Kendini Bulmak
İnsan, çoğunlukla günümüzde, ya kaba kuvvete, ya da ekonomik güce göre kendini ayarlıyor. Dünya konumunu böyle tâyin ediyor. Sonra da sorup duruyor: “Neden huzursuzum? Neden mutsuzum?”.
Oysa, kaba kuvvet, ele geçirenin hükmüne tâbidir. İnsan kişiliğine yapışık bir şey değildir. O, insan kişiliğini yapıcı bir unsur olamaz. Bu yüzden, insanı kişiliksiz kılmakta kullanılır çoğu kez. Ekonomik güç de, ihtirasların tuzağı ve tutsağıdır… Çok defa kişiye gerekli özgürlüğün amansız düşmanı… Bu iki kitle tabiatının basıncı altında kalan kişilik, bir maden tortusu gibi yamyassı yapışıp kalır bir yere. Ve üzerine yediği damganın yazgısından kurtulamaz. Ve derken, huzursuzluk ve mutsuzluk onun alınyazısı olup çıkar.
Kendi kişiliğini aramak: insanın bu dünyadaki görevi budur. özgürlükle aramak. Kaba kuvvete ve ekonomik baskıya aldırış etmeksizin aramak.
Sabır içinde aramak.
Tanrı’ya güvenerek aramak.
Sevgiyle aramak.
Özgeçi ve özveriyle aramak.
İnsan kendini arama borcunda yani. Araya araya bulacaktır kendini. Karanlıklar içinde kaybolmuş âb-ı hayat olan ruhunun yitik cennetini arayarak, bulacaktır.
Tanrı’ya doğru giderek bulacaktır kendini insan. Peygamberlerin, yolgöstericilerin izinden giderek kendi kişiliğine çıkacaktır.
Oruçla, Tanrı’ya tapınmayla, Tanrı’yı ruh içinde, dilde ve işte anarak, Tanrı’ya gidişi süreklice yaşayarak bulacaktır kendini.
Bakacaktır, birden, çevre değişmiş. Yüzlerin anlamı değişmiş. Eşya ve tabiat değişmiş.
Görecektir: ses başka, ufuk başka, gök ve toprak başka.
Anlayacaktır: savaş ne içindir? Öldürmek için mi? Diriltmek için mi? Mutluluk, önemli mi önemsiz mi? Asıl mutluluk, başkasını mutlu etmek ve mut-suz etmemekte değil mi?
Kendini kaybettiğini bir gün bilecektir insan. Fizikötesi ve insanüstü soluklar fısıldamakta durmadan bunu. Kendini kaybettiğinin farkında olduğu gün, kendini aramaya çıkacağı gündür insanın.
Eller ve ayaklar ve onlara evrenin verdiği cevaplar toplamından ibaret değildir insan. Bunlar, insan değil, insanın marjı, uzantısıdır eşyaya, dışa doğru.
Sadece ve sadece bu bakımdan anlamlıdırlar. Kendine yeter “kesik baş” masalında olduğu gibi, içimiz, bir özgürlüğe ve yoğunluğa kavuşmadıkça, sorup duracağız! “Neden huzursuzum? Mutsuzum: neden?”
Evren seferine çıkmak için kendine yeterli ruh azığıyla donanık mısın? Ellerini ve ayaklarını, gözünü ve ağzını, malvarlığını ve nüfuzunu kullanmak için, bu Tanrı nimetlerine tasarrufta bulunabilmek için, Tanrı halifeliği yetisine sahip misin?
İnsan, kendine bir cevap olmak için yaşar. Ama, cevap için önce soruyu, yukardaki soruyu alınyazısının karatahtasına yazacak güç ve cesareti kendisinde bulabilecek midir?
İçimiz kabardığında, bu sorundur dipte yosun bağlayan.
Gün dönerken, nüansın nüansı melankoli flütleri, akşam sürülerini, bu sorular ve yanıtlarla çağıracaktır dinleniş toprağına.
Ölüm ve doğum sûrları, bu soruları ve cevapları üflemektedir ufuklara. Yeterli yarasaya mahsus seslere ayarlamış olmasın kulağını insanoğlu.
Kaba kuvvet, teknik kargısı ve malî yapraklar furyasını yarasa çığlığında farksız görecek bir kulak kazansın insan, yeter ki!
Yoksa, Tanrı, imtihan der. Bu imtihan çetindir. Taşa ve maymuna dönüşmek de var işin içinde, imtihan sonucunda veya sonunda.
Kıyamet sorusunu, yaşayıp, çilesini çekip çözmek gerek. Yoksa, o, insanın güneşini batıracağı günü bilir. O günü iyi bilir.
Sezai Karakoç-Gündönümü,syf:77-79