anladığımıza göre, kerâmet haktır; vukûu câiz ve vâkidir. Cenâb-ı Hakk’ın, sâlih kullarına bir keremidir. Övünme değil, şükür vesilesidir. Hedef görülmeyip yakîne vesile yapılmalıdır. İstemekle elde edilmez, bekleyene verilmez. Esasen hiç kimseden. kerâmet istenmez; herkese emredilen şey, istikâmettir. Hz. Peygamber (s.a.v)’e, *Habibim! Sen emrolunduğun şekilde istikâmet sahibi ol,” şeklinde verilen İlâhî tâlimatı, “Seninle birlikte tevbe edenler de istikâmet sahibi olsunlar,(Hud,112) emri takip etmektedir.
“Halbuki onlar, ancak Allah , 0*nun dininde ihlâs sahibi olarak ibâdet etmeleri için emrolundular,” (Beyyine,5)âyeti, asıl hedefi ortaya koymaktadır. Bu istikâmetin sonucu olarak, “‘Allah’ın kulundan razı olması en büyük şeydir.’’(Tevbe,72)
Sehl b. Abdullah Tüsterinin (288/896) belirttiği gibi kerametlerin en büyüğü, kötü ahlâktan birisini terke dip hayra çevirmektir.”(Kuşeyri,Risale,2,679)
Ahmed Taberanî Serahsî’nin, “Kerâmetten mak-ad, tevhide yakini artırmaktır. Bir kimse, kâinatta Allah ‘tan başka hakiki mûcid görmedikten sonra, normal veya olağanüstü şeyler görmesi aynıdır,.(Kuşeyri,age,2,675) görüşüne katılıyoruz.
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî’nin (624/1256), “Devamlı keramet isteyene ve ona ulaşmak için kendini amele zorlayana keramet verilmez. O, ancak kendinde ve amelinde bir şey görmeyen, devamlı Allah Tealâ ‘nın muhabbetiyle meşgul olarak O’nun fazlına nazar eden, nefsinden ve amelinden ümidini kesen kimseye verilir. İman ve sünnet-i seniyyeye mutâbaattan daha büyiik bir kerâmet yoktur. Bunlar kime verilir de, hâlâ daha başka şeylere iştiyak duyarsa, gerçekten o kimse, davasında yalancı, sözlerinde iftiracı, yahut gerçek ilmi elde edememiş hata sahibi birisidir. Böyle bir kimse, sultanın huzurunda bulunma nimetine ulaşmışken, ahırda hayvanların hizmetine özenen kimse gibidir,”(Şarani,Tabakatul Kübra,2,7) sözünü, meselenin aslını ifade için yeterli buluyoruz.
Kerâmeti inkâra bir sebep, bizzat isbata da her zaman gerek ve imkân yoktur. Hak olan bir şeyi inkâr edenin cezası, ondan mahrum olmaktır. Bütün akâid kitaplarında geçen ‘’kerâmet haktır* hükmü, hak ölçüler içinde ulaşılan kerámete aittir. Istidrac türü şeyler, bunun dışında tutulmalıdır.
Ehl-i sünnetin tamamı ve Şia, kerâmetin cevâz ve vukuunu kabul etmiştir. Mutezile, insanlar arasında tahsisi kabul etmediğinden ve kerâmetin mûcizeye halel getirme endişesinden dolayı onu inkâra gitmişlerdir. Ehl-i sünnete göre, Mu’tezile’nin ileri sürdüğü her iki sebep de geçersizdir ve hükümleri yanlıştır.
Meşhur rivâyet ve dirâyet tefsirleri -çok azı hariç-, kerâmetin sübût ve vukûu konusunda sûfîlere katılmakta, kerâmete delil gösterilen âyet-i kerîmelerin tefsirinde temel anlayışı ortaya koymaktadır. Ancak bazı sûfılerin, kerâmetin çeşit, şekil ve hedefi konusundaki ifrata varan anlayışları, birçok müfessir tarafından tenkid edilmiştir, öyle ki, kerâmetin sübûtunu ısrarla savunan Fahrüddîn Râzî bile, özel bir bölüm açarak, kerâmete güvenmenin zararlarını ayrı ayrı sıralamıştır. Kerâmeti hak ve vâki görmekle birlikte, en ciddi ve çok yönlü tenkidi Reşid Rızâ yapmıştır.
Zaman zaman, özellikle müteahhir sûfîlere sert tenkidleriyle tanınan İbn Teymiye, mûcize ve kerâmeti işleyen bir risâlesinde kerâmeti, makbûl, mezmûm ve mübah olarak üç kısma ayırmış; birincisinin dînen övüldüğünü ve imânî yönden faydası bulunduğunu, İkincisinin zararlı olduğunu, üçüncüsünün ise menfaatine göre farklı sonuçlar verdiğini, esasen kullardan istikâmet istendiğini kaydederek, kendisini takip edenlerin genel çizgisini belirlemiştir. (İbn Teymiyye,El-Mucizetü ve Keramatul Evliya,39 vd.(Abdulkadir Ata’nın tahkikiyle,Beyrut,1985)
Keşf ve kerâmetle dinî meselelerde hüküm verilemez. Ancak nasslara uyan bir keşf, hakikati teyid adına makbul görülebilir. Kerâmet türü şeyleri, Allah’ın kudretini, mûcizenin hakikatini, İslâm’ın güzelliğini isbat için istemekte bir sakınca yoktur; fakat şeytanın kerâmet yoluyla imana ve İslâm’a verebileceği zar an da unutmamak gerekir.
Herşeyi sadece akıl ile anlayıp baş gözü ile görebileceğimizi düşünmek yanlıştır. İnkârı mümkün olmayan ve her peygambere verilmiş olan mûcizeleri düşündüğümüzde, materyalist anlayış ile determinizm fikrinin İslâm’a ters olduğunu görürüz. Olağanüstülük anlayışı bize göredir. Tabiat kanunlarını koyan, sebep-sonuç zincirini kuran Allah Teâlâ’dır; fakat O’nun, bu kanunlara uyma ve kurduğu sebep-sonuç ilişkisine tâbi olma zorunluluğu yoktur. O, dilediği zaman kanuni an bozar, sebepleri ortadan kaldırır, istediği gibi tasarruf eder.
Dipnot:
(61)-Neml 27/38-40. Bu hâdisede, Allah Teâlâ’nın sevdiği ve dilediği kullarına eşya ve kâinat illerinde vermiş olduğu geniş tasarrufu mânevi kurbiyyet ve mârifete ulaşan insanın, cinlerden daha kuvvetli ve kabiliyetli olduğunu görüyoruz. Ayrıca velinin elinde zuhûr eden kerâmetin, onun bağlı bulunduğu peygamberin mucizesi olduğunu anlıyoruz. Çünkü Hz. Süleyman (a. s), hâdise vukû bulunca: “Bu, Rabbimin ümmetim eliyle bana ikrâm ettiği bir lütuftur’’ diye şükretmiştir. Yine, velinin kendi isteği ile kerâmet istemesinin, kendisine verilen kudsı, mânevi kuvveti kullanmasının câiz ve bu hâlde isteklerinin vâki olabildiğini görüyoruz. Velime kerâmetinin peygamberin hayatında ve yanında vukû bulmasıyla birlikte, bu kerâmetin peygamberin mucizesine bir halel getirmeyeceği de bu hâdiseden çıkarılabilecek hükümler içindedir.
Kaynak:Dilaver Selvi,Kuran ve Tasavvuf