İslam Düşüncesinin Eşsizliğinin Özellikleri
İslam düşüncesinin eşsiz olması ona cevherî bir özellik vermiştir, o da; tabiat ve metafizik konuları ve problemleriyle muamelesinde -bu konuların değişkenleri ve sabitelerinde- tenakuzun pençelerine yakalanmadan ve çelişkiye düşmeden problemleri çözme yeteneğidir. Bu,beşeri sistemlerle eski ve yeni felsefenin gerçekleştirmekten aciz kaldığı bir iştir. İnsanın dünyasında ve kâinattaki sabiteler ve değişkenlerin,görülen alem ve ğayb aleminin, madde ve ruhun temiz ve saf bir şekilde İslam inanç esaslarının şemsiyesi altında kaynaştırılıp birleştirilmesi
İslam düşüncesinin özelliklerinden ve en önemli ayırt edici vasıflarındandır.İslâm bilgi metodunun asıl karakteri Aristo’nun temsil ettiği sabiteler metodu(Klasik Mantık) ya da Hegel’de görme imkânımız olan diyalektik metot değil, bilakis insanın değişik kapasiteleri ve farklı idraklerini toplayan bambaşka bir karakter idi. İslâm bilgi metodu sadece aklî, sırf deneysel, idealist ya da aşırı duyusal olmadı.
Doğu ve batıda İslam düşüncesinin dışındaki değişik felsefe ekollerinin temsil ettiği bu metotların hepsi insanla, onun içinde yaşadığı âlem, bu âlemdeki etkenler ve etrafındaki şartlar arasında uzlaşmayı sağlamak bir tarafa insanın iç âlemindeki değişik kapasiteleri, melekeleri,saikler ve dürtülerini, heyecanlarını uzlaştırma ve birleştirmekten aciz kalmıştır.
İslamî düşünce metodu, bunların hepsini tevhit inancının intizama koyduğu psikolojik,aklî, metafizik ve ruhî boyutları olan bir metottur. Tevhit inancı gereğince insan, nefsini Allah’a bağlar ki bunun neticeleri içerisine yansısın ve bunun sonuncunda da bütün farklı idrakleri ve kapasiteleri bir bütün olarak tekrar Allah’a yönelmek için birleşsin. Burada bilgide İslamî metot uyumluluk ve insicam içinde rolünü en kâmil bir şekilde yerine getirmek için öne çıkar.
Bu metot, bütün cephelerinde hayatın gidişatına hükmeden küllî usuller ve ğayb alemi olarak tasnif edebileceğimiz sabitelerde tamamen masum ilahi vahye dayanırken, bu iki saha dışında -değişkenler aleminde- ise akla hareket hürriyeti bırakır. Fakat İslam akla bu hürriyeti vahiyden tamamen bağımsız hareket edecek bir şekilde vermemiş bilakis onu vahyin kuralarına ve vahyin küllî esaslarına boyun eğdirmiştir.
İslam, bilginin sahalarını şehadet ve ğayb alemi(görünen ve görünmeyen alem) olarak ayırdıktan sonra aklı, ğayb alemiyle ilgili meselelerde; inanç esasları ve ahlakî değerler ve aynı şekilde hukuk usulleri ve davranış esaslarında vahyeuymakla yükümlü tuttu. Bunu da şu sebeplerden dolayı yapmıştır: İlk olarak bu insan için bir rahmettir ve aklı sapkınlık ve hayrete düşmek- ten korumaktır. Akîde uleması kitaplarında -mesela Şerhu’l Makâsıd’da görebileceğimiz gibi- bu unsuru beşeriyetin peygamberlere olan ihtiyacı konusunu tahkik ederken geniş bir şekilde
incelemişlerdir.
İkinci olarak aklın bu görüş alanına ulaşmaktan ve bunları idrak etmekten aciz olan
tabiatını dikkate alarak bu yükümlülüğü yapmıştır. Bu tecrübe edilmiş bir hakikat olmasına rağmen felsefî düşünce tarih boyunca bunu açıkça kabul etmemiştir.
Üçüncü olarak insanın emellerine hürmetgöstererek ve bu konulardaki çaba ve merakına cevap olarak bunu yapmıştır. Şüphe yok ki insan meraklı olarak yaratılmıştır, meraklı olmak onun tabiatıdır. Fakat aynı zamanda kendisini ğayb âlemi konusunda merak ettiği şeylere ulaştıracak vesilelere sahip değildir. Bu nedenle ilahi vahiy,insanın bu psikolojik ve aklî beklenti ve meraklarına ait cevap mesabesindedir. İnsanın bu alemlerle ilgili merakı ve susuzluğunu giderecek şeyleri kendisine sunmuştur. Böylelikle insanı şaşkınlık ve sapkınlıktan korumuştur. Bu İslam’ın beşeriyete ihsan ettiği fakat şimdiye kadar kıymeti tam olarak anlaşılamamış büyük bir nimettir.
Felsefî düşüncenin uzun yürüyüşünde bu konularda insanın derdine derman olacak bir şey takdim etmeye gücünün yetmediğine işaret etmek, bilinen bir şeyin tekrarı babından olacaktır.Çünkü beşerî akıl soyutlama kabiliyetini taşımasına rağmen zaman ve mekana boyun eğen sözlerle sınırlıdır.
İslam daha sonra akla görünen varlıkların dünyasının -insanın dışındaki varlıkların ve
kendi iç dünyası- sahalarını açmıştır ki orada hareketini gerçekleştirsin ve düşünsün. Bu sahalarda fikrin faaliyetini, düşünmesini başlangıç ve hedef noktaları dışında serbest bıraktı. Çünkü bunları “Lâ darara vela dırâr”(8) (Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.) kaidesi ve beş şerî hedef olan nefsin, dinin, aklın, neslin, ve namusun korunması(9)kaideleri olarak özetleyebiceceğimiz İslamî kurallara bağlayarak İslam’a boyun eğdirdi. Tabiatla ilgili sahalardaki araştırmalar için konan bu İslamî kurallar İslâm bilgi metodunun beşerî hayatın düzeninin bozulmasının engellenmesi için ne kadar istekli olduğunu göstermektedir.
Sonra da akla vahiyden alınan sabit, küllî usullerin gölgesinde düşünme ameliyesini gerçekleştirmesi için bütün toplumsal sahaları kap-sayan fıkıh dünyasını açmıştır. Son olarak ise marifet metotlarının boyutlarından başka bir boyut olan ve iç temizliğin neticesi olarak İlâhî inayetin göstergesi olan “zevk, basiret veya il- ham olan boyutunu göstermiş ve açığa çıkarmıştır. Bu boyut insanı yüksek ufuklara alır götürür,kapalı kapıları açar ve oradaki hâlleri hissettir.
Dolayısıyla bu kapsamlı metotla İslam insanın bütün idrâkî melekelerini birbiriyle çatışma olmaksızın içine almakla birlikte aynı zamanda sabiteler ve değişkenlerin, ğayb ve şehadet aleminin arasını uyumlu bir şekilde birleştirmeye muvaffak olmuştur. Aynı zamanda birbirine ters düşme ve çatışma olmaksızın insandaki bütün idrakî melekeleri içine almıştır. Eğer İslam -iki esas kaynak olan- vahiy ve aklı, aklı vahiyle sınırlamadan kendi haline bıraksaydı bu ahenk ve uyuşmayı sağlayamazdı ve bunun sonucunda da tabii bir netice olarak akıl ve vahiy arasında bir çatışma olurdu. Bu çatışmadan Hıristiyan milletler geçmişte çok sıkıntı çekmiş ve hala da çek- mektedir. Hıristiyanlar şimdi olduğu gibi evhamlar ve kuruntuların arkasından giderse her zaman da bu sıkıntıyı çekecektir.(10)
Düşüncenin yaşanan tarihi bize vahiy varken aklın sınırlarını aşması ya da tam bağımsız olması durumunda ikisi arasında hepsi şer ve kötülük olan bir çatışmanın doğduğunu bu şekilde beyan ediyorsa bir de vahyin esas olarak bulunmadığı zamanlarda, insanın merak duyduğu ve kapalı kilitlerini açmaya çalıştığı ğayb aleminin anla- maktan aciz olan aklın bu kibir ve büyüklenmesiyle durumun nasıl olacağını tasavvur etmek mümkündür! Şüphe yok ki İslam bu bilgi metoduyla insanın onun kokularını içine çekmesi gereken ilahi rahmetin esintilerinden bir esinti ve ilahi sevginin aklı yükümlülüğün şartı kabul etmesi ve onunla delil getirmesiyle birlikte insan aklını evham ve hurafe çukurlarından kurtarma,hatalara, şaşkınlıklara ve strese düşmekten koruma ve onu en doğru yola hidayet etme şeklinde vücut bulan tecellilerinden bir tecellidir. (11)
Öyleyse sözün özü İslam düşüncesi masum vahiyle bağlantısından dolayı eşsiz bir düşüncedir ve sabiteler ve değişkenler âleminde insanın değişik fikrî ihtiyaçlarını bunlarla çatışmadan karşılamaya gücü yeten tek düşüncedir. İslam düşüncesinde İnsan, âlem ve Allah (cc.) İslam’ın bilgi metodunun üstünlüğü sebebiyle fikrî çatış- ma ve aklî kavganın yaşanmadığı sahalardır,bilakis bunlar arasında tam bir uyumluluk ve büyük bir insicam olduğu öne çıkar.(12)
Prof. Dr. Din Muhammed – İslam Düşüncesi,syf:32-39
Dipnotlar:
8- Bu, Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellemîn,cevâmiu’l kelim (Az sözle çok mana ifade ettiği sözler)’indendir. İmam Buhari bunu Kitabu’l-Büy’û’da riva-
yet etmiştir.(3/86)
9- Bu konunun güzel bir sunumu için Şatıbî’nin Muvafakat ve İmam İz b. Abdusselam’ın Kavâid’ül-Ahkam adlı eserine müracaat edilebilir.
10- Hıristiyanlığın bu konuda örnek olabilecek vahye sahip bir din olmadığı bizim bilmediğimiz bir şey değildir, fakat Hıristiyanlara kendi iddialarına göre muamele ediyoruz. Şurası açıktır ki zaten akıl sınırlarına riayet eder, vahiy de masum olursa vahiyle akıl arasında bir çatışma tasavvur edilemez. Vahiy ve akıl arasındaki çatışma ancak aklın kurallarına uymadığı veya vahyin masum olmadığı durumlarda gerçekleşir. Bu konuya dikkat edilmesi gerekir. Bu konuda Reason in Religion” isimli kitaba müracaat edilebilir. Bu kitap Filozof Goerge Santiana’nın (İspanya doğumlu, yetişme ve kültür olarak ise Amerikalı ö. 1952) The Life of Reason isimli kitabının üçüncü cildidir ve burada Aklın Hıristiyan inancıyla çatışmasını ve Hıristiyan teolog ve ruhbanların bundan kurtulmak için yaptıkları çabalar görülebilir.
11- İslam tasavvuruna uygun olarak İlahî Sevginin görünümlerinden birisi olan bu görünümü, Yüce yaratıcının miskin ve zayıf yaratılmışlardan bir intikam istek ve rağbetinin somutlaşması olan Hristiyan sevgi anlayışı ve onun görünümleriyle karşılaştır. Bu öyle bir rağbetti ki -Hristiyan tasavvuruna göre- tecessüd, teslis, hulul, ittihad ve Hristiyan imanının rükunlarından oluşmuş bütün aklî çelişkiler ve bunun gibi neticeler doğurdu. Kelimelerin manalarını ve lafızların anlamlarını da değiştirdi; öyle ki laneti sevgi, intikamı feda olma yaptı. İnsanda bile bu intikam alma isteği noksanlık ve ayıp olarak kabul edilirken Allah (cc.) hakkında bu nasıl düşünülebilir ki!
Hristiyan teolojisinin sunduğu şekliyle Hristiyan sevgisindeki bu problemleri bazı akıllı Hristiyanlar idrak etmiş ve bunun sevgi adıyla sevginin yok edilmesi olduğunu anlamıştır. Şöyle demektedir “Hz. İsa’nın bizim hatalarımız yüzünden öldüğü ve bununla bizi Allah’ın lanetinden koruduğu ve kurtardığı şeklinde iddia edilen hakikat
tamamen reddedilmelidir. Allah (c.c) lanet teorisi yoluyla bilinmemeli bilakis hoşgörü ve muhabbet yoluyla tanınmalıdır. Laneti dindirmek için haçın üzerinde olan kanlı ölüm,ilahî hilm, sabır, sevgi ve sonu olmayan muhabbetle çelişki halindedir. (Mühendis Ahmed Abdulvahhab’ın “Kitabı Mukaddesteki ihtilaflar ve Hristiyanlıktaki önemli gelişmeler s.111” kitabından iktibastır. Kitap modern Hristiyan metin-
lerinden yapılan tam tercümelerden ibarettir.)
12- Bu neticenin herkes tarafından bilinen hakikat olmasına rağmen müsteşrikler bilinen sebeplerden dolayı ısrarla Hıristiyanlıkta gördükleri şekilde İslam’da da akıl ve vahiy arasında bir çatışmanın olduğunu farz ettiler. Bu çabalar ise örneklerini zikretmeye okuyucunun ihtiyaç hissetmediği İslam dünyasındaki bazı modern yazarların da tuzağına düştükleri fikrî bir sapkınlıktan başka bir şey değildir. Bu çabalara dayanan kitaplardan birisi İngiliz Müsteşrik A. J. Arberry’nin “İslamda Akıl ve Vahiy” adlı kitabıdır.Arberry bu kitapta -kendisinin söylediği gibi- fıkıh, tasavvuf ve ilmi kelam ekollerinin kendi sahalarında akıl ve vahiy arasındaki çatışmayı engelleme çabalarının kıymetini öğrenmek istemiştir. Ona göre bu ekoller ve ilmî sahalar bu çabaların sonucu olmaktan başka bir şey değildir. “Reason and Revelation in Islam” isimli İngilizce kitabına özellikle de mukaddimesine bkz.