İngilizlerin eski bir İstanbul elçisi şöyle yazıyor: Bir Türk memurunun ne yapacağını bilmeyi arzu ederseniz, önce onun neyi yapmasının kendi çıkarına olduğunu belirleyin. İkinci olarak herhangi bir İnsanın bu şartlar altında ne yapacağını tespit edin. Üçüncü olarak da insanların ondan neyi yapmasını beklediğini tayin edin. Bunları belirledikten sonra, onun bu yollardan herhangi birini tercih etmeyeceğinden tam olarak emin olabilirsiniz.32
Clayton Sedgwick Cooper
Bu iktibasta söz konusu olan İngiliz Elçisi Lord Dalling olarak bilinen, Lord Dalling ve Bulwer unvanlı William Henry Lytton Earle (1801-1872)’dir. Lord Dalling 1837 yılında İstanbul’a gelmiş ve elçilik katipliği yapmış, daha sonra Paris’e giderek orada ve başka mühim başkentlerde diplomatlık yaptıktan sonra 1856 yılında İstanbul’a büyükelçi olarak tayin edilmiş ve bu görevi 1865 yılma kadar sürdürmüştür. Onun bu sözü tam olarak ne zaman söylediğini bilmemekle birlikte, bu zamanın yaklaşık Tanzimat dönemine denk düştüğünü tahmin edebiliriz. Tanzimat, kendisinden sonraki Islahat Fermanı ile birlikte tarihimizde bir şeylerin dönüşmeye başladığım gösteren mühim alametler veya adımlar olmuştur. Bu nedenle dönüşümün gerçekleşme aşamasında, bu dönüşümde önemli bir faktör olan bir İngilizin, İngiltere’yi en üst seviyede temsil eden ve dolayısıyla İngiliz tesiri ve tasarrufunun ilk elden vasıtası ve faili olan birisinin bu sözü, sadece bir intihayı ifade etmeyip, bunun ötesinde bir anlamı haiz gibi gözükmektedir.
Her şeyin burada ve bizim üzerimizde ve bizim elimizle gerçekleştiğine şüphe yoktur. İngilizler bu süreçte tartışmasız bir şekilde mühim bir mevki taşımakta iseler de yine de bu olup bitenin bizim faaliyetimiz olmasını nefyetmemektedir. Kendi kendisini dönüştüren ve bunu da Batılılaşma olarak gerçekleştiren biziz. Ancak bu sözün Batılılaşma veya modernleşmeyle ilgili bir tarafının olduğu ve Türklerin Batılılaşmasının veya modernleşmesinin mahiyetini kavramak isteyene, bu sözün mühim bir hareket noktası teşkil edebileceğini söyleyebiliriz. Çünkü bu söz, biraz yakından incelendiğinde, bir hâli dile getirmektedir. Bu hâl, zaman içerisinde dönüşmüş ve bu dönüşüme modernleşme veya Batılılaşma adı verilmiştir.
Bu sözün birkaç cihetten incelenmesi mümkündür. Çünkü bu söz sadece Türklerin durumunu değil, aynı zamanda “bir dönemde” “bir” İngiliz’in Türkiye’deki durumunun ne olduğunu epeyce açık bir şekilde ifade etmektedir. İngiliz elçisi kısaca Türklerin, İngilizler -ve daha da geniş bir şekilde Batılılar- gibi düşünüp, Batılılar gibi karar verip, Batılılar gibi davranmadıklarını dile getirmektedir. Yani bir vakitler İngilizler -ve Batılılar- Türklerin nasıl düşünüp, nasıl karar verdikleri ve nasıl davrandıklarını anlayamıyorlardı. Bunun nedeni araştırıldığında akla yakın iki cevaptan birisi, -tarihî olarak da birçok insanın, özellikle İslam dünyasında yaşayan insanların büyük bir kısmının verdiği cevap bu tarz idi- Batılıların Türkleri yeterince tanımadıkları ve zaman içerisinde tanıdıkça bu sorunun da ortadan kalktığı veya kalkacağı yönünde olabilir, ikinci -daha çok Batılıların verdiği ve yaygın olarak İslam dünyası ile ilişkilerinde bütün tavırlarını belirleyen- cevap ise Türklerin düşünme, karar verme ve davranma tarzlarının “mahiyet olarak” Batılılardan veya Batı Avrupalılardan farklı olduğu ve bu farkın sadece bir araştırma, tahsil ve tanıma yoluyla aşılamayacağıdır. Bunun aşılabilmesi için ya Batılıların Türkler gibi düşünmeyi, karar vermeyi ve davranmayı öğrenmesi, yani mahiyetini veya özünü değiştirmesi, Türklerle hemhal olması veya Türklerin Batılilılar gibi düşünüp, karar verip davranmayı öğrenmesi, kendilerini bu yönde değiştirmesi gerektiği yönünde aranabilir. İngiliz elçisinin ifade ettiği husus, esas itibariyle bir “iletişim” sorunu olmayıp, bunun ötesinde ve bunu önceleyen bir “varoluş” meselesi olduğu için, modernleşme adı verilen süreçte Batı Avrupa ile Türkler arasındaki irtibat da bu tarzda sürmüştür.
Bu tespitin bir sorunu dile getirmesi, muhtelif milletler arasındaki farklılıkların farkına varılmasının çok daha ötesinde imalar içermektedir. Çünkü bu tespitin, en azından 18. yüzyılın başlarında ortaya çıkmaya başlamış ve yine en azından 20. yüzyılın ortalarına kadar Batı Avrupa’da yaygın olarak kabul gören bir kanaati ifade ettiği düşünülecek olursa, manası daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Bu, Batı Avrupa’nın Yeniçağ dedikleri dönemde her şeyi ile yeni, yepyeni bir varoluş şekli teşkil ettiği, kendi kendisini “yarattığı” (the West invented itself!) ve Batı Avrupa’nın dışındaki bütün toplulukların, bunun dışında kaldıkları kanaati idi. Bu kanaat, Batı Avrupa’nın yeni hâlinin eski hâlinden ve diğer insanların hâllerinden “üstün” olduğu gibi bir varsayıma veya “ahlaki bir boyuta” sahip olmakla birlikte, daha sonraları, sadece bir üstünlük iddiası olarak kalmadı. Daha ileri giderek Batı Avrupa’nın “üstün insan”ı, daha doğrusu, şimdiye kadar yaşamış insanlar arasında yepyeni bir “tür”ü teşkil ettiği kanaatine kadar ulaştı.
Bu çerçevede bir Avrupalı ile Avrupalı olmayan arasında “müşterek” unsurların bulunduğunu söylemek, sanki Avrupa’nın bu özelliğinin ve özgünlüğünün üstünü örtmek gibi kabul edildi. Bunu insanların düşünme, karar verme ve davranma tarzları ile irtibatlandırarak sadece Avrupa’da rasyonelliğin mevcut olduğunu ve Avrupa dışında rasyonelliğin sadece bazı “ilkel” şekillerinin mevcut olabileceği varsayıldı. Fransızcada bunu ifade etmek için “l’âme primitive” tabiri kullanıldı. Sadece bu tabirin muhtelif Batı dillerindeki tarihi, Batı Avrupalıların kendilerini nasıl algıladıklarını ve bu algının diğer milletler ve medeniyetler için ortaya çıkardığı neticeleri keşfetmek için yeterli gibi gözükmektedir.
Avrupa’da rasyonelliğin veya makuliyetin mevcut olduğu düşüncesi, belli bir süre sonra rasyonelliğin Avrupalıların yaptığı ile özdeşleştirilmesine kadar götürüldü ve Batı Avrupalıların yaptığı her şey rasyonel olarak kabul edildi. Ancak bu tavır burada da kalmadı. Makuliyet “sadece Batı’ya ait bir özellik” olarak kabul edildiği gibi (Batı rasyoneldir!) makuliyetin ne olduğuna da Batı’da olup bitenin karar vereceği (“sadece” Batı rasyoneldir!) öncelikli bir mukaddime olarak kabul edildi. Bugün de durum, en azından Batı’da, özellikle 20. yüzyılda yaşanan sorun- lardan dolayı rasyonalitenin eski sihrini yitirmesinden ve Batı Avrupa’nın dünyadaki siyasi etkisinin azalmasından sonra, 19. yüzyıldaki kadar açıkça söylenmemekle birlikte, yine de çok değişmiş sayılmaz. Batılılar hâlâ kendilerinin ve sadece kendilerinin rasyonel olduklarına inanırlar. Rasyonelliğin sorunları çözmede bir yol olmakla birlikte, nihai bir çözümü hiçbir zaman içermediği ve öngörmediğinin farkında olarak.
Burada belki bir noktanın açıkça ifade edilmesi gerekmektedir. Batı Avrupalılar genel olarak Müslümanların ve 15. yüzyıldan itibaren de Türklerin kurumları ve düzenleri, kanunları ve edebiyatları, ilimleri ve felsefeleri hakkında çok yakından bilgi sahibi idiler. Sicilya ve Endülüs’ün yanında Haçlı seferleri ile muhtelif seyyahların, tacirlerin ve bir kısmı Katolik tarikatların kurulmasına önderlik etmiş olan misyonerlerin İslam topraklarındaki faaliyetleri, onlara her zaman Müslümanlar hakkında geniş bir malumat edinme imkânını bahşetmiştir. Özellikle 18. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı Devleti’nin önemli müttefiklerinden olan Fransa’da “Grand Siecle” olarak kabul edilen 14. Louis döneminde yapılan reformlar dikkatlice takip edilecek olursa, Fransa’yı Batı Avrupa’nın en güçlü devleti hâline getiren adımlara Osmanlı devlet düzeninin örneklik teşkil ettiği görülebilir. Osmanlı, Fransa’ya (sadece Fransa’ya değil, mesela Avusturya’ya da) ve Fransa üzerinden Batı Avrupa’ya nizam verirken, kendisi kendi içinde intizamını yavaş yavaş kaybetmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti, Venedik ve İspanya’ya karşı İngiltere ve Avusturya-Macaristan veya Habsburg Hanedanı’na karşı Fransa’yı destekleyerek, bu iki ülkenin 19. yüzyılda birer dünya gücü olmasının zeminini hazırlamıştı. Bu sürecin takip edilip incelenmesi başlı başına bir mevzu olmakla birlikte, Batı Avrupalıların Osmanlı hakkındaki bilgisinin genişliği ve derinliği konusunda bir fikir vermek ve siyasi bir sistem olarak Osmanlı hakkında bilgi sahibi olmak ile bir Türk’ün nasıl düşünüp, karar verip davranacağını bilmenin iki ayrı süreç ve iki ayrı mevzu olduğunu söylemek için bunun işaret edilmesi gerekmektedir. Burada belki sadece şunu hatırda tutabiliriz: İngiliz elçisinin tanıdığı Türkler muhtemelen “harbin hile” olduğunu biliyor ve ona göre davranıyorlardı. Bu çerçevede İngilizlerin nasıl davranacaklarını bilmekle birlikte, kendi düşüncelerini, kararlarını ve fiillerini onların kavramasını engelleyecek tedbirleri de almış oluyordu. İngiliz elçisinin dile getirdiği, bir hakikat olmakla birlikte, bunun asli manası yukarıda verilen cevapların ikisinin de dışında bulunuyordu.
Batılıların bu durumu kavrayışı, yukarıda işaret edildiği gibi daha farklı oldu. Onlar kendilerinin rasyonel, kendi dışlarında olanların ise rasyonaliteden bihaber şekilde yaşadıklarına önce kendi kendilerini ikna ettiler. Bu kanaat daha sonra yavaş yavaş onların etkin oldukları mekânlarda, önce onların yetiştirdikleri insanlarda akis buldu. Batılılar kendi hâllerini “modern” ve “modernite” olarak isimlendirdikleri için de kendilerinden bir şeyler üstlenerek, kendileri için “anlaşılır” şekilde “düşünen”, “karar veren” ve “davranan” insanlar yetiştirmeye başladılar. İşte bu sürece Batılılar ve onlarla birlikte diğer insanlar, onlardan üstlendikleri terimleri kullanarak, “modernleşme” dediler. Kısaca bu ifade, her ne kadar bu ifadeyi nakleden Cooper, kendisi gibi çok sayıda Batılının bir tavrını dile getirse ve bu tavır Batılıların sömürgeci olarak kendilerini dünyanın efendisi olarak gördüğü bir dönemde, özellikle Müslümanların aleyhine kullanılsa da kendi başına üzerinde durulmaya değer bir hâli ifade etmektedir. Bu hâl, bugün ters taraftan, farklı bir şekilde işlemekte veya işletilmektedir.
Başka bir “seyyah”, İslam dünyasını, özellikle Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgeleri derviş kisvesi altında gezen Arminius Vambery, o günkü durumu şöyle özetlemektedir:
Yakın Doğu’daki Müslüman’ın hayatı ayan beyan önümüzdedir. Biz onun zihnine nüfuz ettik, onun amacını ve niyetini, düşüncelerini ve gayelerini biliyoruz ve sahtekârları tarafından yanıltılmadığı müddet, büyük bir kesinlikle İslam’ın istikbaldeki gelişimini tasavvur edebiliriz ve bu kitabın üçüncü kısmının mevzusunu teşkil eden spekülasyonları yapabiliriz.
Modernleşmenin hikâyesi, en azından bir taraftan, sömürgeciler tarafından bakıldığında biraz da böyle gözüküyor. Yani mesele, İslam’ın din olarak “yenilik”, bilimsel ve teknolojik gelişmeler karşısındaki tavrıyla alakalı değil; bilakis mesele, tahakküme açık olma veya olmamayla alakalıdır. Modernleştirilmiş Müslümanlar, nüfuza açık hâle gelmiş, ne yapacağı belli, İngilizlerin kavrayabileceği parametreler içinde davranan insanlar olarak beliriyor. Emperyalistlerin Müslümanları modernleştirme yönündeki gayretlerinin böylesi bir “iyi niyetli” zemini olduğunu ve birçok Müslüman’ın buna “bile bile lades dediğini” fark edersek, modernleşmenin niçin Batılılaşma olarak tahakkuk ettiğini de anlamaya başlayabiliriz.
İslam dünyasının son iki asrı demek olan bu sürecin mutlaka birden fazla mevkıftan birden fazla hikâyesi veya açıklaması olacaktır. Biz eğer birden fazla hikâyeyi bir araya getirip müzakere edecek olursak, olup bitenin hakikatine biraz daha yaklaşmış olacağız. Çünkü Şerhu’l-Akaid şarihi Kesteli’nin dediği gibi “ilimler fikirlerin bir araya gelmesiyle kemale erer ve hâllerin hakikati, görüşlerin çatışmasından sonra ortaya çıkar.”
Modernizm ve Emperyalizm
Lübnan asıllı meşhur oryantalist Albert Hourani, 1798- 1939 yılları arasında yaşamış olan çoğu Mısırlı düşünürü incelediği kitabının başlığını “Liberal Çağda Arap Düşüncesi” olarak isimlendirmişti. 1798 tarihi, Fransızların bir Osmanlı vilayeti olan Mısır’ı işgal ettiği yıl olduğu gibi, 1939 yılı da İkinci Dünya Harbi’nin çıktığı ve dolayısıyla İngiliz İmparatorluğu’nun dağılmaya başladığı tarihi işaret etmektedir. Kitabın söz konusu edildiği dönem, dikkat edilecek olursa, Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinin Müslümanlara veya Müslümanların yaşadığı yörelere karşı özellikle etkin olduğu dönemdir ve bu döneme “Liberal Çağ” adını vermektedir. Açıkça söylenecek olursa Kuzey Afrika, Mısır ve Arapça konuşulan diğer İslam memleketleri, İngiliz ve Fransız sömürgesi altındadır ve bu işgal dönemini birileri “liberal”, yani seçilen kelimenin zahir manası dikkate alındığında “hür ve özgür” bir dönem olarak isimlendirmektedir. İşgal altında yaşanılan dönemin özgürlük dönemi olduğunu söylemek, açıkça bir paradoks olduğu için, bunun ya şaka ya aksini ima eder bir “tecahül” veya tam anlamıyla bir kinizm, yani bir “arsızlık” olması gerekmektedir. Memleketlerini işgal ettiğiniz insanlara bu işgal şartlarını “liberal” dönem olarak anlatmak, ancak İngilizce yazan bir sömürge çocuğuna, sahip olduğu şeyleri Ingiliz sömürgecilerine borçlu olan birisine yakışan bir tavır gibi gözükmektedir.
Modernleşme konusundaki fikir ayrılıklarının önemli sebeplerinden birini bu husus teşkil etmektedir. Nitekim Albert Hourani, Lübnan asıllı Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak Manchester’de doğmuştur. Bu noktadan, Lübnan’da yaşayan Hristiyanların mevkıfindan bakıldığında, Fransız ve İngiliz işgalinin bir “özgürleşme” olarak algılandığını düşünebiliriz. Bu düşünce, levantenler açısından anlamlı ve belki doğru olsa bile, bunu sömürge dönemini bütün Araplar için bir özgürlük dönemi olarak nitelemek, olsa olsa 1984 romanındaki “özgürlük köleliktir” sloganı benzeri bir slogan olarak anlamak ve bunu en ilkel ve kaba ifadesiyle bir emperyalist propaganda faaliyeti olarak kavramak gerekmektedir. İlginç bir şekilde Müslümanları “liberalleştirme”, onları yapılacak bir “dinî reform” yoluyla “hurafelerden” arındırarak “aklın aydınlığına” çıkarma konusunda emperyalist devletlerin ilim adamları oldukça gayretlidir.
İslam’ın reforme edilerek Müslümanların modernleştirilmesi, yukarıda işaret edildiği gibi, İslam ve Müslümanların emperyalist tasarrufa açık bir hâle getirilmesi demek olunca, Müslümanların modernleştirilmesi emperyalizmi doğrudan ilgilendirmektedir. Çünkü bir izzet dini olan İslam’ın ve izzetli yaşamaya alışmış olan Müslümanların bu hâli, onların sömürgeleştirilmesi önündeki en büyük engel olarak durmaktadır. Yani İslam, Müslümanları korumaktadır. İslam’ın reforme edilmesi ve Müslümanların modernleştirilmeleri, onların bu “mahfaza”- dan “kurtarılmaları” anlamına gelmektedir. İslam’ın bu hususiyeti, sömürgecilerin İslam ve en azından 19. yüzyılda yaşayan Müslümanların dinlerini yaşama şekillerini değiştirme yönünde gayret sarfetmelerini de birlikte getirmiştir. İngilizlerin 19. yüzyılda yetiştirdiği önemli sömürge şarkiyatçılarından birisi olan Blunt, 1882 yılında neşredilen The Future of İslam (İslam’ın Geleceği) isimli eserinin baş kısmında şunları söylemektedir: “Bu denemelerin sonuncusu yazıldıktan sonra bunların müellifi Mısır’a döndü ve az sayıdaki Ezherli liberal âlimin rüyası olarak tespit ettiği fikirlerin, pratik bir hakikat hâline geldiğini görmenin memnuniyetini yaşadı.”
Burada söz konusu olan yazıların 1881 yaz ve sonbaharında Fortnightly Review isimli bir dergide neşredilmek üzere yazıldığını kitabın önsözünden öğreniyoruz. Yani yazıların yazıldığı tarih ile kitap olarak neşredildiği tarih (1882) arasında uzun bir zaman geçmiş değil. Ancak bu arada mühim bir değişiklik gerçekleşmiş, Mısır İngilizler tarafından işgal edilmiştir. İngiltere’de
bulunduğu süre içerisinde Blunt’ın Müslümanların “hayrına” olacağını düşünerek istediği şeyler, bazı az sayıdaki “liberal” âlimin rüyası olarak isimlendirilerek, bunların artık pratik bir hakikat olduğunu söylüyor. Bununla tam olarak neleri kastettiğini hem daha sonraki satırlarda hem de bütün kitapta açıkladığı için, yapılması gereken daha sonraki satırları okumaya devam etmekten ibarettir. “Kahire, kendisini İslam’da ilerici düşüncenin evi ve üniversitesini yeniden Arap teolojisinin müstakil makam olarak ilan etti.”
Bazı “liberal” âlimleri “liberal” kılan düşüncenin ne olduğu burada yavaş yavaş açığa çıkıyor. Mesele, Osmanlı Devleti ile olan irtibatın koparılması. Osmanlı Devleti ile irtibatı koparan her düşünce, her adım, ileriye doğru atılmış bir adım olarak “Progressive” sıfatını hak ediyor. Bu ilerisi neresidir? Çok açık: İngiliz işgali. Başka bir ifadeyle Mısır’ı İngilizlerin işgaline açan ve bu işgalin devamını mümkün kılan her adım, her düşünce “Progressive” (ilerici) olarak isimlendiriliyor. Bunu engelleyecek olan, yani İslam dünyasının vahdetini savunan her düşünce ise “regressive” (gerici, irticai) olacaktır. Terakki kelimesinin “progress” kelimesine karşılık olarak kullanıldığını hatırlayacak olursak, bir emperyalistin İslam hakkında konuşurken onun terakkiye (progress) mâni olduğunu söylemesinin manası gayet açıktır; sömürüye engel olmak. Hemen sonraki satırları okumaya devam edecek olursak, daha önce nakledilenler daha iyi anlaşılacaktır. “Arapların millî hareketi ile Türklerin müdahalesinden emin bir şekilde Ezher uleması, gönlünü ve aklını reform partisine bağladı.”
Blunt’ın bu satırları yazdığı günlerde Mısır’ın resmen İngilizler tarafından işgal edildiğini hatırlayacak olursak, sözün manası daha da kolay anlaşılacaktır. Bu ifadelerin manası şudur: İngilizler Mısır’ı işgal edince Osmanlı Devleti ile hu irtibatı koparılmış oldu. Bu irtibatı kim kopardı? Yazıya bakacak olursanız Mısır’da “millî” bir hareketin bunu gerçekleştirmiş olması gerekir. Yani Mısır halkının böyle bir hareket gerçekleştirmiş olması gerekmektedir. Biraz daha aşağıda göreceğiz ki böyle bir hareket yoktur. Mısır halkı da dünyanın diğer yörelerinde yaşayan Müslümanlar gibi, İstanbul’daki halifeye bağlıdır. Blunt’ın reform hareketi olarak isimlendirdiği, herhâlde bir şekilde İngilizler ile iş birliği yapan veya yapmak zorunda kalan bir grup olmalıdır. Bundan sonra gelen cümle daha ilginç gözükmektedir.
Bu vakıanın ehemmiyetini görmemek zordur. Ve şimdi olması muhtemel hâle gelen Nil civarında özgür bir Müslüman halk tarafından liberal Müslüman bir hükümet kurulacaksa, İslam’ın bütününü kapsayan sosyal ve siyasi bir reformun zemininin hazırlanmış olacağı şüphesizdir.
Bu satırlarda ilk bakışta Mısır’ın işgali telaffuz edilmiyorsa da söz konusu zemini işgal teşkil etmektedir. Mısır’ın işgal edilmesi, İslam’ın reformunu sağlayacak zemindir. Daha başka bir ifadeyle İngilizler Mısır’ı Osmanlı Devleti’nden kopararak işgal ediyorlar. İşgal ettikten sonra bu işgal şartlarında “liberal bir İslam hükümeti”, “hür Müslüman halk tarafından kurulacak” ve “İslam’ın bütünü reforme edilecek”. İşte İngiliz gözüyle modernleşme bunu öngörmektedir. Bundan sonraki satırlar tam da bu cihetten meseleyi dile getirmeye devam etmektedir.
Dikkat edilecek olursa mesele, İngilizlerin gözüyle nihai olarak siyasidir. Modernleşme, siyasi olarak Mısır ve -en azından burada dile getirildiği hâliyle- Arapça konuşan bölgelerin Osmanlı Devleti’nden koparılması ve bunun da bir reform refakatinde gerçekleşmesidir. Bu reformun, önü açık bir dinî dönüşüm olarak öngörüldüğünü tahmin etmek zor değildir. En azından ortaya çıkarılması beklenen “modern” Müslümanların,İngilizlerin etkinliklerine sınır getirmeyen ve İngiliz çıkarlarıyla çatışmayan bir insan tipi olmasıdır. İngilizlerin bu konuda özellikle Hindistan’da yeterli tecrübeyi edindiklerini tahmin etmek zor değildir. Modernleşme bir modernleştirme olarak gerçekleştiği gibi modernleştirme de işgal ve sömürgeleştirme olmaktadır. Sonraki satırları okuduktan sonra bunu Blunt’ın nasıl düşündüğünü görebiliriz:
Mısır liderlerinde hilafetle ilgili olarak gözlenen ılımlı tavır, sadece umut vadetmenin ötesini işaret etmektedir. Partinin sloganı, karşıtlık değil bağımsızlıktır ve İslam’ın Ortodoks elbisesine bir zarar verilmediği gibi böyle bir düşünce de yoktur. Abdulhamid Han hâlâ emirü’l-müminin olarak kabul edilmekte ve daha meşru bir hilafetin ihyası, Osmanlı Devleti’nin kaderini tamamlayacağı zamana tehir edilmektedir. Zaten olması gereken de budur. İtizal binlerce düşman tarafından tehdidin bulunduğu bir dönemde din faktörünü zayıflatır. Mevcut halifeye karşı vaktinden önce çıkan bir halife adayı, nesep ve hasep olarak ne kadar meşru olursa olsun, İslam dünyasını düşman kamplara bölecek ve bu büyük huzursuzlukların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Hâlbuki belirli bir süre Mısır’da Ezher’de liberal düşünce gelişecek ve zamanla Arapça konuşulan ve Ezher’i entelektüel hayatlarının merkezinde gören bütün bölgelerde etkili olacaktır. Veya etkili olmaması zordur. Bu asil bir başarıdır ve sabırla belirli bir süre sonra genel bir zafere dönüşebilir. Abdulhamid’in ölümü veya sultanlıktan düşmesi, hilafetin Kahire’ye dönmesinin bir sinyali olacağı hususunda ve formel olarak Arap zekâsının kaybedilmiş olan liderliği tarafından ihya edileceğinde çok az şüphe vardır.
Bu satırlarda meselenin siyasi olarak kavrandığı ve bu siyasallığın da nihai olarak İngiliz emperyalizminin çıkarları, daha açık ifade etmek gerekirse, etkinliği ve bekası cihetinden düşünüldüğü açıktır. Blunt, Abdulhamid’in bir şekilde tahttan uzaklaşacağını beklemektedir. Bu beklenti onun ölümü, ölmezse tahttan indirilmesi olarak açıkça ifade edilmektedir. Mısır’ın ve genel olarak İslam dünyasının modernleştirilmesi, kısaca ifade edilecek olursa, İngiliz bakışıyla siyasal olarak yürütülmüş bir sömürgeleştirme sürecidir. İslam’ın modernleştirilmesi ve reform, İslam ve Müslümanların kendi varlıklarını tespit ve teyit eden müsbit ve müspet birer adım olarak değil, açık bir şekilde Müslümanları kısa vadede sömürge hâline getiren ve uzun vadede de sömürge şartlarını ibkâ eden adımların bütünüdür. Böyle gerçekleştiği veya böyle gerçekleşmesi düşünülmüş ve mümkün olduğu ölçüde de yürütülmüşe benzemektedir.
İslam dünyasında kabaca emperyalizmin etkin olduğu veya olmasını sağlayan bütün adımlar, modernleşme olarak isimlendirilmiş ve bu çerçevede İslam dünyasını, yani “İslam ile varolan dünyayı” eritmeye yönelik gayretleri “terakki” olarak kabul ederken, sömürgeleşmeye karşı duran bütün unsurları “pâ-bend-i terakki” olarak isimlendirmişler ve bunların başına da haklı olarak “İslam”ı yazmışlardır.
Bu son nokta sömürgeleşmenin modernleşme olması veya modernleşmenin sömürgeleşme ile eş anlamlı olmasını anlamaya çalışırken önemli olduğu gibi, İslam’ın modernleşmeye engel teşkil etmesi, İslam’ın “pâ-bend-i terakki” olması ifadesinin hakiki manasını da belli ölçüde ifşa etmektedir.
Lord Cr Ömer’in 1913 yılında neşredilen “England and İslam” isimli yazısından bir bölüm, bize bu konuda bir fikir vermek için yeterlidir. Cromer, “İslam toplumlarını bir arada tutan bağlar, hâlâ siyasi-vatani (patriotic) olmaktan çok dinîdir” tespitini yaptıktan sonra, bu bağın iki tane esası olduğunu söylüyor. Bunların birincisi, bütün Müslümanların günde en az beş defa aynı yöne, Kâbe’ye yönelerek ibadet etmeleri; İkincisi ise bütün Müslümanlarda müşterek olan Osmanlı halifesinin meşruiyeti ve bütün Müslümanların siyasi ve dinî otoritesi olduğuna dair inanç. Cromer’in Mr. Hughes’den yaptığı iktibas da dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bütün Müslümanların Osmanlı sultanının İslam halifesi olduğuna inandığı ve bu inana savunduğunu ifade etmektedir. Bundan Cromer’in çıkardığı netice ilginçtir. Buna göre Müslümanların Osmanlı yönetimini meşru hilafet olarak kabul etmeleri, İslam’ın amelî diğer unsurlarıyla birlikte sadece fikrî bir vahdeti teşkil etmiyor, aynı zamanda dinin siyasette etkin olmasını ve belirli bir yönetimin Müslümanlıkla özdeşleştirilmesini de sağlıyor. Burada söz konusu olan İslam’ın siyasallaşması, açık bir şekilde Müslümanları emperyalist işgale karşı koruyarak onların güvenlik ve özgürlüklerini sağlayan bir yönetimi, aynı zamanda din gayretiyle savunmalarıdır ve bu savunma Cromer tarafından dinin siyasete tesir etmesi olarak dillendirilmektedir. En azından muhtelif dönemlerde karşımıza çıkan dinin siyasallaşması ve siyasal İslam gibi tabirlerin geri planında, bu emperyalist bakış olduğu ve emperyalist çıkarları gözeten bir isimlendirme ve değerlendirmeyle karşı karşıya olduğumuz açıktır.
İslam dünyası bir sömürge süreci yaşadı. Sömürgeleşmeyi işgalden ayırmak gerekmektedir. Bir memleketi işgal etmek, orada yaşayan insanları zorla zabt u rabt altında tutmak anlamına gelir. İşgalin orada yaşayanlar tarafından kabullenilmesi, yani işgal altındaki halkın, zorbalıkla sürüklendikleri hâlin, olması gereken durum olduğunu kabullenmesiyle, bir bölge sömürge hâline gelmiş olur. İslam dünyasının muhtelif yörelerinde sömürgeleşmenin saf formunu bulmak mümkün olmasa da muhtelif derecelerini tespit etmek mümkündür. Tam anlamıyla, mesela Latin Amerika ve Kuzey Amerika’da olduğu gibi bir sömürgeleşmenin gerçekleşmemesi, sömürgecilerin isteksizliğinden veya bu cihette çalışmamasından değil, orada yaşayan insanların yani Müslümanların dinleri ile alakalıdır. Müslümanları dinleri, kendilerini mutlak manada sömürgeleşmekten muhafaza etmiş, sömürgeleşme sürecini belirli bir sınırda tutmuştur. Bu sınır, yani sömürgeleşmenin derecesi, her yerde aynı değildir, arada bir tedriç her zaman takip edilebilir. Bu tedrice rağmen İslam dünyası muhtelif şekillerde ve derecelerde bir sömürgeleşme süreci yaşamıştır. Sömürgeleşme sürecinin bir adı modernleşme ve bu hâli dinen de meşru gösterme gayretlerinin adı da İslam modernizmi olmuştur.
Sömürge sürecinde Fransızlar, İngilizler ve Ruslar ana failler olmakla birlikte, bu sürece bütün Batı Avrupa milletleri bir şekilde iştirak etti. Çok kabaca bu sürecin, emperyalistler tarafından bakıldığında, üç ayrı cihetini birbirinden koparmadan tefrik edebiliriz. Bunlardan birisi siyasi cihet, İkincisi kültürel cihet, üçüncüsü de dinî cihettir. Biz her ne kadar Müslüman olarak bu üç ciheti birbirinden herhangi bir şekilde ayırmakta zorlansak da emperyalistlerin muhtelif şekillerde ulaştıkları siyasi iktidarı; kültürel ve dinî dönüşümü gerçekleştirmek ve nihayet Müslümanların yok edilmeseler bile emperyalist çıkarlara zarar vermeyecek bir konumda tutulmalarını sağlamak için uğraştıkları açıktır. Bunun en nihai noktası, birçok Batılı için Müslümanların İslamiyet’i bırakıp Hristiyanlığı kabul etmesi olduğu için, bu daima nihai amaç olarak kalmakla birlikte, mümkün mertebe Müslümanların İslam ile olan irtibatlarını zayıflatmaktan başlayarak nihayetinde kopartmak, hatta din dışı bir hayat tarzını yerleştirerek bunun üzerinden bir İslam düşmanlığım Müslümanlar arasında yaygınlaştırmak; İngiliz, Fransız ve Rus emperyalizminin etkin olduğu bölgelerde her biri farklı isimler altında gerçekleşmiştir. Ruslar bunu en azından 1917 devriminden sonra sosyalizm adına tatbik ederken, Fransızlar “Aydınlanma”, “akıl” ve “akılcılık”, İnglizler ise “liberallik” adına bu projeyi yürütmüştür. Yürütülen proje, muhtelif dönemlerde muhtelif isimler altında gerçekleşmiştir. Bunlar arasında en meşhuru “reform” ve “modernleşme veya modernleş- tirme”dir. Bu hususu biraz aydınlatmak için İngiliz ve Rusların Müslümanları nasıl dönüştürmeye çalıştığını mukayeseli olarak ele alıp, bu hususta onlara akıl vermeye çalışan Vambery’nin eserine biraz daha yakından bakmak uygun olacaktır.
Modernleştirme Yolları
Vambery, Westem Culture in Eastern Lands (Doğu Ülkelerinde Batı Kültürü) adını verdiği eserinde, Batı kültürünün Doğu’da etkin olmaya başlayarak mühim değişmeler gerçekleştirdiğini ve bu hususta yarış hâlinde olan iki ülke bulunduğunu; bunlardan birinin İngiltere diğerinin ise Rusya olduğunu ifade etmektedir. İki ülke de Fransa’nın yanında, emperyalizmin o dönemdeki İslam dünyasına yönelik önde gelen iki temsilcisidir ve iki emperyalist ülke, Doğu memleketlerinde Batı kültürünü yaymaktadır. Vambery, tesir etme yol ve usullerini mukayese ederek bu ülkelerin elde ettikleri neticeleri değerlendirmeye tabi tuttuğu kitabının üçüncü kısmında, “İslam’ın geleceği”ni tartışmaktadır. Vambery, kitabın daha başında şunu söylemektedir: “İnzivanın duvarları merhametsizce yıkıldı ve derin uykuya dalmış, miskin Doğulu insanın cehalet, ön yargı ve hurafelerden kaynaklanan direnci yavaş yavaş kırılıyor.”
Vambery’nin bu ifadeleri biraz açıklanmaya muhtaç gözüküyor. Doğu’nun inzivaya çekilmiş insanı, diğer insanlar ile bir tahakküm ilişkisine girmeyi makbul kabul etmeyen ve kendi kendisiyle, kendi nefsinin terbiyesiyle uğraşmayı en büyük eden İngiliz Şairi Matthew Amold’un şiirinden bir iktibas yaptıktan sonra, artık Doğu’nun bunu başaramayacağını; Batı’dan gelen değişimin basit bir fırtına olmadığını ve bu gelişin Doğu’yu özünde dönüştüreceği tezini dile getirmektedir. Şu sözleri bu yönden yeterince açıktır:
İngiliz Şairi Matthew Amold şu şiiri söylerken haklıydı:
Doğu firtına önünde eğildi,
Sabırla, kendine güvenen bir derinlikle
Alayların gürlemelerini savdı,
Ve yeniden tefekküre daldı.
Günümüz Avrupası durmak bilmeyen faaliyetiyle Doğu’nun eski hâline gelmesine müsaade etmeyecektir. Biz onun gözlerini zorla açıyoruz; onu itiyor, sarsıyor, atıyor ve sallıyoruz ve onu dünyada garip, dünya yorgunu geleneksel fikirlerim, âdetlerini terk ederek modern hayat veya dünya görüşünü üstlenmeye zorluyoruz. Hayır, Doğulu komşularımızı belli bir yere kadar insan ırkının mutluluğunu, ilerlemesini ve refahım temin eden yegâne vasıtaların bizim felsefemiz, âdetlerimiz, inancımız ve medeniyetimiz olduğu hususunda ikna ettik.42
Vambery’nin bahsettiği şey gayet açık: Kendisi İngiliz veya Rus olmasa da İngilizler ve Rusların neler yaptığını sarahatle dile getiriyor. Müslümanlar kendi geleneklerini, örflerini, dünya görüşlerini terke zorlanıyor. Gelenekler terk edildiğinde onların yeri boş kalmıyor, başka gelenekler onların yerini alıyor. Adetler terke zorlanırken, bu zorlama sadece bu âdetlerin terk edilmesi için yapılmıyor, Batılı âdetlerin üstlenilmesi de bu zorlamanın bir parçası. Aslında yapılan şey, Türk gelenek ve âdetlerinin terk edilmesi değil, Batılı gelenek ve âdetlerin üstlendirilmesi. Bu üstlenmenin gerçekleşebilmesi için asli gelenek ve örflerin terk edilmesi gerekiyor ve bu da İngiliz ve Ruslar tarafından muhtelif yollarla “sağlanıyor”.
Doğulu insanlar, burada kastedilenlerin Müslümanlar olduğu konusunda ayrıca bir tasrih yapmaya gerek yoktur, kendilerine ait olan dünyayı İngiliz ve Rusların talepleri doğrultusunda, onların dünyalarını üstlenerek değiştirmeleri gerektiği konusunda “ikna” edilmektedir. Bu “ikna” denilen şeyin, “zorla” olduğunu hatırda tutacak olursak, burada bir “ikna- dan” bahsetmenin kesinlikle yanlış olacağı açıktır. Aynı şekilde İngilizlerin ve Rusların dünyasını “üstlenmek” tabiri de vakıayı tamamen yanlış aksettiriyor. Burada bir üstlenme söz konusu değil, bilakis kelimenin tam manasıyla bir işgale maruz kalmaktır. Türklerin kendilerine ait dünyaları, İngiliz ve Ruslar tarafından işgal edilerek, siyasi olarak işgal ettikleri memleketleri tamamen kendilerine ait kılmak için, orada yaşayan insanların dünyalarını da işgal etmektedirler ve bu işgal başarılı olursa, işte o zaman, Müslüman memleketleri İngilizlerin ve Rusların “malı” olacaktır. En azından beklenen netice budur.
Zorlamanın sınırları olduğu ve çoğu zaman arzu edilenin aksi neticeleri verdiği için, insanları bir şeyleri yapmak zorunda oldukları hususunda “ikna” etmeleri gerekmektedir. Bu konuda ise geliştirilen söylem muhtelif kanallarla insanlara ulaşmakta ve en azından Mısır’da İngilizlerin gayretiyle Mısır Müftülüğüne tayin edilen Muhammed Abduh gibi bir kısım insanlar, İngiliz ve Rus işgalinin aslında kendi lehlerine olduğu ve bu medeniyet misyonerlerinden azami ölçüde istifade etmek gerektiği hususunda “özgürce” tercihlerde bulunmaktadırlar. Zaten mesele insanların nezdinde bu düşüncenin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Eğer insanlar bir defa işgalin kendi lehlerine olduğu gibi bir düşünceye meyledecek olurlarsa, gerisi zaten kendiliğinden gelecektir. İnsanların işgale karşı direnmeleri, anlamını yitirecek ve sömürge olmak normalleşecektir.
Bütün bunlar ve benzeri düşünceler uzun tecrübelerle geliştirilip uygulanmaya çalışılırken, karşılarına engel olarak Müslümanların o güne kadar yaşadıkları Müslümanlık çıkmaktadır. Bu Müslümanlık ise Vambery’nin ifadesiyle “ön yargı”, “hurafe” ve “cehalet” olarak yaftalanıp Doğuluların inanmasını uygun buldukları inançlar, bilgiler ve âdetler modern ve ileri veya ilerici olarak takdim edilmektedir. Kısaca Vambery’nin takdim ettiği Ingiliz ve Rus bakışı ile Müslümanların modernleşmesi, kendi dünyalarını terk edip bu dünyayı İngiliz ve Rus işgaline açmak ve bu yolla işgal alfanda olan topraklarının işgal konumunu ebedileştirmek olarak açığa çıkmaktadır.
Vambery’nin modernleş/tir/me veya medenileştirme (civi- lising) ile tam olarak neyi kastettiğini, Ruslar ve İngilizlerin işgal ettikleri Müslüman memleketlerinde neler yaptıklarını dile getirince, modernleş/tir/menin muhtevasını daha açık bir şekilde belirleme imkânı olacaktır. Rusların Orta Asya’da neler yaptıklarına, daha doğrusu, Vambery’nin yapılanlardan zikre değer bulduklarına bakacak olursak, bunlar önce işgal, sonra zorla din değiştirme, Hristiyanlığı kabule zorlama, Ruslaştırma ve sürgün. Modernleştirmenin ana hatları bunlar. Bunların hangi isimler ile zikredildiğine baktığımızda ise bunların “kültürel başarılar”, “kültürel tecrübeler”, “yönetim düzeninin dönüştürülmesi veya değiştirilmesi”, “ahlaki ve toplumsal veya kamusal endoktrinas- yon” olarak ortaya çıkıyor. Modernleştirilenler ise en iyi ihtimalle, yarı medeni yerliler olarak isimlendiriliyor. Bütün bu yapılanlara baktığımızda, modernleştirmenin, her cihetten bir infa, bir nefyediş, bir yokediş süreci olduğu görülebilir. Bu sürecin daha sonra Bolşevikler eliyle sürdürüldüğü hatırlanacak olursa, daha sonra bu süreci isimlendirmek için Cengiz Aytmatov’un kullandığı “mankurtlaşma” tabirinin “modernleş/tir/me”nin müteradifi olduğu açıktır. Ruslar, girdikleri bu yol neticesinde Orta Asya’nın “modernleş/tir/ilmesi” konusunda önemli başarılar elde ettikleri gibi, Sibirya’yı da tam anlamıyla modernleştirmişler, yanı Ruslaştırmışlardır. Vambery’nin Ruslarla ilgili değerlendirmesi de oldukça fikir vericidir.
Türkistan’da gerçekleşen muazzam değişikliklerle ilgili olarak, özellikle Taşkent, Semerkand, Endican, Mergolan, Hokand ve Namegan gibi şehirlerde çok şey söylenebilir. Benim bir zamanlar ürkek adımlarla, dualar veya ilahiler okuyarak ve ilahi takdire sığınarak dolaştığım sokaklarda bugün Batılı turist Kodak marka fotoğraf makinasıyla resimler çekerek dolaşabilmektedir ve bir zamanlar sırf kâfir kelimesinin bile öfkelenmesine yettiği yerli fanatikler, bugün Hristiyan yabancılara karşı hürmetle boyun eğmekte ve Rusça bir kelimeyi telaffuz edebilmekten gurur duymaktadır.
Rusların Orta Asya’yı medenileştirmesi ve modernleştirmesi demek, nihai olarak Rusların kendilerini rahat hissettikleri bir vasatın oluşturulması ve bunun gerekirse en acımasız usul ve yollarla gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir. Vambery bunu açıkça ifade etmektedir: “Biz, Müslüman memleketlerinde Rusya’nın iyi iş çıkardığını bütün samimiyetimizle itiraf ediyor ve buralardaki halkların yaptığı ilerlemelerdeki katkısının takdire şayan olduğunu ifade ediyoruz.”
Bu ifadeler daha sonra gelecek ve Rusya’nın kendisinin daha tam medenileşmemiş bir toplum olduğu gibi bazı argümanlarla desteklenerek, bir taraftan “dinsizin hakkından imansız gelir” fehvasınca Orta Asya ve Kafkasya’da yaşayan yarı medeni fanatiklerin hakkından ancak Rusların geleceğini ve ancak onların buralarda yaşayan insanları medenileştireceğini veya modernleştireceğini söylemekle birlikte, modernleştirme işinin esas olarak İngilizler tarafından gerçekleştirildiğini ifade etmektedir. İngilizlerin modernleştirmesi ile Rusların modernleştir
mesi arasında sadece yöntem farkı bulunmakta, yani aynı neticeye, kâfirlerin rahat edebilecekleri şartların oluşturulmasına, her biri farklı bir yoldan ulaşmaktadır. Bu yönden Vambery’nin İngliz usulü ile ilgili açıklamaları da kısaca bir atf-ı nazarı hak etmektedir.
Tahsin Görgün – İslam Modernizm ve Batılılaşma ,syf:44-63
32 Clayton Sedgvvick Cooper, Modernizing of the Orient, New York, 1914, s. 332. Bu elçinin Lord Dalling olduğunu Lord Cromeriin Modern Egypt İsimli eserinden Öğreniyoruz Lord Dalling ıkı defa İstanbul’da bulunmuş, birincisinde 14 Ağustos 1837 tarihinde elçilik kâtibi olarak gelmiş. Temmuz 1839 yılında Paris’e gönderilinceye kadar önemli işler yapmış, oraya gittikten sonra da Osmanlı,Mısır ve Fransa ile ilgili meselelerin diplomasisini yürütmüştür. Dallıng’in İstanbul’daki büyükelçiliği 1856-1865 yıllan arasında gerçekleşmiştir. The Earl of Cromer. Modern Egypt, C. II, 1909, s. 165. Hayatı için bkz: Encyclopedia Britannica, 11. Ed. (1911). C. VII, 769- 771; ayrıca http://www.191lencydopedia.org/WiiIiam„Henry_Lytton_Earle,_baron_Dalling_andBulwt>r Erişim tarihi: 24 Ekim 2008.
33 Bu konuyu bütün bir Batı’yı temsilen Max Weber’in nasıl gördüğünü burada hatırlatmak yeteridir. kz Max Weber, Gesammette Aufsaetze zur Religionssoziologie, C. | Tübingen 1988, s 1 vd. (8u yazının ik neşrediliş tarihi 1920’dir.) Ayrıca Levi-Brühl’ün mantıkla ilgili tezini de burada hatırlayabiliriz. Bunun bir değerlendirmesi için bkz: Necati Öner, Fransız Sosyoloji Okuluna Göre Mantığın Menşei Problemi, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 1991
34 Arminlus Vambery, Western Culture in Eastern Lands, London, 1908, 8. 266.
35 Kesteli, Şerhu’l-Akaid, İstanbul: Fazilet Neşriyat, Ty, 8. 12 | 38 Bu kitabın asıl adı Arabic Thought in the Liberal Age, 17798-1939’dur ve Türkçe’ye Çağdaş Arap | Düşüncesi adı altında tercüme edilmiştir (İstanbu İnsan Yayınları, 994).
37 İngilizlerin Mısır’daki sömürge valisi Lord Cromer, reform derken ne kastettiğini çok açık bir şekilde ifade eder. Biz bu ifadeyi bir bütün olarak dikkate aldığımızda, reform o taraftarlığı ve iştiyakının hangi neticeye bakılarak beslendiğini farkedebiliriz. Cromer şöyle diyor. “İslam reform edilemez; çünkü reform edilmiş İslam, artık İslam değildir. İistlam’a yapıla | cak reform adı altındaki bir müdahale, onu İslam olmaktan çıkarır, başka bir şey höline getirir. 38 Witfrid Scawen Blunt, The Future of islam, London 1882, 8. Vi. |
| 39 Blunt, The Future of Islam, &. VİFIX.
40 Ear of Cromer, Political and Literary Essays, 1908-1913, London, 1913, 8. 409. Bu yazı ilk defa The Speotator dergisinde 23 Ağustos 1913 tarihinde yayınlanmış, daha sonra yukarıda adı geçer eserin 407-415 sayfaları arasında yeniden neşredilmiştir.
41 Vambery, age, s.2
42.Vambery, age, s.2
43 Vambery, age, s. 120-121.
44 Vembery, age, s, 121.
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…