İsrânın Mâhiyeti,Mi’râc’ın Ruhla mı, Bedenle mi Olduğu?

images-2 İsrânın Mâhiyeti,Mi'râc'ın Ruhla mı, Bedenle mi Olduğu?

Sahabe ve tabiîn ile diğer İslâm âlimleri, İsrâ olayının sadece rûh ile mi, yoksa hem ruh hem beden ile mi meydana geldiği konusunda ihtilâf etmiş ve bu hususta üç farklı görüş ortaya koymuşlardır.

Mi’râc Uykuda mı Oldu?

Birinci Görüş: Bazıları; peygamberlerin rüyâsının bir gerçek ve bir vahiy olduğunu kabul etmekle beraber, Mi’râc’ın sadece rûh ile yani uy­kuda meydana geldiğini söylemiştir. Sahabeden Muâviye bin Ebî Süfyân bu görüştedir.

Hasan-ı Basrînin de bu görüşte olduğuna dâir bir rivâyet varsa da, si­yer ve megâzi âlimi Muhammed ibni İshâk’ın (v.151/768) belirttiğine göre, Hasan-ı Basrî bunun tam aksini söylemiştir.

Mi’râc’ın rüyâda olduğunu söyleyenler şu âyet-i kerîmeye dayanmak­tadır:

“Mi’râc’ta sana gösterdiğimiz o görüntüleri insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60)

Şerh:”Mirâc hadisesinin müminlerin imanını,kâfirlerin de inkârını artırması, Müslüman olduğunu ileri sürenlerden bazılarının dinden dönmesi bu olayın tam bir fitne (deneme vesilesi) olduğunu göstermektedir. Bazı âlimler Mirâc’ın iki defa meydana geldiğini, birincisinin, Resûlullah Efendimiz’i bedeniyle yaptığı asıl Mi’râca hazırlamak için rüyâda olduğunu söylemişlerdir.”

Mi’râc’ın rüyâda olduğunu söyleyenlerin bir diğer delili, Hz. Âişe radıyallahu anhânın: “Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bedeni­nin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” dediğine dâir rivâyetidir.(İbni İshâk, es-Sîre, s. 274, nr. 462)

Onların bir başka delili de, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin Mi’râc’ı anlatmaya “Ben uykudayken.” diye başlamasıdır.

Bir diğer delilleri de, Enes ibni Mâlik’in Mi’râc’ı anlatırken “Resûlullah Mescid-i Haram’da uyurken” diye söze başlaması, Efendimiz’in de sözü­nü: “Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım.” diye bitirmesi­dir.(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517)

Şerh:’‘Bu rivâyette, Resûlullah “daha peygamber olmadan önce” kendisine üç meleğin üç ayrı günde geldiği, Cebrâil  aleyhisselâmın onun kalbini yarıp temizlediği, sonra da Mirâc a çıkardığı anlatılmaktadır.”

Mi’râc Uyanıkken mi Oldu?

İkinci Görüş: Ashâb ve tâbiînin büyük çoğunluğu, Miracın uyanık­ken ve bedenle meydana geldiğini kabul etmiştir. Doğru obrt da budur. Bu görüşü ashâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbâs, Câbir ibni Abdillah, Enes ibni Mâlik, Huzeyfe İbnü’l Yemân, Hz, Ömer, Ebû Hüreyre, Mâlik ibni Sa’sa’a, Ebû Habbe el-Bedrî, Abdullah ibni Mes’ud benimsemiştir.

Tabiîn âlimlerinden de Dahhâk ibni Müzâhim, Saki ibni Cübeyr, Katâde bin Diâme es-Sedûsî, Saîd ibni Müseyyeb, İbni Şihâb ez-Zühıl Abdurrahmân ibni Zeyd ibni Eşlem, Hasan-ı Basıl, İbrâhim en-Mehal. Mesrûk ibni Ecdâ , Mücâhid ibni Cebr, İkrime el-Berbetl ve ibni Cüreyc bu görüştedir. Bu, aynı zamanda Hz. Âişe’nin görüşünün de delilidir.

Şerh:”Bir sonraki bahiste görüleceği üzere Kâdi İyâz» Hz, Âişe’nin görüşünü şöyle ifâde etmiştir: “Hz. Âişenin, Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrılmadığını söy­lemesine gelince; o bizzat yaşadığı bir olaydan söz et­memiştir. Çünkü Hz. Âişe, Mi’râc olayı meydana gel­diğinde henüz Resûl-i Ekrem ile evlenmemişti; üstelik o sıralarda, henüz duyduğunu aklında tutacak yaşta da değildi. Mi’râc olayının meydana geldiği zaman konusundaki farklı görüşleri dikkate alırsak, belki de o sırada henüz doğmamıştı. Çünkü Mi’râc, İbni Şihâb ez-Zührî ve onun görüşüne taraftar olanlara göre, pey­gamberlikten bir buçuk yıl sonra (milâdî 611 yılın­da) Mekke’de meydana gelmiştir. Hz. Âişe ise (milâdî ) 614’te doğduğuna göre) hicret sırasında sekiz yaşlarındaydı.”

Hz. Âişenin, “Mi’râc olayı uykuda meydana gelmiştir” dediğini kabul eden âlimlere göre, Kadı İyâz’ın yukarı­da geçen: “Bu aynı zamanda Hz. Âişe’nin görüşünün de delilidir” cümlesinde bir düşüklük olduğunu söylemiş­ler ve bu cümlenin “Ve hüve delîlün alâ ademi sıhhati kavli Âişe: Bu âlimlerin kanaati, Hz. Âişe’nin görüşünün sahîh olmadığını gösterir.” şeklinde olması gerektiğini belirtmişlerdir.”

Bu görüş, aynı zamanda İbni Cerîr et-Taberî, Ahmed ibni Hanbel ve Müslümanlardan büyük bir grup ile daha sonra gelen fıkıh, hadis, kelâm ve tefsir âlimlerinden büyük bir çoğunluğun da görüşüdür.

İsrâ Uyanıkken, Mi’râc Uykuda mı Oldu?

Üçüncü Görüş: Daha başkaları da Mi’râc’ın, Kabe’den Beytü’l-Makdise kadar olan kısmının bedenle ve uyanıkken meydana geldiğini; Beytü’l-Makdis’ten semâya olan kısmının ise rûh ile yapıldığını söylemiş­tir. Bu görüşte olanların delili şu âyettir: “Bir gece kulu Muhammed’i, Mescid-i Harâm’dan alıp Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü kusur­dan ve ortaktan münezzehtir.”(İsra,1) Onlara göre âyetteki “Mescid-i Aksâ’ya kadar” ifâdesi, hem Allah’ın yüce kudretine hayranlık duyulan gece yolcu­luğunun (Isrâ’nın) en son sınırının Mescid-i Aksâ olduğunu göstermekte, hem İsrâ olayı ile kendisine büyük şeref bağışlanan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem övülmekte, hem de bu olay vesilesiyle onun üstün değeri dile getirilmektedir.

Bu üçüncü görüşü paylaşanlar şunu da söylemiştir: Eğer Mescid-i Aksâ’dan sonra devam eden Mi’râc hâdisesi Resûlullah’ın bedeniyle vuku bulsaydı, Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bunu da zikrederdi; o zaman Allah’ın Elçisi daha çok övülmüş olurdu.

Mi’râc’ın uyanıkken ve bedenle meydana geldiğini söyleyenlerle, Beytü’l-Makdis’e kadar bedenle olduğunu söyleyenler Resûl-i Ekrem Efendimiz’in Beytü’l-Makdis’te namaz kıldırıp kıldırmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir.

Enes ibni Mâlik ve başka sahâbîlerin rivâyet ettiği hadislerde Peygam­ber aleyhisselâmın Mescid-i Aksâ’da namaz kıldırdığı belirtilmiştir.

Huzeyfe İbnü’l-Yemân (ö. 36/656) ise böyle bir şey olmadığını belirte­rek şöyle demiştir:

“Allah’a yemin ederim ki, Resûl-i Ekrem ile Cebrâil, yeryüzüne dö- nünceye kadar Burak’ın sırtından hiç inmemişlerdir.”(Tirmizî, Tefsir 17/17)

Mi’râc, Ruh ve Bedenle Oldu

Bu görüşlerden doğru ve sahîh olanı, en doğrusunu yine Allah bilir. Mi râc’ın baştan sona kadar, Resûlullah uyanıkken, onun bedeni ve rühu ile yapıldığıdır. Âyet-i kerîme, sahîh hadisler ve bunların blrbiriyle mukayesesi de bunu gösterir. Delilleri birbiriyle bağdaştırma imkânı bu­lundukça, metinden anlaşılan mâna bırakılıp mecâza ve tevile gidilmez. Mirâcın, Peygamber Efendimizin bedeni ve rûhu ile uyanıkken olması, aklen ve dinen muhal değildir. Şayet Mi’râc uyanıkken değil de uykuda olsaydı, Cenâb-ı Hak: “Bir gece kulunu Mescid-i Harâmdan alıp Mescidi Aksâ’ya götürdü’ demek yerine, “Bir gece kulunun rûhunu götürdü” der­di. Ama öyle dememiş, “kulunu götürdü” demiştir.

“Göz ne şaştı, ne de haddinden aştı.”(Necm,17) âyet-i kerîmesi de Mi’râc in rûh ile değil, beden ile olduğunu gösterir.

Eğer Mi’râc uykuda meydana gelseydi, bu, Resûlullahın peygamberliğine bir delil ve mûcize olmazdı. Üstelik kâfirler de uykuda meydana gelen böyle bir olayı yadırgamaz, Resûlullah Efendimiz’i yalanlamazlardi; îmân henüz gönüllerine yerleşmeyen yeni Müslümanlar da Mi’râci du­yunca dinden dönmez, kendilerini azaba sürükleyecek büyük bir günahı işlemezlerdi. Çünkü bu tür rüyâlar hiçbir zaman yadırganmaz.

Mekkeliler Mi’râc olayını duydukları zaman, Resûlullah Efendimiz’in bedeniyle ve uyanıkken meydana gelen bir olaydan bahsettiğini anladı­lar. Enes ibni Mâlik’in rivâyet ettiği hadiste geçtiği üzere, Peygamber aleyhisselâmın Beytü’l-Makdis’te, diğer rivâyetlerde ise semâda peygam­berlere namaz kıldırması, Cebrâil aleyhisselâmın ona Burak’ı alıp getir­mesi, göklere yükselip semâ kapılannın açtırılması istendiği zaman, me­leklerin Cebrâil’e “Yanındaki kim?” diye sorması, onun “Muhammed” diye cevap vermesi, Peygamber Efendimiz’in diğer peygamberlerle karşı­laşıp konuşması, peygamberlerin ona hoş geldin demesi, beş vakit nama­zın farz kılınması meselesinde Hz. Mûsâ ile konuşması, işte bütün bunlar Mi’râc’ın uyanıkken ve bedenle meydana geldiğini göstermesi sebebiyle bu olayı duyanlar büyük bir imtihân geçirmişlerdir.

Mi’râc’ın anlatıldığı bir hadiste Resûl-i Ekrem Efendimiz’in: “Cebrâil elimi tuttu ve beni semâya çıkardı.” diye söze başlayıp “Cebrâil beni öyle yüksek bir yere çıkardı ki, orada kazâ ve kaderi yazan kalemin cızırtı­larını duymaya başladım.”(Buhârî, Salât 1, nr. 349) buyurması, onun Sidretül-müntehâ’ya varıp Cennete girmesi ve haber verdiği şeyleri orada görmesi de Mi’râc’ın hem ruh hem de bedenle olduğunu gösterir.

Abdullah ibni Abbâs şöyle demiştir:

“Mi’râc, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemin rüyâda gördüğü bir şey değil, mübarek gözleriyle gördüğü bir olaydır.”(Buhârî, Menâkıbül-Ensâr 42, nr. 3888)

Mi’râc’ın Uyanıkken Olduğunun Diğer Delilleri

Tabiîn âlimlerinden Hasan-ı Basri’nin rivâyet ettiği Mi’râc hadisinde Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ben Hicr’de uyuyordum. Cebrâil yanıma gelip topuğuyla bana do­kundu. Doğrulup oturdum, fakat bir şey görmedim, tekrar uykuya dal­dım.” Peygamber aleyhisselâm bunun üç defa olduğunu belirttikten sonra sözüne şöyle devam etti: “Üçüncüsünde Cebrâil kolumdan tuttu ve beni Mescid-i Harâm’ın kapısına götürdü. Bir de baktım ki, orada bir hayvan duruyor.” Daha sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Burak ile olan yolculuklarını anlattı. (İbni Hişâm, es-Sîretun-nebeviyye (Sekkâ), II, 38.)

Peygamber Efendimiz’in amcasının kızı Ümmü Hânî de Mi’râc ola­yını şöyle anlatmıştır:

“Mi’râc gecesi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem benim evimdeydi. O gece yatsı namazını kılıp bizde uyudu. Sabah namazından biraz önce bizi uyandırdı. O da, biz de namazlarımızı kıldıktan sonra şöyle buyurdu:

‘Ümmü Hânî! Bildiğin gibi yatsı namazını sizinle beraber Mekke’de kıldım. Sonra Beytu 1-Makdis’e gittim ve orada namaz kıldım. Ardından da gördüğün gibi sabah namazını sizinle beraber kıldım.”(İbni Hişâm, es-Sîretü‘n-nebeviyye (Sekkâ), I, 43)

Bu rivayet de Isrâ’nın rûh ile değil bedenle olduğunu göstermektedir.

Ashâb-ı kiramdan Şeddâd ibni Evs’in (v. 58/678) Hz. Ebû Bekir’den rivayet ettiğine göre, Ebû Bekir Mi’râc gecesi Resûl-i Ekrem’e: “Yâ Resûlallah! Dün gece seni aradım, fakat her zamanki yerinde bulamadım” deyince, Allah’ın Elçisi ona, Cebrail aleyhisselâmın kendisini Mescid-i Aksa’ya götürdüğünü söylemiştir.(Bezzâr, Müsned (Mahfûzurrahmân), VIII, 410)

Hz. Ömer radıyallahu anhın rivayetine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Mi’râc’a çıktığım gece Mescid-i Aksâ’nın ön tarafında namaz kıldım. Sonra oradaki kayanın altında bulu­nan mescide girdim. Bir de baktım ki, elinde üç bardak bulunan bir melek orada duruyor.

Şerh:”Meleğin elindeki bardaklar süt, şarap ve bal bardakla­rıydı. Benzeri bir rivâyet, Mi’râc olayının anlatıldığı ilk bahiste şöyle geçmişti: “Mescid-i Aksâ’ya girip iki rekat namaz kıldıktan sonra dışarı çıktım. O sırada Cebrâil bana, birinde şarap, diğerinde süt bulunan iki bardak getirdi. Ben içinde süt olan bardağı aldım. Bunun üzerine Cebrâil bana: ‘Fıtrata uygun olanı seçtin.’ dedi.”

Bu açıklamalar, Mi’râc’ın rüya hâlinde değil uyanıkken meydana gel­diğini açıkça göstermekte olup aklen ve şer’an muhal değildir. Bu sebeple de tevile gidilmeden zâhirine göre yorumlanır.

Ebû Zer el-Gıfârî radıyallahu anhın rivâyetine göre Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem: “Ben Mekke’de iken evimin tavanı yarılıverdi. Cebrâil aleyhisselâm indi. Göğsümü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı.” diye Mi’râc kıssasını anlatmaya başlamış, daha sonra da “Cebren elimden tutup beni semâya çıkardı.” diye sözüne devam etmiştir. (Buhârî, Salât 1, nr. 349, Hacc 76, nr. 1636, Enbiyâ 5, nr. 3342)

Enes ibni Mâlik’in rivâyetinde de Peygamber Efendimiz:  “Beni alıp Zemzem suyuna getirdiler; göğsü­mü yardılar, diye bu olayı anlatmıştır.(Müslim, îmân 260, nr. 162.)

Beytü’l-Makdîs Gözlerinin Önünde

Ebû Hüreyre radıyallahu anhın rivâyetine göre de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Mi’râc dönüşü kendimi Kâbe’de Hicr mevkiinde buldum. Mekkeliler bana İsrâ seyahatinde gördüklerimi soruyorlardı; hâfizamda iyice tutama­dığım şeyleri anlatmamı istiyorlardı. Hayatımda hiç olmadığı kadar büyük bir tedirginlik ve üzüntü yaşadım. Derken Allah Teâlâ aradaki engelleri kaldırıp Beytü’l-Makdis’i gözümün önüne getirdi; ben de ona bakarak Kureyşlilerin sorduğu sorulara cevap verdim.”(Buhârî, Menâkıbu l-ensâr 41, nr. 3886; Tefsir 17/3, nr. 4710)

Mi’râc dönüşünde, Resûlullah’ın gözünün önüne Beytü’l-Makdis’in getirildiğine ve ona bakarak Mekkelilerin sorularına cevap verdiğine dâir Câbir ibni Abdillah radıyallahu anhümâdan da böyle bir hadis rivâyet edil­miştir.(Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 41, nr. 3886; Tefsir 17/3, nr. 4710;)

Hz. Ömer radıyallahu anhın, Resûl-i Ekrem’den Mi’râc’a dâir rivâyet ettiği hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Mi’râc’tan döndükten sonra Hatice’nin ya­nına gittim; o, yanından ayrıldığım vaziyette uyuyordu, daha bir yanından diğer yanına dönmemişti.” (Müttakl el-Hindî, Kenzü’l-ummâl (Sekkâ), XII, 412, nr. 35447.)

 

Mi’râc Uykuda Oldu Diyenlerin Tenkidi

Mirac’ın uyku hâlinde olduğunu ileri sürenler şu âyete dayanırlar: “Mi’râc‘da sana gösterdiğimiz o görüntüleri (rüyayı) insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60) Ve Allah Teâlâ’nın bu olaydan “rüya” diye gözettiğini belirtirler.

Şerh:”Miracın rüyada olduğunu iddia edenler, bu sözle şunu anlatmak isterler: “Görme” işi uykuda olmuşsa, bunun mastarı “rüya’dır; uyanıkken olmuşsa, bunun mastarı da “rü’yet”tir. Âyette rüyâ dendiğine göre, Mi’râc rüyâda ol­muştur. Bunun hep böyle olmadığını Süheylî er-Ravzul- ünüf ‘te (III, 415-416) ispat etmiştir.(Ayrıca bk. Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz [Atâ], II, 112.)

 

“Esra” ve “Fitne” Kelimeleri Ne İfâde Eder?

Biz de şöyle diyoruz: Ayet-i kerîmedeki “Bir gece kulunu götüren Allah” ifâdesi(İsra,1) bu iddiayı reddeder; çünkü uykuda yapılan bir yolculuk için “esrâ: götürdü” kelimesi kullanılmaz.

Bir de, onların delil olarak kullandıkları âyet-i kerîmedeki “insanları sadece sınamak için”(İsra,60) ifâdesi, Mi’râc’ın uyanıkken gözle görülen bir olay, bedenle yapılan bir seyahat olduğunu gösterir. Ayrıca rüyâda görülen bir şey “deneme vesilesi” yapılamaz; rüyâda olup bitenleri de kimse yalan­lamaz. Çünkü herkes rüyâsmda, belli bir zaman diliminde uzak diyarlara seyahat ettiğini görür.

Bununla beraber müfessirler “Mi’râc’da sana gösterdiğimiz o gö­rüntüleri (rüyâyı) insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60) âyetinin tefsirinde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bu âyetin Hudeybi- ye Antlaşmasfnın Müslümanların aleyhinde gibi görünen bazı maddeler ihtiva etmesi ve o yıl Mekke’ye girememenin sahâbîleri üzmesi dolayısıyla indiğini ifâde etmiş, bir kısmı da Peygamber aleyhisselâmın Bedir Gazve­si öncesi gördüğü rüyâ üzerine indiğini söylemiştir.

Şerh:O vakıt ki Allah sana onları ru’yanda az gösteriyordu, eğer sana onları çok gösterse idi korkacaktınız ve kumandada nizâa düşecektiniz ve lâkin Allah selâmete bağladı, çünkü o bütün sinelerin künhünü bilir.(Enfal-43)

 

Ben Uykudayken” İfâdesinin Birinci Anlamı

Mirac’ın rüyâda olduğunu söyleyenlerin ileri sürdüğü delillerden biri de, Resul i Ekrem’in muhtelif hadislerde bu olaydan bahsederken uyku­dan söz ederek “ben uykudayken” demesi, “uyku ile uyanıklık arasında olduğunu” söylemesi(Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, nr. 3207) ve “sonra uyandım”(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517;) ifâdesini kullanmasıdır.

Bunların hiçbiri Mi’râc’ın rüyâda meydana geldiğini göstermez. Ama yanına Cebrâil aleyhisselâmın ilk geldiğinde veya Burak’a ilk bindiğinde ve İsrâ’nın başlangıcında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin uykuda olması mümkündür. Fakat hiçbir hadiste, Mi’râc olayının başından sonu­na kadar Resûlullahın uyuduğuna dâir bir işaret bulunmamaktadır.

Mi’râc’ın uykuda olduğu iddiası, Peygamber Efendimiz’in “Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım.”(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517;)  demesinden çıkarılmaktadır. İnsan çoğu zaman sabahleyin uyandığı için, bu ifâdedeki “uyandım (is- teykaztü)” sözü, “Sabahleyin baktım ki, Mescid-i Haram’dayım.” anla­mında kullanılmış olabilir. Veya Mi’râc’dan evine döndükten sonra tekrar uyuyup uyandığını ifâde etmiş olabilir. Çünkü Mi’râc bütün gece devam etmemiş, gecenin bir bölümünde olmuştur.

Mekkeliler onları şehre sokmadığı için Hudeybiye mevkiinde konaklamış ve orada Mek- kelilerle bir sulh antlaşması yapmışlardı. Hudeybiye Antlaşması’nın İslâmiyet’in lehine olan bazı maddelerini Müslümanların aleyhinde zanneden Hz. Ömer gibi bazı sahâbîler buna çok üzülmüş, Hz. Ömer bu maddeleri kabul etmemesi için Resûl-i Ekrem’e defa­larca başvurmuştu.

 

“Ben Uykudayken” İfâdesinin İkinci Anlamı

‘ Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım” sözünü şöyle anlamak uygun olabilir: Göklerin ve yerin mülk ve saltanaüna dâir gör­düğü harikulade olaylar kendisini sanp kuşattığı, Cenâb-ı Hakk’a yakın olan melekleri müşâhede etmenin ve Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını görmenin manevî zevki onun gönül dünyasına hâkim olduğu için, ancak Mescid-i Haram’a döndükten sonra kendine gelebilmiştir.

“Ben Uykudayken” İfâdesinin Üçüncü Anlamı

Bu konudaki çeşitli rivayetlerin arasını bulmanın ve Mi’râc sadece rûh ile olmuştur diyenleri reddetmenin üçüncü bir izahı şudur:

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in: “Ben Mescid-i Haram’da uyuyordum.” ve “Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım.” hadislerinde ifâde buyurulan uyuma ve uyanma mecazî bir anlatım değil, gerçek mânada uyuma ve uyanma olsa bile, bu, kalbi uyanıkken bedeniyle yaptığı bir gece yolculuğu olup uyanıkken yapılmış bir yolculuktan farksızdır; çünkü peygamberlerin rüyası haktır; onların gözleri uyuşa bile kalpleri uyanıktır.

Sûfiyye şeyhlerinden biri, buna benzer bir görüşe sahip olmuş ve: “Maddî şeylerin onu meşgul etmemesi için Mi’râc sırasında Resûlullah’ın gözleri kapalıydı” demiştir. Fakat peygamberlere namaz kıldırırken Resûl-i Ekrem’in gözlerinin kapalı olması doğru değildir. Anlaşılan Mi’râc sırasın­da Peygamber aleyhisselâm çeşitli hâller ve tecelliler yaşamıştır.

 

“Ben Uykudayken” İfâdesinin Dördüncü Anlamı

Mi’râc’ın uyanıkken olduğunu gösteren dördüncü bir izah tarzı şöy- ledir: Hadisteki “uyuyordum” ifâdesi, yatağıma uzanmıştım anlamında kullanılmış olabilir. Nitekim hadis hâfızı Abd ibni Humeyd’in (v. 249/863) hadis hafızı Hemmâm ibni Yahyâ el-Avzî’den (v. 163/780) olan rivâyetinin bir kısmında, ‘ben uyurken”, bir kısmında “ben uzanmışken” ifâdesinin kullanılması da bunu gösterir.

Hadis hâfızı Hüdbe ibni Hâlid el-Kaysî’nin (v. 235/849) yine Hemmâm ibni Yahya el-Avzî’den olan rivayeti de böyledir. Bu rivayetin bir kısmın­da: “ben Hatîm’de uyurken”, bir kısmında ise: “ben Hicr’de uzanmış­ken” ifâdesi geçmektedir.

Bir diğer rivâyetteki: “Uyku ile uyanıklık arasındaydım”(Buhârî, Bed’ü’l-vahy 6; Müslim, îmân 264.)demesi de onun uyumayıp, uzanmış durumda olduğunu gösterir; çünkü uyuyan kim­se genellikle uzanmış durumda olur.

 

Uykudan Söz Eden Hadis Hakkında

Bazı âlimler, Peygamber Efendimiz’in uyku hâli, göğsünün yanlma- sı, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşması gibi sağlam hadislerde bulunmayan birta­kım fazlalıkların, Medineli tâbiîn âlimi Şerik ibni Ebî Nemir’in (v. 140/757) Enes ibni Mâlik’ten rivâyet ettiği hadiste yer aldığını, bu hadisin de sika râviler tarafından rivâyet edilen hadislere muhâlif (münker) olduğunu söy­lemişlerdir. Çünkü Resûl-i Ekrem’in göğsünün yanlmasından bahseden sahîh hadisler, bu ameliyatın Peygamber aleyhisselâmın küçüklüğünde ve peygamberlikten önce meydana geldiğini ifâde etmektedir. Zâten, Şerik’in Enes’ten rivâyet ettiği bu hadiste de, ’’peygamberlikten önce” ifâdesi bulunmaktadır. Mi’râc’ın peygamberlikten sonra olduğu konusun­da âlimlerin ittifakı vardır.

Bütün bunlar, Şerik tarafından Enes ibni Mâlik’ten rivâyet edilen ve içinde birtakım fazlalıklar bulunan hadisin zayıf olduğunu göstermektedir. Esâsen Enes de, birçok tarikten gelen rivâyetlerinde, Mi’râc hadislerini bizzat Resûl-i Ekrem’den duymadığını söylemiş, hattâ bir defasında Mâlik ibni Sa’sa’a’dan duyduğunu belirtmiş, Sahîh-i Müslim’deki rivâyette: ”herhalde Mâlik ibni Sa’sa’a’dan” diye şüpheli bir ifâde kullanmış, bir defasında da Ebû Zer el-Gıfârî’den rivâyet ettiğini söylemiştir.

Hz. Âişe’nin Rivâyetî Hakkında

Hz. Âişe’nin, Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrılmadığını söyle­mesine gelince; o bizzat yaşadığı bir olaydan söz etmemiştir. Çünkü Hz. Âişe, Mi’râc olayı meydana geldiğinde henüz Resûl-i Ekrem ile evlenme­mişti; üstelik o sıralarda, henüz duyduğunu aklında tutacak yaşta da de­ğildi. Mi’râc olayının meydana geldiği zaman konusundaki farklı görüşleri dikkate alırsak, belki de o sırada henüz doğmamıştı. Çünkü Mi’râc, İbni Şihâb ez-Zührî ve onun görüşüne taraftar olanlara göre, peygamberlikten bir buçuk yıl sonra Mekke’de meydana gelmiştir. Hz. Âişe ise hicret sıra­sında sekiz yaşlarındaydı.

Mi’râc’ın hicretten beş yıl önce meydana geldiğini söyleyenler olduğu gibi, hicretten bir yıl önce meydana geldiğini söyleyenler de bulunmakta­dır. Fakat en doğrusu hicretten beş yıl önce olduğudur.

Bunun delillerini sıralamak sözü uzatır. Zâten konumuz da bu değil­dir. Hz. Âişe Mi’râc hâdisesinde Resûl-i Ekremin yanında bulunmadığına göre, “ Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” sö­zünü, bir başka sahâbîden duyduğu rivâyete dayandırdığı ortadadır. Bu durumda, Hz. Âişe’nin rivâyeti, bir başkasının rivâyetine tercih edilemez. Ümmü Hânî ve başkalarının rivâyetlerinde açıkça görüldüğü üzere, baş­kası da Hz. Âişe’nin söylediğinin aksini söylemektedir.

İnceleyin:  İman ve Kaygı:Allah'a Yakınlığın Uzaklığı

Hz. Âişe’nin: “ Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrıldığını hisset­medim.” sözü, muhaddislere göre, senedinin zayıf olması yüzünden, sahîh değildir; başkalarının Mi’râc konusundaki rivâyeti, Hz. Âişe’nin rivâyetinden daha sahihtir. “Başkalarının rivâyeti” derken, Ümmü Hânı ve Hz. Hatice’nin rivâyetlerini(Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl [Sekkâ], XII, 412, nr. 35417) değil, daha başka sahâbîlerin rivâyetlerini kastediyoruz. Çünkü Ümmü Hânî ve Hz. Hatice’nin rivayetleri sahîh hadis kitaplarında geçmemektedir. Hz. Âişe’nin: “Resûlullah’ın bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” rivâyetini de kastetmiyoruz; zira Mime meydana geldiğinde Peygamber Efendimiz onunla evlenmemişti- onların evlenmesi Medine’de oldu.

Yukarıdan beri zikredilen bütün bu rivayetler Hz. Aişe’den nakledi­len: “Bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim.” şeklindeki rivayetin zayıf olduğunu gösterir. Esasen yine Hz. Aişe’den rivâyet edilen bir başka sahîh hadis de, bu hadisin zayıf olduğunu ortaya koyar. O hadiste Hz. Âişe, Miracın bedenle olduğunu söylemiş, fakat Resûlullah’ın, Rabbini baş gözüyle değil, kalp gözüyle gördüğünü ifâde etmiştir. Eğer Hz. Âişe, Mi’râc’ın bedenle değil de rüyada olduğunu kabul etseydi, Peygamber aleyhisselâmın Allah Teâlâ’yı baş gözüyle gördüğünü reddetmezdi; çünkü Cenâb-ı Hakk’ı rüyada baş gözüyle görmekte hiçbir sakınca yoktur ve buna kimse itiraz etmez.

Şayet: “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”(Necm,11) âyetine bakarak, “Cenâb-ı Hakk’m görülmesinin gözle değil kalple olduğu anlaşılıyor, bu da Mi’râc’ın uyanıkken değil, uykuda olduğunu gösterir.” denirse, buna cevabımız şöyledir: Allah Teâlâ: “Göz ne şaştı, ne haddinden aştı.”(Necm,17) âyetinde görme işinin gözle olduğunu belirtmektedir.

Müfessirler: “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”(Necm,11) âyetini açıklar­ken şöyle demişlerdir: Kalp, gözün görmediğini ileri sürmemekte, tam aksine ayan beyan gördüğünü dile getirmektedir.

Bunu şöyle de ifâde edenler olmuştur: Resûlullah’ın gördüğü şeyi kal­bi inkâr etmemiş, bilakis gördüğünü söylemiştir.

Resûl-î Ekrem’in Rabbini Görmesi

Peygamber Efendimiz’in, Mi’râc’da, Azîz ve Celîl olan Rabbini gör­mesi konusunda sahâbe ve tâbiîn âlimleri ihtilâf etmiş, Âişe radıyallahu anhâ da böyle bir şeyin olmadığını söylemiştir.

Hz. Âişe’ye Göre Gözüyle Görmedi

Tabiîn âlimlerinden Mesrûk ibni Ecda (63/683) şöyle demiştir: Hz.Aişeye:

“Ey mü’minlerin annesi! Muhammed aleyhisselâm Mi’râc’da Rabbini gördü mü?” diye sordum. Bana şu cevabı verdi:

“Söylediğin sözden dolayı tüylerim ürperdi. Sana üç şeyi kim söylerse, hatâ etmiş olur. Sana “Elbette Muhammed Rabbini görmüştür.” diyen kimse, kesinlikle hatâ etmiş olur.” Bu sözün ardından şu âyeti okudu:
“Gözler Onu göremez; ama O gözleri görür. Yarattıklarının ihtiyacını bütün incelikleriyle bilip karşılayan ve her şeyden haberdâr olan O’dur.”(Buhârî, Bed u’l-halk 7, nr. 7234, Tevhîd 4, nr. 7380)
Mesrûk, Hz. Aişe’nin sözünün tamamını söylemiştir.

Şerh:”Sahîh-i Müslim’deki bu rivâyet(Müslim, îmân 287) daha kapsamlı olup şöyledir:Hz.Aişe’nin yanında bir yere yaslanarak oturuyordum.Bana;

Ebu Aişe!Şu üç şeyden birini kim söylerse,Allah’a büyük iftira etmiş olur.’ dedi. Ben:

“Onlar nedir?” diye sorduğumda şu cevabı verdi:

“Muhammed Rabbini görmüştür, diyen kimse Allah’a  büyük iftirâ etmiş olur.” Mesrûk sözüne devamla şöyle  dedi: Ben duvara yaslanıyordum; hemen doğruldum ve:

“Ey Mü’minlerin annesi! dedim. Yavaş yavaş söyle, acele etme! Allah Teâlâ: “And olsun ki, Peygamber, o elçiyi apaçık ufukta gördü”(Tekvir,23) buyurmuyor mu? Bir başka âyette: “And olsun ki, onu başka bir inişinde de gördü.”(Necm,13)  buyurmuyor mu? Bunun üzerine Hz. Âişe şöyle dedi:

“Bu ümmetten, bu konuyu Resûlullah sallallahu aley­hi ve selleme ilk soran benim. O bana şöyle buyurdu: ‘Âyet-i kerîmede (“onu gördü” şeklinde) sözü edilen Cebrâil’dir. Ben onu, âyetlerde zikredilen bu iki yerin dışında, asıl şekliyle görmedim. Semâdan inerken, mu­azzam vücûduyla onun, gökten yere varıncaya kadar her yeri kapladığını gördüm.’ Ve Hz. Âişe sözüne şöyle de­vam etti:

“Sonra sen Allah Teâlanın ‘Gözler O’nu göremez; ama O gözleri görür. Yarattıklarının ihtiyacını bütün incelikleriyle bilip karşılayan ve her şeyden haberdâr olan O’dur.’(Enam,103) buyurduğunu duymadın mı? Yine Allah Teâlâ’nın ‘Allah’ın bir beşerle konuşması ancak vahiyle veya perde gerisinden olur; yahut ona bir elçi gönderir de, O’nun izniyle, O’nun dilediği şeyi elçi ona vahyeder. Şüphesiz ki O, pek yücedir ve sonsuz hikmet sahibidir.’(Şura,51) buyurduğunu duymadın mı?

Hz. Âişe sözüne şöyle devam etti:

‘Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Allah’ın kitabın­dan bir şeyi insanlara duyurmayıp gizlediğini ileri sü­ren kimse, Allah’a büyük iftirâ etmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan, elçilik görevini yerine getirmemiş olursun.”(Maide,67)

Hz. Âişe daha sonra da şunu söyledi:

“Resûl-i Ekrem’in ileride olacak bir şeyi haber verdiği­ni ileri süren kimse de Allah’a büyük iftirâ etmiş olur. Hâlbuki Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

De ki: Allah’tan başka, ne göklerde ne de yerde hiç kim-se gaybı bilmez”(Neml,65;Hadis için aynca bk. Buhârî, Tefsir 53/1, nr. 4855.)

Allah Teâlâ’nın görülmesi konusunda, muhaddis ve âlimlerin bir kısmI Âişe radjyallahu anhânm bu görüşünü benimsemiş olup, Abdullah ibni Mes’ûd’un da bu kanaatte olduğu bilinmektedir.(Buhârî, Tefsir 53/2, nr. 4856)

Bu görüşün bir benzeri, Ebû Hüreyre radıyallahu anhdan rivâyet edil­miş ve o Resûl-i Ekrem’in Cebrâil’i gördüğünü söylemiştir.(Müslim, îmân 283, nr. 175.)

Gerçi Ebû Hüreyre’nin, bu görüşün aksini benimsediği de rivâyet edilmiştir.

Muhaddis, fakih ve kelâm âlimlerinden bir kısmı, Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ’yı gördüğü iddiasına karşı çıkmış ve O’nun dünyada görülme­sinin mümkün olmayacağını söylemiştir.

İbni Abbâs’a Göre Gözüyle Gördü

Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâdan rivâyet edildiğine göre o, Peygamber aleyhisselâmın Allah Teâlâ’yı gözleriyle gördüğünü söyle­miştir.(Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 42, nr. 3888, Tefsir 17/9, nr. 4716, Kader 10, nr. 6613)

Şerh:“Mi’râc’da sana gösterdiğimiz o görüntüleri… insanları sadece sınamak için ortaya koyduk.”(İsra,60) âyetini tefsir ederken Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle de­miştir: “Bu âyette sözü edilen, Mescid-i Harama gittiği İsrâ gecesinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme uykuda değil, uyanıkken gösterilen şeydir.”

Tâbiîn âlimlerinden Atâ bin Ebî Rebâh’ın (114/732) Abdullah ibni Abbâs’tan rivâyet ettiğine göre ise, İbni Abbâs, Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ’y gözleriyle değil, kalbiyle gördüğünü söylemiştir.(Müslim, îmân 284, nr. 176)

Yine tabiîn neslinden tefsir, hadis ve kıraat âlimi Ebü’l-Âliye er Riyâhî’nin (v. 90/709) rivâyet ettiğine göre Abdullah ibni Abbâs, Resûli Ekrem’in Allah Teâlâ’yı iki defa kalbiyle gördüğünü söylemiştir.

Şerh:”Abdullah ibni Abbâs “Gözün gördüğünü kalp yalan­lamadı.”(Necm,11) ve “And olsun ki onu başka bir inişinde de gördü.”(Necm,13) âyetlerini okuduktan sonra “O nu kalbiyle iki defa gördü.” demiştir.(Müslim, îmân 285, nr. 176.)

Siyer ve megâzî âlimi İbni İshâk’ın (v. 151/768) haber verdiğine göre Abdullah ibni Ömer, Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümâya bir adam göndererek: “Muhammed Rabbini gördü mü?” diye sordu. O da “Evet” diye cevap verdi.

Abdullah ibni Abbâs’tan gelen meşhûr görüş, Resûl-i Ekrem’in Allah Teâlâ’yı gözleriyle gördüğü yönündedir. Bu görüş ondan çeşitli senedlerle gelmiş ve buna ilâveten şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ, peygamberler arasından Mûsâ’ya Kendisiyle doğrudan konuşma,(Nisa,164) İbrâhim’e onu Kendine dost edinme,(Nisa,125) Muhammed’e ise Ken­disini görme özelliğini bağışlamıştır.”

İbni Abbâs’ın bu konudaki delili şu âyetlerdir: “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı. Onun gördüğü şey hakkında şimdi siz onunla tartışacak mısınız? And olsun ki onu başka bir inişinde de gördü. ”(İbni Ebî Âsim, es-Sünne (Elbânî), I, 189-190, 192-193, nr. 436, 442)

Şâfiî fakihi Mâverdî (v. 450/1058) şöyle demiştir:

“Söylendiğine göre Allah Teâlâ, Kendisiyle konuşma ve cemâlini görme imkânını Hz. Mûsâ ile Resûl-i Ekrem Efendimiz arasında taksim etmiştir. Muhammed aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk’ı iki defa görmüş, Hz. Mûsâ’da O’nunla iki defa konuşmuştur.”

Şerh:Aliyü’l-Kâî’nin söylediğine göre bu konuşmanın bi­rincisi, Hz. Mûsâ’nın, Firavunun yanına gönderildiği zaman, diğeri de Firavunun denizde boğulmasının ardından Tura çıktığı zaman olmuştur.(Şerhu’ş-Şifâ, I, 419.)

Fakih, muhaddis ve müfessir Ebül Feth er-Râzî* (v. 447/1055) ile tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü’l-Leys es-Semerkandî , Maverdî’nin bu cümlesini, Kâ’bül Ahbâr’ın (v. 32/652) sözü olarak nakletmişlerdlr.

Tabiîn âlimlerinden Abdullah ibni Hârisin (100/71 Helvan) şöyle demiştir: “Abdullah ibni Abbâs ile tabiîn âlimlerinden Kâ’bül Ahbâr bir araya gel­diklerinde Abdullah ibni Abbâs ‘Biz Hâşimoğulları, Muhammed’in Rabbini iki defa gördüğünü söyleriz.’ deyince, Kâ’bül Ahbâr öyle bir tekbir getirdi ki, sesi dağlarda yankılandı; sonra da şunları söyledi:

Allah Teâlâ, cemâlinin görülmesini ve konuşmasını ResûFi Ekrem ile Hz. Mûsâ arasında taksim etmiştir. Mûsâ O’nunla konuşmuş, Muhammed aleyhisselâm da O’nu kalbiyle görmüştür.”

Şerh:”Bu rivâyet Sünerı-i Tirmizıde şöyledir: ‘Abdullah ibni  Abbâs, Arafat’ta Kâ’bü’l-Ahbâr ile karşılaştı ve ona bir şey sordu. Bunun üzerine Kâ’bü’l-Ahbâr öyle bir tekbir getirdi ki dağlar yankılandı. îbni Abbâs: ‘Biz Hâşimoğulları değil miyiz?’ dedi. Bunun üzerine Ka’b şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ, cemâlinin görülmesini ve Kendisiyle konuşul­masını Muhammed ile Mûsâ arasında taksim etmiştir.Mûsâ O’nunla iki defa konuşmuştur.”(Tirmizî, Tefsîr 53/2, nr. 3278.)

Bu rivâyetin devamında bu konunun baş tarafında zikredilen Hz. Âişe hadisinin benzeri bir rivayet bulunmaktadır.

 

“Gördü Diyenler

Tâbiin âlimlerinden Şerik ibni Ebi Nemir in’ rivâyetine göre, ashâb- kiramdan Ebu Zer el-Gıfâri radıyallahu aııh, “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.” ayetini tefsir ederken “Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Rabbini gördü. ” demiştir. (bk.îbni Huzeyme, et-Teuhîd (Şehvân), I, 308, nr. 310).

 

Tefsir ve fıkıh âlimi Ebü’l-Leys es-Semerkandî (v. 373/973) her ikisi de tabiîn âlimlerinden olan Muhammed ibni Ka’b el-Kurazî (v. ıos/726) ve Rebf ibni Enes in (v. 139/756) şöyle dediklerini rivayet etmiştir: Ashâb-ı kirâm, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme: “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, o da: “O nu kalbimle gördüm: gözlerimle görmedim.” ce­vabını vermiştir.

Tabiîn âlimlerinden Mâlik ibni Yühâmir’in (v. 70/689 civan), arkadaşı Muâz ibni Cebel den, onun da Peygamberler sallallahu aleyhi ve sellerin­den rivâyetine göre Allah’ın Elçisi: “Rabbimi gördüm.” buyurmuş, ardın­dan çok büyük bir söz söylemiş ve Allah Teâlâ’nın: “Ey Muhammed! Cenâb-ı Hakk a yakın olan melekler birbirine ne sorup duruyor.” buyur­duğunu belirterek aralarında geçeni anlatmıştır.

Şerh:”Muâz ibni Cebel radıyallahu anhın rivâyet ettiği bu ha­disin tamamı şöyledir: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir sabah vakti, her zamankinden oldukça geç bir saatte yanımıza geldi; neredeyse güneş doğacaktı.

Sabah namazını her zaman yaptığının aksine kısa sû-reler okuyarak kıldırdı. Selâm verince, bize yüksek »esle; “Olduğunuz yerde kalın.” buyurdu. Sonra yüzünü bize döndü ve şöyle buyurdu:

‘Şimdi size, sabah namazını kıldırmak için yanınıza neden geç geldiğimi anlatacağını. Geceleyin namaz kılmak için kalktım, abdest aldım. Allah Teâlâ’nın takdir buyurduğu kadar namaz kıldım. Namazda uyuklamaya başladım, derken uykum ağırlaştı. Bir de baktım ki Yü­celer Yücesi Rabbim en güzel hâliyle karşımda duruyor. Bana:

“Muhammed!” diye hitap etti.

“Buyur, Rabbim!” dedim.

“Cenâb-ı Hakka yakın olan melekler birbirine ne sorup duruyor?” buyurdu.

“Bilmiyorum, Rabbim.” dedim. Bu soruyu üç defa sor­du. Birden avucunu iki omuzumun arasına koydu; par­maklarının serinliğini göğsümde hissettim. O anda her şey gözümün önünde belirdi ve her şeyi bildim. Allah Teâlâ tekrar:

“Muhammed!” diye seslendi.

“Emret, Rabbim.” dedim.

“Cenâb-ı Hakka yakın olan melekler birbirine ne sorup duruyor?” buyurdu. Ben de:

“Onlar günahları örtüp kapatan şeyler (kefaretler) hak­kında konuşuyorlar.” dedim.

“Onlar nedir?” buyurdu. Ben de:

“Günahları örtüp kapatan şeyler; iyilik yapmak üzere bir yerlere yürüyüp gitmek, (Abdullah ibni Abbâs’ın rivâyetinde “Cemaatlere yaya olarak gitmek.” şeklinde­dir) namaz kıldıktan sonra mescitlerde oturmak, soğuk havaya rağmen güzelce abdest almaktır.” dedim.

“Başka ne hakkında konuşuyorlar?” diye sordu. Ben de:

“Yemek yedirmek, tatlı söz söylemek, insanlar uykudayken gece kalkıp namaz kılmak hakkında konuşuyorlar.” dedim. Bana:

“Benden ne dilersen dile!” buyurdu. Ben de dedim ki:

“Allahım! Senden hayırlar yapmayı, kötü şeyleri terk et­meyi, fakirleri sevmeyi, beni bağışlayıp bana merhamet etmeni, içinde yaşadığım toplumun fitneye düşmesini istediğin zaman, fitneye düşmeden canımı almanı, Seni sevmeyi (veya Senin beni sevmeni), Seni seveni sevme­yi, beni Sana yaklaştıracak amelleri sevmeyi nasip etmeni niyâz ederim.” Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu rüyâ hak ve gerçektir. Size ) söylediğim bu sözleri aynen öğrenip ezberleyin.”(Tirmizî, Tefsîr 38/4, nr. 3235;)

Yemenli muhaddis Abdürrezzâk ibni Hemmâm es-San’ânî (211/826), Hasan-ı Basrî’nin (v. 110/728): “Elbette Muhammed aleyhisselâm Rabbini görmüştür.” diye yemin ettiğini rivâyet etmiştir.

Hadis hâfızı Ebû Ömer et-Talemenkî (v. 429/1038), müfessir tâbiî İk­lime el-Berberî’nin de (105/723) “Muhammed aleyhisselâm Rabbini gör­müştür.” diye yemin ettiğini söylemiştir.

Bazı kelâm âlimleri, Abdullah ibni Mes’ûd’un da, Muhammed aleyhisselâmın Rabbini gözleriyle gördüğü kanaatinde olduğunu söylemişlerdir.

Siyer ve megâzî âlimi Muhammed ibni İshâk’ın (v. 151/768) haber ver­diğine göre, Emevî Halifesi Mervân (v. 65/684) Ebû Hüreyre radıyallahu anha Muhammed aleyhisselâm Rabbini gördü mü?” diye sormuş, o da;“Evet” demiştir.

 

“O’nu Gördü, O’nu Gördü, O’nu Gördü..”

Kıraat âlimi ve müfessir Ebû Bekir en-Nakkâş’ın (v. 35i/%2) rivayet ettiğine göre Ahmed ibni Hanbel şöyle demiştir: “Ben Abdullah ibni Abbâs’ın rivayet ettiği hadiste anlatılanı aynen kabul ediyorum. Resûl-i Ekrem Allah Teâlâ’yı gözüyle gördü; O’nu gördü; O’nu gördü; Ahmed ibni Hanbel, nefesi tükeninceye kadar bu sözü tekrarlayıp durmuştur.

Şerh:”Bazı âlimler, Ahmed ibni Hanbel’in, “Peygamber aley­hisselâm Rabbini gördü.” derken, Mi’râc’da gördüğünü değil, Abdullah ibni Abbâs’ın rivâyet ettiği hadiste oldu­ğu gibi “Rüyâsında gördü.” dediğini ifâde etmişlerdir.”(Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’ş-Şifâ, I, 422.)

Hadis hafızı ve kıraat âlimi Ebû Ömer et-Talemenkî ise, Ahmed ibni Hanbel in, “Resûl-i Ekrem Cenâb-ı Hakk’ı kalp gözüyle gördü.” dediğini, dünyada Onu gözleriyle gördü demekten çekinip korktuğunu söylemiş­tir.

Şerh:”Bazı âlimler, Ahmed ibni Hanbel’in, “Cenâb-ı Hakk’ı gözle görmenin aklen mümkün olduğu” kanaatini taşıdığını söylemişlerdir. İbni Hanbel’in “Resûl-i Ekrem,Allah Teâlâyı dünyada gözleriyle gördü demekten korktuğunu” söylemesi, o âlimleri bu sonuca götürmüştür. Onlara göre gerçek olan da budur.” (Hafâcî, Nesîmü’r-riyâz (Atâ), III, 129.)

Ahmed ibni Hanbel’in, “Resûl-i Ekrem, Allah Teâlâyı gözüyle gördü.” demekten teeddüben çekindiği söylenmektedir. Esâsen Ahmed ibni Hanbel, içinde yaşadığı toplumun şartları dolayısıyla bu görüşünü açıkça söylemekten çekinmiş de olabilir.”

Tâbiîn âlimlerinden Saîd ibni Cübeyr (v. 95/714) şöyle demiştir: “Ben, Resûl-i Ekrem Allah Teâlâyı ne gördü, ne de görmedi derim.”

Abdullah ibni Abbâs, İkrime el-Berberî, Hasan-ı Basrî ve Abdull  ibni Mes’ûd’un “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”(Necm,11) veya “And olsu ki onu başka bir inişinde de gördü.”(Necm,17) âyetlerinin te’vilindeki görüşlerin de ihtilâf edilmiş, Abdullah ibni Abbâs ile İkrime el-Berberî’nin “Resûli Ekrem Cenâb-ı Hakk’ı kalp gözüyle gördü.” dedikleri, Hasan-ı Basrî ile Abdullah ibni Mes’ûd’un ise “Resûl-i Ekrem Cebrâil’i gördü.” dedikleri söylenmiştir.

Ahmed ibni Hanbel’in oğlu Abdullah (v. 290/903), babasının “Resûl-i Ekrem Allah Teâlâ’yı gördü.” dediğini nakletmiştir.

Sûfî muhaddis ve müfessir İbni Atâ (v. 309/922) “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?”(İnşirah,1) âyetini tefsir ederken şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem’in göğsünü Kendisini görebilmesi, Hz. Mûsâ’nın göğsünü de Kendisiyle konuşabilmesi için açıp genişletmiştir.”

Ebü’l-Hasen el-Eş’arî (v. 324/935) ve onun mezhebinde olan âlimlerden bir grup şöyle demiştir: “Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Cenâb-ı Hakk’ı gözleriyle, evet, başındaki iki gözüyle görmüştür.” “Peygamberle­re verilen mûcizelerin bir eşi de bizim Peygamberimize verilmiştir. Aynca kendisine Allah’ı görme üstünlüğü bağışlanmıştır.”

Allah’ı görme konusunda hocalarımızdan biri şöyle demiştir: “Bu ko­nuda açık bir delil yoktur; fakat aklen câizdir. ”

O’nu Görmek Mümkündür

Ben şöyle derim: Şu kesin bir gerçektir ki, Allah Teâlâ’nın dünyada görülmesi aklen câizdir; akıl bunu imkânsız görmez. Dünyada Cenâb-ı Hakkı görmenin aklen caiz olmasının delili, Hz. Musa’nın: “Rabbim, Kendini bana göster de Sana bakayım!”(Araf,143) demesidir. Bir peygamberin,

Allah hakkında caiz olanla olmayanı bilmemesi imkânsızdır. Mûsâ aleyhisselâm da Allah’tan imkânsız olanı değil, mümkün olanı istemiştir, peygamber Efendimizin Allah Teâlâ’yı görüp cemâline bakabilmesi ise, ancak Cenâb-ı Hakkin öğrettiği kimsenin bileceği akıl ve duyular ötesi bir konudur. Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya: “Sen Beni aslâ göremezsin.” yani ‘Buna dayanamazsın, beni görmeye güç yetiremezsin.” buyurmuş, bunu da Hz. Mûsâ’nın bünyesinden daha güçlü, daha sağlam olan dağ misâli ile kendisine anlatmıştır.

Şerh:“Sen Beni aslâ göremezsin; ama şu dağa bak; eğer o dağ yerinde durabilirse sen de Beni görürsün!” buyur­du. Rabbi Kendini dağa gösterince onu paramparça etti. Mûsâ da bayılıp düştü. Kendine gelince ‘Rabbim!’ dedi. ‘Sen her bakımdan yüce ve mükemmelsin. Sana tövbe ettim ve Seni görmeden iman edenlerin ilki de benim.” İbni Abbâs’ın yorumuna göre Hz. Mûsâ: “İsrâiloğulları’ndan sana iman edenlerin ilki benim.” demek istemiştir.(Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), II, 630, nr. 4102,Zehebi sahih demiştir.)

Bütün bunlar Allah Teâlâ’nın dünyada görülmesini imkânsız kılma­yan, tam aksine genel olarak O’nu görmenin mümkün olduğunu göste­ren şeylerdir. Kur’an’da ve Sünnet’te, Cenâb-ı Hakk ın kesinlikle görüle­meyeceğini, O’nu görmenin aslâ mümkün olmadığını ortaya koyan kesin bir delil yoktur. Var olan her şeyin görülmesi de mümkün olup, imkânsız değildir.

“Gözler O’nu Göremez” Ne Demek?

“Gözler O’nu göremez”(Enam,103) âyetine dayanarak Cenâb-ı Hakk’ı görmenin mümkün olamayacağını ileri sürenlere bu âyet delil teş-kil etmez; çünkü bu âyetin yorumunda çok farklı görüşler ileri sürülmüş­tür. “Gözler Onu göremez.” âyetini, “Gözler Onu dünyada göremez.” diye yorumlayanların bu izahı, Cenâb-ı Hakk’ı görmenin imkânsız oldu­ğunu ortaya koymaz. Hattâ bazı âlimler, sırf bu âyete dayanarak Allah’ı görmenin câiz olduğunu, O’nu görmenin genel olarak imkânsız sayılama­yacağını söylemişlerdir.

Bazıları, “Gözler O’nu göremez.” âyetini, kâfirlerin gözü O’nu gö­remez diye açıklamış; bazıları ise “Gözler O’nu göremez.” ifâdesinin, “Gözler onu kuşatıp ihatâ edemez.” anlamına geldiğini söylemiştir. Bu, Abdullah ibni Abbâs’ın yorumudur.

Bazıları da şöyle demiştir: “Gözler O’nu göremez.” demek, onu gö­zün kendisi göremez, yoksa bakanlar O’nu görür, demektir.

Bütün bu yorumlar, Allah Teâlâ’nın görülemeyeceği, ru’yetullah’ın imkânsız olduğu anlamına gelmez.

“Sen Beni Göremezsin” İfâdesinin Anlamı

Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’ya  “Sen Beni aslâ göremezsin.”

buyurması, onun da:“Rabbim! Sen her bakımdan yüce ve mükemmelsin. Sana tövbe ettim.”(Araf,143) demesi, daha önce de söyle­diğimiz gibi, “Allah görülemez.” diyenler için bir delil olamaz. Mûsâ Peygamber’e Cenâb-ı Hakk’ı göremeyeceğini söylemek, sadece ona mahsus bir şeydir; yoksa bu, “Cenâb-ı Hakk’ı hiçbir zaman, hiçbir kimse göremez.” anlamında bir genelleme değildir.

Bazılarının “Sen Beni göremezsin.” âyetini, “Sen, Beni dünyada gö­remezsin.” diye açıklaması bir te’vilden ibârettir. “Sen, Beni göremez­sin.” âyetinden, Allah Teâlâ’yı görmenin imkânsız olduğu mânası çıkarılamaz. Çünkü bu âyet, Hz. Mûsâ hakkında inmiştir. Burada olduğu gibi, çeşitli te’vil ve ihtimâllerin bulunduğu bir yerde, Allah Teâlâ görülemez diye kesin bir şekilde konuşmak da mümkün değildir.

İnceleyin:  Peygamber Küçük Günah İşler mi ? -6

Hz. Mûsâ’nın “Rabbim! Sen her bakımdan yüce ve mükemmelsin. Sana tövbe ettim.” demesi, “Olmayacak bir şeyi istediğime pişmanım.”demek değildir.Bu ayetin anlamı,”Şu anda bana vermeyi takdir buyurmadığı bir seyi,Senden istediğime pişmânım, bunun için Sana tövbe ,ediyorum, demektir.

Ebu Bekir el Hüzeli (v, 167/783) “Beni göremezsin.” âyetini açıklarken şöyle diyor: “Bu âyetin anlamı: Dünyada Bana bakmaya hiçbir insanın gücü yetmez, Bana bakan derhal ölür.” demektir.

“O Görülemez” Diyenlerin Yorumu

Sahâbe ve tâbiîn (selef) ile daha sonraki âlimlerden bazılarının şöyle dediğini duydum: Dünyada yaşayanların bünyeleri ve beden güçleri zayıf ve yetersizdir; vücutları ise hastalıkların hedef tahtası hâline gelmeye ve sonunda yok olup gitmeye mahkûmdur. İşte bu sebeple onların dünyada Allah Teâlâ’yı görmesi mümkün değildir.(Nisa,28) Âhiret hayatı başlayıp da vü­cutları bir başka birleşime sahip olduğu, değişmez ve ebedî güçler kazan­dığı, gözlerinin ve kalplerinin nuru tamamlandığı zaman Allah Teâlâ’yı görme gücüne sahip olacaklardır.

Bu sözün bir benzerini, Allah rahmet eylesin, İmâm Mâlik ibni Enes’in (v. 179/795) söylediğini gördüm. Şöyle demiştir: “Cenâb-ı Hak dünyada görülemez; çünkü O bâkidir; bâki olan fâni duyularla görülemez. Ahiret ha­yatı başlayıp da insanlar bâki olan gözlere sahip olduklarında, Bâkl olan, bâki olan gözlerle görülecektir. ”

Bu, güzel ve hoş bir sözdür, ama Allah Teâlâ’nın görülemeyeceğine delil teşkil etmez; sadece yeterli gücü ve kuvveti olmadığı için gözün O’nu göremeyeceğini belirtir. Şâyet Allah Teâlâ, dilediği kulunu güçlendirir ve Cenâb-ı Hakk’ı görmenin dayanılmaz ağrlığını taşıyabilecek kuvveti ona verirse, onun Allah Teâlâ’yı görmesi mümkün olur, demektir.

Hz. Mûsâ ve Peygamber aleyhisselâmın görüş güçlerinden daha önce söz edilmiş, bir şeyi derinlemesine anlamaları, baktıklarını görmeleri için kendilerine İlâhî bir kabiliyet ve kavrayış verildiğine temas edilmişti.(bk. I, 181-184.)

 

Dağ da O’nu Gördü, Mûsa da

Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî (v. 403/1013), Allah Teâlâ’nın görülemeyece­ğini ifâde eden “Gözler O’nu göremez.” ve “Sen Beni aslâ göremezsin.” âyetlerinin ne anlama geldiği kendisine sorulunca şöyle demiştir:

“Rabbinin dağa tecelli etmesi üzerine Mûsâ aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk’ı gördü, bu sebeple bayılıp düştü. Aynı şekilde dağ da, Allah Teâlâ’nın onda yarattığı bir idrâk ile Rabbinin cemâlini gördü ve bu niyete dayanamayıp paramparça oldu.”

Allah daha iyi bilir ya, Kâdî Ebû Bekir el-Bâkıllânî, hem Hz. Mûsâ’nın hem de dağın Allah Teâlâ’yı gördüğünü “Ama şu dağa bak! Eğer o dağ yerinde durursa sen de Beni görürsün.” âyetinden çıkarmış, sonra da âyetin devamını okumuştur:

Bâkıllânî’nin dediğine göre “Rabbi Kendini dağa gösterince onu pa­ramparça etti. Mûsâ da bayılıp düştü.” âyetindeki ‘Cenâb-ı Hakk’ın dağa tecellisi’ ifâdesi, “dağın, Kendine bakması için Allah’ın ona görünmesi” anlamındadır.

Ca’fer-i Sâdık diye bilinen Ca’fer ibni Muhammed (v. 148/765), Allah Tealâ’nın doğrudan Hz. Mûsâ’ya değil de dağ aracılığı ile görünmesini şöyle açıklamıştır:

“Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ’ya görünürken onu dağ ile meşgul etti. Eğer öyle yapmayıp da doğrudan ona görünseydi, Mûsâ aleyhisselâm bir daha ayılmamak üzere ölür giderdi.”

Ca’fer-i Sâdık’ın bu sözü, Hz. Mûsâ’nın Cenâb-ı Hakk’ı gördüğünü ifâde eder.

Bazı müfessirler, dağın Allah Teâlâ’yı gördüğünü söylemiş, Resûl-i Ekrem’in Cenâb-ı Hakk’ı gördüğünü kabul edenler de, bunu, Allah Te- âlâ’nın da görülebileceğine delil olarak göstermişlerdir.

Allah Teâlânın görülebileceğinde şüphe yoktur; çünkü O’nun görü­lemeyeceğine dâir bir âyet bulunmamaktadır.

Resûl-i Ekrem O’nu Gördü mü?

Peygamber Efendimiz’in Mi’râc’da Cenâb-ı Hakk’ı gözleriyle görme­si konusuna gelince; bu hususta Kitap ve Sünnet’te açık bir delil yoktur. O nu gördüğünü kabul edenlerin dayanağı Necm sûresindeki “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.” ve “And olsun ki onu başka bir inişinde de gördü.” âyetleridir. Resûl-i Ekrem’in gördüğünün Cebrâil aleyhisselâm olduğu veya olmadığı konusundaki farklı görüşler Tefsir ve Siyer kitaplarında bulunmaktadır. Şu hâlde Resûlullah’ın Rabbini hem gördüğüne hem de görmediğine dâir aklî ve naklî ihtimaller mevcuttur. Ne var ki, bu konuda Peygamber Efendimiz’den gelen kesin ve mütevâtir bir hadis de yoktur.

Peygamber aleyhisselâmın Allah Teâlâ’yı gözleriyle gördüğüne dâir Abdullah ibni Abbâs’tan nakledilen söz,onun Resûl-i Ekrem’den duy­duğu bir hadis olmayıp şahsî kanaatidir. Bu sebeple sırf İbni Abbâs’ın sözüne dayanarak Resûlullah Efendimiz’in Rabbini gördüğüne inanmak dinî bir mecburiyet değildir.

Ebû Zerr’in Farklı Rivâyetleri

Ebû Zer el-Gıfârî’nin, “Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı.”âyetini tefsir ederken “Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Rabbini gördü.” demesi de böyledir.

Yine Muâz ibni Cebel’in rivâyet ettiği, “Yüce melekler topluluğu bir­birine ne sorup duruyor.” hadisinde, “Yüceler Yücesi Rabbim en güzel hâliyle karşımda duruyordu.” ifâdesi te’vil edilebilecek bir söz olup senedi ve metni zayıftır.

Kâdi İyâz, bu hadisin sened ve metninin “muztarib” olduğunu söylemektedir. “Muztarib hadis: Birçok rivâyeti bulunmakla beraber, bu rivâyetler biribirine denk olduğu için aralarında tercih yapılamayan, bir râvinin iki veya daha çok defa rivâyet ettiği hadis demektir” Şâyet rivâyetlerden biri diğerine tercih edilirse, hadis muzta­rib olmaktan kurtulur.

Ebû Zer el-Gıfârînin bir diğer rivayetinin ise lafızları birbirinden fark­lıdır: gözle veya kalple görme şeklinde anlamaya elverişlidir ve bu farklı rivayetleri birleştirmek de zordur. Şöyle ki, bu rivâyeti kimileri: “O bir nurdur, nasıl göreyim?”(Müslim, îmân 292, nr. 178.)

(Nûrun ennâ erâhü) şeklinde okuyup anladığı gibi, hocalarımızdan birinin söylediğine göre: “Nurdan oluşan bir şey gö­rüyorum.” (Nûrâniyyün erâhü) şeklinde de okuyup anlayanlar olmuştur.

Ebû Zerr in bir başka rivâyeti de şöyledir: “Resûl-i Ekrem’e sordum, o da Bir nûr gördüm’ dedi.”(Müslim, îmân 292, nr. 178.)

Bu rivâyet şöyledir: Tabiînden Abdullah ibni Şakîk dedi ki: Ebû Zerre:

“Eğer Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi görseydim, elbette ona sorardım.” dedim.

“Ona neyi sorardın?” dedi. Ben de:

“Rabbini gördün mü?” diye sorardım, dedim. Ebû Zer şunu söyledi:

“Ben sordum; o da: ‘Bir nûr gördüm’ dedi”

Ebû Zer radıyallahu anhdan gelen bu rivâyetlerin hiçbirini Resûl-i Ekrem’in Rabbini ne gördüğüne ne de görmediğine delil olarak kullan­mak mümkün değildir. Eğer onun ‘Bir nûr gördüm’ rivâyeti sahîh ise, Peygamber Efendimiz Allah Teâlâ’yı değil, Allah Teâlâ’nın cemâlini gör­mesini engelleyen bir nûr görmüş demektir.

O takdirde “O bir nûrdur, nasıl göreyim?” ifâdesi, ‘O’nun önünde, görmeyi engelleyen bir nûr perdesi varken ben O’nu nasıl görürüm?’demek olur.Bu da tıpkı diğer hadiste olduğu gibi Onu görmeyi engelleyen bir nur perdesi vardır.”anlamındadır.

Şerh:Bu hadis-i şerif şöyledir:Ebu Musa el-Eşari diyork ki;Resuli Ekrem Aleyhiselatu vesselam ayağa kalkarak bize

şu beş şeyi söyledi: “Allah uyumaz, uyumasıda dü­şünülemez. İnsanların amellerini ve erzaklarını ölçtü­ğü teraziyi yükseltir, alçaltır. Kullarının gündüz yaptığı amellerden ünce gece yaptıkları, gece yaptıklarından önce de gündüz yaptıkları Ona arzedilir. Onun görül­mesini engelleyen bir mır vardır, Şâyet o perdeyi açsay­dı, azâmet ve çekili, gördüğü bütün varlıkları yakıp kül ederdi.”(Müslim, îmân 293, nr. 179;)

Müfessir Ibni Cerîr et-Taberî’nin rivâyet ettiği bir başka hadiste. Resûl-i Ekrem’in:

“Ben Cenâb-ı Hakkı gözümle değil, kalbimle iki defa gördüm.“ bu­yurduğu rivâyet edilmekte, bu hadisi rivâyet eden râvinin. rivâyetirrin ar­dından: “Sonra indi, yaklaştı. İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın.“(Necm,8-9) âyetini okuduğu belirtilmektedir.

Elbette Allah Teâlâ, gözün görme kabiliyetini kalbde de yaratmaya, yani insanın gözüyle gördüğünü kalbiyle görmesini sağlamaya veya bunu dilediği bir başka şekilde de yaratmaya kadirdir. Ondan başka ilâh yoktur.

Peygamber Efendimiz’in Allah Teâlâ’yı gördüğüne dâir, te vile gerek duyulmayacak kadar açık ve kesin bir delil bulunsaydı, buna inanılırdı ve bunu böyle kabul etmek gerekirdi; çünkü Cenâb-ı Hakkın görülmesi imkânsız bir şey değildir; bunun mümkün olmadığına dâir akü ve naklî bir engel de yoktur.

İnsanı doğruya ileten Allah’tır.

 

Miraçta Resûl-i Ekrem’in Rabbiyle Konuşması

Mi’râc kıssasında Resûl-i Ekrem’in Rabbiyle gizlice ve açıkça konuştuğunu“O,kuluna vahyedeceği şeyi vahyetti.(Necm,10)

âvet-i kerimesinden ve bu konudaki hadîs-i şeriflerden bilmekteyiz.

Müfessirlerin çoğuna göre, bu âyette, Allah Teâlâ’nın Resûlüne söy­leyeceklerini Cebrail’e vahyettiği, onun da bunları Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme ilettiği anlatılmaktadır. Ancak bazı müfessirler bu âyeti farklı şekilde yorumlamıştır:

Ca’fer-i Sâdık diye bilinen Ca’fer ibni Muhammed’den (v. 148/765) nak­ledildiğine göre âyetin anlamı “Allah Teâlâ Resûlüne arada melek olmak­sızın vahyetti.” yani konuştu demektir.

Sûfi âlim Ebû Bekir el-Vâsıtî’den de (v. 312/924) buna benzer bir görüş nakledilmiş, bazı kelâm âlimleri de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin Mi’râc’da Rabbiyle konuştuğunu söylemiştir.

Eş’ariyye mezhebinin kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin de (v. 324/935) görüşü budur. Abdullah ibni Mes’ûd ve Abdullah ibni Abbâs’ın da bu görüşte oldukları söylenmiştir. Resûl-i Ekrem’in Rabbiyle aracısız konuş­tuğunu bazdan kabul etmemiştir.

Kırâat âlimi ve müfessir Ebû Bekir en-Nakkâş’ın (v. 351/962) İbni Abbâs’tan naklettiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Mirâc olayından bahseden “Sonra indi, yaklaştı.”(Necm,8) âyeti hakkında şöyle buyurmuştur:

“Cebrail benden ayrıldi; o anda bütün sesler kesildi: Rabbimin bana şöyle buyurduğunu duydum: ‘Korku ve endişen yatışsın. Yaklaş, yaklaş!’”

Enes ibni Mâlik in Mi’râc hadisine dâir rivâyeti de bu mânaya yakın­dır.

Allahu Teala İnsan ile Nasıl Konuşur ?

Cenab-ı Hakk’ın Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile aracısız konuştuğuna dair şu ayeti delil gösterdiler:”Allah’ın bir beşerle konuşması ancak vahiyle veya perde arkasından olur yahut ona bir elçi gönderir de, Allah’ın izniyle, O’nun dilediği şeyi elçi ona vahyedir.“(Şura,51) Bu âyeti kerîmede Allah Teâlâ’nın insanla üç şekilde konuştuğundan feriz edilmektedir:

Birincisi, perde arkasından konuşmadır, Allah Teâlâ’nın Hz, Musa ile konuşması böyledir.

İkincisi, melek aracılığı ile konuşmadır. Bütün peygamberler  çoğu zaman da bizim peygamberimiz böyle vahiy almıştır.

Bu konuşma şekillerinin dışında, geriye sadece yüzyüze görüşerek konuşma kalmaktadır.

Bazıları, âyet-i kerîmede geçen “vahiy ile konuşma” ifâdesini, Pey­gamber aleyhisselâmın kalbine, arada melek olmadan buyruğunu ilhâm etmektir diye açıklamışlardır.

Hadis alimi Ebubekir el Bezzar’ın Mirac hakkında Hz.Ali’den rivayet ettiği ezanın öğretilmesine dâir hadis, Resûl-i Ekrem’in ortaya koymaktadır. Hz. Ali’nin rivayet ettiğine göre melek:

“Allâhü ekber, Allâhü ekber.” dedi. Perdenin gerisinden bana:

“Kulum doğru söyledi. En büyük Benim, en büyük Benim.” diye ce­vap verildi.

Ezanın diğer sözlerinde Allah Teâlâ meleğe buna benzer cevaplar vermiştir. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 328-329.)

Yukarıda geçen ve Abdullah ibni Abbâs ile Hz. Ali tarafından rivayet edilen hadislerdeki müşkil durum, bundan sonraki bahsin baş tarafında benzeri rivayetlerdeki müşkiller ile birlikte ele alınacaktır.

Allah Teâlâ’nın, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile peygam­berlerinden seçtiği kimselerle konuşması caizdir; akıl bunu imkânsız gör­mez; dinde de bunun olmayacağına dâir kesin bir delil yoktur. Eğer Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ’dan başka biriyle de doğrudan doğruya konuştuğuna dâir sahîh bir rivâyet bulunursa, onun doğruluğu da kabul edilir.

O, Konuştuğu Kimseyi Yüceltir

Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ ile konuşması bir gerçektir ve bunda şüp­he yoktur. Bunun delili: “Allah, Mûsâ ile de bizzat kelâmıyla konuştu.”(Nisa,164) âyet-i kerîmesidir. Bu konuşmanın bir gerçek olduğu âyet-i kerîmede “teklîmen” mastarıyla pekiştirilmiştir.

Allah Teâlâ Mûsâ aleyhisselâm ile konuştuğu için, Mi’râc hadisinde geçtiği üzere, onun makamını yedinci kat semâya yükseltmiştir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin makamını ise hepsinin üzerine çıkarmış, “kaderi yazan kalemin cızırtılarını duyacak” seviyeye yüceltmiştir.(Buhârî, Salât 1, nr. 349, Hacc 76, nr. 1636, Enbiyâ 5, nr. 3342;)  Böyle bir zâtın Cenâb-ı Hak ile konuşması nasıl imkânsız olabilir veya uzak bir ihtimâl sayılabilir.

Dilediği peygamberlere dilediği özellikleri lütfeden ve bir kısmına di­ğerlerinden üstün dereceler veren Allah yüceler yücesidir.

Mi’râc’da Resûl-i Ekrem’in Rabbine Yakınlaşması

Mi’râc hadisi ile “Sonra indi, yaklaştı. İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın.”(Necm,8-9) âyetinde geçen “inme ve iyice yaklaşma” konusuna gelince; müfessirlerin çoğuna göre bu yaklaşma, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile Cebrâil aleyhisselâmın karşılıklı olarak biribirine yaklaştığını veya birinin diğerine yaklaştığını yahut da onlardan birinin Sidretülmüntehâ’ya yaklaştığını ifâde etmektedir.

Muhaddis ve müfessir Ebü’l-Feth er-Râzî’nin4 (v. 447/1055) naklettiğine göre Abdullah ibni Abbâs, âyetteki ‘yaklaşan’ın Muhammed aleyhiselam olduğunu,onun Rabbine iyice yaklaşıp  sokulduğum söylemiştir.

Şöyle diyenler de olmuştur: Ayetteki “dena’ fiili yaklaşmak demektir:’tedella’ iyice yaklaştı demektir. Bazıları, bu iki fiilin aynı mânaya geldiğini ve yaklaştı demek olduğunu söylemiştir.

Kırâat âlimi Mekki bin Ebî Tâlib (v. 437/1045) ile fıkıh âlimi Ebu Hasen al Mâverdi (v. 450/1058), Abdullah ibni Abbâs’ın şöyle dediğini rivâyet et­mişlerdir:

“Allah Teâlâ, Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme yaklaşma özelliği ile tecelli etti, uçsuz bucaksız mülkünü ona gösterdi, emir ve hükmü onun gönlüne indi.”

Kıraat âlimi ve müfessir Ebû Bekir en-Nakkâş (v. 35i/%2) Hasan-ı Basrî’nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah Teâlâ, kulu Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme yaklaşma özelliği ile tecellî etti, iyice yakınlaş­tı, ona kudret ve azametinden seyrettirmek istediklerini gösterdi.

Yine Ebû Bekir en-Nakkâş’ın nakline göre İbni Abbâs şöyle demiştir.

“Denâ” ve “tedellâ” fiilleri arasında takdim ve te’hir bulunmakta, bu durumda âyetin tefsîri şöyle olmaktadır: “Mi’râc gecesi, Refref Muham­med sallallahu aleyhi ve sellemin yanına geldi, o da onun üzerine otur­du, sonra da Refref, Cenâb-ı Mevlâ’ya yükseltildi, böylece Peygamber aleyhisselâm da Rabbine iyice yaklaştı.”

Şerh:”Refref, Mi’râc gecesinde Peygamber Efendimiz’i taşıyan “Burak” gibi bir binektir; ancak hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Refref kelimesi Kuran-ı Kerimde Cennetliklerin hâlini tasvir eden: “Yeşil yastıklara, güzel döşeklere kurulmuşlardır.”(Rahman,76) âyet-i kerîmesinde “yastık” anlamındadır. Refref’in, üzerine bineni rahat bir şekilde seyahat ettiren yastıklı bir yaygı olduğu anlaşıl­maktadır.”

Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

‘‘Cebrail benden ayrıldı; o anda bütün sesler kesildi: Rabbimin şöyle buyurduğunu duydum: ‘Korku ve endişen yatışsın. Yaklaş, yaklaş»”

Sahih bir hadise göre, Enes ibni Mâlik Resûlullah sallallahu aleyhi sellemin şöyle buyurduğunu söylemiştir:

“Cebrail benimle birlike Sidretülmüntehâ’ya kadar çıktı. İrâdesini her durumda yürüten, yaratılmışların hâlini iyileştiren yücelik sahibi Allah ona iyice yaklaşıp yakınlaştı, İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın oldu. Ona dilediği emir ve nehiyleri vahyetti; elli vakit namazı farz buyurdu.” Enes ibni Mâlik, bundan sonra Mi’râc hadisinin geri kalan kısmını rivayet etti.(Buhârî, Tevhîd 37, nr. 7517.)

Tâbiîn muhaddis ve müfessirlerinden Muhammed ibni Ka’b el-Kuraâ (v. 108/726) şöyle demiştir:

“Ayette yaklaştığından söz edilen kişi, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olup; o, Rabbine iki yay kadar yaklaşmıştır.’’

Ca fer ibni Muhammed es-Sâdık (v. 148/765) şöyle demiştir:

“Rabbi, Muhammed aleyhisselâma yaklaştı; bu yakınlık iki yay kadar oldu.”

Şu söz de ona âittir:

“Allah Teâlâ’ya yakınlığın sının yoktur. Kulların birbirine olan yakın­lığı ise sınırlıdır.”

Yine Ca fer-i Sâdık şöyle demiştir:

“Allah Teâlâ’nın kullanna yakınlığı mânevi olduğu için bu yakınlığın belli bir şekli yoktur. Bak, Cebrail’in Kendine yaklaşmasına nasıl engel oldu! Öte yandan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kalbine îmân ve ma’rifet konuldu; o da huzûr ve sükûna ermiş olan kalbiyle Cenâb-ı Hakk’a yakınlaştı; kalbindeki şüphe ve tereddütler yok olup gitti.”

 

Yakınlaşma Ne Demektir?

Ey okuyucu! Şunu bil ki, burada söz konusu edilen Peygamber aleyhisselâmın Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı, mekân ve mesâfe itibâriyle yakinlik değildir. Bu yakınlık, Ca’fer-i Sâdık’tan yukarıda naklettiğimiz gibi, belli bir yere, bir sınıra yakınlık da değildir. Bu, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemln Rabbine olan mânevi yakınlığını, O’nun katındaki mertebesinin yüceliğini, Allah’ı daha iyi tanımaya başladığını, Cenâb-ı Hakk’ın gayb ve kudretinin sırlarını müşâhede ettiğini gösteren bir hâldir. Cenâb-ı Mevla’nın Peygamber aleyhisselâma yakınlaşması ise, ona lütuf ve ihsanda bulunması, Cebrail’den ayrılıp yalnız kaldığında ona yakınlık gösterip yalnızlığını gidermesi, onunla konuşarak gönlünü ferahlatması ve ikrâmda bulunmasıdır.

“Rabbimiz her gece dünya semâsına iner.”(Müslim, Müsâfirin 168-172, nr. 758) hadisi nasıl te’vîl ediliyor­sa, Allah Teâlâ’nın Mi’râc’da Resûlullah’a olan yakınlığı da te’vil edilir. Bu tevillerden birine göre, Cenâb-ı Hakk’m “dünya semâsına inmesi” demek; O’nun lütfunun, nimetlerinin, cömertliğinin inmesi demektir.

Şerh:”Hadisin tamamı şöyledir: “Her gün, gecenin son üçte birinde yüce Rabbimiz dünya semâsına inerek şöyle bu­yurur: Bana duâ eden yok mu, onun duâsmı kabul ede­yim. Benden bir dilekte bulunan yok mu, onun dileğini yerine getireyim. Benden bağışlanma dileyen yok mu, onu affedeyim.”

Hadîs-i nüzûl diye anılan bu hadîs-i şerifi yirmi kadar sahâbî rivâyet etmiştir.

Ferganalı sûfî âlim Ebû Bekir el-Vâsıtî (312/924) şöyle demiştir: “Cenâb-ı Hakk’ın Resûl-i Ekrem’e lütfü keremiyle değil de hakiki mânada yaklaştığını zanneden kimse, arada maddî bir mesâfe bulunduğunu kabul etmiş olur. Allah Teâlâ’ya kendi gayretiyle yaklaştığını düşünen kimse ise, O’ndan büsbütün uzaklaşmış ve meselenin esasını kavramamış olur. Allah Teâlâ’ya maddî olarak yaklaşmak veya uzaklaşmak söz konusu değildir.

 

İki Yay Kadar Yakınlık

“İki yay kadar oldu, hattâ daha da yakın.”(Necm,9) âyetindeki “yakınlık” şekilde düşünülebilir:

Birincisi, Resûl-i Ekrem’in Cebrâil aleyhisselâma değil de, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı. O takdirde bu yakınlık, gözle görülemeyen mânevi bir yakınlık anlamındadır. Allah Teâlânın Resûl-i Ekrem’inin mânevi derece­sini yükseltmesi, onu İlâhî sırlara vâkıf kılması demektir.

İkincisi, bu yakınlık Cenâb-ı Hakk’m, Resûlullah Efendimiz’in istek­lerini yerine getirmesi, dileklerini karşılaması, ona bol bol ihsânda bulun­ması ve mertebesini yüceltmesi demektir.

Ayette sözü edilen bu yakınlık, şu hadiste anlatılan yakınlık gibi yo­rumlanır:

Kim Bana bir karış yaklaşırsa,ben ona bir arşın yaklaşırım.Kim bana bir arşın yak­laşırsa,ben ona bir kulaç yaklaşırım.Kim Bana yürüyerek gelirse,ben ona koşarak varırım”

Şerh:Sahîh-i Buharı ve Sahîh-i Müslim’de bulunan bu hadi­sin Sahîh-i Müslim’deki rivâyetinin tamamı şöyledir:

“Kim bir hayır işlerse, ona onun on misli vardır veya daha da artırırım. Kim bir kötülük işlerse, ona da onun misli vardır. Ya da tamamen affederim. Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım; kim Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım. Kim Bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla gelirse, Ben kendisini o kadar mağfiretle karşı-larım:”(Buhârî, Tevhîd 15, nr. 7405)

Bu yakınlık; Allah Teâlâ’nın, Kendisine ibâdet, tâat ve teslimiyetle yaklaşmaya çalışanların duâlarını yüce dergâhında kabul buyurması ve onların isteklerini süratle yerine getirmesi anlamındadır.

 

Bu yazı,Kadı İyaz Şifa-i Şerif Şerhi 1.cild’den alıntılanmıştır.

Şerh:M.Yaşar Kandemir

 

 

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir