Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)


images2 Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)

Şevket Süreyya inkılâpların bittiğini söyleyen İstiklâl Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’nın bu değerlendirmesi için şunları söylüyor:

“Halbuki o târihlerde Türkiye hiç şüphe yok kı hır inkılâp yaşıyordu.Bu inkılab bitmemişti. Fakat görünüyordu ki bazı insanlar bu inkılâbın önünde değil, ardında koşuyorlardı. Çankaya’da yerleşen insan, bu inkılâpların listesini, bu insanların ne çare ki evvelden bildirmemişti.Öyle görünüyordu ki, Çankaya’da yeni bir inkılâp hamlesinin saati çalınca, bu hamle Meclıste hemen bir kânun haline gelıyodu. O zaman her şey kolaylaşıyordu. O zaman, başına kânundan önce şapka giydi diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan adam, aradan kısa bir süre geçince ünlü bir müderrisi (Atıf Hocayı) şapka giymedi diye darağacına verebiliyordu

“Almanya’da inkılâp olmaz çünkü kanunen memnudur ! diyen Heine’nin sözünü biraz değiştirerek bizim içinde söylemek kabildir;

Türkiye’de her inkılab olur.Fakat ancak kan yoluyla..”

İnkılâp Tüccarları

İşte Âtıf Hocayı muhakeme eunış olanlar hu şekilde inkılâbın ticaretini yapan kişilerdi. İlk başta karşı çıktıkları inkılâba, daha sonra inkılâp kânunlaşınca dört elle sarılıyor. Daha doğrusu öyle görünerek “gemilerini yürütüyorlardı.” Bu şekilde yaparak hem mevki ve makamlarını muhafaza ediyor. Hem de yeni dünyalıklar kazanıyorlardı.

Atıf Hoca ve Anadolu’nun dört bir yanından toplanan binlerce insan işte bu “inkılâp tüccarları’nın insafına terkedilmişlerdi. Bu “inkılâp tüccarlarından” Kılıç Ali gibi olanlar muhâkemeyi bile lüzumsuz görüyor ve “kurbanlık koyun gibi” önlerine getirilen maznunların işini hemen oracıkta bitirmek istiyordu. Hattâ idam cezâsı vermekle de hıncını alamıyor, darağacına götürülen mazlumlara habire hakâretler yağdırıyordu.

Yakın tarihimizde apayrı bir yer tutan istiklâl Mahkemelerinin iç yapısını tanımak için Şevket Süreyya’nın verdiği bu misaller bile kâfiydi. Şayet bu yetmezse, Atıf Hocanın muhâkemesine bakmak bile bu mahkemelerin ne durumda olduğunu anlamaya kafi.

Şapka Kanununa muhalefet ettikleri gerekçesiyle muhakeme eden İstiklâl Mahkemesi sık sık kendi koydukları usulleri ve çıkarılan kânunları kendileri çiğniyor ve hiçbir suç delili bulamadıklan kişilere, “Niçin şapka giymedin?” diye soruyordu. Sanki şapka giymek kânunen mecburiymiş gibi…

Kânuna göre şapkayı parlamenter ve devlet hizmetinde bulunanlar giyecekti. Bütün vatandaşların şapka giyeceğine dair kayıt yoktu.

İşte bu şekilde muhakemelerle yüzlerce kişi hakkında idam cezâsı ve yüzlerce vatandaş hakkında da ağır hapis cezâsı veren istiklâl mahkemesi, bütün bunlarla kanmamış gibiydi. Şapka ile ilgili dâvâlara bakma rekoru kıran Ankara İstiklâl Mahkemesi gözünü bir büyük “ava” dikmişti. Bütün hınçlarını ve öfkelerini Atıf Hocadan çıkarmak istiyorlardı.

Ancak gelgörelim ki, Âtıf Hocayı “suçlu” gösterebilecek en ufak delilleri yoktu. Ne bir belge, ne bir kitap, ne de şahitlerin ifadesi… Tek delil kânunun neşrinden hayli önce piyasaya çıkmış “Frenk Mukallitliği” eseriydi.

Sıra Âtıf Hoca’da

Şâhitler dinlendikten sonra sıra Âtıf Hocaya gelmişti. Âtıf Hoca ifadesinin baş kısmında Mahkeme Reisinin sorduğu somlara cevap verirken siyasetle meşgul ol-madığını belirtmişti. Daha sonra Reisle Âtıf Hoca arasında geçen diyalogu Necip Fazıl şu şekilde naklediyor:

Reis, karanlık gözleriyle Atıf Hocanın saffet dolu yüzüne tükürdü:

— Boyuna siyasetle uğraşmadığınızı söylüyorsunuz ama, sizin ondan başka işiniz olmadığını iddia edenler var..

Atıf Hoca mırıldandı:

— Olabilir! Bir şeyin söylenmesi başka, yapılıp yapılmadığı başka… Benim hayatım meydanda… İşimin gücümün siyaset olduğunu söyleyenler, nerede, ne zaman, nasıl ve ne şekilde siyaset yaptığımı göstersinler!..

— Bu hususta en büyük delil «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinizdir. Bu eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmet etmek için yazdınız?

Taklitçiliğin Her Türlüsü Kötü

“Senelerce evvel ve mücerret bir gâye uğrunda yazdım… Şahsiyet sahibi olma gâyesi… Yoksa şu veya bu hükümet teşebbüsüne karşı durma fikriyle değil… Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür. İşte karşınızda Japonya misali!… Garbın bütün terakkilerini elde ettikten sonra şahsiyete ve milli ananeye sadık kalmanın örneği… Japonlar, Asyalı bir topluluk adına, Avrupa-nın bütün ilmini, fennini, usûlünü, sistemini devşirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daimâ ibret dersini verecektir.

Benim de o eserde güttüğüm gâye, Hikmet, müminin kaybolmuş malıdır, nerde bulsa alır’ meâlindeki hadis gereğince, Avrupa’yı, iyi ve faydalı taraflarından ve bünyemizde eriterek hazmederek benimsemek… Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan bütün bunları kendi şahsiyet ve vâhidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve âdi mukallit seviyesine düşmemek…

İşte bu gâyeyi güden, mücerret fikirlerden ibaret olan ve asla müşahhas ve siyasi bir meseleyi hedef tutamayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım halde, ancak 1340 (1924) yılında başarabildim…

Devlet ve Resmî Makamlar İzin Veriyor

“Eseri bastırmadan evvel kimseye gösterdiniz mi?

“Bu suale bilhassa ‘evet! ‘demek isterim. Hem de şuna buna bağlı değil, resmî makamlara gösterdim. Eserden 8 nüsha kopya ettim ve bunlardan ikişer nüshasını İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderdim. Okudular, tedkik ettiler ve sonunda beni tebrike kadar vardılar. ‘Hoca efendi, çok nazik ve mühim bir mevzua el atmışsın, emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik ederiz! dediler. Usûl icabı olarak da eserin resmî neşir müsaadesini verdiler.

Reis şaşkın:

Demek böyle oldu?

“Aynen böyle oldu! Alâkalı makamlardan sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi dosyamda mevcuttur. Takdim etmiştim.

Önce Alkış, Sonra Muhakeme

İhtilâl ve devrim geçirmiş her ülkede olanlar, o târihlerde ülkemizde de ol-maktaydı. önce alkışlanan kişiler, kısa bir müddet sonra öldürülebiliyordu. önce takdirlerini bildirenler, bir müddet sonra “devrime ayak uydurmak için şiddetle tekdir edebiliyorlardı.

Âtıf Hoca hâdisesinde de öyle olmamış mıydı? Resmî vazifeliler 1924 yılında Atıf Hocayı takdir ediyor, ancak 1926’da o takdir ettikleri eserden dolayı yaka paça mahkemeye çıkartılıp hesap soruyorlardı.

 Mahkemede olup bitenleri takip etmeye devim edelim:

Şapka Kanunundan sonra bu kitaptan sattınız mı?

— Asla!.. Kararname ve kanun çıktıktan sonra kitaptan tek nüsha bile satılmamıştır. Ama ondan evvel alıp okumuş olan birçok insan bulunabilir.

— Bu kitabın Şapka İnkılâbına karşı bir cereyan doğurduğu, inkılâba aykırı duygu ve düşünceler aşıladığı ve kötü tesirler bıraktığı iddiasına ne dersiniz?

İnceleyin:  İstiklâl Mahkemelerinin Hukuk Anlayışı

Atıf Hoca doğruldu:

— Yanlıştır derim! Şapka İnkılâbı bu eseri hoş görmeyebilir, sevimsiz, hattâ tehlikeli bulabilir; fakat kendisine karşıyazılmış bir eser olmadığı için onu suçlandıramaz!

Atıf Hoca bir an daldıktan sonra dudaklarını kıpırdattı:

— Bu eser intişar ettiği zaman bir gazete aleyhinde bazı yazılar yazmış, bana hakaret etmişti. Ben de bu gazeteyi mahkemeye vermiştim. Aleyhimdeki yazıların hedefi, eserimin zararlı ve zehirleyici olduğuydu. Mahkeme heyeti kitabın zararlı olmadığını, hakaretin ise vâki olduğunu kabul ederek gazeteyi nakdî cezaya çarptırdı. Bu karar da dosyamdadır. Lüzum görülürse mahkemeden sorulabilir.

Reis :— «Son Telgraf» gazetesi, değil mi?

Atıf Hoca :— Evet efendim.(15)

Müslüman Olmak« Suç mu?

Atıf Hoca bu ifadeleriyle, “avı” yakalamak için türlü türlü tuzak kuran ve her türlü yola başvuran avcıların hevesini kursağımla bırakmış gibiydi. Mutlaka mahkum etmeyi kafalarına koydukları Atıf Hocayı nasıl mahkum edeceklerdi? işte herşey meydandaydı… Hangi hukuk, hangi kanun şu masum insana ceza verebildi?

Mahkeme heyeti bu müdâfaa karşısında insafa gelip, hak ve hakikata teslim olcağı yerde, daha beter öfkeli ve tedirgin vaziyette, başka şâhitler bulup dinliyordu. Tabii hedef hep aynıydı: Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği” isimli eseri Şapka Kanunu çıktıktan sonra satılmış nuydı? Atıf Hoca bu eserinin propagandasını yapmış mıydı? Şapka aleyhinde konuşmuş muydu?

Atıf Hoca: Kel Ali. Kılıç ali ve Necip Ali üçlüsünün bu “işgüzarlığını“ görünce dayanamayıp şöyle dedi:

Reis Beyefendi. Müsaade buyurursanız Mahkemenin işini kolaylaştıran ve bir itiraf halinde cürmümü tesbit edeyim!

Reis Kel Ali, bir türlü tutamadığı avın öz ayaklariyle yanına geldiğini gören bir canavar neşesiyle atıldı:

— Söyleyiniz!

— Ben, hamdolsun, müslümamm! Biricik gayem de İslâmın hakikatlerini yaymaktır. Bu, eğer bir suçsa, sabittir.Eserim bu gayeyi güder. Bu da sabittir. Fakat Şapka Kanunundan evvel yazılmış ve ondan sonra asla ortada görünmemiştir. Bu da sabit… Şapka isyanını körükleyenlerle en küçük alâka ve münasebetim olmadığı da sabit…Eğer bütün bu «sabit»ler arasında beni mahkûm..edebilecek bir nokta varsa Mahkemeniz hüküm vermekte serbesttir. Fakat ille suç aramaya kalkışmak, tecelli eden bedahetlere göre boşuna zahmettir”.

Âtıf Hocanın, tamamen hakkın ve hakikatin ifadesi olan bu sözleri, “hayalî suç îcad etmeye uğraşan mahkeme heyetinin suratında bir kırbaç gibi şaklıyordu.Asıl mahkûm Âtıf Hoca değil, Mahkeme heyeti gibiydi. Zirâ sadece ve sadece Hakka güvenen, hakikati konuşan bu mert ve faziletli ilim adamı, mahkemeye heyetinin alacağı karardan zerre miktar korkmadığını ve ehemmiyet de vermediği ortaya koymuştu.26 Ocak 1926’daki duruşmadan sonra, muhakame, savcının esas hakkındaki iddiasını okuması için 2 Şubat 1926 tarihine bırakılmıştı.

Bu arada, şapka yüzünden tevkif ediicnlcr hapishanede çile doldururken, İstiklâl Mahkemesi heyeti de muhtelif yerlerde zevk ve sefa içerisinde yaşamaktadır. Mahkemenin en hiddetli ve “Asılacak başka adam yok mu?” havasındaki üyesi Kılıç Ali de İstanbul’da keyif sürmektedir.

Gazetecilere verdiği beyanatta ise Âtıf Hoca dâvâsı için şöyle demektedir:

“Atıf Hoca ve arkadaşlarının muhakemeleri bitmiş gibidir. Pek yakında iddiâ ve müdâfaalar dinlenecek ve karar bildirilecektir. Edilen muhakemeler sonunda vardığımız kanaat şudur ki,son irtica hareketleriyle İstanbul’un hiçbir alâkası olmamıştır.

Esasen muhakemenin İstanbul’da bulunduğu zaman yapılan tahkikat da bu neticeyi vermiş ve ondan sonraki muhakemeler aynı şeyi teyit et- miştir.”(16)

Şimdi şu ifadelere bakılacak olunursa Âtıf Hoca’nın derhal serbest bırakılması gerekirdi. Mahkemenin en öfkeli üyesi, Âtıf Hoca’nın bulunduğu İstanbul’da suç sayılacak bir hareketin olmadığını belirtiyordu.Bir mahkeme üyesi böyle konuşuyordu. Ama Âtıf Hoca hâlâ mevkuf bulunuyor,bu değerli âlimin başı üzerinde türlü türlü hesaplar yapılıyordu.

Savcının Talepleri

2 Şubat 1926 günü “devrimler târihi’ için çok mühim bir gündür. O gün “şapka devrimıne muhalefet ettikleri”İddia edilen meşhur İlimler için hazırlanan iddianame açıklanacaktır.

İlk önce. Savcı Necip Ali söz alır. İddianamesini okur ve kim için ne kadar cezâ talep ettiğini açıklar:

«Şapka ve bu yüzden meydana gelen hâdiselerin âmilleri olmakla maznun bulunan eşhastan (şahıslardan) Baba eski sabık müftüsü Ali Rıza Hoca’nın idamına, İskilipli Atıf, Süleyman, Fettah, Tahir, Mes’ut, saatçi Süleyman, Erzurumlulardan Osman, Mehmed, Telgraf Müdürü Halid, Yusuf Kenan Hoca ve efendilerin de üçer seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe konulmalarına, Hasan oğlu Samih, Araş Şirketi Müdürü Cafer İsmail, Sabuncuzade Mustafa ve Zühtü ile Tahir-ül Mevlevî Hocaların nefyine, Tevhid-i Efkâr muharrirlerinden Ömer Rıza’nın hudut haricine tardına, Gostu-varlı Hüseyin, Berber Mustafa, Ispartalı Hüseyin ve kardeşi ile kitapçı Mihran ile İhsan Mahfi Efendilerin de beraatlarına karar verilmesini talep ederim.»

Atıf Hocanın Kerameti

Bu iddianameyi dinleyenler şaşınp kalmışlardı. Adı geçen kişiler hakkında hiçbir suç delili bulunamamıştı. Ancak buna rağmen idam cezâsı ile ağır hapis cezâları sicim gibi yağmıştı.

Atıf Hoca için istenen cezâ “3 sene hapis” idi. Bu, savcının talebiydi. Atıf Hocanın arkadaşları; Savcı bu kadar talep ettikten sonra mahkeme mutlaka beraat verir” diyorlardı. Atıf Hoca ise büyük bir tevekkülle, “Allah bilir” diyordu.

Mahkeme heyeti, duruşmayı 3 Şubat’a tehir etmişti. O gün maznunların son sözleri dinlenecekti.

2 Şubat gecesi maznunlar kapatıldıktan hücrelerde müdafaalarını yazmaktadır. Atıf Hoca da müdafaasını yazarken bir aralık uyuya kalır. Bundan sonra olup bitenleri Necip Fazıl’ın kaleminden takip edelim:

“…Atıf Hocanın uykusu uzun sürüyor. Tahir Hoca müdâfaasını yazmakta devam ederken Atıf Hoca birdenbire gözlerini açıyor. Yüzünde hârikulâde derin ve ince bir tebessüm..

Tahir’ül-Mevlevî’nin gözleri hayretle alabildiğine açık.. Sanki 24 saat içine sığacak büyük kerameti şimdiden sezmiştir:

Ne o, Hocam, çabucak uyanıverdin? Atıf Hoca gayet sakin:

— Uykudan murad hasıl oldu!

— Yâni?

— Yâni, beklediğim rüyayı gördüm!

Tahir-ül-Mevlevî haşyet ve dehşetle ürperiyor:

—     Ne gördün?

Atıf Hoca yatağımda doğrulmuş ve müdafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzmüştür:

— KÂİNATIN FAHRİNİ GÖRDÜM. BANA «YANIMA GELMEK DURURKEN NE DİYE MÜDAFAA KARALAMAKLA UĞRAŞIYORSUN?» DEDİ.

İnceleyin:  ...Ve İstanbul

Tahir-ül-Mevlevî kendinden geçmiş gibidir:

— Ne diyorsun?

— Beni idam edecekler! Allanın Sevgilisine kavuşacağım!

— Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok… Allah Resulünün göründüğü rüyaya fesad karışamaz. Şu var ki, müddei-yi umumînin 3 yıl hapis istediği bir dâvada idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız… Kafam işlemiyor!

— Göreceksin ki, beni asacaklar! Başka bir şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor!

— Söyleyecek söz bulamıyorum!

—Doğru! Zaten söze ne lüzum var! İşte müdafaamı yırtıyorum!

— Yapmayın! Siz onu mahkemede okuyun da ne olursa olsun!

Atıf Hoca, nurlu yüzünde aynı tebessüm, müdafaasını yırtıyor ve sonra bir kâğıdın içinde toplayıp kese içine alıyor ve cebine koyuyor.(17)

Ertesi günü mahkeme salonu her zamankinden kalabalık… Hüküm günü gazeteciler, fotoğrafçılar, halk içinde dört dönmekte… Dinleyiciler birbirinin üstünde, yalnız ka-falarıyle görünüyor.

Mahkeme Reisinde taş gibi bir hal ve hislerini gizlemek isteyen bir tavır:

— Müdafaalar başlasın!

Herkes, elinde bir kâğıt, uzun veya kısa müdafaasını değişik tonlarla okuyadursun… Reis taş gibi…

Atıf Hoca, mütevekkil ve mahzun, sırasını beklemekte…

Bilmem ne kadar zaman geçti.

Reis elini Atıf Hocaya uzattı:

— Sıra sizde…

Atıf Hoca kalktı.

Aynen:

«— HACET YOK EFENDİM; MÜDAFAAYI MUCİP BİR SUÇUM OLMADIĞI ESASEN TEBEYYÜN ETMİŞTİR. VİCDANINIZIN VERECEĞİ HÜKME İNTİZAR EDİYORUM!»

Reisin mukabelesi:

— Mahkemenin adaletinden emin olabilirsiniz! Oturunuz!

Reisin tavrında hafiflemiş gibi bir hal… Sanki Atıf Hoca müdafaasını yapacak olsa Reiste vicdanına mağlûp olma ihtimali varmış gibi…

— Muhakeme bitmiştir! Heyet kararları tesbit etmek üzere müzakereye çekiliyor!

Sabırsızlık son haddinde… Çıt yok… Sanki kalblerin çarpışı ve sükûtun rakkası işitiliyor. Bir saat geçti.

Heyet, karanlık dolu gözlerle gelip yerini aldı. Reis elindeki kâğıdı zabıt kâtibine uzattı:

— Kararı okuyunuz!

Bir sürü lâftan sonra birdenbire çınlayan cümle:

— BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA İLE MÜDERRİSLERDEN İSKİLİPLİ ÂTIF’IN İDAMINA…

Bütün salon, jandarmalar, polisler, mübarişler, hattâ masalar ve sıralar bile donmuştu.

Artık kararların gerisini dinleyen yok…

Öbür maznunlardan büyük bir kısmı beşer, onar yıla mahkûm: TAHİR-ÜL-MEVLEVî İLE ÖMER RIZA hakkında ise BERAAT…

Atıf Hoca’da hiçbir şaşkınlık alameti mevcut değil… Gayet sakin ve adeta vecd içinde… Rüyada gördüğü Allah Resulünün mucizesi gerçekleşmiştir. Bu mucizenin kendisine ait keramet payı ise eşsiz bir nimet ve tükenmez bir hazine… «Velinin kerameti, bağlı olduğu nebinin mucizesidir.»

Atıf Hoca, ancak yanındaki Tahir-ül-Mevlevî’nin duyabileceği bir sesle fısıldıyor.

Aynen:

«— ZALİM VE KAATİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜNDE HESAPLAŞACAĞIZ!»

Şehadet Makamı

Âtıf Hoca 3 Şubat’ı 4 Şubat’a bağlayan geceyi idamlıkların kapatıldığı bir hücrede sabaha kadar ibâdet ederek geçirir. Sabahleyin infaz heyeti Âtıf Hocanın hücresine gelir. Âtıf Hoca büyük bir sükunetle:

“Sabah namazını kılmama izin verir misiniz?” der. Ve hücresinde namazını kılar. Rabbine el açıp tevbe istiğfar eder?

Âtıf Hoca Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile yan yana Ankara hapishane-sinde kurulan sehpaya çıkarılır. Her ikisi de “son sözleri” aynıdır. Abdesti, ağızla getirdikleri Kelime-i Şehadet… Ve o mübârek kelimeyi terennüm ederek Rablerinin huzuruna çıkarlar…

Gazeteler şapka için işlenen bu cinâyeti Uç beş satırlık bir haberle geçiştirirler. Haber şöyledir…

“irtica kitapları müellifi olup İstiklâl Mahkemesi-nce idama mahkûm olan İskilipli Âtıf Hoca ile Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca haklarındaki idam kararı bu sabah infaz edilmiştir.” (18)

4 Şubat 1926 tarihi, bir haksızlığın ve bir zulmün gerçekten unutulmayacak tarihidir. Çünkü bu tarih Müslümanlar açısından araştırmacı-yazar Hüsnü Aktaş’ın da dediği gibi bir “şehadet tarihi”dir.

Atıf Hocanın şehadeti İstiklal Mahkemesinin binlerce masum kurbanından sadece birisidir. Şapka için idam edilen diğer kurbanların davasından farksızdır. Bir farkla: “Neden şapka giymedin?” diye sorulurken, bazılarına da hiçbir şey sorulmadan İskilipli Atıf Hoca Efendi de görüldüğü gibi, “gereği düşünüldü”,denilerek idama gönderilmiştir.

İşin en garib ve en tuhaf olan yanı da, şapka inkılabından bir hafta önce şapka giyenlere kızıp, onları azarlayan ve şapka giydi diye ceza vermek isteyenlerle şapka devriminden sonra bu sefer şapka giymeyenleri azarlayıp, onları ölüme götüren ki-şilerin aynı kişiler oluşudur.

Bugün artık o istiklal Mahkemesinin üyeleri hayatta yoklar. Hepsi toprağın altında artık… İskilipli Atıf Hoca gibi, Babaeskili Müftli Ali Rıza Efendi gibi.

Hepsi de “temyizsiz mahkemeler” olan Ruz-u Mahşerde Allah’ın yargılamasını bekliyorlar.

Kaynak:Hasan Hüseyin Ceylan – Din-Devlet Ilişkileri,cilt.2,syf.75-100,Rehber Yayınları

DİPNOTLAR

1-  Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Timaş Yayınları,

2. Banım 1970-İstanbul, Eser yıllarca okunduktan ve satıldıktan sonra 12 Eylül sonrası Türkiye’de yasak kitaplar listesine dahil edilmiştir. Yasaklamayla ilgili insanın aklına ilk gelen şey, ister istemez, “herhalde şapka haksızlığını göstermemek içindir” gibi bir neden olmaktadır.

2- Yakın Tarih Ansiklopedisi, Yeni Nesil Yayınlan, 1988-İstanbul (Sözkonusu alıntılar, 1. cild’dcn alınmıştır).

3- Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, s. 42, İstanbul-1970.

4-Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 43-47.

5- NFK, Son Devrin Din Mazlumları, s. 48-49.

6- Yakın Tarih Ansiklopedisi, I. Cild, s. 283-284, Yeni Nesil Yayınları, Birinci Basım, 1988-İstanbul

7- A.g. Ansiklopedi, s. 285

8- Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, Din Mazlumları, s. 54

9-  çHakimiyet-i Milliye, 25-27 Ocak ve 1-2 Şubat 1926, TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172

10-Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, s. 58

11- TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/1-7, Hakimiyet-i Milliye.

12- Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, s. 369, İstanbul-1987.

13-Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s. 370-375.

14 TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/2; Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, s.63-64.

15-Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, a.g.e., s. 65

16- Cumhuriyet, 28 Kanunevvel 1926.

17-Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 69-71, Hakimiyet-i Milliye, 3 Şubat 1926

18-Vakit 5 Şubat 1926,

Cumhuriyet, 5 Şubat 1926

Hakimiyet-i Milliye, 4 Şubat 1926

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir