“…özgür düşüncenin iki düşmanı Avrupa’nın bilgeliği ve Amerika’nın faydacılığıdır. Yeni devletler bu ikisinin izni olmadan hiç bir fikri kabul etmek istemiyorlar…”
(Simon Bolivar’dan alıntı. Eduardo Galeano, Aynalar s:206)
Sömürgeciliğin sonuçlarından biri de tüm Dünya fikriyatının Batı düşüncesi tarafından tahakküm altına alınması oldu. Ortaya konulan fikir; ya Batı Medeniyetinin kabul edebileceği bir fikir olmalı ya da; “Bu fikirden, ne menfaatimiz var?” sorusuna cevap verebilmeli. Bu iki süzgeçten geçemeyen tüm düşünce ve davranış modelleri Batı düşüncesinin baskısı altında değişime, dönüşüme zorlanıyor. Dönüşüme yanaşmayan fikirler, davranışlar, ritüeller değersiz, lüzumsuz hatta yok edilmesi gereken fikirler olarak görülüyor.
Bu tahakkümden ne yazık ki İslam Medeniyeti’de kendisini kurtaramadı. Son yüzyılda fikrini Batı düşüncesi ile uyumlu bir noktaya çekebilmek için bağrından bir çok mütefekkir (?) çıkardı. Bu mütefekkirler 1400 yıldır Müslümanların göremedikleri pek çok şeyi gördü (?), anlaşılamayan pek çok ayeti anladı (?) İslam Medeniyetinin Batı düşüncesi ile uyuşmayan her ne hali varsa, Batı Medeniyetine uygun hale getirebilmek için var güçleri ile çalıştılar.
Bu ağır tahrifat sürecinden İslam Aile modelinin de etkilenmemesi mümkün değildi. İslam Medeniyetinin aile, erkek, kadın, çocuk, ihtiyar tanımları son yüzyılın entellektüelleri, mütefekkirleri(?) tarafından tahrip edilip yerleri boşaltılırken, onların yerine Amerikan Protestan hayat tarzının aile modeli sessizce medya üzerinden yerleştiriliyor.
Kadının, hayatın merkezinde ama evinin dışında olduğu, babanın kredi kartı ödeme makinesine dönüştürülüp evden, aileden ve kavvamlıktan uzaklaştırıldığı; ihtiyarların, çocukların ve özürlülerin kreşlere, huzur evlerine, bakım merkezlerine terk edilmeye ikna edildikleri bu “Kadın Egemen-Kadın Merkezli” model tüm Dünya’ya bazen açık bazen subliminal/bilinçaltı mesajlarla yedirilmekte.
Komplo teorisyenleri; İngiltere, Almanya, Brezilya, Norveç, Güney Kore, Danimarka, Polonya, Bangladeş, Orta Afrika, İskoçya, Hırvatistan, Liberya, Kosova, Letonya, Litvanya, Jamaika gibi başkanları kadın olan ülkelerin ardından Amerika, Japonya, Avustralya, Singapur ve Yeni Zelanda’nın da kadın başkanlara hazırlanıyor oluşunun aynı vakte denk gelmesini, son yıllarda haça gerilmiş İsa ikonlarının yerlerini, Meryem Ana’nın büyütülüp belirginleştiği, İsa’nın küçülüp Meryem’in kucağına sığındığı ikonlarla değiştirmesini, filimlerdeki rol model erkeklerin hep rol model kadınlara tabi olmasını işaret edip “Kadın Merkezli” hayatın toplumlara dayatılması sürecinin devam edeceğine yoruyorlar.
Bunu kadınların iyiliği için yapmıyorlar. Piyasada işçi fazlalığı ihtiyacını(?) kadın işçilerle kapatıyorlar. İşçi fazlalığı işçi ücretlerini düşük tutmaya yarıyor. Böylece erkeğin çalışacağı maaşa karı-koca beraber çalışıyor. Üstelik kadınlara verilen maaş ay sonu gelmeden takı/giysi/ayakkabı olarak piyasaya geri dönüyor. Kadın evden çıkınca kreş, hazır besin, konfeksiyon, kozmetik, turizm gibi pek çok sektör hareketleniyor. Kadın merkezli aile çok daha cömert (!) bir tüketici. Üstelik aile daha liberal oluyor. Dini duygular ve diğer baskı unsurları zayıflıyor. Mesela daha fazla aile, faizle banka kredisi kullanabiliyor. Baba otoritesinde barlar sokağına gidemeyen, serbest cinsel hayata dalamayan çocuklar, anne otoritesini sallamıyor. Yani kapitalist yapı kadından çok yönlü faydalanıyor. Kendi kocasının, çocuklarının hizmetini yapmak istemeyip evinden, çocuklarından, komşularından vazgeçmeye ikna edilen kadın; erkeğin yükünü de sırtlayıp bütün gün bir fabrikada veya ofiste başkalarının erkeklerinin, başkalarının çocuklarının hizmetlerini görmeyi prestij kabul ediyor.
(Bu yönlendirmenin ardında olduğu iddia edilen Rothschild ailesinde kızların yönetici pozisyona gelememeleri ve hatta kimle evleneceklerine bile babaları tarafından karar veriliyor olması nasıl açıklanmalıdır?)
Batı Medeniyetinin geliştirdiği aile modelinin geldiği yer; özellikle büyük şehirlerde ailenin neredeyse yok olduğu, 40 yaş üzeri kadının yalnızlığa mahkum edildiği, çocukların bakımının ancak kanun zoru ile aileye dayatıldığı, 12 yaş ve üzeri çocuklarda serbest ilişkinin normal kabul edildiği, bu nedenle okullarda kız çocuklarına prezervatif dağıtıldığı, uyuşturucunun serbest dolaşımının tartışıldığı, özürlülerin ve yaşlıların toplumdan dışlanıp “ıskarta bekleme kamplarına”[i]hapsedildiği, alkolizmin tüm toplum tabakalarında büyük bir tahribat yaptığı, her 3 kişiden birinin antidepresan kullandığı bir toplum oldu.
Aynı yolu takip ederek başka bir yere çıkacağını ümit etmek ancak ahmakların işidir. Bu yolu takip ederek bizimde ulaşacağımız yer orası.
Batı medeniyetinin zokalanmış kelimelerini tekrar etmektense daha “huzurlu” bir modeli ortaya çıkarmış olan İslam Medeniyetinin mensuplarını mesela Geylani’yi “ailede huzurun teminini” anlatırken dinlemeyi tercih ediyorum.
Geylani 2 ayetten hareket ediyor. Bunlar Bakara Suresi 228. ve 187. Ayetler.
Anlayabildiğim ölçüde Geylani’den faydalanıp kendi fikirlerimi de içine katarak Bakara 228. ayetten başlamak istiyorum.
“…Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece öndedirler. Allah azizdir, hakimdir.”
(Batı modeli için felaket bir ayet. Aman Allah’ım hemen, acilen, mutlaka düzeltilip Amerikan Protestan mantığa uygun tevili yapılmalı.)
Geylani bu ayetin ailede huzuru temin edebileceğini söylüyor.
Çiftlerin birbirleri üzerine hakları vardır. Ancak hanımefendiler erkeklerin 1 adım önde olduğunu unutmasınlar. Buna dikkat etsinler. Erkeğin önüne geçmesinler. Erkeğin “er”liğini kırmasınlar. Diyor.
Eğer hanımefendiler erkeğin önüne geçer ve erkekliğini kırarlarsa; erkek, “er”liğine sahip çıkabilmek adına kadınla mücadeleye girer. Karşılıklı bir “terbiye etme” süreci başlar. Kadının psikolojik üstünlüğüne karşılık, erkeğin kas üstünlüğü vardır. Psikolojik harbin sonunda erkek, ya “ER”liğinden vazgeçer ya kadını darb eder ya da kaçar.
Eğer “kimin dediği olucek” kavgalarının sonunda yenilen erkek olursa; kadın için asıl felaket gelir.
Hem erkeğin dışarı ile vermesi gereken kavga, kadının omuzlarına kalır, (Buda onu yorgun, depresif, saldırgan, sert, erkeksi yapar. Yani kadınlığını kaybeder.) hem de erkeğinin “er”liğinden mahrum kalır. Kendi eli ile ezdiği, aşağıladığı, “er”liğini kırıp erkekliğinden ettiği erkeği artık beğenEmez. Ama belki de ona bir ömür boyu mahkum ve mecbur olacaktır. Yani kırılan “ER”liğe erkek kadar kadında muhtaçtır.
Kadının sığınamayacağı, sakinleşemeyeceği, sükun bulamayacağı bir erkekte huzur bulması mutlu olması mümkün müdür? Ya kadınının nezdinde “er”liği, gururu, kalbi, otoritesi kırılmış bir erkeğin huzur vermesi mümkün müdür?
Bu ayet kadına, erkeğinin “er”liğini kırıp kendi limanını yok etme der gibidir.
Kadının erkeğin erkekliğine saygı gösterip, kendini frenleyerek erkeğin önüne geçmemeye çalışması kadın için kayıp değildir. Çünkü erkek psikolojik olarak kadından daha güçsüz olduğu için kararlarında kadınla çatışmamayı gözetir. Bu çatışma çıktığında psikolojik harbi göğüsleyemeyerek ortamdan kaçan genelde erkektir. Şiddet erkeğin kadın karşısında yenilmişliğinin dışa vurumudur. (Kahvehaneler, okey salonları kadınlarından kaçan erkeklerin sığınma evleri olarak hala iş görür.)
Erkek eve huzur getiremez. Buna gücü yoktur. Dilerse eve huzuru getirebilecek olan kadındır. Bin senelik “Yuvayı dişi kuş yapar.” kelamında kastedilen yuva duvarlar, kiremitler değildir. Sorunlu bir ailenin arasına girdiğimde hanım efendiye “Neden böyle davranıyorsun?” demiştim; “Ben biliyorum. Böyle davranmazsam her şey güllük gülistanlık olur. Ama o zaman, o kazanır. Onun kazanmasını istemiyorum.” Demişti. Anlatmak istediğim şeyi hanımefendi anlattı. Erkeğin böyle bir mücadele gücü yok. Görebildiğim kadarı ile kadın dilediği yerde mücadeleyi başlatıyor, dilediği anda da kesebiliyor.
Erkeğin “Er”liği, rahmi (koruma ve muhafaza) sahibi kadını dengeler. Eğer kadın erkekle eş/eşit olursa rahimde (koruma güdüsünde) erkeğin “ER” liğini boğar. Erkek kendi çocukları önünde bile saygı görmeyen bir pozisyona düşer. Halbuki kadının koruma gayreti ile başlarını döndürdüğü, TANRI makamına oturttuğu çocuğa karşı gücü ve dengeleyici unsuru, babadır. Çocuğa karşı güçsüz olan anne, babayı kırdığında çocuğu yoldan çıkarır.
Hatırlatmakta fayda var sanırım. Gelenekte çocuğun baliğ olması Tanrı ile Baba’yı birbirinden ayırabilmesi ile tespit edilir. Çocukta Tanrı kavramı baba ile örtüşür. Bu süreçte babayı örseleyen çocuktaki Tanrıyı da örseler.
Kadın ve Huzur 2 – Bir arada mümkün mü?
İlk yazıda Bakara 228. Ayetten hareketle modern hayatın kadına, erkeğin “er”liğini kırmayı öğütlediğini anlatmaya çalışmıştık. Devam edelim.
Artist olma hayali ile evden kaçıp, kötü yola düşen eski Türk Filimlerindeki iyi niyetli saf kızı oynuyoruz. Modern, çağdaş, kültürlü, zengin, başarılı, üst düzey biri olmak için çıktığımız yolda aileyi, çocukları, akrabaları, komşuları, ihtiyarları ve huzuru kaybediyor, elimizde antidepresanlar yalnızlık içinde çırpınıyoruz.
İslamcı bir gazetenin Pazar ekinde güzide bir ablamız Modernist jargonu sahiplenip uzun uzun anlatıyor; “.. kadınlar evlere hapsolmamalı ….. güçlü olmalı,………. ayakları üstünde durabilmeli…”
Modernist Protestan medya, kadının “eve hapsolmaktan” kurtulup iş sahibi olduğunda Merkel veya Angelina Jolie gibi bir şey olacağını düşündürtüyor. Lakin kadınların çok büyük çoğunluğu için “eve hapsolmaktan” kurtulmak demek, bir fabrikaya, bir ofise veya bir tezgaha mahkum olmak demek. Ama oralar hapishane değil, özgürlük(!) alanları. Bir hastahanede veya konfeksiyon atölyesinde 12 saat mesai yaptığınızda özgürlüğün zirvesine ulaşmış “evde hapsolmaktan” kurtulmuş oluyorsunuz.
Medya, aile içi zulüm örneklerini büyütüp, tekrarlarla gözümüze sokup ev hanımlarının berbat bir hayat yaşadıkları algısını yerleştirmek için çırpınıyor. Ama hanım efendilerin sanayide, fabrikada, otelde, temizlikte çalışırken karşılaştıkları sıkıntıları, tacizleri, meslek hastalıklarını özenle gözlerden kaçırıyor. Eve hapsolmaktan kurtulup memur, işçi olabilenlerin Cennete kavuştukları algısını yayıyor. Para için çalışmayı öyle kutsal bir şey sayıyor ki; eğer fuhuşu bile para karşılığı yapıyorsanız fahişe olmuyor, seks işçisi oluyorsunuz. Seks işçisi olduğunuzda medyada eve hapsolmuş kadın kadar horlanmıyorsunuz.
Ev hapishane olursa, özgürlük için aşılması gereken gardiyan kim oluyor?
TV’lerden her gün onlarca eğitmen, kadının güçlü olması gerektiğini anlatıyor. Ama kadının kime karşı güçlü olacağı, kiminle güç yarışına ve hesaplaşmaya gireceği söylenilmiyor.
Patronuna, müdürüne, şefine veya müşterisine karşı mı?
Olur mu öyle şey?
Kadın, kocasına veya babasına karşı kışkırtılır, patronuna karşı değil. Ki kolayca “er”ini/gardiyanını aşıp bir tezgah başında, bir vergi dairesinde veya çamaşırhanede patronlarına hizmet edip özgürlüğün tadına(!) varabilsin.
Hükümetlerin zenginleşmek için aceleleri var. Üstelik insanlığın zirvesinin Batı Aklı olduğuna emin olduklarından, Batılı Protestan aileden daha iyi bir aile modelinin olabileceğine inanmıyorlar. Bu nedenle Kadın ve Aile Bakanlıkları üzerinden topluma zengin Batının Protestan aile modelini dayatıyor, projelere kredi veriyor, reklam kampanyaları düzenliyor, bilinçaltı mesajlar yüklü filimler çekiyorlar.
Fabrikaları kadın işçilerle doldurabilmek için aile yapısı ile oynayanların bunca dağılan ailede, perişan olan çocukta, cinayetlerde hiç mi dahli yok? Bütün her şey, durup dururken manyaklaşan kocaların suçu mu? “Neden manyaklaşıyorlar, neden ailenin sorumluluğundan kaçıyorlar?” sorusunu sormak arı kovanına çomak sokmak gibi. Üstelik bir sürü “kadın severin” (?) aşağılamasına maruz kalmak cabası.
Halbuki Modern hayat “kadın”ı sevmiyor, yüceltmiyor. Aşağılıyor. Kadını erkekler gibi olmaya, erkeksileşmeye, sertleşmeye, mücadeleciliğe zorluyor. Başarılı kadın, “Erkeklerle yarışabilen kadındır.” Diyor. Ama erkeklerle yarışabilen kadında “kadınlık” kalmıyor. O bir “erkeksi” oluyor. “Erkeksi” kadın iş dünyası için çok faydalı ama huzurlu bir evlilik için değil. Çünkü, “homoseksüel-kadınsı” bir erkekle beraber olmak kadın için ne demekse; “erkeksi” bir kadınla beraber olmak da erkek için o demektir.
Modernist söylem, kendi erkeğinin yanında kadınlığını koruyabilen kadını aşağılıyor. Cilvesi, işvesi, itaati, yumuşaklığı yani kadının, “kadın halleri” aşağılanarak hor görülüyor. Bunlar dışarıdaki erkeklere sunulabilecek meziyetlere dönüşüyor. Kendi evinde güçlü, mücadeleci, itaatsiz, işvesiz, cilvesiz, erkeksi bir hanımefendi dışarı çıkarken süslü, bakımlı, kibar, anlayışlı bir hanım efendiye dönüşüyor.
(Bu, “kadının” başkalarının erkeklerinin hizmetine çağrılması değil midir? Karısının/kızının başka erkekler için süslenmesinin normal olduğunu kabul eden erkek Modern ve Çağdaş erkek olarak sunuluyor. Eğer karınızın/kızınızın başka erkeklere süslenmesinden rahatsız oluyorsanız, korkarım ki siz bir “barbar”sınız.(!))
Evinde işvesini yitirmiş, sertleşmiş, güçlenmiş, idareyi eline almış kadın; “evinin erkeği olmuş” kadın demektir. Ama bir eve iki erkek fazla geleceğinden; yeri işgal edilmiş olan erkek ya kadınsılaşmayı ya da kadınla savaşı kabul etmek zorunda kalır. Genelde ikisini de kabul etmeyerek kaçar ve ailenin tüm yükü kadına kalır. Sonuçta kaybolan huzurdur.
Modern zamanlarda Müslümanlar için Aziz Kur’an referans kaynağı olma yetisini kaybettiğinden kurulan aileler Modernist Protestanizmin etkisi altında kuruluyor. Her ne kadar ayetler farklı yönleri işaret etse de her yönden saldıran uzmanlar bizi Amerikan Protestan aile modeline ikna ediyor.
Halbuki Aziz Kur’an’ın tavsiyeleri anladığım kadarı ile farklı yönde;
“……..Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi(kavvam) ve koruyucusudur. Salih kadınlar, gerçekten Allah’ın koruduğu mahremiyeti koruyan sadık ve itaatkâr kadınlardır.” Nisa 34
(Aman Allah’ım düzeltilmesi gereken, Aziz Allah’ın yanlış buyurduğu (haşa) bir ayet daha. Hemen, hiç vakit kaybetmeden, acilen ufku geniş hocalarımız bu ayete de Batı’ya göre ayar vermeliler.)
Nisa Suresindeki bu ayet, daha önce bahsi geçen ayetin tefsiri gibidir. Erkeği kadının üzerine (aileye) “kavvam” (Yönetici) tayin ettik. Kadınların hayırlıları mahremiyetlerini koruyup itaatkar olanlarıdır. Diyor.
Kadim İslam toplumlarında kadınların erkeklerin ardında yürümeleri; Kur’an’ı ciddiye almış, “erkek bir adım öndedir” ayetini fiziken de hayata geçirmeye çalışan toplumdan bir fotoğraftır. Yine kadınların kocalarına “Efendi” veya “bey” diye hitap etmeleri, vahyi ciddiye alan bir toplumda kadının erkeğin kavvamlığına gösterdiği saygı ve hürmettir.
30-40 sene önce, kadınlarının kocalarına isimleri ile “HASAANNN” diye hitap etmesi mümkün değildi. Bugün hanımefendiler kendilerini zorlasalar da kocalarına böyle hitap edemezler. Çünkü TV’lerden Amerikan Protestan aile mantığı üzerine şekillendirildik.
TV’lerdeki rol model kadınlar; aile içinde kocalarına karşı güçlü, asi, buyurgan, yöneten, kontrol eden, kocasına “HASANNNN” diyen kadınlar. Bizde etkileniyor ve onları taklit ediyoruz.
Ama o rol model kadın iş yerine gidince değişiyor. Patronlarına karşı son derece saygılı, hürmetkar, itaatkar, sadık, emre amade ve “Hasan Bey, Buyrun efendim.” diye hitap eden bir kadın oluveriyor. Evde kocasına itaat etmeyi zül kabul eden artist kadın, patronundan emir almaktan hiç gocunmuyor. Biz bunu da filimlerde görüyor ve taklit ediyoruz.
Patronunu “BEY” kabul edip, itaate ve saygı göstermeye çağrılan kadın, kocasına karşı mücadele ve seviyesiz bir ilişkiye yönlendiriliyor. Aileye nasıl bir ateş saldıkları umurlarında değil.
Kocaya “Bey” ya da “Efendi” demekle saygı mı olur, bu samimiyettir vs diyerek itiraz edeceklerde çıkacaktır. Lakin hanım efendiler aynı samimiyeti patronlarına, müdürlerine gösterip “HASANNNN” diye hitap edemiyor. O zaman saygısızlık oluyor.
Yönetene saygı gösterilir. Erkek artık kavvam/yönetici değil ki; ona saygı gösterilsin. Çünkü Modernist Protestan ailede yönetici/kavvam erkek değildir. (Kadında değildir.)
Erkek kavvamlığını terk etmeye ikna edildi. Kadın erkeğin kavvamlığını tanımamaya. Artık kadın ve erkek birbirine eşim diyor. Eşimin eşiyim – eşitiyim ben diyor. Eş-itler arasında yöneticilik mi olur? Orada ancak kimin dediği olacak mücadelesi olur.
Demiştik ya İslam aileye referans olamıyor diye.
Geylani Efendinin, “Ailede huzur”u anlatırken üzerinde durduğu ikinci ayet Bakara Suresi 187. Ayet ; “Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbise gibisiniz.”
Çok uzadı. Nasip olursa bir sonraki yazıda “elbise / örtü meselesi”ne gireriz.
Bir önceki yazıda; Modern Zamanlar Ailesine Aziz Kur’an’ın referans olamadığını anlatıp, bu ailenin çocuğunu kreşe, yaşlısını huzur evine, kendisini de işyerine mahpus etmeyi “özgürlük” saydığını, prestij kabul ettiğini, erkeğin kavvamlığını terke, kadının da kocası ile savaşa ikna edildiğini, artık “BEY”lerin patronlar, müdür ya da müşteriler olduğunu,bütün bunların patronlara daha fazla ve ucuz işçi temini için yapıldığını anlatmaya çalışmıştık.
Devam edelim;
Baba, evin hürmet edileni olma vasfını yitirdi. Annenin hürmet etmediği babaya çocuklarda hürmet etmiyor. Çocuklar büyüklerinden huy kapıyor, anneleri gibi babalarına, babaları gibi annelerine davranıyorlar. Hürmetsizce.
Modern zamanlar insanı, tapıyorum dediklerine bile hürmet etmeyi zül görüp, kompleks ediniyor. İlme, alime, hocaya, öğretmene, ihtiyara hürmet edemediği gibi kocaya, babaya, anaya da hürmet edemiyor. Kendi üzerine almadığı hürmet hırkasını, çocuğunun kendi kendine örüp, sırtına geçirmesini bekliyor. İmkansızı istiyor.
Hürmet etmenin kıymet bulmadığı evde sevgi de kalmıyor.
Çünkü insan hürmet etmediğini uzun süre sevemiyor.
Rivayet odur ki; Leheb Suresi indiğinde edeplilerin şahı Hazreti Resul (sav) sahabeyi toplayarak “İkrime’nin yanında bu sureyi açıktan okumayın.” Diye rica ediyor. Bu babasına değil, İkrime’ye (ra) gösterilen hürmettir. Karınızı ya da kocanızı, hürmete layık görmüyor olabilirsiniz. Kocanıza ya da karınıza değil, kendi çocuklarınızın babasına/annesine saygı gösterin. Bu çocuğa hürmettir. Af buyrun, köpeğe bile sahibinin hatırına hürmet edilir.
Peki; kütle, çocuklarını başkalarının terbiyesine bırakmaya, kadınlarını başkalarının kocalarının hizmetine vermeye, ihtiyarlayacaklarını bile bile ihtiyarları evden atmaya neden razı oldu?
Elbette daha fazla para, daha konforlu bir hayat, daha yüksek statüler için. Ve desinler var yaaa.. Desinler ya da demesinler için. (Ahhh gösteriş! Hangi ara haram olduğunu unuttuk senin.)
Bunlar Şeytan’ın (Kapitalizmin-ParaTapıcılığın) oltasındaki yemler. Kim bu zokalara direnebilir? (Salih kullarımı kandıramazsın[i].)
Ancak Şeytan, kime doğruyu söylemiş ki?
O sadece hayal satar. Ve insan hayallerinin kölesidir.[ii]
Bu hayalleri almak için Şeytan’a ödenen bedelin ismine “Huzur” denilir. (Ki şifası kanaattir.)
Bunlar insana huzur vermez. “Huzur” maddenin insana verebileceği bir şey değildir. Çünkü huzurun kökü maddede değil, manadadır.
Eğer maddede olsaydı sadece zenginlerin yüzleri güler, fakirlerin yüzünden düşen bin parça olurdu. Ancak boşanma, aldatma, depresyon, uyuşturucu, intihar, kararmış yüzler ve surat asıklığı ülkeler zenginleştikçe artıyor. Çünkü mal arttıkça insanın mihneti artıyor, kısmeti artmıyor.[iii]
Bekçilik edilecek, endişelenecek, korunacak varlıkların çokluğu aynı zamanda bitmez cimrilikler, kırılacak kalpler, değiştirilecek semtler, uzaklaştırılacak dostlar, yüzüne bakılmayacak akrabalar demek oluyor.
Soruyor ayet Cehennem’e: “Doldun mu?” diye. “Daha yok mu? “diyor. O doymaz[iv], kanaat etmez, “Tamam yeter, olana razıyım.” demez. Doymamak Cehennemin karakteridir. Bu nedenle;
Cehennemlik, doymak bilmemesinden, kanaatsizliğinden tanınır.
Onlar “başkalarının nasipleri” uğrunda ruhlarını da cesetlerini de Ahiretlerini de çürütürler. Biriktirdiklerinin, yığdıklarının keyfini sürmek başkalarına nasip olur. O mallardan nasipleri sadece, Ahiret’te verilecek hesaptır. O hesabın sıkıntısı bu Dünya’da bile ruha ızdırap verir.
Abdülkadir Geylani(ra), “Ahiretin yerine dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimliği ahirete göre çok azdır.”[v]. ayetini tefsir ederken; Dünya sevgisinin peşine düşüp, kırık kalpler satın almak[vi] yerine mal satın almanın kalpleri “mal/taş”laştıracağına işaret ederek bunun maneviyattan mahrum edilmekle cezalandırılacağını söyler.
Ahiretlerini (manayı) kaybedenlerin manevi iflaslara sürüklediğine işaret edip; “Çünkü Aziz Allah (cc) birine azap etmek istediğinde muhabbet sermayesini elinden alır.[vii]” Der.
Muhabbet giderse geriye kavga kalır. Cidal, mücadele, didişme kalır.
Muhabbetsiz herkesle, her şeyle ve hatta kendisi ile savaşan kavgacı, huysuz ve huzursuz bir varlık.
Köşk gibi evlerde oturan, lüks arabalara binen, banka hesapları şişen ama kocasıyla, karısıyla, çocuklarıyla, anne/babasıyla, akrabalarıyla, komşularıyla 2 dakikalık muhabbetten mahrum, kendi yetiştirdiği çocuğun azabında, ilaç kolik tipler olursunuz, diyor.
Gelelim şu elbise ayetine. “Onlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz.” [viii]
Ayette geçen libas kelimesi hemen hemen orijinal anlamını koruyarak Türkçeye de geçmiştir. Onlar sizin, sizde onların elbisesisiniz.
Elbise/libas insanı soğuktan, sıcaktan, rüzgardan, yaştan, yağmurdan koruyan örtüdür. Yani karı ve koca, çevreden gelebilecek olan belalara karşı birbirlerine siperdirler. Ancak iklim şartları müsait olsa da, insan üzerinden elbisesini çıkarmaz. Çünkü elbisenin tek hizmeti korumak değildir. O gözlerden çirkinlikleri de gizler. Karı ve kocadan, libas olmalarını istediğimizde ondan zevcesinin hata, kusur ve çirkinliklerini örtmesini de istemiş oluruz.
Mükemmel olan Aziz Allah’tır. İnsandan mükemmeli istemek; hem haddi aşmak hem ona zulmetmektir.
Hata “aranılırsa” bulunur. Aramayın. Örtün. Gizleyin.
Ne yazık ki özellikle hanım efendiler, sanki bir maharetmiş gibi beylerinin hatalarını bulmayı, ona hatırlatmayı, çevreye işaret etmeyi ve ısıtıp ısıtıp gündeme getirmeyi maharet sayıyorlar. Bunun nasıl da muhabbeti öldürdüğünü göremiyorlar.
Halbuki, Aziz Kur’an hayırlı kadınların mahremlerini koruyan kadınlar[ix] gördüğü hataları ağyarın önüne sermeyen, örtüp gizleyen, unutturan kadınlar; yani kocasının örtüsü olanlar olduğunu söylüyor.
Bunca lafın hülasası şudur ki;
TV’lere inanmayın. Onlar daha çok ve ucuz işçi için bizden karılarımızı, kocalarımızı, çocuklarımızı, ihtiyarlarımızı, akrabalarımızı, komşularımızı istiyor. Vaadleriyle huzurumuzu çalıyorlar.
Bunun yerine İlahi kelama kulak verin ve unutmayın.
Aziz Allah “Kendine güvenenleri sever.” Aziz Allah’a TV uzmanlarından daha fazla güvenin. O güvene daha layıktır. Hiçbir patrondan rüşvet veya reklam parası almaz. Hiçbir medya grubunun tesirine girmez. Hiçbir menfaat uğruna sizi zarar verecek olana yönlendirmez.
Kocanızı “Bey” edinin ve ona hürmet edin. Bir ömür sizinle olacak “Bey”inizle liderlik mücadelesine girip evi ateşe vermeyin. Ona itaat etmeyi kompleks edinmeyin. Onun hatalarını, kusurlarını bulup ortalığa sermeyin.
Bunu yaparsanız hem evinizin “kadını” hem “huzur”u olursunuz.
Bunu erkek yapamaz. Gücü de becerisi de yetmez. Dilerse kadın yapar.
Bunları yaparsak belki; çift maaşın keyfi, tapındığımız markalar, statülerimiz, yeni model arabalarımız, birkaç kat dairemiz, lüks otellerde tatillerimiz vs olmayacak. Medyanın şişire şişire başımıza bela ettiği kibirimiz, her tatmin ettiğimizde biraz daha yalnızlaştığımız egomuz feryadı basacak.
Ancak bizim sözümüz, bütün bunları huzur içinde içilecek bir bardak çaya değişmeyeceklere.
Diğerlerinin istediğini TV uzmanları satıyor.
Hep kadınlara söyledin diyenlere;
1- Kadının hürmet etmeyip “Er”liğini kırdığı erkeğini kendi ciddiye almazken, biz niye ciddiye alalım?
2- Kadın merkezli toplumlarda, toplumu terbiye eden kadındır. Kadını yönlendiren toplumu da yönlendirir. (TV filimlerinin ana hedef kitlesi neden kadındır?)
Üstelik,
“Erkeği kim yetiştiriyor?”
Ahmet H. Çakıcı
[i] SAD Suresi 83. Ayet
[ii] Şemseddin Yeşil
[iii] Şemseddin Yeşil
[iv] Şemseddin Yeşil
[v] Tevbe Suresi 38
[vi] Şemseddin Yeşil
[vii] Şemseddin Yeşil
[viii] Bakara Suresi 187.
[ix] Nisa Suresi 34. Ayet
Ahmet H. Çakıcı
Aldığım yer:http://ahmethakancakici.blogspot.com/2016/10/kadn-ve-huzur-bir-arada-mumkun-mu-1.html?m=1
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…