Kemal Sayar – Ruhun Derin Yaraları ”Alıntılar”
Hayatımızı daha geniş bir dairede yaşamak, haberlere gömülüp kalmamak lazım. Bir seferliğine haberi okuduktan veya izledikten sonra ısrarla beş on sefer aynı haberi dinlerseniz, bu artık ikincil travmatizasyon sürecine giriyor. O haberler üzerinden biz örselenmeye başlıyoruz. Çünkü kendimizi çok çaresiz hissediyoruz. O çaresizlik duygusu da insanı tükenmişliğe götüren bir şey. Bol cinayetli, bol komplolu sabah programlarından da kesinlikle uzak durulmalı. İnsanı çok fazla kötülükle tanıştıran ve çok kötü bir dünyada yaşadığımız hissini uyandıran, adeta insanın iradesini felç eden yapımlar bizi umutsuzluğa ve tükenmişliğe sürükleyebiliyor.
İlle de televizyon seyredeceksek insana umut veren, insanın içini insani duygularla ışıtan, ısıtan yapımlara ağırlık verelim. Herkesin birbirinin kuyusunu kazdığı yapımlar bir süre sonra adaletli bir dünyaya duyduğumuz inancı zedeliyor ve bizi her an teyakkuzda her an kötülük bekleyen endişeli, vehimli insanlara dönüştürüyor. Bu konuda yapılan sayısız çalışmanın gösterdiği bir gerçek var; televizyon karşısında geçirdiğimiz saatler depresyona dönüşen saatlerdir, ne kadar ekran karşısındaysanız o kadar depresyona girersiniz.
Buna rağmen, tek başına bir mutluluk da en olmayacak şeydir. Üç şey var ki vermeden alamazsınız, size dönmesi için önce onu başkasına vermeniz lazım: Mutluluk, huzur, özgürlük. Bunları bir başkasına verirseniz size misliyle döner. Esirger ve o konuda cimrilik ederseniz siz de ondan mahrum kalırsınız.
Bazen bir haber alırız, üzülürüz, karalar bağlarız, içimiz kan ağlar. Bazen bir haber alırız, içimiz içimize sığmaz. Sürekli bir hal olarak belki bir itminan halinden bahsedersek, sadece insan ilişkileriyle sınırlı olmayan, insanın bu dünyadaki macerasını metafizik bir bakış açısından da anlamlandıracak bir bakışa ihtiyaç var.”Mutluluk, bizatihi kendisi için istenen, hiçbir zaman bir başka şeyin elde edilmesi için istenmeyen iyiliktir. Onun ötesinde insanın elde edebileceği hiçbir şey yoktur.” Diye tanımlamıştı mutluluğu Fârâbî.
Bu uyaranların yokluğu bizi daha duyarsız, düşüncesiz ve benmerkezci kılabiliyor. Araştırmacılar buna ”ahlaki sığlaşma varsayımı” diyor. Ultra hızlı sanal etkileşimlerimiz yüzeysel ve hızlı gelişen düşünceler uyandırıyor; bunun sonucunda hem kendimizi hem de başkalarını daha sığ biçimlerde algılıyoruz. Batı dünyasında yapılmış çalışmalar, yeni nesillerin, özseverlik (narsisizm) ölçeklerinde öncekilere oranla çok daha yüksek puanlar aldığını gösteriyor. Dünyanın yeni veba salgını; bu kendini beğenmekte sınır tanımayan, ukala ama içi boş insan tipi, hız teknolojileriyle birlikte bütün dünyaya yayılıyor.
Ama arkadaşlık sanal olunca, bir tuş darbesiyle gidebilecek demektir ve işte o zaman, sadece kendi ihtiyaçlarımızı doyurmak için kullandığımız ve artık işimize yaramaz olduklarında buruşturup bir kenara attığımız, zayıf bir ilişki söz konusudur.
Karamsar kehanetlerden uzak durmak için bir ipucu vererek bitirelim: Sanal dostluklarınızı gerçek mecralara taşıyın, onları kanlı canlı insanlar olarak görün, hikayelerini kendi ses ve yüz ifadelerinden dinleyin. Gözünün içine bakarak samimiyetle dinlediğiniz o insan, sizin o an dost olmaya davet ettiğiniz kişinin ta kendisidir.
Çünkü çocuğun sorumluluk kazanması için emek harcaması lazım. Her şeye çok zahmetsizce ulaşan bir insanın gidecek başka yeri kalmıyor, bazen maddeyi, birtakım uç hazları denemeye başlıyor. İnsanın her şeye yavaş yavaş kendi gayretiyle ulaşmayı başarması lazım, alın teriyle ve acı çekerek.
İyilik yaparken gözetilmesi gereken başka hassasiyetler de var; Gönenli Mehmet Efendi “İnsanlara iyilik yaptınız mı uzaklaşın oradan, küçülmesinler yanınızda, size teşekkür etme ihtiyacı dahi duymasınlar.” diyordu. İyilik, zamanında ve mümkün olduğunca muhatabına sergilenmeden yapılmalı, veren verdiğini hemen unutmalı ancak alan, iyiliği daima hatırında tutmalı, vakti geldiğinde bu iyiliği varlığa iade etme sorumluluğunu taşımalıdır.
Kuran’da, beni okuduğum zaman çarpan, sarhoş eden bir dizi ayet var Fussilet suresinde; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan bir tarzda sav. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık olan adeta sıcak bir dost olmuştur.” Bundan daha temel, bu kadar güzel bir etik, ahlaki kaide olabilir mi? Din ahlaktır, bizi yüce gönüllü olmaya çağırır. Bize düşmanlık etmek isteyenlerin dahi hayrı ve ıslahı için bir duruş ve dua sahibi olmalıyız. Sahili amansızca dövmek, hırçın dalgaların âdetinden olsa da, sahil topraklığından ötürü karşılık vermez, müşfik bir mukavemet gösterir ve gün olur deniz de bıkar, vazgeçip durulur.
Sufyan-ı Sevri der ki, “İhsan, sana kötülük yapana iyilik yapmandır. İyiliğe iyilik bir alışverişten ibarettir.” Ahlak açısından ihsan, bir insanın sadece insanlara karşı değil, tüm varlığa karşı şefkatli, merhametli, kerem sahibi ve lütufkar olmasıdır. Mutasavvıflar, bundan dolayı tasavvufu, Allah’ın emrine saygı, yarattıklarına ise ihsan göstermek olarak tarif ederler. ‘Varlığın çobanı’ olarak tanımlıyordu insanı Heidegger; dünyaya ihtimam gösteren, genişletilmiş bilinç- vicdan sahibi bir canlı olarak.
Fiziksel olmayan şeylerin yansıyabildiği biricik yüzey, insan yüzü. Yüz, bizi kendine tanık olmaya çağırır. İnsanın bize verebileceği her şeyi onun yüzünden okuyabilme sınırlılığı, bizim açımızdan bir sınır taşıdır. Sosyal medyadaki taşkınlığın tek kaynağı kötülüğün göz alıcı ışıklandırması değil, yüzlerini göremiyoruz insanların. Onda bizi nezakete davet eden insan tarafımızın yansımasını göremedikçe de kabalaşmakta beis görmüyoruz. ‘Nezaket kar gibidir’ diyor Halil Cibran, ‘örttüğü her şeyi güzelleştirir’.
İnceliği, nezaketin görkemini üzerinde taşıyan insanlar var, size sadece var olmanızla bile sıra dışı bir şey yapıyor olduğunuz hissini verirler. Adeta içinizdeki güzelliği çekip çıkarır ve yüzünüze tutarlar. İyilik erleri. Onlar bu çağın soyluları, ‘çiçek dirilticileri’dir. Olur da elimizi tutarlarsa, bu nazik insanların elini bırakmayalım.
Kapımızı bir sabah rüzgarı çalsın istiyoruz, bir insan sesi bizi onaylasın, bizi dinlesin, bize bu dünyada varlığımızın bir işe yaradığını hissettirsin.
İçi kalabalık olanlara
Bahşedilen krallığın adı bu!
Yolunu, katar katar sevdalarla uzatan
Talihli yolculara bahşedilen
Görüş uzaklığı, kanat genişliği bu.
Göğün derinliği, enginliği, maviliği,
Yerin çoksesliliği, çokdilliliği,
Çokçekmişliği, çokgörmüşlüğü bu…
Cahit Koytak
Seneca
Yeni bir tutarlılık, yeni bir anlam tayin etmeli, bir iç bütünlük bulmalıdır. Bu da ancak ”olmuş olan”ın niçin olduğunu fark edebilmekle başlar. Kendi yanlışlarımızla yüzleşelim ve buradan bir anlam devşirelim. Zorluklar bizi arındırır ve güçlendirir. Zorlukları aşan kişi, hayatı daha önce hiç görmediği geniş bir zaviyeden görür. Kendini tanır, dostlarını tanır. Kendine ve hayata inanır: Bu aşılabiliyorsa her şey aşılabilir demektir.
İnsan zihni, göz önünde olan tehlikeyi daha acil ve büyük olarak görme eğiliminde.Hele o tehlike bir de yeni ve bilmediğimiz bir durumsa, o zaman beyinlerimiz onu çok daha abartılı bir biçimde algılıyor. Kaygı zamanlarında zihnimiz suçlayacak bir nesne arar. Burada tehdidin kaynağını gözümüzle göremediğimiz için daha somut bir düşman bulmak istiyoruz, bulamasak da onu zihnimizde icat ediyoruz. Zihnimizde pek çok kısa devre var, görmek istediğimizi görüyor, duymak istediğimizi duyuyoruz. Duygusal yoğunluk uyandıran, daha sık karşılaştığımız veya önyargılarımızı besleyen haberlere çabuk inanıyoruz. Az bilinen bir tehdidi daha fazla abartma eğiliminde oluyoruz. İnsan beyni özellikle yeni tehditlere daha fazla tepki veriyor. Sosyal medya, umacı gibi sıklıkla en kötü haberleri en yoğun bir biçimde dikkatimize getiriyor. Orada fazla kalmak, çok yoğun bir tehlike altında olduğumuz yanılsaması yaratarak bizi daha fazla kaygılandirıyor.