Kaypak Bîr Mefhum: Orta-Doğu

a429ortadoguharita_jpg_2016_22_9_7ba34ea9-423c-4131-9d1f-700cf8fab1a4 Kaypak Bîr Mefhum: Orta-Doğu

Bütün rüyaların kanatlandığı ülke, bütün rüyaların ve kâbusla­rın… Müphemin ve meçhulün vatanı… Kin, öfke, hayal kırıklığı ve sonsuz ümidler: Doğu, duyguların aksettiği perde. Kâh yakın, kâh uzak… Bazan Afrika, bazan Okyanusya, bazan İspanya veya Rusya…

Arzı iki bloka bölen ilk topluluk: Roma… Kendi dünyasını hudut­ları belirsiz bir Asya’dan ayırmak istemiş. Sonra, gururun, bağnaz­lığın veya bilgisizliğin kıt’alar arasına diktiği bu hayalet – duvar Batı’nın çıkarlarına göre yer değiştirmiş boyuna… Haritanın bir sağı­na, bir soluna, bir yukarısına, bir aşağısına itilmiş… Yuvarlak bir dünyada ne mânâsı var bu kelimenin?

Avrupa, kâinatın merkezi saymış kendini ve abeslerini Asya ile Afrika’ya da kabul ettirmiş. Parsellere ayrılmış meçhul: Ortadoğu, Yakındoğu, Uzakdoğu…

Bu nevzuhur kelimeler, dilimizi geç fethetmiş. Cevdet Paşa, Do­ğu – Batı kutuplaşmasından habersiz. Ziya Paşa için de dünya, ikiye ayrılmış küfür diyan ile mülk-ü îslâm.

Kâmuslar Ne Diyor?

Ortadoğu, parsellere ayrılan meçhûlun bize tahsis edilen bölge­si. Kaypak bir mefhum, ortanın solu gibi.

Ne zaman doğmuş, niçin doğmuş, hudutları ne? Rivâyetler muh­telif. Batı’nın en ciddî ansiklopedisi (Britannica, 1970 baskısı), şöyle yazıyor:

«Bugünkü mânâda, Akdeniz’in doğu ucundaki ülkeleri belirtmek için II. Dünya Savaşından beri kullanılmaktadır: Türkiye, Yunanis­tan, İran; daha sonra da Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmı. Eskiden bu bölgenin merkezî kısmına —ilk modern coğrafyacılar tarafından— YAKINDOĞU ismi verilmişti. Avrupalı olan coğrafyacılar, kolaylık olsun diye doğuyu Avrupa’ya olan yakınlık veya uzaklığına göre üç bölgeye ayırmışlardı: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu. Kendini dün­yanın merkezi sayan bir görüş belirtmesine rağmen faydaları olan bir adlandırışdı bu. Ortadoğu, Dicle ve Fırat vâdilerinde yahut İran’ın batı sınırlarında başlıyor, Burma ve Seylan’a kadar uzanıyordu. Uzakdoğu tâbiri —daha sonra Güney Asya adı verilen bölgenin bü­yük bir kısmını kucaklamakla beraber— önceleri Çin ve Japonya için kullanılıyordu.

Britannica’ya göre, Ortadoğu’nun bugünkü kullanılışı «II. Dünya Savaşı’nı beklemek üzere Mısır’da bulundurulan İngiliz askerî birlik­lerine «Ortadoğu» isminin verilmesiyle başlar.» «Savaş sırasında, bu yeni ve hatalı mânâ umumileşir! Savaştan sonra da aynı kullanılış devam eder. Gerek Amerikan, gerek İngiliz coğrafya cemiyetleri, şiddetle karşı çıkarlar, ama kelimenin yeni mânâsı kendini herkese kabul ettirir. Ortadoğu’yu bir bütün olarak göz önüne getirmek güç. Bütün, tecânüs belirtir. Oysa, Ortadoğu mefhumu, potansiyel bütün­lüğe Avrupa veya Lâtin Amerika gibi benzer mefhumlardan daha az sahip. Sun’i bir mefhum bu; bölgede belli bir siyaset tatbikine karar veren devletler tarafından uydurulmuş.

Ortadoğu, II. Dünya Savaşında şu devletden ibâretti: Türkiye, Yu­nanistan, Kıbrıs, Suriye, Lübnan, Irak, İran, Filistin (şimdiki İsrail), Ürdün, Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır), Sudan, Libya ve doğrudan doğruya Arabistanın çeşitli devletleri: Suudi Arabistan, Küveyt, Yemen, Muskat, Umman, Bahreyn vs.. Daha sonraki hâdiseler, bu târife giren ülkelerin sayısını arttırır. Eskiden Fransa’ya bağlı olan Tunus, Ceza­yir, Fas gibi bazı ülkeler, his ve siyaset bakımından diğer Arap dev­letleriyle yakın münasebet kurmuşlardır. Devlet adamları, -coğrafî, kültürel ve dinî âmiller yüzünden- Afganistan ve Pakistan’ı da Orta­doğu ile birlikte düşünmek zorunda kalırlar.

Yunanistan’ın Ortadoğu tarifine ithali, ilk bakışta münâsebetsiz görünebilir. Ama unutulmasın ki, Orta Şark mes’elesi —modern şek­liyle— ilk defa olarak, Yunanlılar istiklâllerini elde etmek için Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklandıkları zaman (1821) ortaya çı­kar. Eskiden Türkiye – Yunanistan’la, Akdeniz’in batı ucunda bulu­nan ve ahalisi geniş ölçüde arapça konuşan ülkelere Levant deniyor­du. Gerçi Yunanistan uzun zamandan beri istiklâline kavuşmuş bulunuyor ama, coğrafî vesâir âmiller bu ülkeyi hâlâ Ortadoğu’nun kade­rine ortak etmektedir.

Ortadoğu, kendisine bu adı veren Batı devletleri için, gerçek bir stratejik zaruretler zinciri idi, bazı devlet ve ülkelerle sıkı bir müna­sebet gerektiren bir zincir. Binnetice, siyasî, kültürel ve İktisadî me­seleleri de içine alan ve geniş bir sahayı ilgilendiren askerî anlaşma­lar yapıldı. Merkez hep aynı kaldı; mûhit zaman zaman değişti. Filhakika, merkezde gerçek bir tecânüs unsuru mevcuttu ve hâlâ da mev­cuttur. Nitekim, bütün Arap dünyasını dikkate almadan İsrail’le de ciddî bir münasebet kurulamaz. Ortadoğu petrolünün Arabistan veya İran’da oluşu da aynı ölçüde mühim. Bu bölge, Asya, Avrupa, Afrika gibi üç kıta’ arasında bir köprü teşkil ettiği için, eski çağlardan beri fatihlerin alâkasını çekmiştir.

Modern silâhlardaki büyük inkişaf, dünya stratejisindeki esaslı değişiklik, Ortadoğu’nun bu sahadaki ehemmiyetini azaltmıştır; ama dünyadaki siyasî değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir Ortadoğu. Ger­çekten de, siyasî strateji bakımından, komünist dünyanın batısıyla Af­rika kıtası arasında bulunduğu ve Akdeniz’in güney sahillerine hâkim olduğu için, büyük ehemmiyetini halâ korumaktadır. Ortadoğu tâbiri sun’î ve yabancı bir tâbir; ne var ki, sık sık bu mefhumun esas un­surunu belirtmek için kullanılan Arap dünyası tâbiri taallûk ettiği mil­letlerin hayatlarını, çıkarlarım ve duygularını yakından alâkadar eden bir gerçeği ifade eder. Arap devletlerinden biriyle veya birkaçıyla mü­nasebeti olan hükümetler bu noktayı unutmamalıdır. Hiçbir hükümet bunlarla diğer Arap devletleri arasındaki münasebeti dikkate alma­dan, Irak, Ürdün, Mısır veya Cezayir’le yakın bir münasebet kuramaz.»

İnceleyin:  Cemil Meriç - Bir Facianın Hikayesi'nden Alıntılar

Son Larousse lügati, Yunanistan’ı almıyor Ortadoğu’ya, Arap dev­letleri üzerinde de fazla durmuyor. Verdiği tarif şu: Doğu Akdeniz kıyısındaki devletlerle (Türkiye, Suriye, Mısır, İsrail, Lübnan), Ara­bistan, Irak ve İran’ı içine alan bütün. Bu ad bazan Libya, Sudan, hat­ta Pakistan ve Hindistan gibi Uzakdoğu’dan önceki bölgeleri de ku­caklar. Kelime çoğunlukla Yakındoğu adıyla belirtilen bütünün bir kıs­mını ifade eder. Yakındoğu’yu da şöyle ifâde ediyor Larousse: «Ak­deniz’in doğu kıyısındaki devletlerle (Suriye, Mısır, Lübnan, İsrail), Ürdün’ün meydana getirdiği bütün. (Bazı yazarlar Yakındoğu’ya Tür­kiye, Balkan devletleri ve Karadeniz kıyısındaki ülkeleri de sokarlar).»

Belli ki, Ortadoğu Fransa’yı eskisi kadar ilgilendirmiyor. Larousse izahlarında oldukça cimri.

 

Şarkiyatçı Lewis

Mefhumun tarihî inkişafını en iyi anlatan kitap, şarkiyatçı Bernard Lewis’in «The Middle East and the West»i, okuyalım: «1902’de doğan bir söz Ortadoğu. Mûcidi, Amerikan deniz tarihçisi Alfred Thayer Mahan. Belirttiği bölge, Arabistan’la Hindistan arasındaki saha; merkezi Basra körfezi… deniz savaşları göz önünde tutularak düşünülmüş. Bu nevzuhur coğrafya tâbirini önce Times gazetesi kullanır, arkasından İngiliz hükümeti. Bir ara, kendisinden az daha yaşlı olan «Yakındoğu» sözüyle birlikte kullanılır, sonra umumileşir. Yakındoğu da, Ortadoğu da çağ­daş iki kelime, çağdaş ama modern değil. Batı Avrupa’yı, dünyanın mer­kezi sayan bir görüşün kalıntıları. Menşeleri unutulmuş, aksettirdikleri telâkki dar ve metruk… Fakat her iki tâbir de – bilhassa Ortadoğu – dün­yaca makbul.

Bugün adı geçen bölgeyi belirtmek için Ruslar da, Afrikalılar da, Hintliler de aynı kelimeleri kullanıyor. Ortadoğu, birinin güneyine, öte­kinin kuzeyine, üçüncüsünün batısına düşermiş… ne gam. Daha da garibi, bu tâbirlerin bizzat «Ortadoğu» halkı tarafından da benimsen­miş olmaları. Ortadoğu sözü o kadar beğenildi ki, tatbik edildiği bölge de, kullanılış yerleri de genişledikçe genişledi, önceleri Basra körfezi ile Karadeniz boyunca uzanan geniş bölge için kullanılırken, ekvator Afrika’sını ve Hindistan’dan Atlantik’e kadar uzanan bölgeyi belirtme­ye başladı. Bu kadar eski bir medeniyet bölgesinin – dünyanın en kadîm medeniyeti – kendini böyle nevzuhur ve renksiz bir isimle yadedecek ha­le gelmesi dikkate şayan değil mi? Ama bu isimlerin yerini tutacak baş­ka kelimeler bulmaya kalkışınca da büyük zorluklarla karşılaşıyoruz. Filhakika, Hindistan’da Batı’ya göre ayarlanmış Ortadoğu tâbirini kal­dırmak teşebbüsünde bulunulmuş, «Batı Asya» denilmiş bu alana. Bu yeni coğrafi ifadenin Ortadoğu’ya nazaran daha bir biçimi, daha bir kokusu var ama, çok daha isabetli olduğu da söylenemez. Bu bölgeyi Asya adı verilen bir mefhumun Batısı diye belirtmek de, tayin edilme­miş bir mefhumun Ortadoğu’su olarak belirtmek kadar yanıltıcı. Üste­lik, şeklen de olsa, Mısır’ı dışarda bırakan bir tâbir bu.

 

Tarihî Yaklaşım

Avrupalılar için, (Yakındoğu ve Ortadoğu) bölgeleri binlerce yıl sadece Doğu idi, klâsik ve kadim Doğu.. Büyük Pers kralı, Yunan top­raklarını istilâ ettiği günlerden, Osmanlı padişahlarının son artçıları bu topraklardan çekildiği günlere kadar, Greko-Romenler’in ve Hıris­tiyan Avrupa’nın rakibi, Doğu, işte Yakındoğu ve Ortadoğu sözlerinin hızla yayılış ve kabul ediliş sebebini bu gerçekte aramak lâzım. Ondokuzuncu asırda, Güneybatı Asya ve Kuzeydoğu Afrika ülkeleri, Avrupa­lılar için Doğu idi sadece, daha büyük bir sarahate lüzum görmüyor­lardı. Coğrafyadaki yerini belirleme, Doğu’nun bileceği işti. Avrupa da­ha geniş ve daha uzak bir Doğu’yla münasebete girişeli beri, daha açık- seçik tâbirlere ihtiyaç duydu. Uzakdoğu, Avrupa hâriciyesini meşgul etmeye başlayınca, daha yakın Doğu için ayrı bir isim bulmak gerekti. Önceleri Yakındoğu tâbiri – Ondokuzuncu asrın sonlarında – Türk haki­miyeti altındaki Güneydoğu Avrupa’sı için kullanıyordu. «Yakın», çünkü ne de olsa hıristiyan ve Avrupa: «Doğu» çünkü bir İslâm ve doğu dev­leti olan Osmanlıların idaresinde idi.

Bir ara, «Yakındoğu», doğuya doğru genişler ve bilhassa Amerika­lılar tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya’da, Afrika’da ve Av­rupa’daki topraklarının büyük bir kısmını belirtmek için kullanılır. İngilizler, Doğu ile daha çok alâkadardılar. «Yakındoğu»nun önce düşü­nüldüğü kadar yakın olmadığım anladılar. Belki de bunun içindir, ki, «Yakındoğu» tâbirini aşağı yukarı kullanmaz oldular. Onun yerini «Or­tadoğu» aldı… Güneybatı Asyayla, Kuzey Afrika’yı da içine alarak ge­nişleyen bir Ortadoğu. Yeni ortaya çıkmasına ve kucakladığı bölgenin sınırlan kesin olarak belli olmamasına rağmen «Ortadoğu» sözü seciye ve kişiliği üzerinde tereddüd câiz olmayan bir alam göstermektedir: Kendine has ve mahrem kişiliği, keskin coğrafî çizgilerle, uzun ve ün­lü bir tarihle biçimlenen bir alan. Şüphe yok ki, bu bölgenin en göze çarpan coğrafî vasfı: kuraklık. Hemen hemen her tarafında, geniş çöl­ler. Yağışlar seyrek, ormanlar az. Birkaç imtiyazlı bölge bir yana, ta­rım devamlı sulamaya bağlı…

İnceleyin:  Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.

«Çöl fetihleri» Ortadoğu tarihinde sık sık karşılaştığımız bir tema. Mağmur topraklar, nice akınlara, nice istilâlara, nice göçlere uğramış. Eski çağlarda bu müstevlilerden bazıları Akatlar, Kenanîler Aramiler, Sami ırkındandılar; diğer fatihler, Orta, Kuzey ve Doğu Asya bozkırlarından güneye doğru gelenlerdir. Sami istilâlarının sonuncusu ve Ye­dinci asırda Ortaçağ İslâm medeniyetini başlatan müslüman akınlarının en büyüğü, Arap istilâsıdır. Bozkırlardan gelen istilâların en büyü­ğü ise onüçüncü yüzyıldaki Moğol istilâsı. Bazı tarihçilere göre, bu is­tilâları sona erdirmiş Moğollar. Moğol fetihlerinin âni tesiri şüphesiz büyük olmuş. Ama sonraki tesirleri çok şişirilmiştir.

İslâm medeniyetinin çöküşünden mesul tutulmuş Moğol vahşeti. Yalnız o kadar mı? Onüçüncü yüzyılla ondokuzuncu yüzyıl arasında Or­tadoğu ve Ortadoğu kavimlerinin bütün bozgunları da bu vahşete yükletilmiştir. Romantik veya tarafgir çevreler bir yana, bu görüş terke­dilmiştir bugün. İslâm tarihi hakkında bilgilerin artması, vahşet ve tah­ribata âid yakın tecrübeler, bize Moğolların yaptıkları hasarın – daha masum bir çağın tarihçilerine göründüğü kadar – büyük ve devamlı ol­madığım göstermiştir.

Moğollar Arap medeniyetini yıkmadılar; bu medeniyet Moğolların ortaya çıkmasından çok önce çökmeye başlamıştı. Moğollar İslâm me­deniyetini de yıkmadılar. Onların idaresi altında bu medeniyet – İran- laşmış bir biçimde – yeniden çiçeklenmiştir. İslâm medeniyeti çökmemiş, Bozkır kavimlerinin gelişiyle yeni bir şekil almıştı. Bozkırlıların Or­tadoğu’ya yaptıkları büyük göçler, onuncu yüzyılda Moğolların fetih­lerinden önce başlamıştı. Bu tarihte Orta Asya’nın Türk kabileleri Jakartları aşmışlar ve batıya doğru fetihlerine başlamışlardı. Bu fetih­ler, son Bozkır fatihlerinden Timurleng’in ölümüyle sona erer (1405).

Dört asır süren bozkırlar istilâsı ve hakimiyeti esnasında Ortado­ğu’da devlet ve hayat şekli baştan başa değişti. Çölden de, bozkırdan da istilâlar olmamıştır. Onyedinci asırda Vahabîler yeni bir din şevki, yeni bir genişleme gayreti ile Suriye ve Irak’ı istilâ ederek atalarının yiğitliklerini taklit etmeye çalıştıkları zaman, çöl hudutlarında durdu­ruldular ve geriye püskürtüldüler. O zamanlar çöküşün son merhale­sinde olan Osmanlı imparatorluğu, kudretli Roma ve Pers İmparator­luklarının başarısızlığa uğradıkları yerde, muzaffer oldu. Aradaki fark, daha büyük kuvvetin daha küçük kuvvete karşı teknik üstünlüğü idi. Bu teknik üstünlük ateşli silâhların ortaya çıkmasıyla başlar ve sürüp gider. Pers ve Bizans orduları düşmanları olan çöl akıncılarıyla onla­rınkinden pek üstün olmayan silâhlarla savaştılar. Osmanlılar ise on­ları tüfekle durdurdu.

Çölün bazı yerlerinde sulamaya elverişli nehirler vardır. Ortado­ğu’nun en mühim ülkeleri, Mısır’la Irak, nehir vadileri. Her iki memle­kette de çok eski çağlardan beri insanlar yaşamıştır; bunlar bölge­nin belki de dünyanın en eski toplulukları. Her ikisinin de ziraate da­yanan ekonomileri var. Bu ekonomiler nehirlerin akar suyundan fay­dalanan, büyük sayıda işçiye, usta teknisyenlere ihtiyaç hissettiren ve merkezi bir idare cihazı tarafından idâre edilen sun’î sulamaya da­yanır. Arazı rejiminin kaderini tâyin eden, güçlü ve merkeziyetçi (hem bürokratik, hem de otokratik) bir idarenin gelişmesine yol açan ve bu idâre biçimine uygun siyasî bir düşünce ve davranış geleneğinin kurul­masını sağlayan, hep aynı ihtiyaç. Mısır’la Irak, binlerce yıl rakip ikti­dar merkezleriydiler. Düşünce ve teşkilât tarzlarıyla komşu ülkelere de­rinden derine tesir eden iki merkez. Medeniyet, önce bu merkezlerde doğdu ve Ortadoğu’ya yayıldı.

 

O Mâhiler ki

Şâir, «O mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler» diyor. Ay­dınlarımızda da aynı şuursuzluk. Kaderimizi çizen, Avrupa’nın siyâsî ihtirasları. Kullandığımız kelimeler onu emellerini dile getiriyor. Ku­lağımıza fısıldanan lafızları, hudut ve şumûllerinden habersiz, tekrar­layıp duruyoruz. Doğu, Orta Çağ keşişleri için, hidâyetten mahrum bir insanlar ülkesiydi. Onsekizinci asır yazarlarına göre, bir rüyâ beldesi. Kapitalizm, bu geniş, bu esrarlı, bu meçhul ülkeyi hudutsuz iştihâlarını doyuracak, kolay fethedilen bir servet kaynağı olarak gör­dü. Devlet-i Aliye çöktükten sonra, râyet-i İslâmın dalgalandığı dünya parsellere ayrıldı. Avrupa, kıtaları ve ülkeleri kendi çıkarlarına gö­re yeniden adlandırdı. Bir nevi vaftiz merâsimiydi bu. Ve biz bay­ram çocukları gibi şâdan, bu yaldızlı isimleri dudaklarımızdan düşür­mez olduk. Tefekkür vuzuhla başlar, kurtuluş şuurla.

Cemil Meriç, Kırk Ambar, s. 282-286.

Yusuf Aslan

Tarih talebesi ve ilme pek meraklı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir