İslâm Medeniyeti ve Türkler
A.Türklerin İslam Medeniyetindeki Yeri
Türk kültürünün bağlı olduğu medeniyet İslâm medeniyetidir. Türk milletinin son bin yılı aşkın tarihi, Türk kültürünü oluşturan büyük eserlerin ilham kaynağının ve Türk toplumunun sosyolojik temelinin İslâm medeniyeti olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İslâmiyeti kabulünden bu yana Türk milletinin ruhu bu dinin her zaman temel ilkeleri ile şekillenmiştir. Bu kaynak ve bu kaynağın verdiği enerji ve ilhamla, Türkler arasında çok değerli kültür öğeleri topluma yerleşmiş, yüksek düzeyli çalışmalar yapılmış ve ürünler ortaya konulmuştur. Çünkü böyle bir kaynak ve bu kaynağın verdiği enerji olmadan değerli kültür öğeleri topluma yerleşemez ve yüksek düzeyli çalışmalar sürdürülemezdi.
İslâmiyeti kabulünden bu yana, Türkler arasında bilimin gelişmesi, toplumsal huzurun ve istikrarın sağlanması, kişiliğin gelişip olgunlaşması ve büyük sanat eserlerinin meydana getirilmesi bu medeniyet kaynağının bilincinde olunması sayesinde gerçekleşmiştir. Bilimde, felsefede, sanatta değerli yemlikler, İslâm medeniyeti içinde ve ışığında filizlenmiştir. İslâm medeniyeti Türk milletine azim aşılamış, kamu bilinci oluşturmuştur.
İslâm medeniyetine dâhil olmakla Türkler bazı kazanımlar elde etmişlerdir. Her şeyden önce şehirleşme ve yerleşik hayata geçiş artmış ve hızlanmıştır. Yerleşik hayat tarzının hızlanmasına paralel olarak İslâm medeniyeti çerçevesinde kurumlar oluşmuştur.
Ayrıca Türklerin İslâmiyeti kabulü ile birlikte yazılı kültüre geçişleri hızlanmıştır. İslâm medeniyeti ile birlikte Türklerin yerleşim alanları Batıya doğru kalıcı bir şekilde genişlemiştir; bu gelişme ile deniz hâkimiyetine geçilmiştir. İslâmdan önceki dönemlerde Batıya göçen Türklerin müteakip dönemlerde diğer medeniyetler içindeki durumu ile, İslâm dışındaki dinlere mensup Türklerin gelinen noktadaki durumu göz önüne alındığında, İslâm medeniyetinin Türkler’e kazandırdıklarının ne ölçüde önemli olduğu görülür. Sözgelişi, Hunlar daha önce Batı’ya gelmekle birlikte siyasi hâkimiyetlerini kaybedince sosyal ve kültürel varlıklarını da kaybetmişlerdir. Öte yandan Hıristiyanlığı kabul eden Macar ve Bulgar Türklerinde de önemli ölçüde kültür ve milliyet değişiklikleri yaşanmıştır.
Türkler İslâmiyeti kabul etmelerinden itibaren İslâm medeniyetine siyasî askeri, sosyal, ekonomik alanlarda, düşüncede, çeşitli ilim dallarında, kuramlarda ve sanat alanlarında değerli ve önemli katkılarda bulunmuşlardır. En büyük katkıları yönetim sahasında ve askeri alanda olmuştur. İslâm’ı yayma ve müdafaa hususunda ciddi faaliyetlerde bulunmuşlardır.
İslâm medeniyetinin tarihî süreçte karşılaştığı üç büyük ciddi dış saldın, yani Haçlı seferleri, Moğol istilası ve Sömürgecilik/Emperyalizm karşısında en önemli direnişin Türkler tarafından gerçekleştirildiği görülmektedir. İslâm medeniyeti, daha ziyade askeri bir meydan okuma olan ilk iki saldırıyı Türk dünyasının İslâmî ilkeler çerçevesinde oluşmuş dinamikleriyle aşmasını bilmiştir. Sözgelişi Osmanlı devleti Moğol saldırısını aşan ve İslâm medeniyetine ciddi hamleler kazandıran çok önemli bir sentezdir. Bugün üzerinde yaşadığımız topraklar, İslâm dünyasının sömürge haline gelmeyen ve Sömürgecilik/Emperyalizm’den kaynaklanan problemleri ve gerilimleri en az zararla aşan bölgesidir. Bu da Türklerin İslâmî değerleri dinamik tutmasıyla sahip olduğu kazanımın bir sonucudur.
İlimler, İslâmiyeti kabulünden sonra Türkler arasında rağbet görmüştür. Abbâsîler dönemindeki İlmî gelişmeler esnasında Türk bölgelerinde kabul görmüş ya da aslen Türk sayılan birçok âlim bulunmaktadır. Dinî ilimler alanında Buhârî, Müslim, Tirmizî, Mâtürîdî… müspet ilimlerde Hârizmî, Fârâbî, İbn Sînâ gibi.
Karahanlılar ve Gazneliler dönemlerinde Türk-İslâm kültürü gelişmiştir. Türklerin yazılı kültür alanındaki eserleri ve en eski kitapları büyük çapta İslâm’ı kabul etmelerinden sonra gerçekleşmiştir. Keza kurumların oluşmasına ve sürekliliğine vesile olan şehirleşme/yerleşik hayata geçiş de öyledir. Selçuklularda Tuğrul Bey zamanından itibaren Anadolu dâhil İslâm dünyasının her tarafı camiler, medreseler, kütüphaneler, tıp okulları, hastaneler, rasathaneler, hanlar, hamamlar, imarethaneler, zaviyeler ve kervansaraylarla… doldurulmuştur. Düzenli ilk örgün eğitim kurumlan kurulmuştur. Medreseler Karahanlılarla başlamış, Selçuklularla gelişmiştir. Medreselerde dinî ilimlerin yanında filoloji, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi ilimler de okutulmuştur. Medreselerin dışında örgün eğitim-öğretim kurumlan giderek her tarafta yaygınlaşmıştır. Batıkların “Bilgin Hükümdarlar Devleti” dedikleri Timurlular devri, Türk medeniyet tarihinin rönesans dönemidir. Astronom, hafız ve şair Uluğ Bey, sanat, edebiyat ve ilim adamı Hüseyin Baykara ve Bâbür Şah, bilgin Timurlu sultanlarının önde gelenlerindendir.
Türk-İslâm tarihinde Fütüvvet, Ahilik, gibi ekonomik ve sosyal kurumlar tesis edilmiştir. Bu meyanda ayrıca Türk-İslâm dünyasında çeşitli alanlarda vakıflar kurulmuş ve gelişmiştir. Çünkü bir medeniyet, insanlığın muhtaç olduğu kurumların varlığı ile hayatiyetini korur ve sürdürür. Sanat alanında da mimârî, çinicilik, ciltçilik, hat, tezhib gibi çeşitli dallarda ilerlemeler kaydedilmiştir.
Türk milletini diğer medeniyet mensuplarından farklı kılan ait oldukları İslâm medeniyetiyle olan ilişkileridir. Çünkü yukarıda da değinildiği gibi, İslâm, Türklerin Türklüklerini de korumalarını sağlamıştır. Türklerin diğer medeniyetler karşısında hâlâ bir gücü varsa, o da İslâm’la olan bağı ve ondan tevarüs ettiği dinamikler/değerlerdir.
Günümüzde de İslâm medeniyeti, tüm Türk dünyası için önem arzetmektedir. Bilimde, felsefede, sanatta, özetle hayatını tüm alanlarında yeni açılımlar esasen mensup olunan uygarlık içinde ve ışığında gelişir. Aksi girişimler, kısır yeniliklerden başka bir şey doğurmaz. Bu bağlamda, temel sorunların çözümünde İslam medeniyetine ait kavramlar ve tarihsel derinlikten gelen tecrübe gözardı edilmemelidir.
B.Türk-İslâm Medeniyetinden Örnek Kurumlar
1.Yolculara Hizmet Veren Kurumlar
İslâm medeniyetinde sosyal dayanışmanın gerçekleştiği toplum kesimlerinden birisi yolculardır. Kur’ân’da asıl iyiliğin mahiyeti sayılırken mal harcanacak kesimler arasında yolcular da sayılmaktadır. Ganimetin beşte birinden pay ayrılması gereken kesimler ve zekât verilecek sekiz grup arasında yolcular da bulunmaktadır. Ayrıca fey gelirlerinden pay ayrılanlar arasında yolcular da yer almaktadır. Bütün bu görevlerin yanında yolculara iyi davranılması, akraba ve yoksulla birlikte yolcunun hakkının verilmesi istenmektedir.
Hz. Peygamber’in sünnetinde yolcularla ilgili hükümlere gelince, Buhârî, Hz. Peygamber’in yolcular için sadaka olarak bağışladığı bir arazi bulunduğunu rivayet etmektedir. Hz. Peygamber, mü’minin, öldükten sonra amel ve hasenatına yazılacak hususlar arasında “yolcular için inşâ etmiş olduğu binayı” da saymıştır. Buhârî, zekât develerinin ve sütlerinin Hz. Peygamber döneminde yolculara hizmet için kullanılmasıyla ilgili uygulama hakkında bir bab açmıştır. Yemen’de Serât sıradağlarında oturan ve Ezd’in bir kolu olan Bârık kabilesinin Medine’ye gönderdiği heyet müslüman olunca Hz. Peygamber onlar için şu ahitnâmeyi yazdırır: “… Bank kabilesinin meyve ağaçlan kesilmeyecek, kendileri istemedikçe vahalarında hayvan otlatılmayacaktır. Onlar da savaş ve kıtlık zamanlarında yanlarına gelen müslümanları üç gün misafir edeceklerdir. Meyveleri olgunlaştığı zaman yolcular dalından koparmamak ve toplayıp götürmemek şartıyla yere dökülenlerden karınlarını doyurabileceklerdir. Bu uygulama bize İslâm tarihinin daha sonraki dönemlerinde zâviyelerin yolcuları üç gün ağırlamak suretiyle öşürden muaf tutulmasını hatırlatmaktadır.
Yol emniyetini sağlamak Hz. Peygamber’in gerçekleştirmek istediği hedefler arasında yer almaktaydı. Hz. Peygamber döneminde sahâbîler de yolculara hizmet için hayır-hasenatta bulunmuşlardır. Sözgelimi Hz. Osman kendi parasıyla satın aldığı Bi’r-i Rûme’yi hizmetine sunduğu kesimler arasında yolcuları da saymıştır.
Sosyal dayanışma alanlarından birkaçı üzerinde hizmet vermekle birlikte aslî hizmet alanlarından birisi yolcuları ağırlamak olan kurumlardan biri zâviyelerdir. Zaviyelelerin kuruluşunu daha eski dönemlere götürenler bulunmakla birlikte, XI. yüzyıldan itibaren Kuzey Afrika’da çok sayıda zaviye bulunduğu görülmektedir. Bunlar tasavvufî hayat sürdürülen, din eğitimi verilen ve bir kısmı da askeri hüviyeti olan yerlerdi; ancak XIII. ve XIV. yüzyıldan itibaren yolcular için bedava konaklama yerleri olmuşlardır. Tlemsen’li bir edîb olan İbn Merzûk, “Mağrib’de zaviyelerin gelip geçenleri barındırmaya ve seyyahlan yedirip içirmeye mahsus yerler olduğunu” söylemektedir.
Zaviyeler aynı dönemlerde Mısır, Suriye ve Irak’ta Abbâsî halifeliğinde de kurulmuştur. XII-XV. yüzyıllara ait kroniklerle İbn Cübeyr ve İbn Battûta gibi seyyahların eserlerinde bunlar hakkında geniş bilgiler bulunmaktadır. Özellikle adı geçen iki seyyahın yolculukları esnasında zaviyelerde konaklamaları, bu kurumların işlevi hakkında aydınlatıcı bilgiler vermektedir. İbn Battûta, Lübnan’da Cebele’de uğradığı İbrahim b. Ethem’in zaviyesinde, yolculara bedava yemek yedirildiğini bildirmektedir. XIV. yüzyılın ikinci yarısında Basra havalisinden geçen İbn Battûta, burada her konak başında bir zaviye bulunup, yolculara bedava et, ekmek ve helva verildiğini, her zaviyede şeyhten başka imam, müezzin, dervişlere hizmet eden birtakım hizmetkârların yanında yolcuların yiyeceği ile ilgilenen aşçılar bulunduğunu haber vermektedir.
Zaviyeler sayesinde yolculukların rahat ve güven içinde yapılması sağlanmaktaydı. Ticâret hayatının büyük ölçüde kervan nakliyatına dayandığı o dönemlerde zâviyelerin yeri ve önemini anlatmaya gerek yoktur.
Anadolu’da kurulan zaviyeler bir iskan unsuru olmasının ve İslâmlaşmada rol oynamasının yanında, diğer bölgelerde olduğu gibi yolculara verdiği hizmet açısından önemli görevler üstlenmiştir. Anadolu Selçuklu sultanları, vezirler ve devlet adamları zengin vakıflı zaviyeler yaptırmışlardır. XIII. yüzyılda Anadolu’da çok sayıda zâviye mevcuttu, içlerinde Osmanlı Beyliğinin de yer aldığı Beylikler döneminde de zengin vakıflara dayalı zâviyeler kurulmuştur. Zaviye şeyhlerinin görevi, zikir ve fikire devamla, gelen yolcularla ilgilenmekti.
Zâviye kelimesinin Osmanlı döneminde üç kurumu kapsadığı görülmektedir.
1.Herhangi bir tarikata ait olup, o tarikata mensup dervişlerin yaşadığı ve içinde gelip geçen yolcuların bedava misafir edildiği binalardır. Bunlar ister şehirde ister kasaba ve köylerde olsun, hepsi zâviyedir; ancak XV. yüzyıldan itibaren şehirlerdeki âbidevî binalara imâret adı verilmiştir. Bunları yaptıranlar genellikle devlet adamlarıdır.
2.Şehirlerde mescit, medrese, hamam gibi mîmârî üniteleri bir araya toplayan külliyelerdir. Bunlar için de zâviye tabiri kullanılmaktaydı. Aynı zamanda imâret de denilen bu yapılarda misâfir yolcular ağırlanıyordu.
3.Geçitlerde, derbentlerde ve yol üzerlerinde yolculara bir sığınak niteliğinde olup, yiyecek, içecek ve yatacak yer sağlayan küçük misafirhanelerdir.
Görüldüğü üzere, her üç tür zaviyenin işlevleri arasında gelip geçen yolcuların bedava ağırlanması, yiyecek, içecek ve yatacak yer ihtiyaçlarının karşılanması geçmektedir. Bunların özellikle şehir ve kasabalarda bulunanlarının daha sonra imâret adıyla anılmaları da hassaten dikkat çekicidir. İmâret, talebelerle fakirlere yemek pişirilip yedirilen yerlere verilen addır.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’le yakınlığı olan Şeyh Edebâlî’nin hayatını Söğüt’teki zâviyesine vakfettiği ve bütün servetini çevredeki fakir halka ve gelip geçenlere harcadığını biliyoruz. İlk Osmanlı sultanları zâviyelerin kurulmasını teşvik etmişlerdir. XIV. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun her tarafında Ahi zâviyelerinin mevcut olduğunu, bu yüzyılda zâviyeden zâviyeye misafir edilerek dolaşan İbn Battûta’nın gözlemlerinden anlamaktayız. İbn Battûta bu zâviyelerin şimdiye kadar gördüğü en misafirperver insanlarla dolu olduğunu anlatmaktadır. Ahi zâviyelerinin yanında Anadolu’da Rifâî, Nakşibendî, Kâdirî, Halvetî, Mevlevî, Bektaşî, Bayramî ve Kâzerûniyye tarikatlerine ait zâviyeler de bulunuyordu.
Zâviyelerde özel olarak misafir odaları mevcuttu. Zâviye gelirlerinin bir kısmı misafirlerin yiyip içmelerine harcanıyordu. Bir gezgin dervişin mutlaka kendi tarikatına ait bir zâviyede konaklaması şart değildi. Fakat genellikle kendi zâviyelerini tercih ediyorlardı. Bu yüzden, örneğin bir Kâdirî zâviyesinde bu tarikata bağlı Türk, Arap ve İranlı, hatta Hintli gibi değişik millet ve kültürlerden dervişlere rastlanıyordu. Bunun sonucunda karşılıklı kültür alışverişi, haberleşme ve kaynaşma doğacağı doğaldı.
İbn Battûta’nın bildirdiğine göre bir gezgin derviş veya bir yolcu, misafir olduğu zâviyede üç günden fazla kalmamak koşuluyla dilediği gibi yer, içer, hatta bineğinin ihtiyacını temin ederdi. Bazen zâviyenin şeyhi, kendi ekonomik gücüne göre fakir bir yolcuya elbise ve para yardımında bulunurdu. Yine aynı gezgine göre zâviyelerde misafir şöyle ağırlanıyordu: “Zâviyeye bir yolcu geldiği zaman kapıcı tarafından karşılanıp kim olduğu, nereden gelip nereye gittiği hakkında bilgi alındıktan sonra içeri buyur ediliyor, eşya ve hayvanları yerleştirildikten sonra hamamda yıkanıyordu. Oradan çıkınca bir odaya alınıp yiyecek ve içecek ikram ediliyordu…”
Zâviyeler yolcuların bedava yiyip içme ve yatıp kalkmalarını sağladıkları için hem seyahatlerin ve hem de ticaret hayatının düzenli bir şekilde yürümesine yardımcı oluyordu. Bundan başka, bu kuramlarda çevrede yaşayan yoksullara bedava yiyecek veriliyordu. Özellikle büyük kasaba ve şehirlerde bu durumun daha iyi teşkilatlandığı ve büyük çaptaki zâviyelerin, yani imâretlerin, kimsesiz ve yoksulların iâşe ve ibâtelerini yüklendikleri anlaşılmaktadır.
O dönemde zâviyelere misafir olan seyyahların kendilerini hanedandan bir kişinin, bir derebeyinin konağına gelmiş addedebileceğinde şüphe yoktur. Bir köyde bir zâviye inşâsıyla öşrün oraya tahsis edildiğini görmekteyiz. Bu da devlete ait olan genel hizmet işlerinden birinin, yani yolun ve yolculuğun teminine ait hizmetlerin bu ailenin müstakil olarak ifâsına terkedilmiş olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, zâviyelerin çoğu başlangıçta vergilerden muaf olmakla birlikte, henüz öşürden bile muaf değildi. Yolculara hizmette kusura görülen zâviyeler ilga ediliyor veya sahiplerinin ellerinden alınıp başkalarına veriliyordu. Görüldüğü gibi zâviyeler birer sosyal yardım kurumları idi.
Burada, Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarında çok sayıda kurulan ve Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar devam eden bir cami tipine, konumuz açısından önemli olduğu için, kısaca temas etmek yerinde olacaktır. Semavi Eyice’nin “Zâviyeli camiler” dediği ve altmış kadarı tespit edilen bu camilerin yanlarında bulunan ve kapılan dışarıya açılan “Yan hücreler” birer misafirhane, birer zâviye odası idi. Bu tür binaların kitabelerinde mescid kelimesine rastlanmadığı gibi, genellikle yoksullara mahsus olduklarım gösteren cümleler ve özellikle imâret kelimesine rastlanmaktadır. Bu durumda zâviye ile imaret arasında hayli girift bir durum bulunduğu anlaşılmaktadır.
İstanbul’da Asya müslümanlarına mahsus misafirhane-zâviyeler mevcuttu. Sözgelimi Hindistanlılara mahsus Hindiler tekkesi, Özbekler tekkesi gibi. Evliya Çelebi Afyon’daki ziyâretgâhlardan bahsederken Horasan erenleri için yaptırılan tekkelerden ve buralarda barınan Hintli, Özbek, Moğol ve Dağistanlı fakirlerden bahsetmektedir.
Konu açısından Türk-İslâm dünyasının en önemli kuramlarından biri de kervan ve kervansaraylardır. Bunların küçüklerine genellikle han denir. Derbent, boğaz gibi menzillerde yapılan kervansaraylar sayesinde yolcular rahatça ve emniyet içinde seyahat edebiliyorlardı. Osmanlı devletinde yurdun her tarafından kervanlar, hükümet merkezi olan İstanbul’a akın ederdi. Bunların kocaması için saray ve hükümet dairelerinin, çarşıların civan hanlarla, kervansaraylarla dolmuştu.
Kervansaraylar idare bakımından iki kısma ayrılıyordu. Bir kısmının vakfı bulunmuyordu ki, bu kervansaraylarda ücretle kalınırdı. Bir kısmı da vakıflı idi ki, yolcular buralara parasız alınıyordu. Şifâhâne, bîmaristan, misafirhahe tipinde olan bu binalar batıda hiçbir zaman benzerine rastlanamayan yardım ve şefkat kurumlarıydı. Bunlar Budin’den İstanbul’a kadar yol üzerinde çok sayıda bulunduğu gibi, Iran yolu üzerinde de vardı.
Bu tür kervansaraylarda yolculara eşyalı odalar ve bedava yemek verilirdi. Bir Avrupalı seyyah bu binalar için şunları söyler: “Bu binalar zenginler için Avrupa’daki otellerimiz kadar elverişli değilse de fakirler için bizimkilerden çok elverişlidirler. Çünkü bu binalara fakirler daima kabul edilir, onlardan para alınmaz; herkes gücü yettiği ölçüde yiyecek masrafı yapar”.
Osmanlı hükümdarları kervansaraylara büyük önem verirlerdi. Burada Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın adlarını zikredebiliriz. Yavuz Sultan Selim, Bayezid semtindeki Ali Paşa sarayını kervansaray’a dönüştürmüştür. Kanuni Sultan Süleyman’ın kanunnâmesinde kervansaraylarla ilgili hükümler mevcuttur. Adı geçen hükümdarın vakfiyesinde kendi kervansarayı için şu cümleler kullanılmıştır: “Ve ziyâfethâne-i bî adîl ve caygâh-ı misâfîrîn ve’bni’s-Sebîl.” Yani “Eşsiz bir ziyafet yeri, misafirler ve yolcular için iyi bir hizmet mekânı”.
2.Fütüvvet ve Ahilik
Klasik dönemde İslâm ülkelerindeki gençlik teşkilatı olan fütüvvet genç anlamındaki fetâ sözünden gelmektedir. Başta Bağdat olmak üzere büyük İslâm kentlerinde işsiz-güçsüz olarak dolaşan gençler fütüvvet teşkilatında toplanmıştır. Bu teşkilat başlangıçta tasavvuf ile iç içe iken zamanla meslekî teşekkül halini almıştır.
Fütüvvet kavram olarak şöyle tanımlanmaktadır: “Bir kimsenin başkalarının hak ve çıkarlarını kendininkilerden üstün tutması, kimsenin hatasını görmemesi, özrü dilemeyi gerektirecek davranışlardan sakınması, başkalarına katlanması, kendini aşağılarda başkalarını yukarılarda görmesi, sözünde durması, sadakat göstermesi, olduğu gibi görünmesi, kendini başkalarından üstün saymamasıdır.”
Bağdat’taki fütüvvet teşkilatına Abbasi halifelerinden Nasır li-dinillah’ın (1180-1225) girmesiyle söz konusu kurum büyük gelişme kaydetmiştir. Halife çevre hükümdarlara mektuplar yazarak ülkelerinde benzeri teşkilatlar kurmalarını istemiştir. Bu çerçevede Anadolu Selçuklu sultam I. İzzettin Keykavus 1213’te fütüvvet teşkilatını kurmuştur. Ondan sonra gelen I. Alâeddin Keykubat (1219-1236) fütüvveti daha da geliştirmiştir.
XIII. yüzyılda Fütüvvet teşkilatı kısa süre sonra Anadolu’da Ahilik adı altında bir meslek organizasyona dönüşmüştür. Ahi, Arapça’da “kardeşim” anlamına gelmektedir. Bu sözcüğün Türkçe cömert anlamındaki “akı” kelimesinden alındığı da ileri sürülmüştür. Anadolu’da ahiliğin kurucusu ve halk arasında Ahi Evren olarak bilinen Şeyh Nasiruddin Mahmud (ö.1262)’dur. O, Alâeddin Keykubat’ın desteğiyle Anadolu’da ahiliği teşkilatlandırmıştır.
Ahilik teşkilatının çalışma düzeni: Teşkilat, ustalar, kalfalar ve çıraklardan oluşuyordu. Çıraklıktan başlayarak teşkilatta ilerlemede meslek ehliyeti ve liyakat şarttı. Çırağın mesleğini çok iyi öğrenmedikçe dükkân açmasına izin verilmezdi. Her meslekten esnaf, dükkân sayısı, iş aletleri ve tezgâhlar sınırlı tutulurdu. Üretim ihtiyaca göre yapılırdı.
Ahiliğin ekonomik hayatı düzenlemeye yönelik ilkeleri:
1.Ahinin mutlaka bir işi olmalıdır. “Namaz mümine, işbaşı ahiye miraçtır”, “Çalışmak ibadettir”.
2.Ahi devamlı dayanışma içinde olmalıdır: “Yâran payına sarkmak” büyük ayıp ve günahtır.
3.Ahi teşkilatı mal, emek ve sermaye piyasasının işleyişini düzenlemektedir.
4.Ahi istikrarlıdır ve istikrarın teminatıdır.
Ahiliğin bazı ilkeleri: Ahiyân-ı Rûm denen erkek ahilerin altı ilkesi: 1. eline dikkat et, 2. diline dikkat et, 3. beline dikkat et, 4. elini açık tut, 5. kapını açık tut, 6. sofranı açık tut.
Bâcıyân-ı Rûm denen kadın ahilerin üç ilkesi: 1. işine dikkat et, 2. aşma dikkat et, 3. eşine dikkat et.
Ahiliğin günümüze etkileri
Ahiliğin ahlakî ilkeleri günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Bunların başlıcaları şunlardır: Doğruluktan ayrılmamak, cömert olmak, alçak gönüllü olmak, iyi huyları geliştirmek, yalan söylememek, konuksever olmak, dindar olmak, utanma duygusuna sahip olmak, başkalarında kusur aramamak, uyuşturucu kullanmamak, zinaya yaklaşmamak, zengine karşı minnetsiz olmak, kimseye kin ve nefret beslememek, büyüklere saygı, küçükler sevgi göstermek, nefsiyle ve şeytanla mücadele etmek.
Ticaret ahlakı ile ilgili ilkeler: Bir sanat veya iş sahibi olmak, kendini halkın ve tüketicinin faydasına hasretmek, hileli ve çürük mal satmamak, müşteriden fazla para almamak, başkasının malım taklit etmemek, eksik ölçü ve tartı yapmamak, sahte ve kalitesiz mal üretmemek.
Ahiliğin günümüzdeki uzantıları; köy odaları, yâren odaları ve meclisleri, köy delikanlı teşkilatları, sivil toplum kuruluşları, tüketiciyi koruma dernekleri, standart kurumu (TSE)
Ahilik kültüründen günümüze kalan bazı güzel sözler ve dizeler:
Müşterimiz, veli-i nimetimiz, yaranımız, yârımız,
Ziyadesi zarar verir, kanaattir kârımız.
Ey Bari Hüdâ ver bana bir tâç,
Namerde değil, merde bile eyleme muhtaç
Her sabah dükkânımız Besmele ile açılır,
Emelimiz hakikattir, Hak’tan rahmet saçılır,
Burada doğruluk vardır, haksızlıktan kaçılır,
Bir yudum su dâhil helalinden içilir.
Gönül ne kahve ister ne kahvehane,
Gönül sohbet ister kahve bahane.
Niyeti halis olunca kişinin,
Hayır olur akıbeti her işinin.
İslâm Medeniyeti Tarihi, Prof. Dr. İbrahim Sarıçam / Prof. Dr. Seyfettin Erşahin, s. 231-239