İslâmcı Kadının Geleneksel ve Modern Fonksiyonu-2
Başörtüsündeki Kimlik, Başörtüsündeki Kişilik
Başörtüsünün kimlikle eş değer olduğu durumlar, başörtülü kadınların psikolojik yapılarına da yansımaktadır. (Tuksal, 2000a, 59) Başörtüsünü çıkarmış çoğu kadının kendi görüntüsüne alışamadığı bilinmektedir. Bu gerilim, başörtüsünün yalnız kimlikle değil kişilikle de ilgili olduğunu izah edebilmektedir. Çünkü kişilik yapısını oluşturmada din birincil güçlerdendir. Sosyalleşmenin, bireysel yeti ve kişiliğin oluşmasında, gelişmesinde dinin gücü diğer etkenlerin çok üstündedir. Üniversite eğitimi için başörtüsünden vazgeçmek tek başına siyasal veya kimlikle ilgili olmasa gerek. Bu tutum Türkiye deki İslâmî oluşumların genel yapısına sinmiş ve pragmatik hareketler mücadelenin kapsamı içine alınmıştır.
Türkiye’de İslâmcılık düşüncesinin çok parçalı, konjonk- türel, kısa vadeli hedeflere kilitlenmiş, yönlendirilmeye açık ve en başta temelli inşa faaliyetini, uzun soluklu yapı hedefini gözetememesi umumi karakteri halini almıştır. Başörtüsü üzerinden siyasal mücadele esasında düşünce sorgulamasını da peşinden getirir. Uzun soluklu düşünce ve tutum geliştiremeyen İslâmcılık hareketinin “tereddüt”, “ihtiyat” başlıkları altındaki kısa vadeli çözüm arayışları, küçük menfaat birikimleri İslâmcılığın kendine özgü niteliğini zayıflatmıştır. Başörtüsü başlığı altında İslâmcılık düşüncesi kendine yönelik bakış açı- sını giderek kimlik ve karakter inşasını da gerçekleştirmiş olur.
Başörtüsü benim dindarlaşmamın sembolüdür; asla siya- sal bir sembol olmamıştır. Ben dindarlaşmaya karar verdiğim gün örtünmeye de karar verdim.” derken Tuksal bir tercihi de ortaya koymuş oluyordu. Bu, Türkiye’de İslâmî dönüşümün gerçekleşmesi talebiyle kabaca dindarlık başlığı altında yürüyen düzenle problemi olmayanların neoliberal İslâmcılığın entegrasyonist tavrını ve ayrımını izah eder.
Başörtüsünün “değer oluşturucu”, “değer ölçücü” ve “mücadele sahası” niteliği bir kez daha kendini bu şekilde ifade eder. Seküler dünya içinde başkalarından bir adım önde olma başörtüsü ile sağlanır. Dindarlığın ölçütü de başörtüsü olarak kurgulandığına göre “dindarlığı gerekli görmeyenlerin” başörtüsü takmaması zaten normaldir. Başörtüsü gerekçelerindeki dindarlık kıstası kendinden çok “başkalarının” selametini önemsemektedir aslında. Bu bireysel tutum modern kadının kendi kendine karar alabilme sürecinin adıdır. Kadınlar başörtüsü kullanılması hususunda içtihatlarını kendileri yapabilecek kadar özgürleşebilmişlerdir. Dolayısıyla bazı başörtülüler için başörtüsü tanımları modernleştirmenin bir türü olarak yerini alabilmektedir.
Başörtülü kadınların temel “imaj”larını sistem karşısındaki tutumları oluşturur. Bu bağlamda da başörtüsü çoğunlukla siyasal “bayrak” olarak algılandı. Başörtülü okumanın geleneksel olarak ataerkil zihniyeti özelde Müslüman erkeklerin geleneksel tavırlarını kırdığı yollu tezin dışında büsbütün Türkiye’deki yerleşik otoriter zihniyet ve sistemle ilgisi vardır.
Türkiye’deki İslâmî düşüncenin yolunun tıkanması ve bir imkân olarak ortaya çıkmaya kalkıştığı her dönemde sekteye uğratılması, kurucu Cumhuriyet iradesinden sonra gerçekleşmiştir. Burada sistemin değişik referanslarının yanında, kendisine tehlike gördüğü ideolojilere karşı kullandığı metodoloji de çok ilginçtir. Çünkü Türkiye’de sistem sert müdahalelerle birlikte daha çok “yumuşak geçişler” ve kontrollü / denetimli ilerlemeyi esas almış, totaliterliğini göstermeden de belli tarafları dönem dönem destekleyerek sonra onları da gayrı meşru sayarak muhataplarını saf dışı edebilmiştir. İslâmcıların devletin örtük ve aleni teklifleri karşısında ölçü koymamaları yalnızca “devlet bizim, yöneticiler değil” anlayışından kaynaklanmasa gerek.
İslâmcılığın ve Müslümanların çeşitli dönemlerde “irticai” faaliyetlerle bir tutulması yönlendirmenin başta gelen araç- larmdandır. özellikle başörtüsü, nikâh, çokevlilik, boşanma, okuma, miras, el kesme vs. konular İslâmcıların doktriner planda yıpratılmasında, savunma psikolojisine bürünmesinde kullanılan yöntemlerdendir. Başörtüsünün kamu macerası, siyasal hareketlerde referans özelliği sistemle olan ilişkilerde daima göz önünde olmasını getirmiştir. Bu bakımdan İslâmcıların olaylara ve düşünceye, dünyadaki gelişmelere, dünya sisteminin kendisine olan bakış açısında hakikatte sorunlar taşıdığı daha da önemlisi bu konular üzerinde sarih hemen hiçbir vasıflı fikir geliştiremediği görülmektedir.Dünyada yürürlükte olana ruhun yansımaları Türkiye’de hemen kendini gösterebilmektedir. Dünyadaki sistemin dili ve metotları rahatlıkla Türk İslâmcılığında kendi usulünce dönüştürülerek kullanılabilmektedir.
İslâmcılığın “boy atmaya” başladığı dönemler, genellikle siyasal hareketlenmelerin ve dünya sistemine karşı muhalefetin ve yerel başkaldırma ve emperyalizmden “kurtuluş savaşlarının dönemine rastlaması, İslâmcıların diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi devletin de demokrasi gibi “şirk” (Aktaş, 2000a, 44) düzeni nitelemesine varmasını kolaylaştınyor ve şartlarını oluşturmadan, dinamiklerini ve kurgusunu tam olarak yapmadan bir eleştiri furyasına gidilmesini gerektiriyordu. Zaman zaman marjinalliğe itilse bile başörtüsü mücadelesi hemen her dönemde merkezde yerini almıştı. Fakat başörtüsünün İslâmî bir tercih ve iddiadan kaynaklandığını örtecek gelişmeler her dönemde açıkça vurgulandı.
“Devlet Bizim, Yöneticiler Değil!”
Başörtüsü mücadelesinin aslında yalnızca başörtüsü mücadelesi olmadığını hem İslâmcılar hem de başkaları sarahaten dile getirmekteydiler. Hayatlarında hiç başörtüsü takmayacak olanların başörtüsü mücadelesine destek vermeleri (Barbarosoğlu, 2000,33) olayın bir yüzü. Mesele islâmcıların bu kişilere destek vermesi, aynı karede görünme isteği, onları öne çıkarma telaşıdır. İslâmcılığın “başka”ları nezdinde şirin gözükme meşruiyet kazanma kompleksi her daim yürürlüğünü sürdürmüş, onların bu destekleri karşısında takındıkları “ılımlı” “yumuşak” üslup temel karakter halini almıştır.
Buradaki çelişki İslâmcılığın geldiği noktayı da çok açık bir şekilde işaretlemektedir. Çünkü her gruptan İslâmî kimlik sahipleri, Türkiye’deki İslâmî potansiyel, tarihsel köken ve kaynaklarla bu memleketin esasında rahatça “İslâm Devleti” biçiminde tanımlanabileceğini düşünmektedir. Böylece aslında “devlet bizim ancak başkaları idare ediyor” fikri etkisini sürdürür ve kadrolaşma veya tepeden İslâmîleştirme yöntemleri ile tekrar idare ele alınabilir. Türkiye’deki millet gerçeğinin böyle konjonktürel yöntemlerle ilişkisi çok da sağlam değildir. Bu düşünme biçimi daha çok entelektüellerin, okumuşların teorileridir. Bunların dış etkisi açıkça fark edilebilmektedir. Meselenin bir diğer ayağında da görüleceği gibi bu yöntemlerin klasik İslâm düşüncesi kaynaklarına dayandırılması, “Felsefî altyapı görüntüsünün entelektüel birikimle”(3) desteklenmesi sağlam dayanak oluşturma gayretleri olarak biçimlenmektedir.
Neoliberal İslâmcılık için aslında temel kaygının “bir İslâmî dönüşüm” yerine “devlet idaresinde devinim ve dönüşümdür.”(4) Otoriter düşünce perspektifinden bakıldığında marjinalleri sisteme endekslemekten ziyade, toplumsal desteği kabule yatkın ve direkt eleştiri getiren ideolojileri eklemlemek daha kolaydır. Türkiye’de Komünistlere ve İslâmcılara yapılan da tam tamına budur. Çünkü belirleyici olan bireylerin ve hareketin kendi aralarındaki dayanışma ve kendilik bilgilerinden çok, devletle olan alışverişleridir.
İslamcı kadınların tezleri ile İslâmcıların devlet ile ilgili planları esasında örtüşür. DP döneminin rahatlığı sisteme karşı gelenlerin cüretlenmelerine neden olurken modernitenin ve Cumhuriyetin İslâm karşısındaki yok edici etkisini silebilmek yine modern yöntemlere bağlıdır. Çünkü İslâmcı kadınların sık sık tekrar ettikleri gibi bu iş ancak bilgi ve iyi yerlere gelme, kariyer ve başarı gösterebilmeye bağlıdır. Onun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan okumalı ve devlette iyi bir yerlere gelmeli. Sistemin baskılarına karşı hem bilgi olarak hem de ekonomik planda “donanımlı” olmak gerekir.
Bu tezlerin örtük modernizm olduğu bugün daha net kendini gösterebilmektedir. İslâmcı kadının çıkışı, dinamik bir hal alışı ve dikkatleri çekmesi tamamıyla bununla ilgili. Çünkü sadece okumayla ilgili mesele değil İslâmcı kadının yaptığı. Sisteme karşı erkekler ne kadar donanımlı olması gerekiyorsa kadınların da aynı derece ve hatta “daha ileriye” geçmeleri gerektiği düşüncesi sistem karşıtlığının ötesine geçmiştir. İslâmcı kadın nitelemesi muhalefetin gereği olarak algılanmış, son zamanlarda söylendiği gibi kadının kendini öz-gerçekleştirimine yavaş yavaş gelinmiştir.
Doğal olarak İslâmcı kadınlar bir yandan Müslümanların, dinini yaşayanların “cahil kadın” imajını yıktıkları gibi sisteme karşı güçlenmeleri sayesinde de hayli etkili olmuşlardır. İslâm düşüncesinin aile kurumuna atfettiği ve kadın erkek ilişkilerinde “tamamlayıcılık” ilkesine dayanan bu yapı başörtüsü konusunun çıkışında da kendini göstermiştir. Çünkü kadının başörtüsü ile okuması, hem bir “gösterge” hem bir bayrak hem de kadınsı işlerde donanımlı olmayı gerektirdiğinden, erkeğin ilgilenemeyeceği konularda yardımcı ve tamamlayıcı rolünü oynamasına uygun tasarlanmıştır. İslâm düşüncesinin, diğer ideolojiler tarafından eleştirildiği “yumuşak karınlarından biri olan aile, Tevbe suresi 71. ayette belirtildiği Müslüman kadını erkeğin yardımcısı olarak tespit etmiş, geleneksel olarak Müslüman kadın erkek ilişkilerinde ve evlilikte de geçerliliğini korumuş ve sağlamıştır. İşte aslında sisteme karşı geliştirilen İslâmcı kadının da yeterli donanımı alması, en azından cahil kalmaması, bu birliktelik anlayışının sonucu, gerekçesidir.
İslâmcı kadınların yapıp ettikleri ile ilgili esaslı çalışmalar hâlâ yapılmamıştır. Kimin hangi amaç ve metodoloji içinde oldukları sistematik olarak tespit edilmemiştir. İslâmcı kadınların hedeflerini sözlerinden kestirmek son derece zor. Bizim için veri, gelinen nokta. Bu açıdan İslâmcı kadınların Müslümanları dönüştürmede gösterdikleri büyük başarı üzerinde tam durulmadığı gibi bunun planlı ve organize olmadığı fikri de işlenmemiştir. İslâmcı kadınların moderniteye karşı olup olmadıkları, bunun derecesi sarih değildir. Gelinen aşamada giyim kuşamdaki değişim böyle bir kaygının gelişmediği yönünde. Sorun İslâmcı kadınların ne için yola çıktıklarını sık sık unutmalarında: “İslâmcı kadınların temel sorunu, münte- sibi oldukları dinin ilkelerini belirleyici kılabilecekleri bir dünyevi hayatın imkânlarını oluşturmada önlerine çıkan engelleri nasıl aşabilecekleridir.” (Ramazanoğlu, 2000, 160) Dolayısıyla yürürlükteki sistemle kadınların ilişkisi bile tam anlamıyla tanımlı değil:
Düzenle çok uğraştık değil. Çok uğraşmadık, bilinçsizce uğraştık. Düzen bize kan ağlatıyor. Türkiye’de hayatı burnumuzdan getiriyor. Düzen affedilmez, affedilmemeli. Ama herşey düzen değildir (Çakır, 2000b, 110).
……..
Asıl Mücadele Evde
2000’li yıllardan önce üniversite kapısına dayanmamış ya da kamusal alana çıkmamış kadınların yaptığı en hafif tabirle mücadele olarak kabul ediliyordu. Çocuklarını “İslâmî bilinçle yetiştirmiş olmak” da bir mücadele biçimiydi ama sistemle direkt münasebete girmediği için çok da ehemmiyetli kabul edilmiyordu. Dönem itibariyle İmam Hatip okullarına ve akabinde üniversitelere bile kızlarını gönderseler de kamusal alana çıkmalarına müsaade edilmiyordu. Yani kızların çalışmaları gayri İslâmîydi.
Zira mesele donanımlı olmaktı. Cahil kalmadan, ilimden yoksun olmadan, üniversite hayatı görerek ev hanımlığına dönüş yapmak, çocuklarına bu bilinç ve görgü ile eğitim vermek temel esaslardan biriydi. Zaten kızların yönelimi de bu minvalde idi; “Zaten çalıştırmayacaklar” sözüyle başlayan üniversiteli örtülüler, aldıkları eğitimle hem iyi bir anne hem iyi bir eş hem de bilinçli bir Müslüman olma yolunda çaba göstermişler, eğitimleri ve birikimleri sayesinde çocuklarını da yetiştirmek istemişlerdir. 2000’li yıllardan sonra benzer yaklaşımlar İslâmî kesimin kamusundan çekildi. Kamuda yer almak sistem karşısında İslâmî kimlikle dimdik durmaktan gelişen Türkiye’nin nimetlerinden faydalanmaya, dönem itibariyle zorlaşan ekonomik durumlara karşı karı koca bir arada çalışarak durmaya evrildi.
İslâmcı kadınların görünmekten çok görünmemeye yönelik tavırlarında da değişimler hızla gerçekleşti. Sivil toplum kurumlarının piyasaya hâkim olmaya başlamasıyla birlikte İslâmcı kadınlar da kamuda daha çok yer aldı. Kadınların basörtüleriyle görünürlükleri mekan ve zaman tanımadan ilerlerken,kitle iletişim araçlarında yaygınlaştı.
Zihni kesinlik ve pür islâmi söylem,sahici metot yerine retorik yogun söylem kendini göstermeye başladı. 80 ve 90’lı yılların Çoğu zaman sonu pathos haline varan konuşmaları, paradigması 2000’li yıllarda saldırgan bir üsluba evrildi.Iki dönem arasındaki farklar gözle görülecek derecede belirginleştikçe 80’li ve 90’lı yılların halisane tavırları, mimikleri, dili yerini kendine güvenen, sistemin akışına müdahil olmak isteyen, başkalarının hayattan aldıgı payın aynısını isteyen yenibir dile evrildi.
Asıl mücadelenin evde olacağı fikri arkaik bir hal aldı: “Oysa bilinir ki; ‘Salih hayat göze batmayan hayattır! Çünkü riya ve gösterişten daha uzaktır. Kadın için İslâmî mücadele meydanlarda, görünür alanlarda değil, tüm fertlerin yaşamını planladığı evlerde sürmektedir.” (Büyükcoşkun, 1996, 8)
……..
İslâmcılığın Dönüşümü
‘Türkiye’de İslâmcı hareketin kendini “aşırı kamulaştırması” sağlam bir fikir hareketi olmasını engelledi. İktidarı ve kaynakları kullanmaya dönük kadro hareketi olmaya vakfetti. Bir yandan teorik açıdan kendini üst düzeyde koşullandıran İslâmcılar öbür taraftan kamunun içinde yaşamaya başladıkça normalleşmeye başladılar, öyle ki teorinin esasında çok da tutarlı olmadığını dile getiren yorumlarını artırdılar. İslâmcı kadınların üniversite ve kamu macerası da benzer yola girdi. Üniversiteye girmek, sonra başörtülü iş güç sahibi olmak hayali gerçekleşemeyecek kadar büyüktü. Gerçekleşince büyük bir şaşkınlık oldu. Çünkü hiçbir şey olmamıştı, değişen yalnızca maddi refah seviyesindeki artıştı.
Hedef Türkiye’nin İslâmî dönüşümle yeniden büyük bir devlet ve millet haline gelmesi olmayınca, kamuda yer işgal etme hedefi büyük çoğunlukla başarılmıştı:
Müslüman kadının kendini gerçekleştirmesi için çıkmaya zorunlu sayıldığı o büyülü ve resmî kamusal alan ise, hegemonik iktidar merkezlerinin kitleleri biçimlendirmesi için tasarlanmış, bulunma ve görünme koşullan iktidar sahipleri tarafından belirlenmiş, bir resmî baskı mekanizması olarak işlev görmeye hazırlanmış bir alandı. Böyle bir alan kurmacaydı, halüsinasyondu, koca bir yalandı, bir mizansendi, olanı değil olması gerekli bulananı gösterdi; sizin için çok önemli olma ve görünme biçimlerinin karşılığı bulunamazdı orada (Aktaş, 2000a, 41).
Bundan sonra İslamcılığın genel çerçevesi ile birlikte İslamcı kadınların gündemleri de farklılaşmaya başladı. İslamcı kadınların kamuda, gündelik yaşamda, ailede ortaya çıkan sorunlarını çözmeye yönelik, başarılı iş kadınlarının kazandıklarını tüketecekleri alanlar tartışılmaya başladı.
Türkiye’de II. Dünya Savaşı ile birlikte el değiştiren dünya sisteminin yöntemleri çok bariz biçimde etkisini, kıvraklığını gösterdi. Denetim, izleme, kontrol ve yönlendirme fonksiyonunu, sert tedbirlere başvurmadan gerçekleştiren sistem, İslâmcıların dönüştürülmesini de bu sayede gerçekleştirdi. Devlet/sistem her durumda İslâmcılar gelişip, güçlendikleri dönemde bile yumuşak yasaklar, maddi ve manevi desteklemelerle İslâmcılığın kamu başlığı altındaki alana hapsolmasını sağladı. Sonra da o alanı kendine uygun idare edebilmeleri için yetiştirdi. “Eylem devletinin yerini, platformları ve karşılıklı görüşmeleri ayarlayan ve bunların yönetmenliğini yapan pazarlık/müzakere” (Beck, 1999, 210) metodu İslâmcılığın kendine dönük yüzünü törpüledi.
Kamuda yer bulmak marazi hal aldı. Sistem kamuyu İslâmcılar için ulaşılması güç, şaşalı, parıltılı haline getirdiği için şizofrenik durum İslâmcılığın karakteri oldu. (Eraslan, 2000, 102) Sistem hem kamuyu kutsallaştırdı hem de bağlanımdan kopartarak dar bir çerçeveye sıkıştırdı, başörtüsü dışındaki her tür problem dekor halini aldı:
”ne öteki ezilenler ve bakı görenlerle yeteri kadar ilgilenebilmekte ne de kendi dünya görüşü etrafındaki herhangi bir mesele veya etkinlik alanında yeteri kadar derinleşebilmektedir.” (Aktaş, 2000a, 39).
İslâmcılar, 2000 li yıllara geldiklerinde masumiyetlerini, safiyetlerini kaybetmişlerdi. İslâmcılık hareketi müntesiplerine yüksek kültür, hayat karşısında donanım sağlama bir tarafa geldikleri yerin saflığını da bozdurmuştu. Üniversiteye ve sonra kamuya başörtüsüyle giren sonradan başını açmak zorunda kalan İslâmcı kadınların ruhi ve fikri yapıları eskisi gibi değildi artık. En azından İslâm! inançlarını dönüştürmüşler kamunun İslâmî dönüşüme uğraması fikrini zihinlerinden tamamen çıkarıp, İslâm’ı özel hayatlarına yöneltmişlerdir. Türkiye’de başörtüsü mücadelesi geride kamuda başım açarak çalışan, tüketim kültürüne yatkınlığı had safhaya çıkmış, türedi orta sınıf halini almış, ritüel düzeyinde İslâmî kimliği önemseyen büyük bir kitle üretti.
Modernite ulaşamadığı kesimlere başörtüsü mücadelesi vasıtasıyla ulaştı ve onları da sistemin içine çekti. İslâmcı erkeklerin “çalışma zorunluluğu” ile başörtüsü eylemlerini organize ettikleri kadınları kendi hallerine bırakması, Müslüman işyerlerinin başörtülü çalıştırmada tereddüt göstermesi, üniversiteye girişte okurken, çıktıktan sonra çalışma hayatında devamlı çatışma, kabul ettirme çabası, psikolojisi çöküntü ile sona erdi.
İslâmcı hareketin konjonktürden bağımsız geliştiği söylenemez. Öyle ki zamanın ruhu bir tarafa dili bile konjonktürün eseridir İslâmcılarda. Moda haline getirilen bazı değerlerin hemen “İslâmcası” İslâmcıların diline yerleşmede zaman kaybetmez. Bu bakımdan İslâmcıların talepleri de döneminin genel hayallerine denk düşer.
İslâmîleşme sürecini yeni bir dünya, vicdanlı ve adil bir dünya özlemiyle yaşadık. İlerlemenin ve gelişmenin, çağdaşlığın ve medeniliğin görüntülere, kendini inkâra ve aşağılamaya, yerli olan her şeyden tiksinti duymaya başlandığı bir paradigmaya duyduğumuz tepkiyle, kimlik tanımlaması ihtiyacıyla, İslâmiyeti öğrenmeye ve yaşamaya çalıştık (Aktaş, 2000b, 129).
Mensubiyet arayışının had safhaya çıktığı 70’li yıllardan sonra İslâmcılık düşüncesi çok yönlü gelişme ve atılım içine girdi. Belirttiğimiz gibi kontrollü bile seyretse İslâmcılık tek boyutlu değildi. Fakat İslâmcı kadın cephesinden aktörler önemli hal almıştı. İslâmcı kadınların bilinçlenmesinde, başörtüsü ile sokağa inmesinde, başörtülü kadın olarak konuşma, tebliğ yapma, okuma ve çalışmasında erkeklerin büyük desteği ve öncülüğü olmuştur. Bu bakımdan İslamcılık öncelikle erkeklerin yürüttüğü bir harekettir. (Aktaş, 2000b, 128; Çakır, 2000b, 15)
Ercan Yıldırım – Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:337-352;357-359;370-373
Önceki yazı için bkn:
Dipnotlar:
1- Bu sayılanlar aslında tamamen modernitenin insana “yüklediği” bir zorunluluk. Dolayısıyla kadınların eğitim ve çalışma başta olmak üzere kamusal sahada “iş” yapması mahremiyet sahasının da bir anlamda yeniden tanımlanmasıyla ilgilidir. Çünkü ailenin özel alandan kamusal alana çekilmesi, ekonomik, sosyal ve siyasal konumlanmaların birbirleriyle içsel hale getirilmesi, kadınların “talep” hakkını da beraberinde getirmiştir. Kadınlar çoğunca ucuz iş gücü olarak görüldükleri oranda fabrikalarda çalıştırılmış, kentsel alanın yayılımı ve nüfus, uzmanlaşma bağlamında gelişen eğitim ve sağlık alanlarında özel tercihe tâbi tutulmuşlardır. Dolayısıyla “yeni dünya görüşü” teknolojik ve felsefi sorunsallar en çok kadınların “aleniyet sahasını erkeklerle paylaşmasına” neden olmuştur. (Hobsbavvm, 1998,60; Habermas, 1997, 270; Touraine, 2000, 248; Canatan, 1995,95)
2 -1968 Dünya Sistemi’nin en “sıkı” muhalefete uğradığı, liberal merkeziyet fikrinin yıkılarak, sağ ve sol ideolojilerin muhafazakâr sistemden “kendi”lerine bir yer açma uğraşında olduğu doktriner temellerin tekrar düşünüldüğü ve geleceğe yönelik adımların atıldığı bir yıldır. (Wallerstein, 1998, 93-117; 1998b, 134) Dolayısıyla Türkiye’de sol hareketler kadar İslâmcıların da bu dalgadan etkilendiği görülmektedir. Milli Nizam Partisinin ortaya çıkması da bu sürecin bir ürünüdür.
3- İslâmî hareketin 70’lerde diğer ülkelerden yapılan çeviriler ve gazete ve dergi gibi kamusal imkanları (Habermas, 1997, 309) kullanmaları bilinçlenmeye, entelektüel bilgi birikimine yol açmış, bir takım ve çoğu “devşirme” fikirler spesifik düşünceler gibi algılanmıştır. “Başkalarının İslâmcı tehlike hayali de gene bu “epistemolojice dayanır.
4- AK Parti’nin Türkiye’deki İslâmî yönelimlerin çok büyük bir kısmının desteğini alması bu hakikati doğrulamıştır. Devleti idare eden kadroların sirkülâsyonu ve “suyun başına geçme” psikolojisinin tatmini İslâmcılara kâfi gelmiştir.