Kelâmın Ve Cümlenin Vahdetine Dair
I.
Bismillâhirrahmânirrâhîm. İnnehû min Süleymâne ve innehû bismillâhirrahmânirrâhîm. Hz. Süleyman kelâma besmeleyle başlamış; (Nemi: 30) biz dahi besmeleyle başlayalım ki Naili’nin dediği gibi “verâ-i perdede esrar var zuhûr edecek”… Bir “kim” kelâmı ile bütün kevn-ü mekânı yaratan Allah’a hamdolsun: Allâhü la ilahe illâ hüvel Hayy’ul Kayyûm la te’huzühû sinetün ve la nevm: Allah, ki O’ndan başka ilâh yoktur; Hayy (hayatı sonsuz ve baki) ve Kayyum- dur (bütün kâinatı tedbir ve tedvir eden, her şey e vakıf olarak idare eden, O’dur). O’nu bir an dahi sine (gaybubet) almaz (O bir an dahi hiç bir şeyden gafil olmaz, hiç bir şey bir an dahi dikkatinden kaçmaz) ve uyumaz. Âyete’l-Kürsî’nin “İlâhi Şuûr”a dair bu tasvirine göre, Hakk’ın Mutlak Şuuru öyle mütekâsif bir şuurdur ki dikkati her an ve her şeye azamî derecede şâmildir; her şeyi ihata eder. Bize göre, O’nda şuur halinde var olan nesne kevnü mekân âleminde dahi fiilen ve hakikaten var olur. Ve hatta ebediyyen var olur; çünki Hak Teâlâ hiçbir şeyi unutmaz. Hamdolsun ki, varlığımız o İlâhî şuur içre meş’ûrdur ve o şuurda mevcud olmak şerefinden ötürü bekaa bulur. Mutlak şuurun kelâmı “ayn~ı hakikat” dir. İlâhî şuurun beşerî şuurdan farkı budur: Hakk’ın kelâmının delâlet ettiği ma’ nâ ve nesneler bizatihi o anda yaratılmış demektir. Hak kelâmı aynı hakikattir ve bilcümle mevcudat o kelâmın teşbih caiz ise bir aksi sadâsından ibarettir. Mutlak şuurun mutlak kesafeti sebebiyle, o şuurda yalnızca bil kuvve tasavvur olunan kelâm bile, âlemi imkânda fiili madde olarak tekevvün eder. Hak Teâlâ bu suretle tekevvün eden cümle mevcudata İlâhî Şuur ve Mutlak Kelâm ile tasarruf eder. Şüphesiz Mutlak Kelâm Hakk’ın kelâmıdır ve malum ola ki kelâmda dahi zahirdeki kesrete rağmen gerçekte vahdet vardır.
Meâricu l-Kuds’te Gazali’nin buyurduğu gibi:
“Ve fi külli şeyin lehû âye, Tedüllü âla ennehû vâhid”
(Her şeyde bir âyet vardır ki O’nun mutlaka bir olduğuna delâlet eder.)
Şu halde biz de evvelâ bu kelâmın vahdetini görmekle işe başlayalım ki şuurumuz kesret ile münkesir olmasın. Kelâmdaki vahdetin ma’nâsına âgâh olalım ki kavlimiz ile şuurumuzu, fikrimiz ile fiilimizi tevhîd edelim. Onun için bu ilk sözümü “tevhîd-i kelâm” babına tahsis ettim. Şüphesiz kelâm “min tarafillâh”tır ve selâm ile başlayıp selâm ile hitama erse gerektir. Şu halde Hz. Mu- hammed’e salâtü selâm olsun; cümle ibadullaha, okuyucularıma ve cümle varlığa selâm olsun. Selâmün kavlen min rabbi’r-rahîm. Es- selâmü Aleyküm.
Pes imdi malum ola ki kelâm hâdî-i efaldir, fiile kelâm yol gösterir. Zira, her ne ki mutasavverdir fiile gelmek istidâdındadır. Her ne zaman insanın şuurunda bir tasavvur kelâm haline gelse, kelimeler iradeyi tahrik eder ve şuur o kelâmı tekellüm etmekle insanı fiile sevk eder. Kadı Ebubekir Bakıllâni’ nin dediği gibi; “inne’t- talim kad husile bil-ilhâm”: şüphesiz talim ilhâm ile husule gelmiştir”; insanların çıkardıkları birtakım gürültülerin bir ma’nâ- ya delâleti hususunda kendi aralarında uzlaşmaları ile değil. Belki başka bir zemin ve zamanda bu “Kelâmın Menşei” bahsini de mübahese etmek gerekir. Şimdilik kelâm deyince aklıma ilk gelen tedaiden başlayacağım.
Yuhanna İncili’nin ilk âyeti şöyledir: “İptida kelâm vardı ve kelâm Allah nezdinde idi ve Kelâm Allah idi99 Malum olduğu üzere Hristiyanlar Hz. İsa’yı eski Yunan’da ki kelâm (logos) felsefesinin tesirinde kalarak Tanrı Kelâmı (Kelâmullah) saymak suretiyle putlaştırmışlardır. Aslında Kur’an-ı Kerim’deki Meryem sûresini okuyunca görüleceği üzere, Meryem’in İlâhî ruhtan (Ruhul Kudüs, bazı tefsirlere göre Cibril) hamile kaldığı İslâm inancında da vardır. Hatta Hz. İsa’ya Rûhullah isminin yamsıra Kelimetullah dahi denir. Kur’an’da Hz. İsa’nın Allah’tan bir kelime (âyet) olduğuna da işaret edilmiştir. Müslümanlar ekânim-i selâseyi (Baba, oğul, RuhulKu- düs) kabul etmezler ve İsa’nın hâşâ Tanrı oğlu olduğu iddiası Kur’an-ı Kerim’de şiddetle reddedilmiştir. Burada niyetim ilâhiyat münakaşalarına girmek değil; ancak Hıristiyanlar nezdindeki ma’nâsına göre, kelime bizzat uluhiyyettir. Bize göre ise, peygamber (Hz. İsa yalnızca peygamber olduğu için). Vaktiyle Tolstoy dahi Incil’de Hz. İsa’dan hâşâ Tanrının oğlu diye bahsedilmesinin apaçık küfür olacağına hükmetmiş ve İncillerin zaman içinde tahrif edildiğine ve bu ifadenin de bir tercüme hatasından kaynaklanabileceğine işaret etmişti. Hatta malum olduğu üzere Tolstoy iddiasını ispat etmek için Yunanca dahi öğrenmiş ve sonraları İncillerdeki hataları kendince tashih etmeye çalışmıştı. Amerikan Ansiklopedisi ’nin (1967 baskısı) 100 sayfadan fazla tutan İncil maddesinde Frederic Macler isimli bir Hristiyan ilâhiyatçı dahi aynı kanaati izhar eder. Macler”e göre Dan- yal Kitabı’nda geçen ve sonraları beklenen Mesihi tarif etmek üzere sık sık kullanılan “Ademoğlu” ifadesi Yunancaya tercüme edilirken, “İsa’yı alelâde beşer gibi göstermek doğru olmaz” düşüncesi ile, “Tanrı oğlu” şeklinde tercüme edilmiştir. Demek ki Tolstoy, bunun olsa olsa bir tercüme yanlışı olacağı şeklindeki sezgisinde haklı imiş. Hz. İsa’nın Kelâmullah sayıldığı için veya yukarıda zikredilen sebep ve sair sebeplerle putlaştırılışının ilâhiyat açısından münakaşası bahsimizin dışındadır. Burada yalnızca kelâm kavramının, normal dildeki kullanılış tarzının dışında ve birçok bakımdan münakaşa edilebilir, zengin tedaileri olan bir ıstılah olduğuna işaret etmek istedim.
Gerçi meselenin sûfiyâne telakkisine dair bir yorum yapmak içimden gelmedi değil, lâkin meseleyi tasavvufi açıdan münakaşa etmek benim gibi çok kusurlu bir müslümanın haddi değildir. Sûfî-i sâlûs olmayalım diye düşündüm ve teeddüb ederek vazgeçtim. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, sadece Hz. İsa efendimiz değil bütün insanlar için, asıl nisbetleri itibarı ile, Ruhullah, Kelimetul- lah ve aynı zamanda Halifetullah olduklarını söylemek mümkündür. Keşke insanoğlu o şuur seviyesine erişebilse, beşerî bayağılıklardan uzaklaşabilse ve kendi asalet ve necâbetinin farkına varabil- se. Allah Âdem’e ruhundan nefyetmiştir ve bu bakımdan her “Âdemoğlu”nun İlâhî ruha bir nispeti vardır. Aziz Mahmud Hûdai’nin dediği gibi;
“Tenezzül eyleyip vahdet ilinden
Bu kesret âlemin seyrâne geldik”.
Her âdemoğlunun kendi azmi cehdi ve şuur seviyesi ile mütenasib bir ilhamı vardır. Herkes vahye mazhar değildir; amma herkesin mutlaka kendi çapında bir ilhamı ve İlâhi hikmetten nasibi var. Elbette herkesin ilhamı güneş gibi aşikâr olacak değil; benzetmek caizse bu fakirin hissesine düşen ilham huzmesi bulutlu karanlık bir gecede nasılsa belli belirsiz bulutlar arasından görünen bir yıldızın zayıf ışığından ibaret. Bu kadar zayıf bir mukâşefeye dayanarak keşfi zamir etmeyi doğru bulmadığımı ve haddimi aşmak istemediğimi teeddüb ederek tekrar edeyim. Şu halde bu yazıda kelâmın yalnızca tekellüm ederken okurken ve yazarken müşahede ettiğimiz birlik ve bütünlük hususiyetlerine işaret etmekle ve bu hususta Hz. İsa’nın sevdiğim bir sözünü nakletmekle iktifa edeceğim. İsa dedi ki: “Gözlerinin önündekini tanı; gizli olan da sana ilham olunacaktır. Çünki gizli hiçbir şey yoktur ki günün birinde açıklanmasın.”
Şüphesiz hurufat sihr-i mübindir; onunla kelime aynası terkib ve terğib olunur ve’ o aynada bir lâtif ma’nâ görünür. Kelâm gizli sırlan ayan eyleyen bir mazmun mucizesidir. Bu sihir, bu mucize, ne suretle amele gelir ki işbu ma’nâ zahir olur? Nasıl olur da bir çok hurufat ile temessül eden sadâlar, sayısız kelime ve elfaz, bir vahdet ma’nâsı teşkil eder? Hemen arz edelim ki, esasen ilm-i telif(kompozisyon) âlemdeki kesreti de kelâmdaki kesreti de kalbin ruyeti ile vahdete irciı etmek demektir; aksi ise za’f-ı teliftir. Bundan sonra arz edeceğim ma’nâların zahir olması için evvela bu kelâmın vahdeti bahsini şerh etmek gerektir. Söze bu üslûbu mahsus ile başlayışımın sebebi de budur. Bundan sonra ki bahsimiz, cümleyi bir “cümle-i vahdet” yapan sırra dairdir.
II
Nahiv âlimi İbni Malik “Elfiye” sine (1000 mısralık arapça grameri) “kelâmünâ lafzün müfid ke-istekim!”: diye başlamıştı, “kelâmımız bir lafzı müfid olmalıdır; ‘müstakim ol lafzı gibi” (o lafızdan faideli bir ma’nâ anlaşılmalıdır). Her ne kadar harflerde kesret olsa da, hurufat denilen o sihirli sembollerin bir araya gelmesiyle bir kelime teşekkül ettiği zaman kelime bir lafz-ı müfid olur ve bir ma’nâya delâlet eder ve bu suretle dahi kesrette vahdet zahir olur. Bizim künhüne vâkıf olamadığımız bir mucize sayesinde harfler bir araya gelir ve bir müfid kelâm olur. Sayısız tıfl-ı ebcedhân bu babda çok nefes tüketmiştir. Şair Kari Shapiro: “İnsan bir kelimeye parmak basabilir; ama ondaki esrarı çözemez” demiş. Ben de Şeyda Divanı”nda bir yerde:
“Gonce-i dil came-i hab ü hayâl
Ol hayâl içre nihân ol gülnihâl ”
demiştim. Yani, “Gönülde açan gonca [bu şiir] hâbü hayâlin elbisesi; ve o gül-nihâl o hayâl içinde gizli… Demek ki o gül fidanının gül goncaları, dil ve gönül goncaları açmak üzeredir: o goncalar, ki bir elbise gibi gönlümüzü kaplayan ve onu uyku ve hayâl âlemine büründüren goncalardır. Ve o goncalar içinde gizlenmiş bir hayâl olarak o gülnihâl bulunuyor”. Tabiî günlük dile nispetle “şiir dili daha zor anlaşılır bir “üst-dil” dir, anlamak için o dili bilmek lâzım.
Alice Harikalar Diyarı’nda kitabında bir muhâvere okumuştum:
Bir seferinde Alice:
Glory kelimesi bu ma’nâya gelmez ki!”
diyordu; muhatabı Humpty Dumpty ise ona şöyle cevap veriyordu:
Ben bir kelimeyi kullandığım zaman; o kelime tam benim canımın istediği ma’nâya gelir: ne eksik ne de daha fazla!”
Onun içindir ki “el ma’nâ fi sadriş-şâir!” derler: Ma’nâ şairin göğsündedir; yani, kalbindeki ma’nâyı kelimelerin içinde kendi canının istediği ma’nâyı ifade edecek biçimde gizleyerek yeni bir mazmun ile ifade edebilir. Böyle yaratıcı muhayyilesi olmayan insanlarda tefekkürün lisâna hâkim olmasından ziyâde lisan tefekküre hakimdir. İnsan fikirler dünyasında kelimeler ile yeni ve değişik cümleler (kombinezonlar) kurmaya muktedir olduğu içindir ki yeni fikirler yaratabilir.
Kelimelerin birçok farklı ma’nâları olabilir; amma her cümlenin bir ma’nâsı vardır. Her ne kadar bir cümlede birçok kelime bir araya gelse de cümle kelimatın (bütün kelimelerin; bütün varlıkların) ma’nâsı bir cümle-i vahdet meydana getirir. Kelimelerin ma’nâsı içinde yer aldığı cümleye (context’e) göre daima değişir. Derler ki bir ırmağa iki kere giremezsiniz ve lisaniyat âlimi Haya- kawa da der ki: “Hiç bir kelimeyi tam tamına aynı ma’nâya gelecek şekilde iki kere kullanmak mümkün değildir”. Çünki cümle (context) değişince, kelimenin ma’nâsı da değişir. Meselâ, “inanmak” kelimesini ele alalım ve ma’nânın farklı cümlelere göre nasıl değiştiğine bir bakalım:
Size inanıyorum (size itimat ediyorum).
Demokrasiye inanıyorum (Demokrasi terimi ile ifade edilen prensipleri kabul ediyorum).
Noel Babaya inanıyorum! (Benim görüşüm şu ki Noel Baba gerçekten mevcuttur).
Görüldüğü üzere “inanmak” kelimesinin ma’nâsı; cümleye göre değişerek “itimad etmek”, “kabul etmek”, “gerçekten mevcuttur” gibi tamamen farklı ma’nâlara gelebiliyor. Demek ki kelimeleri anlamadan cümle anlaşılamaz; amma cümleyi anlamadan da kelimeler anlaşılamaz. “Ben balığı severim” (balık yemeyi severim); “Ahmet bir balık yakaladı” ; “Sen bir balıksın!” (bir balık gibi alıksın!); “Bizim siyasiler bulanık suda balık avlamayı severler” misallerinde de görüldüğü gibi. Hatta, kelime her kullanılışında ayrı bir ma’nâ ifade etmekte ve ancak ma’nâ bütünlüğü ve birliği olan bir cümle içinde kullanıldığı zaman müfid bir ma’nâya delâlet etmektedir.
Elbette, evvelâ lisânı bihakkın bileceksiniz. Lisâniyat âlimi Wendel Johnson dermiş ki: “Lisaniyat lisanın ne olduğunu öğrenmekle başlar.” Kelâm, nutuk ve beyan kabiliyeti, öyle bir mevhibe- i ilahidir ki harflerden mürekkep birtakım şekillerde, kelimelerde veya gramerde değil, o lisanı konuşanların ruhunda, kelâm şuurunda gizlidir. Bir lisanı bihakkın bilmeksizin o lisan ile yazılmış cümleler, yahut fikirler anlaşılamaz; cümleler anlaşılmadıkça da kelimeler anlaşılamaz. Elbette bir lügatte kelimelerin birçok ma’nâsı bulunur; ancak, kelimeleri lügatlerde yazılmayan mecazî ma’nâlar- da kullanma imkânları sınırsızdır. İnsanlar bir cümleyi birtakım yabancı kelimeler ile yazıldığı için anlamadıklarını zannediyorlar; aslında o cümle ile ifade edilen fikri anlamıyorlar; önce kelimeleri değil cümleyi anlamak gerekiyor. Cümle muhtelif kelimelerin farklı ma’nâlarındaki kesreti top yekûn ve mânidar bir vahdet içre cem eden bir bütündür; bir nizamdır; yalnızca birtakım unsurların cümlesini bir araya toplayan bir topluluk değil, bütün unsurları kalbin rü’yeti ile bir mani-i vahdete irca eden yani bir ma’nâsı olan bir bütündür. Müfid bir ma’nâdan mahrum olan kelimeler bir cümle teşkil etmezler. Ma’nâsı anlaşılmayan bir cümlenin içindeki kelimeler dahi, biz kelimeleri bildiğimizi farz etsek dahi, bize yabancı kelimelerdir; onları anlayamayız. Tabiî anladığımızı zannedebiliriz; bölük pörçük ve sathî bir anlayış, anlamak sayılırsa…
Bir kere, kullandığımız bütün kelimeleri lisan şuuru ile kullanmak zorundayız. Bütün cümleler mânidar olmalı; her cümle eksiksiz, tam ve kâmil bir ma’nâya delâlet etmelidir; velev ki tek kelimelik bir cümle olsa bile… Bütün doğru ifadeler “anlamlı cümlelerdir; ama bütün anlamlı cümleler “doğru” değildir. Her cümle bir cümle-i vahdet teşkil eder: Cümle iki nokta arasında yer alan rastgele kelimelerden ibaret değildir; zira, iki nokta arasında yer almakla beraber, bir ma’nâ bütünlüğü olan kelâmdır. Gazetelerimizde görüyorum; yazarlarımız neredeyse her kelimeyi bir satır halinde verecekler; kahir ekseriyeti, bölük pörçük cümle parçalarını bir paragraf olarak yazıp, noktayı keyfî olarak koyuyorlar. Zamanımızda neredeyse her zaman ve zeminde ölçüsüzlük, nizamsızlık, bütünlüğü ve birliği bozarak her şeyi parçalara ayırma, cüzlere bölme, bir kelime ile kaos hakim olmuştur. Anlaşılan bu hal çağdaş yazarların ruhuna işlemiş: Kekemelerin bir kelimeyi parça parça bölüp kekelediği gibi,’bunlar da cümleyi kekeliyorlar. Yazarlarımızın çoğu “cümle kekemesi” olmuş. Okur, yazar diyorlar ya sanki tıfl-ı eb- cedhân…
Meşhur şair ve münekkit Coleridge’den güzel bir teşbih nakledeceğim: “Bir iptidaî Afrikalı tasavvur edin ki, kaba sabadır; amma meraklıdır: eline bir kutsal kitap geçmiştir; herkesin çok değer verdiği bu kitabın esrarengiz bir şekilde kendi İnsanî kaderi ile ilgili olduğunu hissetmektedir ve kendince kitabın büyüsünü, kelimelerin sihrini çözmek istemektedir: ancak okuma yazma bilmiyor. O vahşi ve serazad zekası ile bu sembollerin sihirli dünyasına nüfuz etmek istiyor; önce farklı büyüklüklerine rağmen paragrafların meydana getirdiği üniteleri tefrik ettiğini varsayalım. Zekasını kullanmaya devam ediyor ve harflerin meydana getirdiği kelime gruplarını {setleri} teşhis ediyor ve nihayet garip şekilli harflere ve imlâ işaretlerine gelip dayanıyor. Dilini bilmediği ve konuşturamadığı bu kitap hakkında keskin zekası ona daha fazla ne bilgi verebilir? Mükerrer harfleri sayar, sınıflandırır, her birini titizlikle inceler; amma, nihayet (zekası daha fazla ileri götürmez) bu harflerin yirmi şu kadar küsur işaretten ibaret olduğunu görür. Esrarlı, belki büyülü ve fakat ruhuna nüfuz edilemeyen birtakım semboller… Bir misyoner gelip ona kitabın ruhunu açmadıkça, onun diline çevirip okuma yazma öğretmedikçe, bu vahşi zeka kitaptan ne anlayabilir?” Um-i inşa (kompozisyon) açısından cümle, harflerin kelimelerle ve kelimelerin cümlede cem ve tevhid edilmesi suretiyle meydana gelen bir ma’nâ birliği ve bütünlüğüdür. “Varlığın Ma’nâ ve Mazmunu” (Son baskı: Varlığın Anlamı, Şûle Yay., 2010) isimli eserimde matematikçilerin tariflerinden yola çıkarak matematikteki cümlelset kavramını bu cümle kavramı ile mukayese etmiştim; şimdi meseleyi, bir de fıkh-ı lügat (lisanın fıkhı, anlambilim) açısından ele almak isterim.
Matematikte, birtakım noktalan yan yana getirerek çizgiye vasıl olmak ma’nâsında münakaşa edilen bir hendesî deymumet (de- vamlılık/süreklilik) meselesi var. Meseleyi ta başından ele alacak olursak, söze galiba “ilm-i hatt” an başlamak lâzım. Hattatlar derler ki, “ita’ nokta bir hat teşkil eder”. Halbuki herhangi iki nokta arasındaki mesafe ne kadar kısa olursa olsun, arada doldurulması gereken sonsuz boşluklar kalır. Eğer bir çizgiyi sayı cinsinden ifade etmek ve ölçmek istersek, bunu daha iyi anlarız: herhangi iki tabiî sayı arasında sıfırdan bire kadar 0; 0.1; 0.2; 0.3 ve ilâ âhiri şeklinde giden bütün sayılan düşünürsek; bu sayılan ta’dad etmenin (bir bir saymalım) sonu olmadığım derhal anlarız. Hz. Ali “el-ilmü noktatün ve’l- cühela kesserahâ”: İlim bir noktadır (bir meseledir) cahiller onu çoğalttılar” buyurmuştu. “Kelâma Dair” isimli yazımda Hz. Ali’nin bu sözünü naklettikten sonra demiştim ki; “buna ben de şöyle bir söz ilâve edeceğim.’ “ve’l-noktatü nüktetün vâhidetün!” (ve nokta da bir nükte-i vâhiddir). Buradaki asıl nükte-i vâhid, yani sağa sola sapmadan asıl üzerinde durmamız gereken mesele şudur: Aslında, hendese nazariyatına göre, çizginin devamlılığı, yani iki nokta arasından bir çizginin geçmesi, çok münakaşa götüren bir meseledir. İsterseniz, çizgiyi muhtelif noktaların (benzetmek caizse kelimelerin) yekunu olan bir cümle imiş gibi düşünebilirsiniz. Benzer şekilde, matematikteki cümle teorisine göre de, aslında bir cümlenin elamanlarının yekunundan ibaret olması gerekir (diyelim bir tabiî sayılar cümlesi/seti); ne var ki, bazen cümle elemanlarının yekunundan daha fazla birşeyler ihtiva edebilmekte ve cümle bazen kendisini de ihtiva edebilmekte, kendisini de kuşatabilmektedir.
Bu zor anlaşılır matematik paradoksunu “Varlığın Ma’ nâ ve Mazmunu nda, bir fıkh-: lügat (semantik) paradoksu ile izah etmeyi denemiştim: “Bir Giritli demiş ki bütün Giritliler yalancıdır!” Şimdi eğer vakıa böyle ise, bu söz doğru demektir; yani bütün Giritliler yalancıdır. Lâkin bu sözü söyleyen de bir Giritli olduğuna göre, bu söz dahi yalan demektir. Şimdi bu söz doğru mu yalan mı? Bu misalde görüldüğü üzere, cümle kendi sınırlarını aşabilmekte ve cümlenin delâlet ettiği ma’nâ genişleyerek, başka cümlelere sirayet etmekte, o cümlenin ifade ettiği topyekûn ma’nâyı dahi ihtiva edebilmektedir. Filhakika, mesele şu ki, aslında bütün cümleler kendi ma’nâ sınırlarını aşmakta ve ait olduğu metnin siyak ve sibakı içinde manâsı diğer cümlelere de sirayet eden farklı bir manâ daha kazanmaktadırlar. Böylece her cümlenin ait olduğu metnin ma’nâ bütünlüğü ve birliği içinde değerlendirilmesi gerekir. Cümle bir cümle-i vahdettir ve bir metnin cümlelerinin yekunu da bir vahdet- i kelâm teşkil eder. Cümleler ile ifade edilen fikirlerin gerçekten manidar olabilmesi de lisanın birliği ve bütünlüğü içinde ifade edilmesine bağlıdır.
Dostoyevski, Bir Yazarın Günlüğü kitabında anlatır: Bazı yazarlar, “Timsah” isimli hikâyesinde, “rakiplerinden birinin Sibirya sürgününe gönderilişine sevinmiş olduğunu alçakça bir tarzda telmih ettiğini” iddia etmişler. Cevabî olarak diyor ki: “Cümlelerimi rasgele seçmiş ve öyle yanyana getirmişsininiz ki bu vaziyette böyle bir telmih varmış gibi görünüyor. Siz bana herhangi bir metin verin. Cümleleri istediğim tarzda yer değiştirtip, istediğim gibi sıralamama izin verirseniz, ben de size herhangi bir metnin ma’nâsını tamamen değiştirmenin mümkün olduğunu ispat edeyim.” Cümle dahi ait olduğu metin içinde anlaşılmalıdır: şöyle ki, bir yazıyı anlamak için, muhtelif cümleler arasındaki gizli iç rabıtaları dahi anlamak gerekir. Sözün özü şu ki her metin bir bütündür ve bir bütün olarak mütalâa edilmelidir.
Bir yazar, mutasavver bir okuyucuya hitap ederek yazar ve onun anlayış seviyesine hitap eder. Peygamberimiz, “insanlar ile konuşurken onların akıl seviyesine göre konuş” buyurmuştur. “Neredeyse hiç mevcut olmayan bir anlayış seviyesine nasıl hitap edebilirim acaba?!” diye düşünmeye başladım. Bir Japon şairin dediği gibi:
“I sit Like Buddha
but the mosquitous keep biting.”
(Ben Buda gibi oturuyorum, fakat sivrisinekler ısırmaya devam ediyorlar.)
Zamanımızda insanlar artık kelâmın/sözün bir ma’nâsı yokmuş gibi, yahut ‘söyleneni anlamıyormuş’ gibi, davranmaya başladılar. Elbette tek tek kelimeleri anlamak yetmez. Kelimelerini anladığımız halde, anlamadığımız yahut yanlış anladığımız cümleler mevcut olabilir ve o cümlelerin meydana getirdiği ma’nâyı bir bütün olarak anlayamamış olabiliriz.
Bana öyle geliyor ki Osmanlı Türkçe’si artık ölmüştür ve galiba arta kalan bu yarım yamalak dil ile insanlara meramımızı anlatmak nerdeyse imkânsız hale geldi. İnsanımız yalnızca bölük pörçük kelimeleri (ve çok sınırlı sayıda kelimeyi) anlayabiliyor, bazen bir yazıdaki bazı cümleleri anlarsa ne âlâ; ama kahir ekseriyet bir yazıyı bir bütün olarak anlayamıyor. Derler ki: “Selâmetu l-insânfî hıfzı l-lisân”: İnsanın selâmeti dilini muhafaza etmesinde imiş. Milletler ise kendi dillerini, öyle muhafaza etmelidirler ki, Kur’an- ı Kerim’in “summün, bukmün, umyün” (sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler) hitabına muhatab olmasınlar.
Malum ola ki, bir cümlenin manâsı kendi manâsından ibaret değildir. Her cümle kendinden önceki cümlenin bir neticesi, kendisinden sonrakinin ise “sebeb-i vürudu”dur. Arapça’da sebep kelimesi “ip” ma’nâsına gelirmiş. Kelimeler bir cümle-i vahdet teşkil ederken ve cümleler dahi bir vahdet-i kelâm meydana getirirken, teşbih tanelerinin ipe dizildiği gibi, bir sebep “ip” ine dizilme- lidir; böylece, makalenin tamamı birlik ve bütünlük arz etmelidir. Bir telif eserde bu bakımdan bir za’f-ı telif varsa bile, biz kelâmı böyle bir “birlik, bütünlük ve sebeplilik çerçevesi içinde” anlamak ve hatta gerekiyorsa, bu “ma’ nâ bütünlüğünü zihnimizde tasavvur ederek inşa etmek zorundayız. Eskilerin “ilm-i inşa” dedikleri tahrir meselesinin aslı budur. Harfler rasgele yan yana gelmekle kelime olmaz; kelimeler yan yana bir araya gelmekle dahi cümle olmaz. Aslında her kelâm bir cümle gibi düşünülmelidir. Osmanlı nesrinde görülür; bazen bir yazıda cümleleri elli tane “ve” ile birleştirmek suretiyle, bakarsınız ki bütün cümleler tek bir cümleye dönüşmüş. Elbette, cümleyi rasgele bölmek büyük bir hata olduğu gibi, farklı cümleleri birleştirmek de büyük bir hatadır. Amma işin aslı şu ki, bir metnin herhangi bir kısmında cümlelerin siyak ve sibakı o kadar yerinde olmalı ki, metnin cümlelerini elli tane “ve “ ile birleştirerek yazsanız bile, fazla yadırganmayacak gibi, bir manâ bütünlüğü ve birliği olmalı. Bence bu bir ilm-i telif ve ilm-i inşa ölçüsüdür: Bir yazının bütün cümlelerini bir cümle-i vahdet gibi düşünmek gerektir. Fikr-i tevhid cümleyi tevhid etmektir, vesselâm.
Şahin Uçar – Dil ve Felsefe,syf:31-42