İslâmcı Bireylerin Kendi Özgür Ahlakları (İndividüalist Ahlak)

peygamberimizin-ahlak-edepleri İslâmcı Bireylerin Kendi Özgür Ahlakları (İndividüalist Ahlak)

 

…Böylece İslâmcıların zaten kritik eşikte gezinen fikri ve günde­lik ahlaki düzeyleri tamamıyla neoliberal etik tarafından ifsat edilmeye başladı. Bunlara bir başka eklektik düşünce biçimi, neoliberal ahlakı bir şekilde İslâmî kaidelerle “denkleştirme” girişimi de eklenerek sonuçta individüalist tekil ahlakçılıklara geçiş başladı.

Bir grubun, dinin, mezhebin, devletin, grubun ahlakı yerini tek tek bireylerin kendi ahlak alanlarını özgürleştirme çabasına bıraktı. Başörtülü kızların ya da sakallı erkeklerin, fıkhı ya da kelamı bilmeden, itikadi ya da fıkhi meseleler üzerinden “ben o anlayışa karşıyım, bana göre” ile başlayan cümleleri bu birey­sel özgür ahlak anlayışını geliştirdi. Bir Müslümanda olmaması gereken ve Batıda bile örnekleri çok az görülen bu individüalist yapı İslâmcıların bir bütün olarak hareket etmelerini engelledi. Çünkü özetle ve kabaca kişisel ikballerin devreye girmesi, mo­dern eğitim ile felsefenin küresel manada temellendirilmesiyle postmodernizmi İslâmcılar kendilerine yatkın buldu.

Belki de postmodern ilkeleri dünya sathında kendi bünye­lerine bizim kadar rahat adapte eden başka millet olmamış-tır. İslamcılar postmodern ilkeleri, felsefi anlayışı ve yeni birey ve devlet kavramını bünyelerine çabucak yerleştirdi. Bunun İslamcıların kendilerinden kaynaklanan nedenleri olduğu gibi uluslararası sistemle bizdeki devlet anlayışıyla ilgisi bulunuyor.

Devlet Müslümanları kamusal alanda kıstırıp, devlet kapı­sında bekletince, İslamcılar kaçışı / açılımı özgürlük söylem­leri, yerellik, kültürel çoğulculuk ve belki de en çok “hakikat” anlayışını Batılı yeni yönelimlere uygun şekilde düzenlemekte buldu.

Kemalizm’in kendi ürettiği doğruları ve değerleri “hakikat” gibi sunması karşısında oluşturulan liberal-sol-İslâmcı mu­halefet, yeni bir “hakikat” anlayışını benimseyip yerleştirmek yerine post yapısalcıların ve post modernistlerin sistematize ettiği etiği, ana çizgileriyle “hakikatin çoğulluğu”nu kabul etme kolaylığını gösterdi.

Hakikat Örtülü müdür?

Hakikat yerine hakikatlerden bahsedebiliriz. Dolayısıyla haki­kat klasik İslâm teorisinde olduğu gibi mutlak değildir. İslâm düşüncesinde ve buna bağlı olarak erken İslâmcılarda haki­kat potansiyeldir, henüz gerçekleşmemiştir, yaşanan dünyada Müslümanın içinde bulunup bulunmaması hiç önemsenme­den hakikatin varlığından söz etmek imkânsızdır.

Hakikat yalnız İslâm ile gerçekleşebilir dolayısıyla yaşanan çağ açısından bir hakikat çağı demenin imkânı yoktur zira çağ İslâm’ın ya da Müslümanların değil ötekinindir, başkasınındır, Batının yani batıl olanın, kâfirindir. O zaman bu hakikat değil bir gerçekliktir, vardır, nesnel dünyada, somut gerçeklikteki karşılığı vardır fakat ideal olanda ya da hakiki imkânlar dünya­sında yeri yoktur. Bu yüzden modernite İslâmcılar için, Müs- lümanlar için hakiki değil, gerçektir.

Hakikat bu yüzden potansiyeldir hâlâ “kuvve” halindedir, fiile geçecek zamanı beklemektedir. Hakikati çağ örter. Haki­kat örtünün altındaki, gizin arkasındakidir. İslâmcılar, moder­nite örtüsünü kaldırarak onun sakladığı hakikati ortaya çıkar­makla yükümlüdür.

İslâmcılar modern dönemin ruhuna uygun olarak öncelik­le hakikat eleştirisine girdiler. Büyük oranda geçmiş tarihsel deneyimler, temel kaynakların hakikiliği ile ilgili sorgulama­lara ardından bunların İslâm coğrafyasındaki karşılığım yar­gılamaya vardılar. Dolayısıyla İslâmcılar moderne karşı kendi hakikatlerini savunurlarken bu sefer yavaş yavaş hakikat eleş­tirisine giriştiler. Hakikat bilinen ile bilme arasındaki süreç olarak tasavvur edilmeye başlayınca uzun bir dönemin eşiği­ne gelindi. Süreç aslında oluşun sürekliliğini mecbur kıldığı ve oluş hiçbir zaman sona ermediği için hakikat hep açığa çıkma­yı beklemeye başladı dolayısıyla bulunduğu yerde kısılıp kaldı. Akıl ile anlama yetisi arasındaki ayrım, bilgi ile bilim arasın­daki fark, biçim ile öz arasındaki tezatlık varlığını sürdürdüğü müddetçe hakikatin bu kıstırılmışlıktan kurtulması mümkün olamaz.

İnceleyin:  Küresel Medeniyet

Alain Badiou, bu yüzden hakikati süreç olarak değerlendi­rir zira hakikat tamamlanamaz. (Badiou, 2012, 29, 33) Çünkü çoğulcu mantığın işlevselleşmesiyle her birey bir hakikat tem­silcisidir. Bu kadar çok hakikatler sonuçta tanımlanamayacağı gibi elbette tamamlanamayacak kadar çokluk içerir. Bu post- modern ve postyapısalcıların felsefe tarihine ilişkin giriştikleri bir yıkım faaliyetinin adıdır aslında. Çünkü klasik düşünme biçimlerinde Batı felsefesinde bir ile çok arasındaki denge her zaman bir’in lehine gelişmiştir:

Batı felsefesi, doğuşundan itibaren çeşitliliği, ‘bir’de eriten ontolojik bir düşünce olagelmiştir. Sokrates’ten beri hakikat ara­yışı, kendi kendine yeterlilik, eksiksizlik kavramlarını ayrıcalıklı ve üstün addetmiştir. Akla ve logosa atfedilen üstünlük, sabit ve değişmez olarak kavranmasına koşuttur; kendine yeterli bir bü­tünün ‘aynı’ olarak kalması böylece idealleştirilir. (…) Böylece her türlü ‘başkalık’, başka/öteki olan her unsur, ‘aynı’ya tabi kılınır (Türk, 2013, 33, 34).

Fakat postmodernler ve postyapısalcılar, bu bütünlüğü, ay­nılığı ve birliği dağıtırlar, dağıtmak isterler. Çünkü bir olan her zaman özne için tehdittir ve modern anlayış ne derece geleneksel Batı düşüncesini hırpalasa bile “hakikat” fikrini dönüş­türmediği için “yeni” bir süreç, birey ve hakikat kurgulayamaz Bu yüzden günümüzde öteki kavramı öne çekilmiş, çokluk, türdeşlik, farklılık üretilmiştir.

Levinas’da olduğu gibi muadillerinde de “Hakikat, kendi kendine ulaşabileceği bir şey değildir; öteki’yle ilişkide üretilir.” (Türk, 2013, 42) ötekiyle ya da ötekilerle, çokluk ile üretilen hakikat tabi ki nihayete ermez, tam olmaz ve tamamlanamaz; çoğul bir hakikatler silsilesi halinde birbirini ya tekrarlar ya da yeni hakikat parçacıklarına yol verir. Burada sonuçta Bir’e yani varlığın kendisine bir yol açılır ve Bir ile varlık arasında tar­tışmalı durum ortaya çıkar. Bir ile birliği ayrıştırmak isteyen Levinas gibi düşünürler sonuçta Tanrı’nın birliğini mutlak­laştırma kaygısı güderken birlik kaygısını Tanrıdan da soyut­layarak Tanrıdan bağımsız bir hakikat alanı açar. Badiou gibi düşünürler ise Bir ile Birliği hiç bölüştürmezler ve Tanrının varlığına ilişkin birlik algısını da yıpratırlar. Hâsılı Levinas gibi Tanrıya toz kondurma derdinde olanlar bile hakikati Tanrıdan bağımsızlaştırır ve hakikati çokluğun ürettiğine kanaat getirir.

Yeni hakikat algısı üzerinde bir başka önemli yıkım süreci de insanın “doğa”sına dair olandır. İnsanın olayları, kendiliği­ni yönlendirdiği bir doğası yoktur. Eğer öyle olsaydı ya hare­ketlerde bir mükemmellik ya da kurulmuş olan sisteme hiçbir itiraz getirmeyen pasiflik hâkim olurdu. İnsan bu ikisinden “münezzehtir.” Doğa yerine eylem, bilgi ve öteki ile çokluğun kurguladığı bitimsiz hakikatler yer bulduğu için insanın doğası ve biraz daha ileride özü bu tarihte yani yapıp ettiklerinin sonucundadır.

İnceleyin:  20.Yüzyıl'ın Mirası

Tekil Hakikat ve Hakikat Oyunları

Bütün bunlar İslâmcıların günümüzdeki tavırlarını etkileyecek felsefi izah tarzına bizleri götürebilir zira etik üzerine düşün­meyen, ahlakı yalnız davranışlar arasındaki “ayıplama” teme­linde kuran Müslüman zihin hiçbir zaman bütüncül bir ahlak teorisi kuramamıştır. Ahlak üzerinde bu kadar yetersiz belki de ilgisi davranan İslâmcıların sonuçta gelecekleri yer “genel bir ahlak teorisinin olmadığı tamamen tekil hakikatlerin ahla­kının bulunacağı” fikridir. (Badiou, 2006,13)

Tekil hakikat, tekil özne veya tekil gerçeklikler bu sefer post modernin “eğlence” atmosferi içine girdiğinde otomatik- man “hakikat oyunları”na dönüşür. (Rewel, 2005, 97) Hakikat oyunları zamanla tekil şahısların benlik ve kendilik bilinçlerini daha da yükselteceği için “hakikat iktidarı”nı kuracaktır. Haki­katin iktidarı değil fakat hakikat-lerin iktidarı zamanla çatışma doğuracaktır. Postmodernin ve postyapısalcıların anlamadığı ve İslâmcıların bu felsefî kavrayış yüzünden birbirleriyle ir­tibatı kopardıkları nokta, her gerçekliğin ve özne iddiasının sonuçta öznenin iktidar kaygılarına yenik düşeceğidir. İktidar hakikat üzerinde gerçekleşmeye başlarsa, sonuçta hakikat ik­tidar olmaz ama çatışma iktidara geçer. Çatışma her zaman hakikati sınırlar ve dahası sindirir.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimi felsefi algı bakımdan tüm geleneksel yapıların tersine işliyor. İslamcıların, İslâm al­gısı da buna paralel olarak gelişiyor. İslâmcılar erken dönem İslâmcılığında, özneye İslâm’ın durumunu değil Müslüman­ların durumunu yerleştirmişlerdi. Müslümanların maddi du­rumu iyi olsaydı, teknik bakımdan Avrupa ile yarışabilselerdi, kâşanelerde yaşasa, sokakları Batı sokakları gibi bakımlı olsay­dı muhtemelen tepkilerini daha naif göstereceklerdi.

Ahlakın genel prensipleri bakımından iyinin ve kötünün kaynağı meselesi İslâm düşüncesinde erken dönemlerde bile tam manasıyla şekillenmemişti. Modernitenin İslâm coğ­rafyasına girişinde bir çatışma, savaş ve geriletme, yoksulluk olmasaydı, iyi ve kötü kıstasları yine erken dönemde kâmilen yerini bulmayacak ve Batı mutlak şeklinde algılanmayacaktı. İslâmcılar, modern imkânlardan uzak kaldıkları için geçmişle­rine yönelik sorgulamaya giriştiler.

Adı konmasa ve bir kuram olarak şekillenmese de bu sor­gulama post modernlerin yaklaşımlarına paralel şekillendi. Çünkü İslâm tarihi kesinlikle bir örnek olmayacağı gibi “ha­kikati ört müştür. Dolayısıyla tek bir hakikat varsa ve bu da

yüzyıllarca örtülü kalmışsa, bunu kaldırmak kolay olmayacak­tır. Bu yüzden hakikat algısı dolayısıyla ontolojik şekillenme yenilenmek zorundadır.

İnsan her daim kesinliği, yani zamana, mekâna ve insana göre değişmeyeni aramıştır. Bunu ifade etmek için birbirinden farklı kelimeler kullanmış olsa bile, insanın kesinlik arayışı hiç kesilme- miştir (Demirli, 2013,189).

Ercan Yıldırım – Neoliberal İslamcılık(1980-2015)İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu,pınar yay.,syf:395-400

 

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir