Kategoriler: İslam

İslam’da Sorumluluk

Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a, salat ve selam efendi­miz Muhammed’e, ailesine ve bütün ashabına olsun. Şimdi:

İslâm’da mesuliyet kelimesi lafız olarak küçük (birkaç harf­ten oluşur) ama mana olarak oldukça büyüktür. Sanki o gök­lere, yere ve dağlara arz edilip de onların korkularından onu yükleme noktasında kaçındıktan ve insanın üstlendiği bir ema­nettir. Bu kelime: “sorumluluk” bazen ahirete ait bir anlam için de kullanılır. Böylelikle o, Allah’ın, kulunun yaptıkların­dan dolayı kıyamet gününde hesaba çekmesi anlamına gelir.

Bu mananın örneği: Tirmîzî’de, Ebû Berze el-Eslemî  ’den rivayet edildiğine göre, Rasulullah s.a.v şöyle buyurdu:

“Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğin­den, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından so­rulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.”[1] [2] Yüce Allah’ın Hicr Suresi’ndeki buyruğu da bu anlamdadır: “Rabbin hak­kı için biz, mutlaka onların hepsini yaptıldanndan dolayı he­saba çekeceğiz.”[3]

Sorumluluk, aynı zamanda, bir kişiyi eylemleri için sorum­lu tutmayı ve eylemlerinin sonuçlarını talep etmeyi amaçla­yan fıkhî anlamda da kullanılmaktadır..

Sorumluluk, ferdi başkalarından sorumlu kabul etmek ve kendi işleriyle ilgilenmesini ve durumunu düzeltmesini talep etmek olan İslâmi bir sosyal anlama da atıfta bulunur ve bu anlam bu şerefli akşamdaki konuşmamızın konusunu oluş­turmaktadır.

Bireyin başkaları üzerindeki sorumluluğu, aklın, toplumun iyiliğinin gerekliliği, gördüğü ve erdemli olduğu iyiliğin kuralı­nın dikte ettiği bir konudur. Ve eğer bu vazife bozulursa, şeh­vet savunucularının yaydığı ve başkaları için ve kendi başına masraflardan ve görevlerden kurtulmak için insanın nefsinde yatan şeyle, şer ve fesada toplum galip gelecektir. Toplum, so­rumluluğun yitirilmesiyle, bir kötülükler ve günahlar toplumu haline gelir. Kötülük erdeme üstün gelir ve bireycilik üstün ge­lir, Yolsuzluk, gevşek iyi kalıntıyı yutar, Aksine, reform ve re­form konusunda bir tavır almazlarsa, güçlüler toplumlarının yozlaşmasından etkilenecektir. Çünkü iyi ya da kötü, içinde yaşadığı çevreden etkilenmek, insanın tabiatındandır ve bu, onda biriken taklit ve taklit içgüdüsünden kaynaklanmaktadır.

Yeteneklerinde, güçlerinde ve algılarında büyük farklılıklar bulunan insanlarda bulduğumuz şey de bir sorumluluk me­selesidir. Bazılan yeteneklerinin zirvesine ulaşır ve iyiyi iyi ve kötüyü kötü olarak gördüğü akıl bilgeliğine, karakter gücü­ne ve içgörü derinliğine sahip olacaktır. Böyle bir insan, baş- kalarına özen göstermeli, onların iyiliği için çalışmalı, sapma­lardan ve kaymalardan kaçınmalıdır. Değerli yetenekleri ve meziyetleri ona fayda sağlar. Bazı kimseler, işlerin dizginleri­ni ele almaları ve insanların onlara itaat edip, takip etmeleri gibi toplumlarında bazı üstünlüklere sahip olabilir. Bu kim­seler, kendi adlarına hareket ettikleri kimselerin menfaatleri­ni gözetmek, onlara iyilik etmek ve kötülükleri onlardan uzak tutmakla yükümlüdürler.

Bundan sonra İslâm’ın sorumluluk konusundaki konumu­nu açıklamaya ve onu şart koşan metinlere değinmeye dö­nüyoruz. O metinler oldukça fazladır. Sorumluluğun önemini müşahhas bir hale getirecek, içeriğini açıklayacak, ihmalkâr davranmanın sonucunu tarif edecek sonra bunun yüce tari­himizden canlı örnekleri vereceğimiz bir kısım belgeleri ayı­rabileceğimizi düşünüyoruz. Bu vesile ile selef-i salibinin so­rumluluk çağnsma karşılık verdiklerini görüyoruz, böylece onlar toplumlarını ayağa kaldırdılar ve onu fitne ve sapkın­lığın saldırganlığından kurtardılar, böylece gerçek bir İslâmî toplum haline geldiler.

Buhârî Sahfh’inde, Abdullah b. Ömerin Rasulullah sav’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Hepiniz çobansınız ve hepiniz size bağlı olan kişilerden sorumlusunuz.

Devlet adamı da bir çobandır, halkından sorumludur.

Erkek, ailesinin çobanıdır ve ailesinden sorumludur,

Kadın, kocasının evinde bir çobandır ve ailesinden so­rumludur,.

Uşak, efendisinin parasının çobanıdır ve (yaptığı harca­madan) sorumludur.

Dikkat edin hepiniz gözetiminizde bundan her şeyden sormuşsunuz.”4

Bu hadis her kesimden insanı içermiştir, çünkü toplumdaki herkes bir baba, anne, oğul veya başkasına bağlı hizmetçiden başka bir şey değildir, bu yüzden hadis hepsine hitap etmiştir.

Hadisin sorumluluk bilinciyle genele hitap ederek başla­dığı ve sona erdiği görülmektedir. Bu, insanların sorumlulu­ğun kendilerine ait olduğunu anlamaları için yeterliydi. Fakat Allah Rasulü sav, onların bu hakka sahip çıkma iddiasında ve onu ilerletmenin gerekliliğinde daha fazla vurgu yapmak için her sınıf insanı ayrı ayrı zikretti.

Bu hadiste Hz. Peygamber (s.a.v), sorumluluğun büyükler ve zayıflar için evrensel olduğunu belirtmek ve aynı zaman­da toplumun birbirine bağımlı ve işbirlikçi olduğunu göster­mek için padişah ve hizmetçiyi bir arada getirmiştir. Ve fertler arasındaki bu karşılıklı bağımlılık, hiçbir yaşı küçük veya biri­ne bağlı (hizmetçi gibi) kişinin bundan hariç tutulmaması için gereklidir. Unutulmamalıdır ki hadis-i şerif, her bireye yönel­tilen sorumluluk çemberini tanımlamıştır. Ancak bu sorumlu­luğun boyutiannı belirtmeyi ihmal etmiştir. Sorumluluk alanı­na girebilecek büyük ve küçük her şeyin -sorumluluk maddi veya manevi olsun- her bireyin sorumluluğuna dahil edil­diğini belirtmek için onun sadece bir yönünü belirtmemiştir.

Her insanın sorumluluğunun, Allah’ın kendisine verdiği yetenekler ve kendisine bahşedilen kuvvet, yetenek, etki ve­ya itaat ölçüsünde olduğu gerçeği gözden kaçınlmamalıdır.

İmamın (devlet başkanı), padişahın, halifenin, melikin ve cumhurbaşkanının sorumluluğu en büyük mesuliyet ve so­rumluluktur. İşte bu yüzden Rasulullah ’sav onunla başladı, çünkü devlet başkanı düğün olursa ümmeti de iyi olur, o boz­guncu olduğunda o da yozlaşır. Hz. Ömer r.a Efendimiz şöy­le dedi: “İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir.”

Ve Rasul-i Ekrem’in hayatına ve siresine bakarsak, so­rumluluğu en iyi ve en sağlam şekilde üstlenmenin delille­riyle dolu olduğunu görürüz. Ve O, eğitim sorumluluğunda eksik kalanlara, mesuliyetlerini gözetmede ve ihtiyacı olanla­ra hidayeti yaymak hususunda ihmalkâr davrananlara karşı sert bir tavır içindeydi.

Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre Ensar’dan bir adam Peygamber Rg&”’e dilenmeye geldi. Bunun üzerine Pey­gamber

“Evinde hiç bir şeyin yok mu?” diye sordu. Adam:

Hayır (bir şeyim yok ancak) bir çul var ki, bir kısmını giyi­yor, diğer kısmını da (altımıza) seriyoruz. Bir de su içtiğimiz bir bardak var, dedi. Peygamber sav.:

“Onları bana getir” dedi. Adam da getirdi. Rasulullah onları eline aldı ve:

“Bunlan kim satın alır?” dedi. Bir adam:

Ben onları bir dirheme alınm, dedi. Peygamber iki veya üç defa:

“Kim bir dirhemden fazla verir” dedi. Bir başka adam:

Onları ben iki dirheme alınm, dedi. Bunun üzerine Pey­gamber sav” o adama verdi ve iki dirhemi aldı. Ensârî’ye ver­di ve şöyle buyurdu:

Birisiyle yiyecek satın al da ailene götür ver. Diğer dir- hem ile de bir keser satın alıp bana getir.” Ensâri keseri getirdi:

Rasulullah  Ona eliyle bir sap taktı ve Ensârî’ye dedi ki:

Git, odun topla ve sat. Seni on beş güne kadar görme­yeyim.”

Adam gitti odun toplayıp sattı. (On beş gün sonra) on dir­hem biriktirmiş olarak geldi. Onun bir kısmı ile elbise, bir kıs­mı ile de yiyecek satın aldı. Bunun üzerine Rasulullah ‘sav :

“Bu senin için kıyamet gününde yüzünde dilencilik leke­si ile gelmenden hayırlıdır. Dilencilik ancak şu üç kişi için ca­iz olabilir:

Şiddetli fakirlik çeken, çok ağır bir borç altında bulunan, can yakıcı kan diyetini ödemeyi yüklenen.”5

Bu hadis-i şerif, yöneticinin işsizliği giderme ve işi kolay­laştırmakla yükümlü olduğunu bildirmiştir. Yaşam şartlan bu zayıf ensarlı kişinin zihninde öyle bir yerleşmişti ki Allah Rasulü’nden (sana) kendisine sadaka isteme dışında bir ha­yatta kalma yolunun olmadığına kanaat getirmişti. Rasulul­lah onun için bir pasta satın aldı, çok değerli eliyle o sefil düşünceyi uzaklaştırdı ve düzgün bir yaşamın yolunun çok çalışmak, yüksek moral ve yeryüzünde mücadele etmek ol­duğunu gözlerinin önünde açtı.

Onun yaşamında, küçükler için sorumluluk duygusunun belirgin olduğu başka sahneler de var. Sabah namazında alt­mış ile yüz âyet arasında okumak Peygamberimiz ’in sün- netindendir.

Buhârî ve başka hadis alimlerinin Ebu Katâde’den şöyle rivayet edilmiştir: Sabah namazına girip birinci rekatında alt­mış âyet okuduktan sonra ikinci rekata kalktı ve mescidin so­nundaki kadınların sıralarından bir çocuğun ağlamasını işit­ti ve üç ayet okudu.

Kendisine şöyle denildi: Ya Rasulullah kısa okudun.

“Ben namazı uzatmak niyetiyle namaza başlarım, ancak o esnâda bir çocuk ağlaması işitirim, onun ağlamasından an­nesinin hissedeceği üzüntünün şiddetini bildiğim için hemen namazı kısaltır, hafifletirim”6 buyurdu.

işte Hz. Peygamber’in ’sav. dilsiz hayvana karşı sorumluluk duygusunun netleştiği başka bir sahne şudur: Dârekutnî Sü- nen’inde Taberânî Mu‘cem’inde Âişe ve Enes r.a’den şöy­le dediklerini rivayet etti: Rasulullah -s.a.v bir gün bir kaptan abdest alıyordu. Susamış bir şekilde etrafında gezinen bir kedi yavrusu gördü. Abdesti bırakıp elindeki kaptan içince- ye kadar o kediye doğru eğdi, sonra abdest aldı.[7] Müslim’in Sahihinde Ebu Hüreyre’den rivayet ettiği hadiste, Allah Ra- sulü sav, bazılarının mükâfat olarak hafif ve basit bir iş ola­rak görebileceği böyle bir sorumluluğun mükâfatını haber vermiştir. Rasulullah şöyle buyurmuştur: “Müslümanlara sıkıntı verip de yolun üzerinde bulunan bir ağacı kesen ki­şiyi cennette nimetler içerisinde gördüm.” İkinci bir rivayet­te: “Adamın biri, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve ‘Allah’a yemin ederim ki, bunu Müslümanlan rahatsız etmemesi için buradan kaldıracağım’ dedi (kaldırdı ve) bu yüzden cennete konuldu.” [8]İmam Ahmed, Müsned’inde, İbn Ömer’in çirkin bir yerde bir çoban gördüğünü, İbn Ömer’in de ondan da­ha hayırlı bir yer gördüğünü nakletmiştir. Yazıklar olsun sa­na çoban! Ona dön, çünkü Hz. Peygamber’in s.a.v şöyle bu­yurduğunu işittim: “Her çoban, sürüsünden sorumludur.”[9]

Bilakis, Rasul-i Ekrem’in ruhundan gelen sorumluluk duy­gusu, O’nun hidayetinden ve nasihatinden yüz çeviren za­limler sebebiyle ona en büyük hüzün ve keder olarak ulaş­mıştır. Öyle ki Allah ona acımış ve şu buyruğu ile hitap etmiş­tir: “O halde cemin onlara karşı hasretlerle (üzüntülerle) sıkı­lıp gitmesin”[10] [11] ve şöyle de buyurdu: “(Ey Habibim!) Demek onlar, bu söze (kitaba) inanmazlarsa, onların peşinde üzüle üzüle kendini helak edeceksin!”11

Bize sorumluluğun kapsamını ve büyüklüğünü tanımla­yan bu metin grubuyla yetiniyoruz. Şimdi Allah Rasulü’nün s.a.vfertlerinden bazılarında yolsuzluk veya kayma meyda­na gelse ve diğerleri onları durdurmaz ve engel olmazsa, toplumun akıbetinin nasıl helak ve yokluk olacağı ile ilgili toplumun gidişatını açıkladığı harika bir surete geçeceğiz. Bunu bi­ze açık ve hisli bir şekilde misallendirdi. Buhâri’de Nu’mân b. Beşir’den ‘ Rasulullah -s.a.v’ın şöyle buyurduğu rivayet edil­miştir: Allah’ın çizdiği sınırlan aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye yerleşmek üzere kura çe­ken topluluğa benzerler. (Bu kuranın sonucunda) onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşirler. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst haftakilerin yanından geç­mek durumundadırlar. Alt katta oturanlar, “Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet verme­miş oluruz.” derler. Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte ba­tar helak olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onlan kurtarmış olurlar.”[12] İkinci bir rivayette: Alt katta bulunanlar suyla üst katta bulunanların yanından geçiyorlar­dı. Böylece su ile onların yanlarından geçmeleri onlan rahat­sız ediyordu. Bir balta aldı ve geminin alt tarafından bir delik açmaya başladı. Ona gelip şöyle dediler: Sen ne yapıyorsun? O da şöyle dedi: Bana eziyet verdiniz. Ve benim de suya ihti­yacımız var. Eğer onun elinden baltayı alırlarsa hem kendileri­ni hem de onlan kurtaracaklardır. Şayet onu bırakırlarsa hem kendileri hem de onlar helak olacaklardır.

Rasulullah’ın s.a.v yaptığı bu çok değerli teşbih-i beliğ ne güzeldir. Çünkü İnsanı, yolcularının gideceği yere varması için denizlerin uçurumlarını aşan bir gemiye benzetmiştir. Hepsi­nin kaderi, ona (gemiye) yapılacak herhangi bir kötü kullanı­ma veya kötü bir sonuca varacak işleme bağlıdır. Ve eğer ge­minin dibini yarmak ve üstlerindekilere üzerlerinden çektik­leri sulan damlatarak zarar vermemek için motive olan bazı ahmak yolcularının iyi niyeti ve iyilik niyetiyle olsaydı, o za­man o yolcular hadislerde tasvir edilenler geminin tepesinde- dir ve sahiplerinin hareketlerini altta görürlerse eğer sorum- luluklarını yerine getirmezlerse gemiyi kurcalamaktan korur­lardı. Ancak sorumluluklarını üstlenirlerse, haklan olduğunu düşündükleri paylarının delinmesine engel olurlarsa, önce kendi canlarını, sonra da ihmalkârların hayatını kurtaracak ve hepsinin başarmak istediği amaca ulaşmış olacaklardır.

Sorumluluğu yerine getirmenin, başkalarına sorumluluk yükleyen bir grup insan tarafından gerçekleştirilen sınırlı bir görev olduğunu düşünebilir. Aslında İslâm’ın nazannda so­rumluluk tüm Müslümanlara dağıtılmıştır. Her biri, temsili ve yeterliliği aynı olarak birbirine bırakmadan kendisinden so­rumluluk talep edilen ciddi bir kısmından sorumludur.

Bu konuya delalet eden hadis-i şeriflerden biri de, İmam Ebu Abdullah Muhammed b. Nasr el-Mervezî’nin Kitâbu’s- sünne adlı eserinde Yezid b. Mersed’den gelen şu rivayettir: Rasulullah şöyle buyurmuştur: “Her Müslüman İslâm’ın zayıf olan hudutlarında beklemektedir. Allah aşkına İslâm’a yönelik bir saldın senin olduğun yönden gelinmesin.” Bunun üzerine Rasul-i Ekrem Efendimiz s.a.v, İslâm şeriatını ve Müs­lümanların ona karşı sorumluluklarını, gediklerinde ve giriş­lerinde aşılmaz bir kale bulunan, onu akıncıların istilasından ve saldırılarından koruyan muhafızlarla benzetmiştir. Bu mu­hafızların her birine, koruduğu pozisyon emanet edilmiştir. Ancak bu kalenin güvenliği, geri kalanlar son derece uyanık ve tedbirli olsa bile, birinin en ufak bir ihmali ile sağlanmaz. Ancak, bu muhafızlar bunlardan bazılarını veya daha fazlası­nı ihmal ederse, onların idaresi onun koruduğu delik olacak­tır. Bir başkasının, emaneti zayi edenlerin ve sorumluluklan- nı yerine getirmeyenlerin peşine takılarak kendisinin burada kalmasına gerek olmadığı bahanesiyle bu kale deliğinin ol­duğu yerdeki nöbetini başkasına bırakması caiz değildir. Bu önemli ve kesin manayı, selef-i salibinden el-Hasan b. Salih b. Hayy r.a zikrettiğimiz hadisten istifade ederek şöyle ifade etmiştir: İslâm’a göre Müslümanlar bir kale gibidir, öyleyse bir Müslüman bir bidat işlese, İslâm’da bir gedik onun tarafın­dan açılmış olur. Şayet bütün Müslümanlar böyle bir şey or­taya koyarlarsa sen Allah’ın kullarından istediği emir üzerine dunBOylelikle seninolduğun yerden bir sorun gelmemiş olur

Peygamber ın yaşantısını ve onun sorumluluk alakalı sözlerinden sonra, onun sünnetini pekiştiren ve takip eden ashabının ve ondan sonra gelen hulefây-ı raşidinin yaşantı­sını görürüz. İşte Hulefây-ı râşidinden Ömer b. el-Hattâb r.a şu meşhur cümlesini söylüyor: Allah’a yemin ederim ki, Fırat kıyısında -Müslümanların saltanatının en uzak olduğu yerde- bir hayvanın ayağı kayşa, kıyamet günü neden onu uzaklaş­tırmadığımın bana sorulmasından korkarım.

Hz. Ömer’in üzerindeki bu sorumluk ondan gece gündüz uyku ve rahatı almıştı. Geceleyin sadece kafası öne eğilecek şekilde bir uyuklaması olurdu. Çünkü o, Müslümanların işle­rini düşünmekle ve Cenab-ı Hakk’a kulluk ve O’nun huzu­runda durmakla üzerine düşeni yapmakla meşguldü. Şa’rânî, Tenbîhu’l-muğterrin adlı eserinde şöyle diyor: Ömer b. el- Hattâb, halifeliği günlerinde gece gündüz uyumadı. Onun uykusu oturur haldeyken başının öne eğilip uyuklamasın­dan başka bir şey değildi. Şöyle derdi: Gece uyursam kendi­mi kaybederim. Gündüz uyursam halkımın işlerini zayi ede­rim. Ve ben onlardan sorumluyum.

Aralarında Benî Temim’in efendisi ve görüş ve akıl bakı­mından en seçkin Araplardan biri olan el-Ahnaf b. Kays’ın da bulunduğu Irak’tan bir heyet geldi ve o gün çok sıcak bir yaz günüydü. Ömer’i, güneşin sıcağında sadaka develerin­den bir deveyi katranla kaplarken, başında bir elbise, yani el­biseyi sank gibi başına geçirmiş halde buldular. Hz. Ömer’e yaklaştıklarında Ahnaf’a dedi ki: “Ey Ahnaf, üstündeki elbi­seyi çıkar ve bu deve ile alakalı Mü’minlerin Emiri’ne yardım et, çünkü o sadaka develerinden biridir ve onda yetim, dul ve muhtaçların hakkı vardır.”

Topluluktan bir adam ona: “Allah seni bağışlasın ey mü’min­ktin emin, bir sadaka kölesine bu görevi emretseydin senin yerine yapsaydı. Hz. Ömer dedi ki: Benden ve Ahnef ’ten da­ha iyi kim köle olabilir. Hiç kimse Müslümanların işlerini üstle­nirse bir kölenin nasihatte ve emaneti yerine getirmede efen­disi için yapması gerekeni onlar için yapmalıdır.”

Hz. Ömer’in r.a dirayeti, sorumluluk duygusu ve ümmet hakkındaki emaneti öyle bir boyuta ulaştı ki, Müslümanların hiçbirinin İslâm’a karşı bir zaaf ve İslâm ahlakına ve sünneti­ne aykın bir görüntü vermesine izin vermiyordu. Zemahşerî el-Fâikadlı eserinde ve el-Münâvî, Şerhu’l-câmii’s-sağîrin’de şu olayı aktanlır: Hz. Ömer r.a bir adamı boynunu eğmiş, ze­lil ve son derece itaatkâr bir şekilde ölü gibi yürürken gördü. Ona şöyle dedi: Müslüman değil misin?

Adam: Evet. Dedi

O da: Başını kelidir, boynunu düzelt. Çünkü İslâm güçlüdür ve engellenemez. Sonra onu bir kamçı vurdu ve şöy­le dedi: “Dinimizi bize ölü gösterme. Allah canını almasın.”

Zemahşerî el-Fâik’te aynı şekilde şu olayı aktanr: Hz. Ömer saçını sokakta kısaltan bir adama uğradı ve onu cezalandırdı. Çünkü rüzgâr o saçları alıp insanların yiyeceklerinin ve içe­ceklerinin içine taşıyabilirdi.

Hz. Ömer, Benî Esed’den birisini insanlara vali tayin et­mişti. Vali evraklarını almak üzere Halife Hz. Ömer’in huzu­runa gelmişti. Vali evraklarını katip yazdığı esnada bir çocuk çıka geldi. Doğruca halifenin kucağına varıp oturdu.

Halife Hz. Ömer, çocuğu sevdi, okşadı ve öptü.

Vali adayı, şöyle dedi:

“Ya Emire’l-Mü’minîn! Siz çocuklan sever öper misiniz? Benim tam onun gibi 10 tane çocuğum var. Onlardan hiçbi­ri ne bana ulaşabildi ne de ben onları öptüm.”

Bunun üzerine Halife Hz. Ömer: “Allah c.c senin kalbin­den rahmeti çekip aldıysa ben ne yapabilirim. Allah kullarından sadece merhametli olanlarına rahmet eder. Son­ra katibine şöyle söyledi: (Vali ataması ile ilgili) yazıyı yurt. Çünkü o çocuklarına merhamet etmediyse nasıl halka mer­hamet edecek.

İmam Ebu Hanîfe’nin talebesi İmam Muhammed b. Haşan eş-Şeybânî, el-Asâr isimli eserinde sorumluk hakkında çok mü­kemmel ve şaşırtıcı; daha önce hiç kimsenin duymadığı bir şe­yi haber verdi: O dedi ki: Ebu Hanîfe bize Ali b. el-Akmer’den nakletti ki o dedi ki: Ömer b. el-Hattâb r.a, Medine’de insan­in elinde asayla dolaşırken yemek veriyordu. Sol eli ile yemek yiyen bir adama rastladı ve: Ey Allah’ın kulu, sağ elinle ye, dedi. Dedi ki: Ey Allah’ın kulu, sağ el meşguldür.

Dedi ki: Sonra gitti, sol eliyle yemek yerken yanından bir daha geçti ve: “Allah’ın kulu, sağ elinle ye” dedi. Dedi ki: Ey Allah’ın kulu, sağ el meşguldür. Onu bırakıp gitti, üç de­fa yanından geçti ve sol eliyle yemek yediğini görünce: “Ey Allah’ın kulu, sağ elinle ye” dedi. Dedi ki: Ey Allah’ın ku­lu, sağ el meşguldür. Ömer dedi ki: Sağ el ne ile meşguldür?

Dedi ki: Mu’te günü yaralandı. Ömer r.a, ağlayarak ya­nına oturdu ve: “Sana kim abdest aldırıyor? Kim senin başı­nı ve elbiseni yıkıyor? Kim şunu şunu yapıyor?” diye sordu.

Bunun üzerine kendisine bir hizmetçi çağırdı ve o sahabi- ye bir binek, yiyecek, kendisi için uygun ve gereken her şeyin yapılmasını emretti. Öyle ki Hz. Muhammed’in ashabı, Hz. Ömer’in adam hakkındaki hassasiyetini ve Müslümanla­rın işleriyle ilgilenmesini gördüklerinde onun için Allah’a dua ederek seslerini yükselttiler.

Bu, Ömer’in hayatından, kendisinden önce kimsenin yap­madığı ve daha sonrasında da yapamayacağı bir başka ha­berdir. Eğitimin yayılmasını teşvik etti ve ücretsiz hale getir­di. Öğretmenin hâzineden para verdi. Kendisi tarih ve neseb ilmini öğrenmeye başladı ve öğretmene her öğrenci türü için bir eğitim planı hazırladı. Dinlenmek için bir vakit, ders çalış­mak için bir zaman ve tatil için bir gün belirledi. Bu ise, ara sokaklarda oynayan çocukların, onlardan bir çeşit oyun ola­cağına şahit oldu ve onlardan ahlak, edep, bilgi ve mükem­mellik bakımından sorumlu olduğunu gördü.

Mâliki fakih ve âlimi Şihabüddin Ahmed b. Ğânim en- Nefrâvî, el-Feuâkihu’d-Dauvani alâ risâleti İbn Ebi Zeyd el- Kayreuânî adlı kitabında şöyle demiştir: Çocukları okulda bir araya getiren ilk kişi Ömer b. el-Hattâb’dır. Âmir b. Abdul­lah el-Huzâî’ye onlara bir şeyler öğretmesini emretti. Maaşı­nı devlet hâzinesinden verdi. Bunların arasında anlayışı kıt ve zeki talebe vardı, bu yüzden Ömer ona anlayışı kıta lev­haya yazmasını ve zeki çocuğa ise kitapsız öğretmesini em­retti. Hz. Ömer, nesebi, cinsiyeti, sadakati gibi zamanın sek teye uğramasından korktuğu şeyler hakkında onlara şahitlik ederdi. Çocuklar ondan işlerini kolaylaştırmasını istediler, o da sabah namazından sonra ikindi namazına kadar ve öğle­den ikindi namazına kadar oturmayı emretti ve günün geri kalanında istirahat ettiler. Beytü’l-Makdis’e gidip Medine’ye döndüğünde, çocuklar onu bir gece ve gündüzlük yolculuk mesafesinde onu karşıladılar ve bu yolculukları sebebiyle yo­ruldular. O gün Perşembe günüydü, her hafta o gün de tatil yapmalarını emretti ve onun bu sünnetini yerine getirenleri hayırlı ve doğruyu bulmakla dua etti.

Hz. Ömer’in hayatında sorumlulukla alakalı gelen şu ha­beri vererek onun hakkındaki konuşmamızı sonlandınyoruz: Bir gün çarşıda yürüdüğünde yaşlı bir Yahudi’nin insanları durdurup bir şeyler istemesine tanık oldu. O Yahudi şöy­le söyledi: Bu nedir?

Yahudi adam: Ey Emiru’l-Mü’minin! cizye iyi, yaşlılığı ve fakirliği sor.

Hz. Ömer: Biz sana insaflı davranamadık, senden bir genç­ken haraç alıyoruz ama seni yaşlıyken kenara bırakıyoruz. Buna ve onun gibileri ne beytülmalden bir şey tahsis edin.

Halife Ömer b. Abdülaziz’in r.a yaşamında da, sorumlu­luğun son derece değer bulduğu aktarılan bu tür delilleri bu­luyoruz. İbn Abdulhakim, Sîretü Ömer b. Abdilazîz adlı kita­bında şunu aktarmıştır: Berîd çalışanlarında birini onun yanı­na elçi olarak gönderdi. Elçi onun huzuruna girmek için izin istedi, izin verildi ve o da huzurunu vardı. Ömer’e bu durum haber verildiğinde kendisi uyumak üzere oturmuş ve kalın bir mum isteyip ateşi yaktı. Elçiyi yanma oturttu ve ona Müs­lümanları, belde ahalisini, aralarında anlaşma olanları, va­linin davranışlarını, fiyatlan, muhacirlerin ve ensarın çocuklarını, fakirlerin ve yolda kalmışların çocuklarını sordu. Va­li her hak sahibine hakkını veriyor mu? Vali hiç kimseye zü­lüm etti mi ve ondan şikâyetçi otan kimse var mı? Elçi her ne sonılduysa onlara cevap verdi. Ömer ona soracağı soruları­nı gnnce elçi ona şöyle söyledi: Ey Emiru’l-Mü’minin sen nasılsın sağlığın nasıl? Aileniz, kendisiyle ilgilenmiş olduğunuz tüm ehliniz nasıl?

Ravi dedi kİ: Ömer muma üfürdü ve üfürmesiyle mumu söndürdü.

Ve dedi ki: Ey oğlum, benim bir kandilim var. Zar zor ya­nan bir fitil istedi ve şöyle dedi: Neyi istiyorsan sor. O sor­du Ömer de ona cevap verdi. Elçi ona dedi ki: ya Emire’l- Mü’minîn sen daha önce yaptığını görmedim bir şey yaptın.

Ömer dedi ki: Peki o nedir?

Dedi ki: Mumu seninle ve durumunla alakalı bir şeyler sorduğunda söndürmendir.

Dedi ki: Ey Abdullah, söndürdüğün mum Allah’ın malından ve Müslümanların malındandır. Ben sana onların ihtiyaçlarını ve işlerini sorardım ve o mum önümde kendilerine ne fayda sağlayacak diye yakıldı ve o da onlar içindi. Kendim, ailem ve şahsımla ilgili meseleler olunca Müslümanların ateşini söndür­düm. Ömer b. Abdülaziz’in şahsında sorumluluk üzüntülü ve en sevdiği insanın ölümüyle imtihan edildiği günde bile canlı bir şekilde yaşamaktadır. İmam Ahmed, Zühd adlı kitabında ve Hafız EbuNu’aym, el-Hifye’de Ömer b. Abdülaziz’in biyog­rafisinde aynı şekilde şunu aktarmaktadırlar: Oğlu Abdulme- lik vefat etmişti kendisi son derece üzüntülüydü ve o esnada sol eliyle işarette bulunan ve konuşan bir adam gördü. Şöy­le dedi: Ey falan şahıs konuştuğun vakit sol elinle işaret etme sağ elinle işaret et. Adam ona dedi ki: Ben bugün gibi bir şey görmedim. Adamın biri kendisine en sevimli gelen kişiyi def­nediyor sonra kendisi de benim sağım ve solumla ilgileniyor.

Ömer ona şöyle dedi: “Allah bir şeyi kendisi için tercih et­tiğinde artık ondan vazgeç!

Böylece tarih bizim için en karanlık çağlarda bile korun­muştur. Ümmetin, liderleriyle parçalandığı Haçlı seferlerinin olduğu dönemlerde, hükümdarların sorumluluk duygusunun neredeyse hayal âleminde olduğu devirlerde Allah’tan kor­kan, din ve istikamet üzere olan ümmetin bazı fertlerinin bil­gilerini bizim için korumuştur.

İşte 569 yılında vefat eden bu Kral Nureddin her gün oturup Rasulullah’ın s.a.v hadislerini dinlerdi. Ona hadisler okunur ve kendisi ondan ibret alırdı. Hadis rivayet edenle­rin aralarında devam ede gelen Hır uygulama veya rivayet şekli varsa bunu hadis okumalarında aynen devam ettirir­lerdi. İşte böyle bir müselsel hadisin tebessüm olarak orta­ya çıktığı rivayetin okumasına gelindiğinde hocası ondan tebessüm etmesini istedi.

Dedi ki: Dimyat’ın etrafı Frenklerle çevriliyken Yüce Allah’ın benim tebessüm ettiğimi görmesinden haya ediyo­rum. Dimyat’ı 50 gün boyunca kuşattıktan sonra, Allah’tan Frenklere karşı zafer ilan edene kadar bu hadisi hocasından rivayet olarak almadı.

Tarihçi İbn Esir, el-Kemâl adlı eserinde şehid hükümdar Nureddin Zengi’nin biyografisinde aynı şekilde şunu aktar­maktadır: Zühd ve ibadet üzere bir kimseydi. Ancak gani­metten kendisine düşen paydan satın aldığı mülkünden (el­de ettiği parayla) yer, giyinir ve diğer harcamalarını gerçek- leştirirdi. Geçim sıkıntısından hanımı ona serzenişte bulun­du. Kendisine ait yıllık 30 dinar gelir getiren Humus’tâki üç dükkânını ona verdi. Bunlan kendisine teslim edince şöyle dedi: Benim bütün mal varlığım budur. Elimde olan bütün (mülk) her şey için ben müslümanların bir bekçisiyim. On­lara bu konuda asla ihanet etmem ve senin içinde cehen- nemede dalmam.

Biz de, emaneti yerine getirmek, hakkı ve zayıfı destek­lemek için âlimlerin hükümdara ve millete nasihat etme so­rumluluğunu yerine getirdiğini gördüğümüz diğer sorumlu­luk biçimlerine yöneliyoruz. Hafız İbn Kesîr ed-Dimeşkî, el- Bidâye ve’n-Nihâye adlı kitabında İmam İbnü’l-Cevzî’nin a* tercümesinde şöyle diyor: Onun vaaz ettiği meclise hali­feler, vezirler, melikler, emirler, ulema ve fakirler gelirdi. Va­az ederken halife el-Mustedi’in tarafına baktı ve şöyle dedi: “Ya Emire’l-Mü’minîn eğer konuşursam senden korkuyo­rum, sussam da bu sefer senin hakkında bir şey olmasından korkuyorum. Birisinin size: Allah’tan kork sözü bir başkası­nın size: Siz bağışlanmış bir ailenin fertlerisiniz demesinden daha hayırlıdır. Ömer b. el-Hattâb şöyle demiştir: Bir valim­den benimle alakalı o zalimdir diye bir şey bana ulaştığında onu değiştirmem çünkü ben zalimim.

Ya Emire’l-Mü’minîn Hz. Yusuf kıtlık döneminde aç olan kimseleri unutmamak için asla doymamıştır. Hz. Ömer ramâde yılında (hicretin 18. Yılında Medine’de 9 ay süren kıtlık döneminin adı) karnına vurur ve şöyle diyordu: Gurul­da veya guruldama! Allah’a yemin ederim ki Ömer ne bir ya­ğı ne de zeytin yağını insanlar bereket dönemine varıncaya kadar almayacaktır. Ravi dedi ki: el-Müstedî ağladı ve sada­ka olarak çok mal verdi, mahkumları serbest bıraktı ve fakir­lerden bir grubu giydirdi.

Alimlerin kamu önünde fetva ve fıkhın ötesinde genel reh­berliğe kadar uzanan sorumlulukları vardır. Burada Hoca­mız Abdulhayy el-Kettânî’nin Teblîğu’l-emâne fî madaari’l- isrâfi ve’t-teberrüci ve’l-kehâne kitabından İbn Dabbâğ’ın Mea/imu’l-imân fî terâcimi ricâli’l-Kayravân adlı eserinden Ebubekr b Muhammed el-Lebbâd’ın (Ö.333) tercemesinde yaptığı alınıtıyı bir tasımını vereceğim:

Bunlar, yöneten-yönetilen, baba, anne, evlat veya az ya da çok binlerinin sorumluluğunu üstlenen herkesi çağıran İslâm’ın rehberliği ve şanlı tarihinin işaretleri, bu din ve in­sanlar için boynumuzda olanı yapmak için hayattaki sorum­luluklarımızı üstlenmemiz gerekir. Cenab-ı Allah kendimiz için yaratılmadığımızı kitabında tüm insanlığa İlahî hayra vesile olmak için yaratıldığımızı, onu iyiliğe götürdüğümüzü ve on­da hak kelâmını tesis ettiğimizi bildirmiştir. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çakşır ve Allah’a inanırsınız.”

Her Müslümanın her mü’min için hissettiği ve çektiği bü­yük bir sorumluluk vardır ve bu bizim genel olarak İslâm’a ve özel olarak İslâm ülkelerine karşı sorumluluğumuzdur. Mil­yonlarca Müslüman’ın bize, Arap toplumuna, Müslüman’ı kurtarıcı, Arap’ı rehber ve yükseltici bulmak için başvurdu­ğu Filistin, Umman, Yemen, Güney Arabistan ve Kara Afri­ka için sorumluluğumuzdur. Bize İslâm kardeşliğinin vazifesi­ni ve Rasulullah’ın s.a.v şu sözlerini hissetmemizi hatırlatıyor­lar: “Müslümanların işleriyle ilgilenmeyen onlardan değildir.’’

Abdulfettah Ebu Gudde – Gönülden Gönüle Sohbetler,syf:58-72

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce