Izdırabın Manası
İnsan hayatında en sürekli hâdise ıztıraptır. Bir mânada insanın bütün hareketleri, ıztıraptan korunmak için yapılan hamlelerdir. Halbuki ıztırap insanın en derinlerinden çıkıyor. O, ruh yapısının en derin tabakalarını sarsacak kadar şiddetli darbelerin eseridir, insan kendi iç yapısını tanımaktan, bizzat kendisi ile karşılaşmaktan korkuyor; hayatının her safhasında başka bir tarzda kendinden kaçıyor. Iztırap, sadmesinin şiddeti ile, içimize kapatıp her tarafını yabancılarla sımsıkı örttüğümüz asıl varlığımızı, bizden gizlenen bizi ortaya çıkartıyor ve bizi geçici hazlar ve yabancı kuvvetlerle bilenen, haldeki irademizin karşısına koyuyor. Bu asıl bizim, bu suni bizim yüklendiği vehimler ve benliğimizi hiçbir zaman doyurmadıkları halde ona sürekli musallat olan isteklerin yıkıcı darbeleri altında ezilişini yaşatıyor. Lâkin bu eziliş, onun dirilişi, onun ayaklanması, onun bizdeki yabancıya meydan okuması ile sonuçlanıyor. Böylelikle dıştaki kabuk parçalanmış oluyor ve bizde gizlenen gerçek bir hayata kavuşuyor.
Iztırap, insanda kalbin varlığına ilk alâmettir ve onun dost gibi karşılanması kalbin şaheseridir. Herşeyi kaybetmede en büyük kazancı arayan kalp, böylelikle büyük muradına ermiş oluyor. Zira “sevilen kaybedildiği zaman ruh göklere yükselir.” Iztırabın bizdeki bütün yabancıları fedaya kabiliyetli kudreti, insanı insanların üstüne yükseltiyor. Her çeşit fedakârlık onca bağışlayıcı bir gülümseyişten fazla bir şey değildir. Hem de bu en büyük cesarettir. Denizlerin ortasında kaldığı halde altındaki tekneyi ve kürekleri de kime olursa olsun hemen bağışlamakta tereddüt etmeyen insanın fedakârlığı gerçekte aklın kabul etmeyeceği bir cesarettir. Lâkin o, ıztırabın en ufak sadakasıdır. Iztırap kendi sahibinin sevgilisidir. Onun uğrunda sebebini bilmese bile, herşeyi feda etmemek elinde değildir. Iztırap, insanın en çok sevdiği varlıktır. İnsan ıztırapla sevdiklerinin hepsinden ziyade ıztırabı seviyor. Ondan koparak ayrıldığımız zaman varlığımızdan bir parçanın koptuğunu duyuyoruz. Öyle ki, onun yerini başka hiçbir şey dolduramıyor. Iztıraplann hatırası kadar canlı ve onlar kadar geçmiş hayatımıza mâna verebilen hatıralarımız yoktur. Çünkü benliğimize en derinden bağlanan ıztırabın eserleridir. Iztırap çekmek varlığımızın çok derinlerine gömülü ince bir kılıcı ondan çekip çıkarmak gibi tahammülü zor bir hâdisedir. Lâkin onu çıkarmakla asıl benliğimizi elde ediyoruz. Onda bir kavuşma ve vuslatla beraber bir ölüm ve sayısız kayıplar bulunuyor. Suni benliğimizin isteklerini feda ederken derinlerdeki gerçek benliğimize kavuşuyoruz; onunla tanıdığımız hakikattir. Musset’nin dediği gibi “insan bir çıraktır, ıztırap onun üstadıdır ve hiç- kimse ıztırap çekmedikçe kendini tanıyamaz.” Böylece ıztırap- ta, bir ölümle bir doğum aynı anda, aynı ruhta birleşiyorlar. Kolay bir ölümle çok ağır bir doğum.
Iztırabı yaratan ulvî ve İçtimaî engelleri birer birer ortadan kaldıran insan, yok oluyor. Kolaylıkla ve bollukla elde edilen hazlar, önce şuuru uyuşturuyor, sonra kalbi harap ediyorlar; sonunda iradenin engelleri aşan gücünü yok ediyorlar; insan diye ortada kalan varlığın, sade hazlarını devşiren otomatik bir yapıdan farkı kalmıyor. Düşüncenin azameti ile iradenin sonsuzluğa götüren gücünü hazırlayan ıztıraptır. İnsanın verici ve yaşatıcı kuvvetinin kaynağı ondadır. Iztırabın yaratıcılığı, İsa’nın son nefesinden çıkarak insanlığa yayılan asırların tüketemediği hayat aşkıdır. Çok kere ölümü de unutturan hayat aşkımızın hedefi bütün varlıkların ıztırabını çekmektir. Her varlığın yanında yaşayarak herşeyin ıztırabını çekmekten bir türlü doymuyoruz. Varlıkla ilk ve kendi kendimizi aldatan temas, zevk verici oluyor. Ancak irade, zevkin temas ettiği noktayı derinleştirip kazıyarak aynı yerde elem çukuru açıyor ve orada uçsuz bucaksız acılan tatmaktan doymuyor. Her zevkin sonu elem oluyor ve insan zevki sade tadıyor, lâkin acıyı sömürüyor.
İnsanlığın büyük haraketlerini yaratan ıztıraptır. Dinler ve sanatlar, tarihin kaydettiği parlak medeniyetler ıztırabın şaheserleridir. Peygamberler ümmetlerinin ıztırabını yüklenerek kurtuluş vadini Allah’tan getiren büyük muztariplerdir. Büyük sanatkârlar da dünyamızın bahtiyarları değillerdir. Yunus’tan Akif e, Fuzulî’den Dostoyevski’ye kadar bu insanüstü kafilenin sahip olduğu büyük ve âdeta İlâhî imtiyaz, onların büyük ıztıraplarıdır. Iztırap, hepsinin yaratıcılıklarının dokunulmaz berâtıdır sanki.
Iztırap, hayatımızda en umumi hâdisedir. İnsan kendinde iradenin varlığım hissettiği anda bilinmez bir varlığın ıztırabını da hissediyor gibidir. Denebilir ki, istemek ıztırap çekmektir. Kâinatta ilk olan kuvvet, insanda ıztırap halinde gözüküyor. Bizde bir ruhun varlığını tanıtan şuur, ıztırabın hâlesi ile kuşatılmış bulunuyor. Önce ıztırap çektiğimizi hissediyor, sonra düşünüyoruz ve düşünceye dışımızda bir konu arıyoruz, bizi oyalasın ve içteki mutlak acıyı unuttursun diye. Eşyaya bağlanınca bir an için ıztırabımızı unutuyoruz. Bu bağlılık hazlarla bezendiği nisbette acıdan uzaklaşıyoruz. Büsbütün kendi dışımıza çıktığımız zaman “mesuduz!” diyoruz. Ancak bu bir anlık kendimizden kurtuluş, gerçek kurtuluş olmuyor. Eğer o sürekli olursa insanlığımızdan çıkıp basamak basamak, hayvanın hatta bitkinin hayatına yaklaşıyoruz. Günün birinde bu bölgede yaşanan bir başarısızlık bize derhal kendimize iade ediyor ve şifa bulmaz ıztırabın kucağına fırlatıyor.
Neticede kendimizden kaçma bizi kurtaramıyor. İcabediyor ki, kendimizden çıkıp mutlakın kucağına sığınalım. Halbuki o mutlak kendimizde, kendi içimizdedir. Kurtuluş, eşyadan gelip de bizi oyalayan bir oyuncak halinde servetten, devletten, ikbâlden, ilimden, zevkten ve bol yaşamak iradesinden doğunca gerçek ve doyurucu olmuyor. Aynı zamanda akıbetsiz olan böyle oyuncakla oyalanma hazları, duyulan bir zaman için oyalıyabiliyor. Sadece birer maskeden ibaret olan bu doyumların arkasında hepsinin ve hayatın gayesizliği Yokluğun içimizdeki dehşetini bir türlü ortadan kaldıramayan bu doyumlar, insanı mütemadiyen bölüyor ve küçültüyorlar.
Kalp daralıyor, yaratıcılığın kaynaklan kuruyor ve insan bunların en kuvvetlisini yaşadıktan sonra batan bir geminin enkazına yapışarak bir parçayı elinden kaçırınca öbürüne yapışan, denizlerde çırpman zavallının haline geliyor. Iztırap ruhu bu sefaletinden kurtarıcı eldir. İnsan dünyada birçok şeyleri istiyor. Lâkin bütün bu istediklerinin birleşerek gösterdikleri ortak gayeyi aradığı zaman boşlukta kalıyor. Onu gerçek gayesine götürecek dostu bulmak için mutlaka bir ıztırabı seçmesi gerekiyor.
Birçokları, kendilerine İlâhî lütuf olan ıztırabı değerlendirmeyip varlıklarından iterek kendisine el uzattıkları fâni hazlarla zehirlendiler. Geçici tatminler onları boğdu, yine de onlar kendi katillerini kendilerinde arayacak yerde dışarıda aradılar. Mutlaktan ve sonsuzluktan yüz çevirmek için cemiyetin süsleyerek insanlar arasında yaşattığı izafi ve itibarî değerlere bağlandılar. Bu yüzden hayadan içten zehirlenmeyi andıran sürekli ve içsel bir vicdan azabından ileri gitmedi. En sevdiği hasretine kavuşunca onunla sarılıp kucaklaşır gibi ıztıraplarına sarınarak onu kutsallaştırabilenler, ebedî hayatlanna dünyada iken başlamış olanlardır. Bu yolda yürüyenlerden Yunus din velisi, Fuzulî aşkın kahramanı, Namık Kemâl ve Mehmet Âkif millet velisi oldular.
Iztıraptan kaçarak hayatının her halinde hazza koşmak isteyen halk bile onlara hayrandır. Çünkü, farkında olsun olmasın, insanın asıl mayası ıztıraptır. Iztırap, telkinini mutlaka damarlarımıza aktaran ahlâk hocamızdır. Gerçekte insan ruhunu en fazla katılaştıran ve zehirleyen hırslarla hasetlerin harabettiklerî kalbi, ıztıraptan başka ne tedavi edebilir? Geçirilen bir hayatın paylaşılmış acılarına dayanmayan dostluk, çürük ve temelsiz olduğu gibi, ıztırapsız yapılan dua şarlatanlıktır. Iztırap, harisiz, sözsüz, sessiz konuşabilen kalbin dilidir. Onun diliyle, canlılarla, cansız varlıklarla, mazi ve mekân ile, sonsuzlukla konuşabilenler vardır ve onun belâgati bizim zâhir dilimizi sonsuz bir şekilde geçmektedir. Iztırap, kabul olunan içsel dualarımızın dilidir; bütün gerçek ibadetlerin üslûbudur. İnsanı insan yapan kahramanca karşılanmış ızdıraplardır. Iztırap insanı, yaratıkların son halkasında ilahi varlığın eşiğine ulaştırarak belki bir gün bu kapıyı da açtırcak olan kutsal kuvvettir.
Nurettin Topçu,Var Olmak