İslam, Müslümanlar ve Modern Teknoloji

shutterstock_728178127-k-300x109 İslam, Müslümanlar ve Modern Teknoloji

[Bu konuşma Kasım 2005’te gerçekleştirilmiştir, önceki konuşmanın içeriğinin devamı olmakla birlikte bilimden ziyade teknolojiye odaklanmaktadır.]

İkbal: Sohbetimize bazı genel sorularla başlamak istiyorum. Müslümanların şu an içinde yaşıyor oldukları fizikî, kültürel ve entelektüel muhitin oluşumunda teknolojinin rolü sizce nedir? Teknolojinin çevre üzerindeki etkisi nedir? Müslü­manların teknolojiye yönelik tavırları nasıl olmalıdır? Son olarak, modern öncesi dönemde Müslümanlar tarafından ge­liştirilen teknolojileri modern teknolojilerle karşılaştırmanızı rica ediyorum.

Nasr: Bu konuşmada ‘teknoloji’ ile kastedilen, Sanayi Devri­mi esnasında ve sonrasında çoğunlukla Batı’da geliştirilen ve şimdi dünya geneline yayılmış olan teknolojilerdir. Bu tartış­manın iki farklı boyutu bulunmakta; birisi dünyada mevcut olan fiili durumu yani “arz üzerinde” şu an nelerin olup bitti­ğiyle ilişkilidir, diğeri ise îslâm âlemi söz konusu olduğunda neyin olup bitmesi gerektiğine inanıyor olduğumuz sorunuyla ilişkilidir. Bir misal vermeme müsaade ediniz. Daha önceki konuşmamızda zikrettiğim gibi, bugün îslâm dünyasında kendisiyle birlikte ya güç ya da zenginlik getiren ve de sağlıkla alâkalı görünen herhangi bir teknolojiyi desteklemeyen hiçbir hükümet yoktur. Hiç kimse, dünya geneline bir orman yangını gibi yayılan ve araştırmaların gösterdiği üzere beynimize zarar veren bazı tesirleri bulunan cep telefonu gibi kolaylık sağladığına inanılan herhangi bir teknoloji formuna direnme inektedir.

Bu seviyede, Müslümanlar ile modern teknoloji arasındaki ilişkiyi tartışmak, istenen neticeyi vermeyecektir. Zira piyasa­ya hangi tür teknoloji girerse girsin -bu genellikle Batı menşeli olup bazen de yeni şeyler icat eden Japonlar ve diğer birkaç toplumdan gelmektedir- şayet bu yeni teknolojilerin zengin­lik, güç, sağlık ya da kolaylık getireceğine inanıyorsa, diğer herhangi bir yerde olduğu gibi Müslümanlar arasında da hız­la yayılmaktadır. Bu yüzden, müspet bir tesire sahip olacağı ümidiyle bunların yayılışındaki tehlikeden söz konusu Müs- lümanlara bahsetmek beyhudedir. Fakat tartışılabilecek baş­ka sorular da mevcuttur; mesela modern teknolojinin sebep olduğu çevre tahribatı.

Sonra bu meselenin neyin gerçekleştirilmesi gerektiğiyle alâ­kalı boyutu da mevcuttur. Menfî tesirleri aşikâr olan modern teknolojiye karşı Müslümanların tavrı ne olmalıdır? İşte bu boyutla alâkalı bir şeyler söylemek isterim. En derin mevzular da yine bu noktada yer almaktadır. Şayet şu ya da bu ülkenin nükleer mühendislik bilgisine ya da belli bazı lazer türlerine vb. sahip olduğu, olacağı yahut olması gerektiği üzerinde tar­tışmaya devam edersek, kanaatimce bu husus içinde bulun­duğumuz an itibarıyla boş bir uğraş olacaktır. Çünkü İslâm dünyasının entelektüel şahsiyetleri olduğu farz edilen ve bu meseleleri vuzuha kavuşturacakları zannedilen bizler, tekno­loji hakkında Müslüman yönetimler ve şirketlerle eylem sevi­yesinde çok şey ortaya koyamıyoruz.

Bununla birlikte, yapabileceğimiz hayli mühim bir şey vardır ki o da böylesi meseleler söz konusu olduğunda geleceğe dair bir anlayış ortaya koymaktır. Modern teknolojinin benimsen­mesi söz konusuysa» biz de Müslümanlar için neyin gerçekten tehlikede olduğuna ilişkin bir şuur ortaya koymakla mükelle­fiz. Aslında bu alanda Batı’daki birçok kişi, modern teknolo­jinin menfi neticelerine maruz kalan Asya ya da Afrika’daki insanlara nazaran daha fazla şuura sahiptir. Bir başına bu du­rum bile tartışılması gerekli başlıca meselelerden biridir.

Bu gerçekler ışığında, modern teknolojinin yalnızca sıradan insanlar olarak değil ayrıca İslâm dinine mensup olan ve İs­lâmî dünya görüşüne kök salmış insanlar olarak Müslümanla- ra dayattığı sorunlara yönelmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ardından bu sorunları tahlil etmeye çalışmamız ve bu tahlil ışığında eğer yapılabilecek bir şeyler varsa, nelerin yapılabile­ceği ve Müslümanların ne yapmaları gerektiğini tartışmamız gerekmektedir.

Evvela, bazı terimleri tarif etmek önem taşımaktadır. Şüphe­siz teknoloji kelimesi “yapmak” anlamındaki Grekçe teeh- ne”den gelir ve Latincede yine “yapmak” anlamındaki ar s kelimesinden gelen “art” (sanat) kelimesiyle ilişkilidir. Her ikisi de Farsça “sanat” ya da “sına’a” kelimesiyle ilişkili olup bu kelimeleri bugün teknoloji ve sanat için Farsça ve Arapçada hâlâ kullanmaktayız. İşin ilginç yanı, sanat ve teknoloji arasındaki ayrım, sanatın başka bir şey olduğu Batıya naza­ran dilbilimsel ve de kavramsal açıdan (en azından geleneksel Müslümanlar için) bize henüz ulaşmamış durumda -her ne kadar hurdalıklara gidip farklı araba parçalarını birleştirerek buna sanat adını veren bazı modern heykeltıraşlar olsa da. Bu ise oldukça önemsiz bir meseledir.

Modern dünyada karşı karşıya olduğumuz şey, modern anla­mında teknolojinin insan hayatını çevreleyen çoğu nesnenin bizzat doğrudan kaynağı olduğu bir durumdur. Oysa eşyanın insan eliyle yapıldığı Sanayi Devriminden Önce, sanat insan hayatını kuşatıyordu. Bunun anlaşılması hayli mühimdir.

“Teknoloji” kelimesinin etimolojik kökü tarihî bakımdan “sa­nat” anlamında gelen Grekçe bir kelimeyle ilişkili olsa da şu an oldukça farklı bir şeyi ifade için kullanılması sebebiyle nitel bir farklılık söz konusudur.

Teknolojinin tabiatını tamamen değiştiren Sanayi Devri- mi’nde oldukça önemli bir hâdise gerçekleşti. Batı Avrupa ve tedricen diğer bölgelerde, insanlar için nesneleri imal vasıta­ları olarak makineler yapıldı ve çok geçmeden bu makineler birçok alanda insanların yerini aldılar. Bu değişimin önemi neydi? Şimdi somut bir örnek verelim. Kadim devirlerde Ce- zerî ve diğer birçok Müslüman tarafından yapılmış olan su çarkları ve karmaşık saatler bulunmaktaydı. Fakat diğer yer­lerde olduğu gibi geleneksel İslâm dünyasında da sıradan kul­lanışlı objeler hâlâ insanlar tarafından yapılmaktaydı. Üstelik sıradan objeleri elle ve modern teknolojik yöntemlerle yap­mak için kullanılan teknikler arasındaki muazzam fark, insan rûhunu derinden etkilemektedir. Elbette İslâm beldelerinde su saati ya da su çarkı gibi bazı makineler de mevcuttu; lâkin bunlar hep ikincil ve periferik kaldılar. Hayatı çevreleyen (ay­rıca geleneksel medeniyetlerde sanattan ayrılmaz durumda olup esasen sanat olan el sanatları) manevi bir öneme sahip­lerdi. Müslüman bilim insanları ve mühendisler tarafından yapılan oldukça karmaşık makinelerin çoğunlukla oyun ve eğlence kabul edildiklerini bilmek oldukça ilgi çekici; bunlar, üretimi artırma ya da ekonomik amaçlara hizmet etme vasıta­ları olarak görülmüyorlardı. Bu da önemli bir husustur.

Dolayısıyla Sanayi Devrimi ortaya çıkınca, nitel olduğu ka­dar nicel bir değişim de gerçekleşti. Geriye doğru gidilirse, 19. yüzyılda William Marris ve John Ruskin; 20. yüzyılda Ivan Illich, Theodore Rszak ve Jacques Ellul gibi önde gelen kimi Batılı yazarlar, modern teknolojinin bazı olumsuz yönleriy­le alâkalı Müslümanların da bilmeleri gerekli beliğ ve derin eserler kaleme almışlardır. Illich dikkate şayan bir eser olan Tools for Convivialityyi ve Fransız yazar Jacques Ellul da The Technological Society yi kaleme almıştır. Ellul yakınlarda İs­lâm’ın aleyhine bir tavır benimsemiştir çünkü İslâm’ı anlama­maktadır. Bununla birlikte» modern teknolojinin insan nefsi, insan rûhu ve insan topluluğuyla olan ilişkisi içinde modern teknolojinin önemli ve etkili eleştirilerinden bazılarını ortaya koymuştur. Ayrıca Rozsak’ın meşhur Where the Wasteland Ends eserini de zikretmem gerekir.

1970’lerde Ivan Illich’i İran’a davet ettim. Millî Ekonomi, Sa­nayi vb. birimlerde teknoloji gerektiren birtakım faaliyetler­den sorumlu bazı yüksek mevkili yetkilileri de kapsayan bir oturum tertip ettim. Ivan Illich onlara geleneksel teknolojile­rin önemi üzerine modern teknolojilerle karşılaştırmaların da yer aldığı bir konuşma gerçekleştirdi. Konuşmada klozet ör­neğini verdi. Şayet Asya ve Afrika’daki insanlar Batı’daki sa­nayileşmiş toplumlardaki insanlarla aynı klozetlere sahip ola­cak olsa, bunun bile dünyanın büyük bir kısmındaki su siste­mini bir başına tahrip edeceğini dile getirdi. Dinleyen herkes şaşkınlık içindeydi. Bu kişiler tümüyle yüksek tahsilli îranlı yöneticilerden oluşuyordu; bazıları Batı’daki en iyi üniversite­lerde yükseköğrenim görmüş olup bakanlık düzeyindeydiler. Batı’da aldıkları bu diplomalar nedeniyle de Illich’in neden bahsettiğine dair asgari bir kanaate bile sahip değillerdi. Aynı durum Pakistan, Arap dünyası ve diğer birçok Müslüman ül­kede de geçerli.

Öyleyse yapmamız gereken evvela ellerimizin, hislerimizin ve vücudumuzun diğer âzalarının yanı sıra rûhumuzun ve beden gibi rûha tâbi olan nefslerimizin bir uzantısı olan geleneksel teknolojilerle, insanoğluna hükmeden modern makine ara­sındaki farkı anlamaktır. Bu hususu vereceğimiz şu misalle izah edebiliriz: Eğer İslâm âleminin hâlâ geleneksel zanaat­lara sahip olduğumuz bir bölgesine, söz gelimi İsfahan, Fez, Şam ya da benzer bir köşesine gidecek olursanız, elinde basit bir çekiç ve keskiyle oturup sıva, taş ya da ahşapta fevkalade geometrik istifleri ortaya koyan kişiler görürsünüz. Gelenek­sel olarak ar-ge ve sanat, zanaatkârın varlığında mukimdir ve âlet de oldukça basittir. Lâkin eğer Detroit’te araba üretilen bir fabrikaya gidecek olursanız, oradaki işçi çok az bir ar-ge bilgisine sahiptir, sadece birkaç düğmeye basmaktadır. Ar-ge olarak isimlendirilecek yegâne husus, makinedir.

Modern teknoloji bir anlamda beşerî bilgi ve sanatın makineye bir aktarımını ifade etmektedir. Şimdilerde zihinlerdeki bilgi­nin makinelere aktarıldığı bilgisayar formunda, aynı sürecin ikinci adımını tecrübe ediyoruz. Artık heceleme yapamayan çok sayıda öğrencim var, çünkü heceleme için bilgisayara bel bağlıyorlar. Matematik işlemi yapamıyorlar çünkü bilgisayar onlar için hesaplıyor ve makinenin zanaatkâr ve sanatkârların el, göz ve vücudun diğer âzâlarının becerilerini boşalttığı gibi bilgisayar da zihni boşaltıyor.

İşte modern teknolojinin yaptığı şey budur. Modern teknoloji basitçe su çarkı ya da bazı Orta Çağ âlet-edevatının devamı değildir. İnsan ve eşya yapım vasıtaları arasındaki ilişkiyi de­ğiştirmektedir. Dolayısıyla insanların yaratıcılığını ellerinden almakta, bir objenin yapılışındaki sevgi ve adanmışlık ile ese­rin manevi muhtevasını alıp götürmektedir. Modern tekno­lojinin yegâne yaratıcı kısmı, makineyi tasarlayan mühendis­ler tarafından gerçekleştirilmektedir. Bir uçak, gemi ya da bu minvalde bir şeyi tasarlayan birileri için, evet, o eserde hâlâ yaratıcılık bulunmaktadır. Fakat özellikle seri üretimdeki gibi şeyler yapanlar için, yapılan objeler artık yaratıcılık içermez; bu yüzden modern bir fabrikada ve diğer birçok mekândaki işler oldukça sıkıcı ve usandırıcı hâle gelmiştir. Aslında tam da bu sebeple uzun tatilleriniz var. Geleneksel toplumlarda ta­tile gitmezdiniz. Daha önce bunu düşünmüş müydünüz? Ta­til, hayata raptedildi. Hafta sonları bugün olduğu gibi gerekli değildi. Bugünlerde birçok kişi “Pazartesilerden nefret ediyo­rum!» “Şükürler olsun bugün Cuma!” -kabilinden şeyler- di­yorlar. Böylesi bir tavır mevcut, zira işler makineler sebebiyle manevi muhtevadan boşaltılmış bir hâle dönüştü.

İnsanlar üzerindeki tüm bu menfî tesirler, modern teknoloji­nin neticesi. Anlamamız gereken ilk şey, bu teknolojinin yan­sız olmadığı. İddia o ki eğer iyiyseniz, teknolojiyi iyi yönde kullanırsınız; eğer kötüyseniz, teknolojiyi kötü yönde kulla­nırsınız. Oysa durum böyle değil. Elbette iyiyseniz ve onu iyi yönde kullanıyorsanız, birilerinin tepesine bomba yağdırma- yacaksınızdır -bu kısma eyvallah- fakat bir yolda huzur içinde -güya huzur içinde- ilerliyor olsanız bile bu araç, bu otomobil tabiata karşı büyük bir saldırganlık kaynağıdır. Şimdi küresel ısınmanın birçok ekosistemi ve diğer birçok denge unsurunu tahrip ettiğini fark ediyoruz ya da fark ettiğimizi ümit ediyo­rum. Ne var ki bu tahribatın büyük bölümü, otomobilin güya huzurlu bir şekilde kullanımından kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu durum, basitçe teknolojinin iyi ya da kötü kullanımı me­selesi değildir. Başka bir şeyler de söz konusudur. Teknoloji, insana ve ölümsüz bir varlık olarak insan rûhuna karşı belli bir teknolojik kültürü de beraberinde getirir ve insan ile insa­nın ortaya koyduğu objeler arasındaki manevi ilişkiye dayalı tüm geleneksel toplumların dokusuna karşıdır. Bu objeler, yaratıcı olan bir sanata dayalıdır ve Yüce Sanatkâr , Sâni-i Hakîki olan Cenâb-ı Hakk’ı yansıtırlar. Allah Kur’ân’da el-Sâ- ni olarak isimlendirilir; O Yaratıcıdır (Halik), sûret vericidir (Vâhibu’s-sûver), Yüce Sanatkâr’dır (Sâni‘-i Hakîkî) ve bize varlıklarımızda yansıttığımız yaratıcı kuvveyi bahşetmiştir; zira biz O*nun yeryüzündeki halîfeleriyiz.

İslâm medeniyetinde sanat ve teknoloji, yüksek sanatlar ve alçak sanatlar ile sözüm ona güzel sanatlar -bu terminoloji İslâmî bakış açısından bütünüyle anlamsızdır- ve endüstriyel sanatlar arasında bir ayrım çizgisi bulunmamaktaydı. Güzel sanatlar da neyin nesidir? “Güzel Sanatlar” (Fransızca beaux arts, şimdilerde Arapça ve Farsçada el-sanâî’ el-mustazrefe ve hünerhâ-yi ztbâ olarak kullanılmakta) dâhil tüm bu terim­ler modern dönemlerde Batı’da ortaya atıldı; çünkü gündelik hayatta kullanılmak üzere obje yapma vasıtası olarak sanat, Sanayi Devrimi esnasında insanlardan alındı ve çoğu du­rumda çirkin makine ürünleriyle yer değiştirildi. Geleneksel medeniyetlerde ise basit bir tarak yapımından tasavvuf! şiir yazımına ve bunlar arasında bulunan diğer pek çok şeye kadar Cenâb-ı Hakk’la irtibatlı daimî bir yapım dizisi mevcuttu; her şey O’nunla irtibatlıydı ve O’nun Sânî-i Hakîkî sıfatını beşerî düzlemde yansıtmaktaydı. Modern teknoloji bu ilişkiyi tahrip ediyor. Araba süren bir kişi ister takvâ sahibi bir kişi olsun isterse bir gece kulübünün müdavimi olsun, çevre tahribi söz konusudur; arabanın -ki o da bir makinedir- yapımı ve sü­rülmesi de İlâhî yaratıcılık prototipinden koparılıp atılmıştır.

Birçoğumuz, hayatın kutlu karakterinin basitçe namazlarımızla muhafaza edilebileceğini sanıyoruz; keşke öyle olsa. Bunlar zo­runlu rükünler lâkin hayatın geri kalanının da kutlu kılınması gerekmekte. İslâm’da her faaliyetin bir sembolik bir de kutlu yönü vardır. Mesela tarımda, bir kişi toprağı ekerken tüm to­hum ekme ve toprağı işleme sürecinin manevi ve dinî bir öne­mi vardır; şimdi mekanize edilmiş tarım-ticaretle tarımın bu manevi boyutu kökünden halledilmiştir. Nakliyede hayvan­ların kullanımı, insan ile hayvan arasında bir ilişkiyi zorunlu kılmıştır. Hayvanlara iyi muamelede bulunmayla alâkalı ha- dis-i şerif malumunuz. Bu tavır çoğunlukla ortadan kayboldu ve şüphesiz hayvanların nakliye için daha az kullanımı, onlara daha iyi muamelede bulunulduğu anlamına gelmiyor. Modern teknolojinin kullanımının bir sonucu olarak her gün kaç türün kaybolduğu ve neslinin tükendiğini hatırlayalım; hayvanlar üzerinde yapılan acı verici deneylerden bahsetmiyoruz bile.

Geleneksel şehirlerimizin yapısı, insanlık tarihindeki en bü­yük sanatsal yaratıcılıklardan biridir. Bununla kastettiğim şey,halen kalıntılarını görebildiğimiz -elhamdülillah Fas’taki Fez, İran’daki Yezd ve İsfahan’ın bazı bölgeleri, Şam’da Emevî Cami’nin çevresindeki bazı bölgeler, Kahire’nin eski mahalleleri vb. tamamen kaybolmamışlardır- İslâm şehir tasarımlarıdır. Bu şehir tasarımları, içinde din, ticaret eğitim ve gündelik ha­yatın birleşip vahdetin kesrete hâkim olacak şekilde bütünleş­tiği beşerî bir ambiyans ortaya koyma kastıyla gerçekleştiril­miştir. Bugün modern toplumun büyük bir parçası olan eğ­lence ya da oyun olarak adlandırdığımız şey de hayatın genel şablonuyla kaynaştırılmıştır. Eğlencenin (spor dâhil) bugünün dünyasında böylesine önemli hâle gelişi ve bağımsız bir ger­çeklik olarak kabul edilişinin sebebi, çalışmanın oldukça eğlencesiz oluşu ve modern makine sayesinde kutsal hissinden yoksun bırakılışıdır. Çoğu insan için durum öylesine sıkıcı bir hâl almıştır ki eğlenceler de hayatı çekilir kılmak adına gerçek­leştirilen başlıca bağımsız etkinliklere dönüşmek durumunda kalmıştır. Pratikte birçok insan için dinle yer değiştirmiştir.

İnceleyin:  Milli Eğitim Davamız ve Düşman

Tüm bunları, Müslümanların bu teknolojinin tabiatını anla­malarına zemin hazırlamak üzere dile getirmiş bulundum. Saf bir şekilde onun basitçe yansız olduğunu düşünemeyiz. Bazen başka bir seçeneğimizin olmadığı doğrudur. Allah beni atala­rımın Kâşân’da daha önce yaptıkları gibi bir merkebin üzeri­ne binip bir medreseye gidemeyeceğim tarihin bu zamanı ve mekânında yarattı. Burada merkep yok ve yollar da uzun. Bir araba kullanmak durumundayım. Bu âlemde hangi durumda olduğumuzu Allah biliyor. Ancak bu durum, söz konusu tek­nolojilerin sonuçlarını görmezden gelmemiz ve yalnızca var olması nedeniyle ortaya çıkan her teknoloji şeklini benimse­memiz anlamına gelmemektedir.

Şu ana kadar bir kısmını zikrettiğim ve bir kısmını da zikret­mediğim latif manevi unsurların kaybedilişine ilaveten, mo­dern teknoloji gerçekten bizi ölüme sevk etmektedir. Mesele bu kadar basit! Tabii çevrenin yok edilişine sarsıcı bir ölçekte şâhitlik ediyoruz. Kafamızı kuma gömmek ve ne olup bittiğini unutmaya çalışmak sorunu çözmeyecektir. Eğer İslâm dün» yası» Çin ve Hindistan gerçekten sınaî açıdan kalkışa geçer ve diyelim ki ABD gibi sanayileşerek Amerika ile aynı tüketim oranına sahip olursa, o vakit dünyanın tüm ekosistemi de ya çöker ya da radikal olarak değişikliğe uğrar. Bu herkesin ma­lumudur. Hâlihazırda bu noktaya ulaşmadan da çok sayıda yer feci bir yıkımın sınırındadır -Avustralya’nın mercan re­siflerinden Amazon Ormanına kadar. Her akıllı kişi bunla­rı bilir ancak çok azı hayat tarzını fiilen değiştirecek ölçüde onlara ciddi bir önem atfetmektedir. Bu duruma dikkat çek­menin Müslüman entelijansiyanın acil bir vazifesi olduğunu düşünüyorum. Bugün mesele dünyadaki hayatımız bakımın­dan bu dünyadaki diğer herhangi bir meseleye nazaran daha büyük önem taşımaktadır. Elbette İslâmî bakış açısından en önemli olan manevi meselelerden değil; fakirlik, ekonomik krizler, siyasi zulüm, diktatörlük, devrimler gibi meseleler­den söz ediyorum. Bu tavırlardan hiçbiri tabii çevrenin bu tahribi meselesinden daha büyük bir tehlike değildir, çünkü tüm bu şeyler tedricen çözülebilir. Oysa modern teknolojinin sebep olduğu çevrenin bozulmasına doğrudan yönelinmezse, Cenâb-ı Hakk hayal edemeyeceğimiz şekilde -yani îradesiyle- tabiata müdahale etmedikçe, herhangi bir şeyi çözmeye fır­satımız bile olmayacaktır. Fakat beşerî bakış açısından, yani üzerinde olduğumuz yolda hayat tarzımızı tamamen değiştir­mek için çok az vaktimiz var, yoksa mahvoluruz.

Batı’daki çoğu kişi, “Bu krizin çözümü, eski teknolojileri ye­nileriyle değiştirmekten geçer.” diyeceklerdir. Bu noktada ta­mamen hatalı olduklarına inanıyorum. Modern teknolojinin tabiatı nasıl gördüğüne bütünüyle karşıt olan tabiata dair kutlu bakış açısını ihyâ etmek gerekmektedir. Esasen Müslü­manların öncelikle yapmaları gereken şey, ortaya çıkan her yeni yabancı teknolojiye yer vermeyip çevre üzerinde daha az olumsuz etkiye sahip olan teknolojileri kullanmaktır. Evet, mesela daha öncesinde olduğu kadar fazla duman üretmeyen fabrikalara sahip olmak gibi izafi faydalan olduğunu kabul ediyorum» fakat bu durum daha derin bir şeylerle karşılaştırıldığında oldukça küçük bir faydadır. Daha derin olan şey ise modern teknolojinin çevre ve modern insanların rûhları üze­rindeki genel olumsuz etkisidir. Modern teknoloji olumsuz bir etki oluşturur ve bu etki on kat artmakla kalmaz, ayrıca birçok yeni teknolojiyle yüze katlanır; öyle ki normalde ne kadar fazla teknolojiye sahip olursak, çevrenin yanı sıra zihin ve nefslerin üzerinde de o kadar fazla bir negatif etkiye sahip oluruz.

Tüm hayat tarzımızı değiştirmek durumundayız. Biz -bu ge­zegendeki herkesi kastediyorum- temel bir tarzda değişmek ve teknolojiyi diğer bir tarzda düşünmek durumundayız ki İslâm dünyasının olumlu bir rol üstleneceği konum da bura­sıdır. Hassaten İslâm’la alâkalı birkaç hususu dile getirmeme müsaade ediniz. İslâm dünyasındaki eğitimli insanlar, maa­lesef takvâ sahibi olup Batı’yı sevmeyenler, hatta sözüm ona “selefîler” bile teknolojik açıdan Batı gibi olmayı istiyorlar. İş teknolojiye geldiğinde, en modernize Müslümanlar kadar Batılıdırlar. İstanbul’daki ya da diğer bir şehirdeki en seküler kişiyi ve Suudi Arabistan’daki bir camide vaaz eden en selefi Müslüman’ı ele alın; teknolojiye olan tavırları muhtemelen aynıdır ki bu da onların İslâmî dünya görüşüne dair oldukça farklı yorumlarını göz önünde bulundurduğunuzda oldukça dikkat çekici bir yorumdur. Bu durum, değişmek durumun­dadır. Müslümanlar bu âlemde neyi yapabileceğimizi ve neyi yapmamız gerektiğini fark etmek zorundadır. Müslüman bir toplumda cep telefonları ya da elektriğe sahip olmama husu­sunda hiçbir seçenek yokken, bunların olumsuz yönlerinin farkında olsak bile yapılmayacak şeyler ve kaçınılamayacak teknolojilerden bahsetmeyelim. Gelin yapılabilecek şeylerden bahsedelim.İslâm dünyası halen birçok şeyi muhafaza edebilir.

Her şeyden önce, mesela tarım alanında genetik mühendisliği elden geldiğince kaçınılması gerekli tehlikeli bir uygulamadır. Büyük tarım sektörlerine sahip Pakistan ve Iran gibi ülkelerde elden geldiğince geleneksel tarımı muhafaza için çaba sarf et­meliyiz. Geleneksel tarım tarzlarını, geniş ölçekli endüstriyel tarımı benimsemek, genetiği değiştirilmiş tohum kullanmak ve geleneksel çiftlikleri zapt etmek suretiyle tüm yönleri de­ğiştirmekten ziyade küçük çiftlikleri elde tutarak muhafaza etmek mümkündür. Bu endüstriyel tarım işletmelerinin sıkça reklamı yapıldığı üzere tüm dünya için yiyecek temin etmekte bir umut olmaları güçtür.

İkinci olarak İslâm şehirlerinin geleneksel şehir tasarımlarının büyük bölümünü ve beşerî ilişkiler, nakliye şekilleri ve ener­ji kullanımına etkide bulunan teknolojileri muhafaza etmek mümkündür. Geleneksel İslâm mimarisi ve şehir tasarımla­rının muhafazası, geleneksel teknolojilerden bir şeylerin ve daha makul bir hayat tarzının muhafaza edilmesinde başlıca rol oynayabilir. Neticeleri hakkında bile düşünmeksizin ortaya çıkan her şeyi kabul eden bir uyurgezer gibi olmamamız ge­rekir. Son yirmi yılda bir orman yangını gibi dünyanın dört bir yanma yayılan cep telefonları çalarken Kâbe’yi tavaf eden insanlarımız bile var -bu durum tasavvur edebileceğimiz en kötü türde bir küfürdür. Bu cep telefonlarının gelişi güzel kul­lanıldıkları takdirde olumsuz birçok tıbbî ve psikolojik etkileri vardır, fakat birçok Müslüman, Batı’da ortaya çıkan trendleri körü körüne takip etmektedir. Buradaki ironi, Batı’da en azın­dan çok az sayıda insan gözlerini açmışken, İslâm dünyasının Batı teknolojisinden gelen her ne varsa onu körü körüne tak­lit etmesidir. Batı’ya karşı olanlar bile Batı teknolojisine derin bir güven duymaktadırlar. Batı’dan hangi teknoloji gelirse gelsin, onun mutlaka iyi olduğu düşüncesindedirler. Bu me­selede büyük bir basiret sahibi olmamız gerekir. Bu, yarın sa­bah modern teknolojiyle ilişkili herhangi bir şeye sahip olmayı durdurabileceğimiz anlamına gelmez. İngiltere’de bazı kişiler son dönemlerde tabii tarım» tabii su vb. ile tamamen endüst­ri öncesine benzer küçük köyler kurdular. Ne yazık ki İslâm dünyasında birçok kişinin» turistler için olmadıkça bu dönem­de böylesi bir şeyi tasavvur edebileceğini düşünmüyorum.

Bununla birlikte» hâlâ gerçekleştirebileceğimiz ya da gerçek­leştirmiyor olduğumuz çok sayıda hikmetli tercih de bulun­maktadır Mesela halı» kumaş» âlet-edevat gibi objelerin yapı­mında» geleneksel sulama sistemleri, mimari ile ilişkili olarak geleneksel enerji kullanımında vb. geleneksel teknolojilerle yapılmakta. Daha genelde ise İslâm dünyasında sanatsal bir tarzda eşya yapım geleneğimizin tamamen tahrip edilmesine müsaade etmeme adına elimizden geleni yapmamız gerektiği­ne inanıyorum. Bu geleneğin zayıflatılması, İlmî geleneğimi­zin ve eğitim sistemimizin büyük bölümünün yok edilmesine paralel bir şekilde 19. yüzyılda sömürgeciliğin tesirinin başlıca neticelerinden biridir. Sanat tamamen yok edilmemiştir, lâkin hayli zarar görmüştür.

Size bir misal vermek isterim: İran halısı birçok evde oldukça önemli bir unsurdur. 1920’ler ve 30’lardan itibaren çoğunluk­la boyaları kimyasal hâle gelmiş, esasen Almanya’dan ithal edilir olmuştur. Bununla birlikte, halı yapımı hâlâ geleneksel bir sanat formu olarak devam etmektedir. Bir zanaatkar ta­rafından dokunulan halılar, manevi bir önemi haizdir. Halı, geleneksel Islâm toplumunda oldukça önemli bir rol üstlenir, çünkü yerde otururuz, yerde namaz kılarız, yerde yemek ye­riz, yerde uyuruz. Haldi bir mekân; bir misafir odası, ibâdet odası ve küçük geleneksel bir evde herkesin bir arada otur­duğu oturma odası hâline gelir ki, Müslümanların ekseriyeti için durum böyledir. Birçok yerde, mesela Afganistan’daki bir köyde, birçok kişinin içinde her şeyi yaptıkları nohut oda bakla sofa evleri vardır. Aynı şey İran, Pakistan, Fas ve diğer yerlerde de geçerlidir.

Böylesi bir sanayi para kazandırsa bile, geleneksel halının Amerika’daki mevcut fabrika halısına dönüşmesine müsaade etmememiz gerekir. Maalesef bazı halı fabrikaları, hah yapı­mında önemli ülkelerden olan İran’a dahi ulaşmış durum­dadır. Mümkün olduğu ölçüde geleneksel el sanatlarının bu şekilde yok edilmesini engellemek durumundayız. Bu, şayet irade varsa geleneksel teknolojilerin muhafazasının imkân dâhilinde olduğu bir misaldir. El dokuması kumaş yapımını muhafaza etmeye gayret etmeliyiz. Gandi’nin milletin babası olarak addedildiği ancak sözlerine kimsenin kulak vermediği Hindistan’da bile, herkesin burun kıvırdığı o sözler tamamen doğruydu. 100.000 Hint köyünün geri dönüşüme dayalı eko­nomisini tahrip ettiğinizde, Hindistan’dan geriye ne kalır? Aynı şey bizim için de geçerlidir.

Dokumayla ilişkili olan endüstrilerde sıkıntıda olsa da Fas, Cezayir ya da enfes “sari”lerin yüzyıllardır yapıldığı ve hâlâ ya­pılmakta olduğu Müslüman Hindistan’da harika el dokuması kumaşlar dokunmaktadır. Fakat diğer birçok sanat, el sanat­ları ve geleneksel teknolojiler İslâm’ın merkezi diyarlarında tahrip edilmiştir, çoğu da kaybolmuştur. Bununla birlikte, İslâm dünyasının bazı bölgelerinde, geleneksel üretim metot­ları devam etmektedir ve bunlar kaybolmaktan ziyade takviye edilmektedir. Hükümetler bu muhafaza vazifesine yardımcı olmaya çalışmalıdır. Ürdün, Yemen, Fas, İran ve diğer yer­lerde buna benzer projeler mevcuttur. Müslümanlar, gele­neksel olarak üretilen nesnelerin üretimini yaygınlaştırmaya çalışmalıdır, fakat birer lüks eşya olarak değil; böylece bir vazo alıp onu bir sanat eseri olmakla birlikte gündelik hayatın bir parçası olarak da oturma odanıza koyabilirsiniz. Nineniz ve benim ninem, o günlerde neredeyse tüm erkek ve kadınların yaptığı gibi haftada bir kez bir örtü alıp hamama gitmiştir -bu kumaş örtüler bütünüyle el dokumasıdır ve bugün büyük bir bölümü artık kumaş müzelerinde bulunmaktadır.

Hayat kalitesinin modern teknolojiyle birlikte yukarı değil de aşağı doğru nasıl gittiği hayli dikkat çekici bir dm umdur. Ka­lite söz konusu olduğunda giysiler, insanların yemek yediği kâseler, yiyeceklerin kalitesi, kokuları ve diğer her şey kötüye gitmiştir. Bu yüzden biz de insan hayatının içlerinde gelenek­sel teknolojilerin hâla ayakta kaldığı bu adacıklarını, bu ke­simlerini gayretle muhafaza etmeliyiz. Söz konusu teknoloji­ler; eşyanın var edilişindeki bir mânâyla, onları yapan kişinin manevi tatminiyle, sanatla birleşiktir. Zira elle yapılan basit bir tarak olsa bile, el işi eserlerin yapılışında doğrudan beşerî olan bir şeyin yanında manevi unsurlar da mevcuttur.

Titus Burchardt’ın İslâm sanatıyla alâkalı eserlerinden birin­de harika bir hikâye yer alır. Bu hikâyeyi Fas’ın Fez şehrinde mütevazı bir tarak ustası anlatmıştır. Bu kişi, sanatının ilkin Cenâb-ı Mevlâ tarafından Hz. Âdem’in oğlu Hz. Şît’e nasıl öğretildiğini ve manevi bir öneme sahip olduğunu anlatmış­tır. Eğer çarşıya gidip elle yapılmış basit bir tarak satın alırsa­nız, onunla bir makine tarafından üretilmiş tarak arasındaki farkı hissedersiniz. Amerikalı bir turist bile bunu hissedebilir. Yüksek teknolojiye sahip Batı toplumunda, elle yapılan şey­ler değerli ve yüksek ehemmiyete sahip addedilir. Eğer bir şey elle yapılmışsa, insanlar daha da fazla para öder. Oysa İslâm dünyasının büyük bir bölümünde, son yüzyılda işler ters yön­de ilerlemiştir. Makine yapımı nesneler, birçok kişi tarafından el yapımı olanlara nazaran daha iyi addedilmiştir. Ancak bu trendleri tersine çevirmeliyiz. Bu yapılması mümkün bir şey­dir. Söz konusu trendin tersine çevrilişi, evvela onun kozmo- lojik/manevi yönüyle, ikinci olarak da hem tabii hem de beşerî çevre üzerindeki etkisiyle iştigal etme hattı boyunca modern teknolojinin entelektüel eleştirisiyle yan yana ilerlemelidir.

Bu bakış açısına karşılık, genellikle büyük miktarlar üretme­yen o teknolojilere geri dönüşün imkânsız olduğu söylenmektedir. Onlara göre ihtiyaçlarımız katlanarak artmış, bu gezegen üzerindeki insanların sayısı da Sanayi Devrimi öncesi döne­me nazaran muazzam bir artış kaydetmiştir. Bu durum bazı alanlarda bir ölçüde doğrudur ama tüm alanlarda değil. Gelin, kadınların hâlâ elle yapılan sarilen giydiği Hindistan’ın büyük şehirlerine bakalım. Bugün sari giyenlerin sayılan yaklaşık beş yüz milyon kadardır. İki yüz yıl önce muhtemelen 100 milyon kişiydi, bin yıl önce ise 50 milyon kişi bulunuyordu. Tüketi­cilerin Orta Çağ’da muhtemelen 50 milyon olan sayısının an itibarıyla 500 milyona yükseldiği doğrudur, zira şu an bir mil­yar Hintli vardır ve bunlardan yaklaşık 500 milyonu kadındır.

Bununla birlikte, kumaş üretebilecek insanların sayısı da art­mıştır. Dolayısıyla, bir kişi nispeten basit bir hayata sahipse ve el yapımı eşya üretebilecek daha fazla insan varsa, o hâlde tüketim artsa bile o kişi denge tesis edebilir. Bu, tüketici bir toplum oluşturmak için verilen temelsiz (sözüm ona sağlam ekonomik temele dayanarak) iddialardan biridir.

Tüketici bir toplum, ihtiyacından hayli fazlasını tüketir. Sahte ihtiyaçların oluşturulmasıyla beslenir. Bû da dünyayı kendi yok oluşuna sürüklemektedir. Öne sürdükleri iddia, ne kadar fazla insan varsa o kadar fazla eşyaya ihtiyaç duyulduğudur. Bu mutlak surette doğru değildir, çünkü daha fazla insanı­nız varsa, basit şeyler üretebilecek ve her zaman makinelere ihtiyaç duymayacak daha fazla insanınız da vardır. Aslında dünya nüfusundaki ani artış, bizzat modern teknolojinin bir ürünüdür. Zira tıbbî teknoloji, kesinlikle bu teknolojinin bir parçasıdır. Modern tıp, iki ağızlı bir kılıç gibidir. Çok sayıda hayat kurtarsa da aşırı nüfus artışını ve insanların tabii çevre üzerinde daha fazla etkide bulunmalarını mümkün kılmak suretiyle dünyayı dolaylı açıdan yok etmektedir. Şu an yer­yüzünde altı buçuk milyar değil de bir milyar kişi olsaydık, bu felaket -sizinle konuştuğum şu kırk beş dakika esnasında dünya üzerindeki birkaç tür ortadan kaybolmuştur- de ortaya çıkmazdı. Aslında biz felaketvâri bir durumla karşı karşıyayız.

O hâlde şu an daha büyük bir dünya nüfusuna sahip olmak­la yukarıda bahsi geçtiği üzere Hindistan’da elle dokunulan sari misalinde olduğu gibi basit şeyler üreten daha büyük bir nüfusa da sahibiz. Bu husus diğer birçok eşya için de geçerlidir. Mesela İran şimdilerde 70 milyonun üzerinde bir nü­fusa sahiptir; nüfus, 30 yıllık bir dönemde ikiye katladı. Bu da İran halısı kullanımının aşağı yukarı ikiye katlandığı anla­mına geliyor. Bu bahane olabilirdi ve İran Devrimi’nin gerek öncesinde gerekse sonrasında hükümettekilerin birçoğu ma­kine üretimi halıları getirmemiz gerektiğini çünkü nüfusun ve ihtiyaçlarının arttığını söylüyorlar. Oysa halı yapanların sayısı da artmıştı. Aslında bugün İran’ın köylerinde otuz yıl öncesine nazaran daha fazla sayıda kişinin halı dokuduğunu görebilirsiniz. Yerinde devlet politikaları, böylesi durumlarda büyük ölçüde yardımcı olabilir. Bunun her durumda yapıl­ması gerektiğini söylemiyorum. Ne var ki birçok durumda, üretimdeki niteliksel ilişkiyi muhafazaya ve hayattaki mutlu­luğun daha fazlasına sahip olmaktan ziyade bir yandan temel ihtiyaçları temin ederken diğer yandan da sahip olunan şeyi takdir etmek olduğunu kabule yönelik çaba sarf edilmelidir.

İnceleyin:  Sanat

Bu oldukça netameli bir meseledir, zira birçok kişi beni eleş­tirecek ve “Demek zenginliğe karşısınız. Şuna karşısınız, buna karşısınız.” diyeceklerdir. Hayır değilim. Daima fakir ve zengin insanlar mevcut olmuştur. Hiçbir yerde, zenginler ile fakirler arasında bugün Amerika ve İngiltere gibi yüksek oranda sana­yileşmiş toplumlarda olduğu kadar büyük bir fark olmamıştır. Her halükârda, tüm insanların -altı milyar insan- dünyanın yüksek sanayileşmiş milletlerinin sözüm ona hayat standart­larına (tehlikeli bir ifade olmakla birlikte her zaman dile geti­rilmektedir) sahip olması mümkün değildir. Dünya bunu kal­dıramaz. Tüm bu modern teknolojiye rağmen, modern dün- ya fakirliği ortadan kaldırmak şöyle dursun, insanı tabiattan kopararak fakirliği daha da feci bir hâle getirmiştir. Zengin ile fakir arasındaki farka bakınız -farkın Amerika’da olduğu ka­dar büyük olduğu ve bir şirket sahibinin on milyon dolardan fazla kazanıp aynı fabrikadaki kapı görevlisinin yılda on bin dolar kazandığı az sayıda yer vardır. Bu örnek burada olduk­ça yaygın durumdadır. Râca idaresi esnasında, Hindistan’da­ki mihraceler ile onlara tâbi olanlar arasındaki farka nazaran, birçok açıdan daha kötü durumdadır. Bu, bir yanda komü­nizm ve sosyalizmin diğer yanda ise kapitalizmin iktisatçıları tarafindan öne sürülen temelsiz argümanlardan biridir. İddia ettikleri şey, insanları daha zenginleştirip fakirliği yok etmekte­dir. İmdi bu bir ölçüde mümkündür fakat tamamen değil. Uy­gulamada ne olduğunu görüyorsunuz. Modern teknolojilere sahip ülkeler yani Kuzeydekiler, hayatlarının bu teknolojilere sahip olmayanlardan ne kadar farklı olduğunu görmektedirler. Güya gelişmemiş dünyada bu teknolojinin peşinde koşma fik­ri, sizin her zaman masada daha önce yemek yiyen binlerinin ekmek kırıntılarını topluyor olduğunuz gerçeğine dayanmak­tadır; sözüm ona bu peşinde koşma da işleri düzeltmeyecektir.

Zenginlik ve fakirliği başka şekillerde düşünmemiz gerekmek­tedir. Sakinlerinin tabiata yakın yaşadıkları, tabii su kaynak­larına ve dağlardan, çöllerden ya da ormanlardan gelen temiz havaya sahip oldukları bir köyü ele alalım. Mutlu olmak için New York şehrinin tüm zenginliğine sahip olmak gerekli de­ğildir. Daha az varlıklı olunarak New Yorklular kadar mutlu olunabilir ve kesinlikle New York’un kenar mahallelerinde yaşayanlara nazaran daha güzel bir muhitte yaşıyor olma ih­timaliniz yüksektir. Mutluluğa, fakirliğe yönelik tüm tavrımı­zı yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Elbette hiçbir hükümet, vatandaşları için gıda, giyim ya da suyu elinin ter­siyle itmez; söylemek istediğim şey bu değil. Şüphesiz modern teknoloji tüm bu şeylere yardımcı olur. Ancak mesele, modern teknolojinin çoğunluğunun tamahla ilişkilendirilmesidir; ta­maha ya da açgözlülüğe dayalı modern kapitalist ekonomiyle ilişkilidir ve sonuçlarını da görüyorsunuz. Söz konusu meseleye burada girmemiz gerekmiyor takat modern teknolojinin mut |u bir hayat için yegâne vasıta olduğu şeklindeki argümanları da gözü kapalı kabul etmemeliyiz. Şayet açgözlülüğü kontrol edebilirse, menfi unsurları kontrol altına alabilirse ve Kur’ân’ın bizlere öğrettiği üzere zenginliğin daha iyi bir dağılımını ger­çekleştirirse Islâm dünyası, kuşkusuz daha iyi bir iş yapmış olur. Bu ancak İslâm’a riayetkâr olarak yapılırsa işe yarayabilir. Fakat söz konusu ekonomik adalete sahip olmaya çalışır­ken, insanlar ve üretim vasıtaları arasındaki samimi ilişkiden feragat etmek anlamına gelmemektedir. İşte tüm mesele budur.

Asıl konumuza yani modern teknolojiye karşı Müslüman­ların tavrının ne olması gerektiği hususuna dönecek olur­sak, evvela bu meseleyi daha önce ele aldığımdan daha ileri bir seviyede tahlil etmemiz lâzım. Bu oldukça karmaşık bir soru. İslâm dünyası, modern Batıyla bir güç mücadelesi du­rumunda karşı karşıya gelmiştir. Batı, İslâm dünyasını istila etmiş ve Müslümanlar hakimiyetin üzerlerine nasıl tesis edil­diğini anlamaya çalışmışlardır. Batı’nın onları sömürge hâli­ne getirmesini mümkün kılan şeyin modern Batı teknolojisi, bilim ve yönetim organizasyonu olduğunu düşünmüşlerdir. Maalesef güç ya da kudret, bir saygı anlayışını da beraberinde getirmiştir. Hoş bir Arap deyişi vardır, “İnsan, ihsânın köle­sidir.” (el-insânu abidu’l-ihsân). Fakat meşhur bir aksiyom daha bulunmaktadır, “İnsan, kudretin kölesidir.” (el-insânu abidu’l-kudre). İnsan tabiatı budur. İslâm dünyası, tıpkı Çin ve Japon beldeleri gibi Batı’nın gücünü görünce, 19. yüzyıldan itibaren Batı’ya karşı bir aşağılık kompleksiyle birleşik bir kö­lelik, itaat ve korku anlayışına sahip olmaya başlamıştır. Söz konusu tavırlar, içimizde hâlâ ziyadesiyle mevcuttur.

Her ne kadar son elli yılda bu aşağılık kompleksine karşı birçok ses oldukça kuvvetli bir biçimde karşı koysa da (inşallah tedricen bu kompleks de yok olacaktır), varlığım büyük oranda sürdürmektedir. Bu aşağılık kompleksi yalnızca teknolojiyle ilişkili değildir; daha büyük bir şeyin, doğruyu söylemek gere­kirse, Batı’nın dinî düşüncesinin olmasa da kültürünün siya­si» iktisadi ve teşkilatlanma gibi güçlerinin bütününe yönelik tavrın bir alt kümesidir. En Batılılaşmış Müslümanlar ara­sında bile çok az kişi “Hristiyanlık İslâm’dan daha üstündür, çünkü Batı’nın dinidir.” diyecektir. Ne var ki diğer alanlarda, aşağılık kompleksi varlığını sürdürmektedir.

Bununla birlikte, bu tartışmayı daha da karmaşık hâle geti­ren önemli bir yanlışlık söz konusudur. Müslüman toplum, yarım asır ya da biraz öncesinden itibaren kendini yeniden ortaya koymaya ve kendi kimliğini yeniden tanımlamaya ça­lışmıştır. Birçok kişi, “Artık Batı’nın felsefelerinin, şunlarının ya da bunlarının sihrine kapılmıyoruz; lâkin Batı’nın müspet olarak sahip olduğu şey, bilim ve teknolojisidir. Modern Batı kültürüne karşıyız fakat teknoloji tarafsızdır ve onu benimse­mek istiyoruz.” demiştir. Bu bakış açısının söz konusu olduğu en önemli hâdise, 1960’lar ve 90’ların başı arasında Batı tek­nolojisinin bir Müslüman ülkeye en kapsamlı intikalinin ger­çekleştiği bir dönemde, Suudi Arabistan’da gerçekleşen şeyde görülebilir. Suudiler, sanki bu teknoloji onların zâhiren katı İslâm yorumuna rağmen bütünüyle nötr ya da tarafsızmış­çasına Batı teknolojisinin kabulünde oldukça yumuşak başlı hâle gelmişlerdir. Bu tavır daha büyük bir sorunun bir alt kü­mesi olsa da esasen daha da tehlikeli olan yeni bir sorundur. Zira en feci türden bir yanılsamaya dayanır ve bu da modern teknolojinin kültürel ve ahlâkî açıdan tarafsız olduğudur. Du­rum hiç de sanıldığı gibi değildir. Modern teknoloji, kültürel açıdan bağımlıdır; Cenâb-ı Hakk ve manevi dünyadan bah­setmek bir yana insanın kendisini, çevresindeki dünyayı anla­masını etkileyen bir dünya görüşünden ayrılmaz.

Gelin, geleneksel teknolojilerle hayli derinden irtibatlı İs­lâm mimarisi ve tasarımı konusuna dönelim. 1970’lerde, İsfahan’da modern dönemlerde geleneksel Islâm mimarisi üzerine şimdiye kadar yapılmış ilk konferansı tertip ettim. Meşhur Mısırlı mimar Haşan Fehmi’yi de Kahire’den Irana davet ettim. Bu meyanda, Kuildingfar the Poor isimli kitabını yayımlamasına da yardımcı olduk. Fethinin üslubu, şimdi­lerde Mısır da Feyyum Gölü civarındaki tüm bölgeyi değiştir­di. Genelde geleneksel Islâm mimarisine olan ilgiyi yeniden canlandırma ve özelde ise Haşan Fethi’nin çalışmaları büyük ölçüde Isfahan konferansından mütevellit bir sıçrama baş­latarak bir nevi dönüm noktası hâline geldi. Yaklaşık olarak 1970lerin başlarından itibaren bazı Müslüman mimarlar ve şehir planlamacıları, İslâmî şehrin İran’da “bâft” olarak isim­lendirilen dokusunun ehemmiyetini idrak etmeye başladılar ki bu yalnızca binaları değil şehir tasarımını da kapsamakta­dır. Eski öğrencilerimden Nader Ardalan ve Laleh Bakhtiar da tevhid düşüncesi, şehrin farklı fonksiyonlarının entegrasyonu ve şehir tasarımının kozmolojik ve teolojik önemi temelinde İsfahan ve diğer yerlerin şehir planını tahlil eden The Sense of Unity isimli bir kitap kaleme aldılar.

O zamandan bu yana otuz yıl kadar geçti. Diğer birçok şey ya­nında yapmaya çalıştığım işlerden birisi de Ağa Han’ın zihnine şimdi oldukça meşhur hâle gelen bir mimari ödülü verme fik­rini yerleştirmek oldu, inanıyorum ki Ağa Han Ödülü, yalnızca İslâmî mimari ilkeleri uyarınca inşa edilen binalarla ilgilenme­mektedir; tedricen Islâm mimarisi ideallerinden neşet etmiş ve sonra diğer binaları da dâhil etmeye başlamıştır. Bu ödülün alâ­kadar olduğu şey, çoğu durumda “İslâmî” olarak kalmıştır. Söz konusu program, İslâm mimarisinin yanı sıra İslâm medeniyeti ve kültürünün oldukça önemli kısmını teşkil eden ve geleneksel teknolojileri de kapsayan Islâm şehirlerinin şehir tasarımları­nın önemine dikkat çekilmesine de yardımcı olmuştur.

O hâlde şimdi ne yapılabilir? Daha önce de bahsettiğim gibi yapılması gereken ilk şey, mimarinin yanı sıra genel olarak geleneksel teknolojilerle henüz yok edilmemiş şeylerin muha­fazasıdır. Tahran, Lahor ve Kahire -Batılı modellerle akıllan çelinen insanların yazları oldukça sıcak olan büyük bulvarlar yapmak için güzelim geleneksel meydanları yıktığı ve şehrin tüm çevresel bağlarını, tüm bu şeyleri tahrip ettiği şehirler- gibi şehirlerin tüm alanları bir daha hayata döndürülemeyecek du­rumdadır; bu yıkımı en azından kısa vadede eski hâline döndür­mek için bir şey yapılması mümkün görünmemektedir. Bunun­la birlikte, bu şehirlerin Lahor’daki Vezir Han Camii, Tahran’ın Büyük Çarşısı ya da eski Fatımî ve Memlûk Kahiresi civarındaki alanlar gibi hâlâ kısmen geleneksel olan meydanları bulunmak­tadır. Evvela bu alanların içinden büyük caddeler geçirilmesinin ya da mimariyle ilişkili geleneksel teknolojiyle birlikte alanın dokusunu yok edecek yüksek yapıların inşa edilmesinin önüne geçilmelidir. Şükürler olsun ki bunların bir kısmı gerçekleşti­rildi. Nitekim bu, işlerin öncesine nazaran daha iyi olduğu bir alan. 1970’lerde Fez Belediye Başkam’nın şehrin ortasından bü­yük bir bulvar açmak istediğini hayal edebiliyor musunuz?

Fez, dünyada içinde hiçbir aracın olmadığı en geniş şehir bölgesidir. Fez’i kurtarmak adına bir komisyon getirmek için UNESCO’ya giden ve nihayet Fas Kralıyla konuşan Titus Burckhardt’tı. Böylece planı durdurdular. Bugün hiç kimse Fas’ta böylesi bir şeyi gerçekleştirmeyi düşünmeyecektir. Bu açıdan işler büyük oranda gelişme gösterdi. Öyleyse yapılacak ilk şey, halen birçok ülkemizde özellikle de küçük şehirlerde -mesela Halep, Kâşân ve Yezd-, Suriye’deki muhteşem şehirlerde, İran’ın orta ve gü­ney kesimlerinde ve de Fas’ta, Yemenin tamamında, elbette Sind’deki Haydarabad’da, bazı Hint şehirlerinde vb. hâlâ mev­cut olan alanları muhafaza etmektedir. Geleneksel teknolojilerin birçoğunun kıymetli olduğu ve imkân elverdiğince muhafaza edilmesi gerektiği düşüncesiyle yapılması gerekli ilk şey budur. İkinci adım -ki bu da bir ölçüde hâlihazırda atılmıştır- mimar­larımızın basitçe Batılı tasarımları kullanmaktan ziyade yeni evlerin, kasabaların ve köylerin tasarlanışında bu geleneksel İslâm şehir tasarımı, mimari teknolojisi ve formlarından il­ham almaya gayret göstermeleridir. Eski mimarisinin büyük bölümünü oldukça seri bir şekilde yok eden Suudi Arabis­tan’ın yanı sıra İran, Mısır, Fas ve diğer yerlerde, bu gelenek* sel tasarımların uygulandığını görmekten hayli memnuniyet duydum. Elbette bu mimarlar hâlâ azınlıkta, fakat bu cereyan devam ediyor ve aslına bakılırsa gitgide artış gösteriyor. Şimdi İslâm dünyasının büyük başkentlerinde bunun mümkün olmadiğinı kabul ediyorum; İstanbul’a ya da Kahire’ye yapılmış olanları geriye döndüremezsiniz. Fakat daha küçük şehirlerde bunun gerçekleştirilebileceğini düşünüyorum. İslâm dünya­sının birçok büyük şehrinde, hâlâ geleneksel İslâm mimarisi ya da şehir tasarımına sahip alanlar mevcut: Şam, İstanbul, İsfahan, Meşhed, Lahor hatta Delhi -büyük bölümü gerçekten bir İslâm şehridir, çünkü uzunca bir süre Müslümanlar tara­fından yönetilmiştir-, Kahire, elbette medmelerinin muhafaza edilmesinde müstesna olan Kuzey Afrika şehirleri. Bunların tamamı, geleneksel inşa ve imar usûlleriyle hâlâ muhafaza edilebilir durumdadır.

Bu vazifeyi gerçekleştirmek için yeni bir mimar nesli eğitime tâbi tutulmalıdır. Şu an îslâm dünyasında geleneksel İslâm mimarisi eğitimi veren tek bir okul bulunmaktadır ve bu okul da Ürdün’dedir. Birkaç yıl öncesine kadar, sadece Londra’da “Prince of Wales Enstitüsü” vardı. İslâm dünyasında, gelenek­sel İslâm mimarisi ve tasarımı alanında eğitim veren bildiğim kadarıyla başka bir üniversite bulunmamakta. Bir “mimarlık fakültesi” açtığımızda, Batı mimarisini temel alıyor. Bu yüz­den, îslâm mimarisine dair daha fazla okula sahip olmak su­retiyle değişim başlatmak durumundayız. Aynı şey tıp için de geçerli. İslâm mimarisi ve tasarımının felsefesini öğretmemiz gerektiği gibi tıp ve eczacılık fakültelerinde de bu alanların felsefesini öğretmek için İslâm tıbbı ve eczacılığını öğretmek durumundayız. Mimaride asıl olan İslâm şehir tasarım ilkele­rini anlamaktır, yalnızca zâhirî sûretini değil. Aynı şey, gerekli değişikliklerle tıp için de söz konusudur.

Mesela, Lahor şehrinin planlanışında -onu 1959’da ilk gördü­ğümde, dünyadaki en güzel şehirlerden biriydi; otuz yıl sonra gördüğümde ise gelişigüzel yayılmadan ötürü hayrete düştüm- îslâm mimarisi; yerel tabiat ve İçtimaî şartlar, geleneksel tekno­lojiler ve metafizik ile kozmolojik ilkeler de nazarı dikkate alın­mıştır. Müslüman mimarlar, Lahor ikliminin Yezd ya da Tanca iklimiyle aynı olmadığını bildiklerinden, her ayrıntıyı dikkate almışlardır; iklim şartları, sosyal doku, sosyal dinamikler gibi. Fakat hepsinden önemlisi, bu şehirler tasarımları bakımından ortak bir şeye sahiptirler; tamamı İslâmî bakış açısından ha­kikatin tabiatı, kozmoloji ve insan ile Allah arasındaki ilişkiye dair belli bazı metafizik ilkelere istinat etmektedirler.

Bu ilkeler, şimdi genç Müslüman mimarlar tarafından yavaş yavaş incelenmeye başlanmıştır. Bu tür çalışmalar aslında son otuz kırk yılda büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Bunun için Ti- tus Burckhardt ve diğer birkaç kişinin yazdıklarına ilaveten fa­kirin Islâm sanatı ve mimarisi yanında bunlara ilişkili teknoloji­lerin ardında yatan kozmoloji ve felsefeyi izah çabasıyla kaleme aldığı yazılar hayli mühimdir. Elbette Haşan Fethi gibi birkaç mimara ilaveten -bu ilkelerin bazılarını tatbik için gayret göste­ren Mısır’da Abdulvahid el-Vekil ve Ömer Faruk ile Suudi Ara­bistan’da Sami el-Anğavi gibi- genç mimarlar nesline çok şey borçluyuz. Bu alanda, İsfahan’da konferans düzenlediğim otuz küsur yıl öncesine oranla daha ümitvârım. İnşallah, ümidimiz odur ki bu durum devam eder ve modern teknolojinin derin­liğine eleştirisi ile Müslümanların en azından Cenâb-ı Hakk’ın huzuruyla nüfuz eden ve ayrıca tabii çevreyle ahenk hâlinde olan geleneksel muhitlerinden bir şeyleri muhafaza etmelerini ve yalnızca mimaride değil, ayrıca diğer alanlarda da bu şuura yönelik daha ayırt edici bir tavır geliştirmeleri mümkün olur.

Seyyid Hüseyin Nasr, Muzaffer İkbal – İslam, Bilim, Müslümanlar ve Teknoloji / Seyyid Hüseyin Nasr ile Söyleşiler,syf:97-121

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir