Medeniyetçilik şiarından türeyen Kemalist reformlar ise laikleştirmeye ilişkindi: Şeyhülislâmlığın kaldırılması, dinî mahkemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, okullardan din derslerinin kaldırılması, dinî mevzuatın yerine batılı kanunların ikamesi, çok evliliğin kaldırılması, şapkanın millî başlık olarak kabulü, alaturka müziğin öğretilmesi ve çalınmasının yasaklanması, opera, bale, çok sesli müzik, Batı tipi resim ve Mustafa Kemalin heykellerinin dikilmesinin teşviki, Hıristiyan takviminin kabulü ve Batı giyiminin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi. Medeniyetçiliği Batıcılıkla, medeniyeti Batıyla özdeşleştiren Kemalist çağdaşlaşma projesi, İslâm’dan ve İslâmîleşmiş kültürden arındırılmış yeni ulusal Türk insanını, yeni Türk ulusçuluğu vasıtasıyla Batı/Hıristiyan enternasyonali içine yerleştirmiştir.
Kemalist çağdaşlaşma projesinin ana amacı, evrensel gelişme modeli olarak algılanan Batı gelişme modelinin monolitik kavranışı ekseninde “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” olarak ifade edilmiştir. Kemalist ulusçular için tek bir gelişme modeli vardı; çünkü gelişme potansiyeline sahip olan tek bir toplumsal-siyasi sistem bulunmaktaydı. Bu gelişme modelinin adı “Batılılaşmaktı”. “Batı,” Kemalist çizgi için, her türlü çelişkiden arınmış, “moral” problemleri çözmüş, “insanlık durumu”nun mümkün olan en iyi formu, “tarihin sonu”ydu. Kemalist çağdaşlaşma projesi, klasik oryantalizmin self-kolonizasyona dayalı bir adaptasyonudur.
Aydınlanma felsefesinin Avrupa merkezli karakteri, “iyi” Batı, “kötü” Doğu ikiliğini siyasî düzeye taşıyarak sömürgeciliğe bir meşruiyet temeli sağlamıştı. Kemalistler de bu meşruiyet zeminine yaslanarak, “beyaz adam”ın yükünü omuzlamış ve Cumhuriyetle birlikte nesnesini “halk”, öznesini “Kemalist aydınlanmışların oluşturduğu bir self-kolonizasyonla, yeni baştan bir toplum “yaratma” ameliyesine girişmişlerdir. Doğu toplumlarını, değişimi kendi iç dinamikleriyle üretmesi imkânsız, bu yüzden daha “iyiye,” dolayısıyla “ilerlemeye” kapalı, statik ve irrasyonel olarak tasvir eden bu yaklaşım, Osmanlı özelinde, bu durumdan İslâm’ı sorumlu tutuyordu. Bu yüzden, resmî din olarak Hıristiyanlığın kabulü bile “Kemalist ulusçu seçkinlerin” çözüm portföyünde yer almaktaydı. Batı, bu “zayıf tarihsellik” durumunu,giderebilecek tek değişim aktörü olarak kendisini görürken, Kemalist uygulamada, doğrudan “Batı”nın yerini, Kemalist yönetici sınıfın temsil ettiği “vekaleten” Batı almıştır.
Gelişmeye engel İslâm anlayışı, Kemalist geleneğin laik “reflekslerine” paralellik arz etmiştir. “Kendi cemaati içinde kültür olarak îslâmın ‘baskıcı’ kayıtlarından kişiyi azade kılarak” yeni bir “ulusal insan” oluşturmayı hedefleyen Kemalist laiklik, dinin, hem siyasî hem de sosyal görünürlüğünü “sıfırlayarak,” onu “vicdanlar” ve “mabetlere” sıkıştırmış; sıkıştırmanın nesnesi konumundaki dini de yine kendisi şekillendirmeye çalışmıştır. Dinin bu total “özelleştirilmesi”, Kemalist Türkiye’ye pozitivist bir anıtkabir görüntüsü vermiştir.
Dinin sosyo-politikalarından kovulmasıyla doğan boşluk, din alarak algılanan “milliyet duygusu” ile doldurulmaya çalışılma dinî-hanedanî siyasî-kültürel sistemin yerini cumhurî-laik sistem almıştır. Buradaki “cumhurilik” reel değil, sembolik bir mahiyet taşımış, görünür meşruiyete zemin sağlamıştır.
Hiç şüphesiz, Kemalist seçkinlerin kökendeki meşruiyetlerini Millî Mücadeledeki konumları sağlamıştır. Mustafa Kemal Paşa ve “kadrosu”, Millî Mücadelede cumhurî-laik duruşun tam tersi olan “sultanî-dinî” bir duruşu, taktik gereklerle benimsemiş, iktidar zeminini sağlamlaştırdıkça da, stratejik yönelimin açılımlarını kuvveden fiile çıkarmışlardır.
Millî Mücadele sonucunda siyasî bağımsızlığın sağlanmasını, sosyopolitik, kültürel ve ekonomik “ıslahat” tedbirleri izlemiş, zedelenen kolektif onuru iade edebilmek için yeni, kendine has bir “ulusal kimlik” inşasına girişilmiştir. Millî Mücadele ve cumhuriyetin ilam (siyasî bağımsızlık), ulus devlet ve laikleştirici reformlar (çağdaşlaşma/Batılılaşma) ve yeni etno-seküler ulusal Türk adamı (yeni ulusal kolektif kimlik), Kemalist ulus inşa sürecine damgasını vurmuştur. Türk ırkının kök ırk ilan edilmesi, böylece bütün dillere ve medeniyetlere Tûrklerin ebelik ettiğinin kabulü ile Türkiye’nin Batılılaşma çabalarının “öze dönüş” olarak nitelenmesi, Kemalist yönetici sınıfın muhtemel kimlik buhranını gidermeye dönük adımları oluşturmuştur.
Dinî bir toplumun ulusal bir topluma dönüştürülmesi, ümmet tahayyülünün yerini ulus tahayyülünün alması, sadakat merciinin din ve ümmetten, ulusçuluk ve ulusa yönelmesi, Kemalist toplum projesinin temelidir. Bu projede halk, çatışmasız, uyumlu bir kitle olarak tanımlanmış, dolayısıyla “apolitik* bir kavrama dönüştürülmüştür. Toplumsal farklılıklar, ulusal cemaatin bütünlüğüne bir tehdit olarak algılandığı için, “dirlik ve birlik” işinde engel olarak görülmüş ve reddedilmiştir. Onuncu yılını kutladığında “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” oluşturmakla övünen tek parti Kemalizminin dinî ve etnik farklılıkların, devlerin “teşhis ve tanıma” ihtiyacı dışında, varlığını kabul etmesi söz konusu olmamıştır. Bu yüzden Köker, haklı olarak, Kemalizmin eylemde olmasa bile söylem seviyesinde toplumu tepeden tırnağa dönüştürme tasavvuruna sahip olduğu Kin, totaliter bir mahiyet arz ettiğini belirtir.
Millî siyaseti benimseyerek, ilgilerini kendi mülkî sınırlarıyla sınırlayan Kemalist ulusçuluk, devleti kurtarma işinde Osmanlıcılık. İslamcılık ve pan-Tûrkçûlükten oluşan üç tarz-ı siyaseti reddetmiştir. Türkiye Türklüğü, Kemalist ulusçuluk tahavvülünün sınırlarını çizmiştir. Böylece Kemalist ulusçuluk, dış politikada, kendi ayaklan üzerinde durmaya çalışan, yayılmacılık karşıtı, içe dönük, hatta büzülmeci, ilgileri Misak-ı Millî sınırlarını bile tamamiyle kuşatmayan bir çizgi sunmuştur. Siyasi pan-Türkçü hareketler desteklenmediği gibi, bunların Türkiye içindeki faaliyetleri de hukukî koğuşturmalara konu yapılmış, dış Türkler, “uzak kuzenler” olarak yalnızca kültürel bir ilginin konusu olmuştur.
Tüm ulusçuluklar gibi, Kemalist ulusçuluk da hem siyasî hem de etnik bileşenler içermiştir. Millî seciye teorisini veri olarak alan, bilimsel ırkçılığın sosyopolitik yansımalarından olan öjenik eğilimleri resmileştiren, ırkî süreklilik teziyle Anadolu halklarının dünü ve bugününü Türkleştiren, vatandaşlıkla milliyeti önce birbirinden ayırıp, sonra vatandaşlık haklarının fiili kullanımını milliyet bağına irca eden, özümseme ve medenileştirme politikalarına etnisizmi ikiz kılan, Türk ulusu kavramını Türk etnikligi ekseninde tanımlayan Kemalist ulusçuluk, böylece siyasî-hukukî (seküler) boyutuyla etnik boyutu arasında sürekli bir gerilim ham oluşturmuştur.
Son tahlilde, Kemalist ulusçuluğun etnik boyutu, seküler (siyasî-hukukî) boyutu karşısında araçsal bir işleve sahip olmuş, bu durum etnisizmden ırkçılığa kayışı engellemiştir. Çünkü, Kemalist ulusçuluk, Batının “büyüleyici” dünyası karşısında hissedilen onulmaz bir aşağılık kompleksinin tahrik ettiği, misyoner heyecanlarına dayalı bir medeniyetçilik iradesidir. Bu iradenin temelini, dine karşıt laiklik anlayışı
olunurmuş, ulusçuluk bu sürecin gereklerine göre şekillenmişş ve ferdî ve kolektif aidiyet bağı olarak dine alternatif eksende konumlanmıştır. Yeni Türk adamının ulusal bilinci, K’emalizminpozitivist bilim akidesine uygun olarak, hem dindışı hem de dine karşı olarak kurgulanmıştır. “Hayattaki her şey için” “müspet ilimleri” kılavuz eden bu kaba bilimcilik, kolektif bilinç düzeyinde çok yoğun bir duygu ve heyecan açığı meydana getirmiş, bu “açıktan” kaynaklanan “rasyonel” olanı “nasyonel” hale getirme ihtiyacı, etnik temaların Kemalist ulusçuluğun yapısal bir parçası haline gelmesine yol açmıştır.
Türk ulusal kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirleme çabasında, Kemalizm, ırkı, kurucu bir unsur olarak kullanmıştır. Ancak bu, hiçbir zaman sistematik ırkçılık şekline bürünmemiştir. Gerçekten de, ırkçılığın, resmî bir politikaya dönüşmesi için, yaslanabileceği antropolojik ve felsefî bir geleneğe ihtiyacı vardır; Türkiye’de ise ırkçı gelenek böyle bir politikayı besleyebilecek güce hiçbir zaman ulaşamamıştır. İmparatorluğun “ırkçı” bir manevra alanına sahip olmayışı da bunda etkili olmuştur. Kaldı ki, totaliter bir ideoloji olarak ırkçılığın sistematik bir devlet politikasına dönüşmesi, vatandaşlarının gündelik hayatını dahi kontrol altında tutabilecek ve denetleyebilecek çok güçlü bir devlet cihazının varlığını gerekli kılar ki, Kemalist devlet bunu istemekle birlikte, uygulayacak güce sahip olmadığı için, mesela, kadın giyimi konusunda yasal bir düzenleme yapma cesaretini dahi gösterememiş, İdarî uygulamalardan medet ummuştur.
Kemalist Türk ulusal kimliğinin etnik-soya dayalı veçhesinde, Türk ulusal cemaati -ironik de olsa Türk ulusu bir cemaat olarak kurgulanmıştır- Türk etnisi bağlamında tanımlanmıştır. Anadolu halklarının Türklüğü tezi, buna “bilimsel” destek sağlamak amacıyla geliştirilmiş, böylece asimilasyon politikalarını mümkün kılacak şekilde ulusal “biz”in tanımı, etnik niteligine rağmen, genişletilmiştir. Millî Mücadele döneminde, bütün Müslüman etnik unsurları, etnik kimliklerini ikrar ederek barındıran şemsiye bir kavram olarak kullanılan Türklük, Cumhuriyetten sonra giderek bu anlamını yitirmiş, sonunda söylem düzeyinde ,gayri Türk etnik unsurların varlığını red-deden, gayrimüslim azınlıkları, özellikle de Yahudileri, Lozan Anlaşmasının azınlık haklarının korunmasına ilişkin hükümlerine uymasa da, asimilasyon yoluyla Türklük akidesine bağlanmaları şartıyla kapsamı içine alan bir niteliğe bürünmüştür. Asimilasyonun kabul görmediği durumlarda ise etnisist politikalar devreye sokulmuş, tüm tek parti dönemi, asimilasyon- etnisizm sarkacında vatandaşlık-Türklük gerilimine sahne olmuştur.
Türk ulusunun Türk etnisi ekseninde tanımlanması, etnik farklılıkları doğrudan ulusal farklılıklara dönüştürdüğü için, etnik farklılıkların telaffuzu bir tabu haline gelmiş, mesela,’’Kürt” kelimesinin telaffuz edilmesi, Türkiye’de ancak 1980’lerin ikinci yarısından itibaren resmî söylemde “spontane meşruiyet-” kazanabilmiştir. Kemalist ulusçuluğun etnik- soya dayalı veçhesi, ulus inşa sürecini, ortak soy ve ırkî süreklilik fikrinin belirlediği etnik bir projeye dönüştürmüştür. Ulusal kimliğin bu etno-seküler belirlenişi, kültürel kimliği etnik kimlikle aynileştirmiştir. Anadili Arapça ya da Kürtçe olanların, tanımsal olarak öz Türk kapsamı içinde düşünülmesi, ortak soy fikrine dayalı etnokültürel özdeşleştirmenin bir işaretidir.
Kemalist Türk ulusal kimliğinin bileşenleri arasında tam bir uyumdan bahsedilemez. Açıktır ki, soya dayalı Türklük tanımı siyasî-hukukî nitelik arz eden cumhuriyetçi Türklük tanımıyla uyuşmaz. Bu ikisinin de, Millî Mücadele dönemine esas oluşturan dinî tanıma dayalı şemsiye Türklük tanımıyla bağdaşamayacağı açıktır- Keza, dil, kültür ya da ülkü açısından intisapları şüpbeli olan Türk vatandaşlarının Türk kavramı içinde mütalaa edilmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, Kemalist ideolojiye bağlılık Türklüğün önşartları içine girmektedir. Soy bakımından Türk olduğu düşünülen birisi, eğer Cumhuriyetçi ülküye sadık değilse Türklüğünü yitirme durumunda kalacağı gibi, vatandaşlık haklarının askıya alınmasıyla da karşılaşabilir. Bu çıkarımlar çoğaltılabilir.
Belirtilen kısıtlarla Kemalist “biz” kapsamının gayri Türk Müslüman unsurlarla, gayrimüslim azınlıkları içine alacak şekilde genişlemesi, medenileşme iradesini esas alan, asimilasyonu da bunun aracı kılan bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. Ancak söz konusu Türkleştirme politikalarına muhatap olan grupların ayak diremesi halinde, devreye etnisist politikalar girmiş, bu durum karşı ulusçuluk bilincinin gelişmesinde önemli bir faktör olmuştur.
Türk ulusal kimliğinin tarihsel evriminde, nihaî olarak ortaya çıkan Kemalist Türk tanımı şu olmuştur: “Kâmil”, “hakikî” ya da “öz” Türk, Türkçe konuşan, Batılılaştırılmış yekpâre Türk kültürüne bağlı, Cumhuriyetçi ülküyü benimseyen ve Türk soylu olandır. Bu Türklük karinelerinden herhangi birinde eksiği olanların bunu telafi etmesi, “yarım vatandaşlık”tan, “misafirlik”ten ve “kanun-u esasî Türklüğü”nden kurtulmaları için şarttır. Türkçe’nin sadece resmî değil, aynı zamanda anadil olarak kabul edilmesi, yeni rejimin vazettiği cumhuriyetçi ülkünün ve Batılılaştırılmış yekpâre Türk kültürünün benimsenmesi, ırkî anlık ve güçlülüğün kazanılması, önerilen telafi edici araçlardır.
1924 Anayasasının 88. maddesi üzerinde görüşülürken Celal Nuri (İleri) Türklüğün vasıflarını şöyle tanımlamıştı: bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyyül mezhep, Türkçe konuşur bir zat” tır. Kemalist ulusçuluk bu tanımı kategorik olarak reddetmemiş, ancak “Müslüman, Hanefiyyül mezhep” nitelemelerinin içini boşaltarak, “devlet-i ebed müddet” düşüncesinin biçimlendirdiği, ittihat ve Terakki’ninoportünizminebenzer bir ‘’siyasi maslahat alanı’’ oluştumuştur.
Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları,
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…