İslâm Âlimlerine Göre Ruh
Felsefe ve kelâm kitablarını incelediğimizde, bütün İslâm hükemâsının (el-Kindî, Farabî, İbn-i Rüşd, İbn-i Miskeveyh… ilh.) ruhun varlığında müttefik olduklarını görürüz. Biz, bunlardan fikirlerinin daha sistemli oluşunu dikkate alarak, önce İbn-i Sina’nın görüşlerinin bir hülâsasını vermekle iktifa edeceğiz:
İbn-i Sina’ya(1) göre insan, cisimle ruhtan mürekkebtir. Cisim, nefsin çalışmasına müsait duruma gelince, ruh cisme gönderilir. Cisim, nefsin memleketi yahut tezgahı hükmündedir.
Nefis, cismin hadis olmasıyla hadis olur. Nefs-i natıka (ruh), cisme girmekle ebediyet kazanır, cisimden ayrıldıktan sonra da yok olmaz. Nefs-i natıkanın kurtuluşu ilim ve faziletledir. Bu fazileti, ruh cisimde iken kazanır. İbn-i Sina, bu hususta şu delilleri serdediyor:
1- İnsanda birtakım eserler vardır ki, ruhun varlığı kabul edilmedikçe bunları izah mümkün değildir. Bunların en önemlileri hareket ve idrâktir. Cismin tabiatında sükûn ve atalet vardır. Hareket, onun fıtratına zıddır. Öyle ise, bir cismin hareket etmesi için varlığının dışında bir başka mahiyete ihtiyaç vardır. Bu kaideye binâen, insan bedeninin de fıtratında atalet
(tembellik) vardır. Hareketi için, onun dışında bir mahiyetin var olması zarurîdir. İşte o mahiyet ruhtur.
Maddenin tabiatında idrâk olmadığına göre insanın maddesinde de idrâkin olmaması zarurîdir. Hâlbuki insan idrâk sahibidir. Bu idrâk, cismin hassası olmadığına göre, bir başka mahiyetten kaynaklanmaktadır. İşte o mahiyet ruhtur.
Benlik Fikri: İnsan, “Şöyle yaptım”, “Böyle yaptım”der. Bu sözler, onun bedenine yahut organlarına veya bunların fiillerine verilemez. Şu hâlde, insan, “Ben” demekle nefs-i natıkasını, yâni, ruhunu kasdetmektedir.
Nefsin fiillerindeki birlik, doğuş yerinin bir olduğunu gösteriyor. İbn-i Sina şöyle demektedir. “Ey câhil insan, düşün ki, senin ruhun bütün ömrün boyunca değişmemektedir. Hâlbuki cismin daima değişmekte ve bozulmaktadır.Bu değişmelere rağmen, başından geçen birçok hâdiseleri hatırlaman gösteriyor ki, sen de değişmeyen bir hakikat vardır. O hakikat ise ruhtur.”
İnsan bir boşlukta dünyaya gelse, göz, kulak gibi birçok azaları da bulunmasa,fakat buna karşılık akıl ve şuuru yerinde olsa, böyle bir hâlde o, zaman, mekân, uzunluk, genişlik gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından da şüphe etmeyecektir. İnsanın azalara ihtiyacı, mevcudatla münasebeti içindir. Kendi varlığını ise, bu azalar olmadan da bilebilir. İşte o kendini bilen varlık ruhtur.
Bedenin ihtiyarlamasıyla organlar zayıflar. Bu hâl, kırkından sonra başlar. Hâlbuki makulleri kavrama prensibi asıl bu yaştan sonra kuvvet kazanır. Yâni ruhun faaliyeti organik gelişmeyle zıddiyet gösterir. Demek ki, insanda, beden ve ruh olmak üzere iki ayrı mahiyet vardır.
İbn-i Sina’ya göre hayat, his ve hareket hassalarına aykırı ve onları gerektiren ayrı bir kuvvettir. Felç olan azalar his ve hareketten mahrum oldukları hâlde, hayattan mahrum değillerdir. O felç olan azaları dağılmaktan koruyan birisi var ki, o da ruhtur.
Şimdi de aklî ve naklî ilimlerin merkezi Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin ruh mevzuundaki fikirlerini hülâsa olarak arzedelim.
Gazâli’ye(2) göre, insanda, bedenden başka asıl ve sabit bir varlık vardır ki, o da ruhtur. Beden ruhta değil, ruh bedende tasarruf etmektedir. Ölmüş bir insanın ortada cesedi vardır, fakat ruhu yoktur. Meselâ, bir insan gözünü yumduğu zaman, varlıklar nazarından kaybolur. Hattâ kendini bile göremez. Bununla birlikte, kendi varlığını yakînen bilir, hiçbir şüpheye kapılmaz. Demek ki, esas insan, çevresine ve bedenine bağlı olmaksızın kendi varlığını müstakilen bilip düşünendir. O ise, ruhtan başkası değildir. Beden, o ruhun tezahür ettiği bir kalıp, çalıştığı bir tezgâh, bir kışla, bir mekteptir.
Gazâlî, ruhu bir cevher-i mücerred olarak kabul etmiştir. Yâni, ruh araz değil cevherdir. Beden ruh ile kâimdir. Ruh kendini, Hâlık’ını ve mahlûkat âlemini bilir. İşte bu, ilimdir. İlim ise arazdır. Ruhun araz olduğu kabul edilirse, o zaman arazın araz ile kâim olması gerekir ki, işte bu muhaldir.
Gazâlî, ruhun cisim olmadığını şöyle izah ediyor: Her cisim parçalara ayrılır, ruh da cisim olsa, onun da bölünmesi, parçalara ayrılması gerekir. O takdirde, herhangi birşeyi, ruhun parçalarından bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. Böyle bir durumda, insanın birşeyi hem bilmesi, hem de bilmemesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Demek ki, ruh cisim değildir.
Ruh, beden içerisinde herhangi bir yeri mekân tutmaz. O, mekân ve cihetle sıfatlanamaz. Binâenaleyh, ruhun bedene hulul ve ittisali de olamaz. Gazali’nin en çok meşgul olduğu mes’ele, ruh ile bedenin alâka ve keyfiyetidir. Gazalî’ye göre ruh, bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değil; muttasıl (bitişik) olmadığı gibi, munfasıl (ayrı) da değildir. Muttasıl ve munfasıl olma, cismin özelliklerindendir. Hâlbuki ruh cisim değildir. Yâni, ruh için, bedene muttasıldır denemeyeceği gibi, munfasıldır da denemez. Bu hakikati şöyle bir misalle akla yakınlaştırıyor: “Cansız bir cisme câhil denemediği gibi, âlim de denemez. Yâni, o şey ne câhildir, ne de âlimdir. Aynı şekilde, ruh da, ne muttasıldır, ne munfasıldır.”
Gazâlî, bedeni bir şehre benzetir ve şöyle der:
“Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san’at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü; gazab, emniyet âmiri gibidir. Ruh, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir,Padişahın, bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.
Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebebsiz yere başkalarının işine karışır ve saçmasapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. Şehrin padişahı daima, veziri ile meşveret ederse, yalancı ve tama’kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebebsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu menederse, emniyet müdürünü de yapmak istediği haksızlıklardan dolaya döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizâm olur. Bunun gibi ruh padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt-u rabt altına alıp akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allah’a kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvete ve gazaba esir ederse, memleket harab olur. Padişah bedbaht olup helak olur.”
Gazâlî, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu söylemiş ve bunu şöyle bir temsil ile izah etmiştir: Ruh, bir hükümdar, beden ise, onun tasarruf ettiği büyük bir ülke, yahut ikamet ettiği bir hanedir.
Gazâli’ye göre, ruh, kendi nefsiyle kâim bir cevherdir, ebedîdir, daimîdir. Kendi zâtını bildiği gibi, Hâlık’ının da mevcudiyetini ve sıfatlarını bilir. Bu bilmede, ruh duyulara muhtaç değildir. Bu itibarla, kâinattan gafil bulunsa da, kendini ve Yaradan’ını bilmektedir.
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, “Ruh nedir? Hakikati neden ibarettir?” sorularına cevap verirken, bu suallerin, ehil olmayanlara açılması için Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) izin verilmediğini beyan ettikten sonra şöyle buyuruyor:
“Eğer sen bu suale verilecek cevabın ehli isen, işit ve bil ki, ruh, suyun kabına hülûlü gibi bedene hulul etmiş bir cisim değildir. İlmin âlimde, karanlığın kara birşeyde hululü gibi ruh dimağa hulul etmiş araz dahi değildir. Belki, o, arazî değil, cevherdir. Çünkü kendini ve Yaratıcısını biliyor; akılla kavranabilen şeyleri idrâk ediyor. Araz ise bu sıfatlarla sıfatlanıcı olamaz.”
“Eğer ruh bir cihette midir? denilirse cevap veririz ki Ruh, cihetlerle kayıtlanmaktan, hulul ve ittihattan münezzehtir. Zira bunlar cisimlerin sıfat ve arazlarıdır. Ruh ise cisim ve araz değildir.”
“Peygamber Efendimiz, ruhun hakikatini izahtan, bu sırrı ifşadan niçin menedildi diye sorulsa, şöyle cevap verilir. Zira insanlar havas ve avam olmak üzere iki sınıftırlar. Tabiatında avâmlık galip olanlar, ruh hakkındaki hakikatları Allah’ın sıfatı hakkında bile kabul ve tasdik etmiyorlar, ruh hakkında nasıl tasdik ederler?”
İmam-ı Gazâlî Hazretleri, Âdem’e (a.s), ruhun nefhedilmesini (üflenmesini)izah ederken şöyle buyuruyor:
“Maksat, insan ruhunun Cenab-ı Hak’tan bir cüz olduğunu beyan değildir. (Bir insanın başka bir insana malından bir cüz’ü vermesi gibi) Buradaki nisbet manevîdir. Şu suretle temsil olunabilir: Güneşin ışığı bir duvara aksetse, o duvar, haliyle, aydınlanır. Bu hâlde güneş nutka gelip: “Ben duvara ışığımdan verdim” dese, bundan, güneşin ışığından bir parçasının kendisinden kopup ayrıldığı, yani, güneşin bölünme kabul ettiği iddia olunamaz. İşte Cenâb-ı Hakk’ın: “Ve ona kendi ruhumdan üfledim” buyurmasıyla da güneşin ışığının duvardaki aydınlığa olan nisbeti kabilinden bir münâsebet anlaşılmak lâzım gelir. Yoksa hulul ve bölünme akla gelmez.”
İmam-ı Gazâlî bahsi geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederken “Halk” ve “Emir” âlemlerine de temas ederek şöyle buyuruyor:
“Sayılması ve ölçülmesi kabil olan şeylere halk âleminden denilir. Burada “Halk”, yoktan icat ve ihdas mânâsına olmayıp takdir manasınadır.”
“Kemiyet ve takdire gelmeyen herşey Rabbani emirdendir.
Emir âlemi, his ve hayâlin, cihet ve mekân tutmak hassasının dışında kalan haricî varlıklardan ibarettir; ölçü ve tartı altına girmez, tâ ki, kemiyeti nefyedilebilsin.”
İmam-ı Gazâlî, devamla şöyle buyuruyor:
“Ruhun kadîm olduğu tevehhüm edilmemelidir. Şüphesiz, ruh mahlûktur. Aksini iddia etmek cehalet eseridir. Ruh için, “mahlûk değildir” denildiğinde şu anlaşılmalıdır: Ruh boşlukta yer kaplamaz, bölünmesi, tartılması ve sayılması da kabil değildir.”
Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî’nin, ruhla ilgili fikirlerini özet olarak arzettikten sonra, biraz da “Tefsir-i Kebir” sahibi Fahreddin-i Razi(3) Hazretleri’ni dinleyelim:
O büyük müfessir, ruh hakkında özetle şöyle buyurmaktadır:“
İnsanın aslı ruhtan ibarettir. Beden, onun yükselip gelişmesi için bir kışladır. Zaruri olarak bilinmesi gerekir ki, beden değiştiği hâlde, insanın benliği hayatının sonuna kadar sabit kalır. Değişen, o bünyenin taşları hükmünde olan hücreleridir. Değişenle sabit kalanın birbirine aykırılığı açıktır. Bu, aklen bilinen bir gerçektir. Öyle ise, insanın beden dediğimiz bünyeden başka birşey olması icab eder.”
Fahreddin-i Razî Hazretleri Tefsir-i Kebir’inde “Ve yes’elûneke anirrûhi” âyetini tefsir ederken, ruhun isbatı için on yedi delil serdetmektedir.Biz bunlardan, bâzılarını hulâsa olarak nazara, vermek istiyoruz.
Birinci Delil
İnsan, fikrini tek birşeye çevirdiği zaman vücudunu teşkil eden cüzleri unutsa bile benliğini unutmaz. Böyle bir anda gördüğünü işittiğini nefsine dayandırır. Fikirleri, düşünceleri, emelleri, arzuları onun benliğini terketmez. Demek ki, nefsini unutmuyor. Öyle ise, nefsinden gafil değildir. Şu hâlde ruh bedenin gayrisidir.İkinci DelilBir insanın kullandığı eşyalar ile kendisi arasında mahiyet bakımından farklılıklar vardır. Meselâ, “Benim kâlemim”dendiğinde, elbette, “Ben” başka, “Kâlem” başkadır. Aynen bu misâl gibi, her insan “Başım”, “Ayağım”, “Gözüm” diyerek bu azaları nefsine nisbet etmektedir. İşte, beden âzalarının nisbet edildiği bu hakikat ruhtur. Malûmdur ki, nisbet olunan başka, nisbet edilen başkadır.
Üçüncü Delil
İnsan hakikati, şu görünen bedenden ibaret değildir. Zira insanda ilim ve marifetin varlığı açıktır. Hâlbuki ilim ve marifet ceset ile kaim değildir. Demek oluyor ki, insanda şu cesetten başka bir şahsiyet mevcuttur. Bu da ruhtan başkası olamaz.
Dördüncü Delil
Hiçbir cismin tabiatında irâde yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradî hareketler vardır. Bu iradî hareketler, onun cismine isnad edilemeyeceğine göre, demek ki, onda bir mebde-i irâde vardır. Bu ise ruhtur.
Beşinci Delil
Fahreddin-i Razî Hazretleri, insanda, bedenin dışında bir hakikatin bulunduğuna,şu âyeti delil gösteriyor: “Ey o Rabbine muti olan nefs-i Mutmainne!
Sen dön O Rabbine, hem râdiyye olarak, hem mardiyye”(4)
Âyetteki “Sen dön” hitabı, elbette ölmüş cesede değildir. Bu hitabın yapıldığı bir başka mahiyet vardır ki, o da ruhtur.
Ruh mevzuunda İslâm âlimlerinin görüşlerini beyan ederken, Tasavvuf semalarının bir güneşi olan Hz. Mevlânâ’nın(5) inci gibi kıymetli ve derya gibi derin mânâlar taşıyan mısralarından da bazılarını takdim etmeden geçemeyeceğiz.
Bütün mutasavvıflar gibi, Hz. Mevlânâ da insanı ten ve can, yâni, beden ve ruh olmak üzere başlıca iki kısımda inceler. Can esas, ten yardımcıdır; can aziz, ten hakirdir; can efendi, ten hanedir; can baki, ten fanidir.
Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
Suret toprak olur ama mânâ olmaz. Kim, olur derse, de ki: Hayır, buna imkân yok.
Ruhlar âleminde gâh suretten kaçarak, gah surete bürünerek beklerler.
“Suretlere gidin” diye emir gelir, giderler. Yine onun emriyle suretlerden ayrılırlar.
Hâsılı “Halk da O’nundur, emir de” sırrını bil. Halk Surettir, emir de o surete binen can.
Binek de padişahın buyruğundadır, binen de. Cisim kapıdadır, can huzurda.
Su, testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine “Binin” diye emreder.
Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi Padişah, nakiplerinden ses gelir: “İnin!”
Bundan öte söz inceldi: “Ateşi azalt, odunu çok atma!”
Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca, o buğday tanesini her an çeker durur. İnatçı, Kur’an’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır.”
Haklarında, “Huzurumuzdadır” denenler yok olmazlar, iyi dikkat et de ruhların bekasını iyice anlayasın. Bekadan mahcup olan ruh azâbtadır, Allah’a vâsıl olan ruh ise beka âleminde hicaptan kurtulmuş bir hâldedir.
Gayb havasında bir kuş uçar, ama gölgesi yere vurur. Beden gönlün gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nerden beden, gönül mertebesine erişecek?
Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan altındadır.
Beden (de) canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur.
Arşta oturup duruyordum. Anamın iştihası, “İnin” emriyle beni buraya attı.
O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.
Ruhu, tâ arştan bu yurda getirdi. Hâsılı, kadınların hilesi pek büyük!
İnişim, önce de kadın yüzünden, sonradan da kadın yüzünden.
Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?
Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.
O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı, gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de.Artık böyle bir can; nasıl olur da bedene lâyık olur? Kendine gel de ey beden, bu candan iki elini de yuğ!
Ey cana bucak olan beden, yeter artık! Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilir ki?
Şimdi, Mevlânâ’dan asırlar sonra yaşamış olan büyük müfessir ve mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevi(6)Hazretleri’ne kulak verelim. Bakalım, ruh mevzuunda ne demiş, dinleyelim:
Evet, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, bu mevzûdaki görüşlerini “Ruhu’l-Beyan” isimli eserinde, “Gulirrûhu min emri Rabbi” âyetini tefsir ederken dile getirmiştir. Biz, aşağıda bu görüşlerin bir hülâsasını takdim ediyoruz.
İsmail Hakkı Bursevî, beşer aklının ruhu ihata etmekten âciz bulunduğunu, ruhun Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle esrar-ı hafiyyeden ihtiyar ve irâde ettiği hakikatlardan olduğunu beyan etmektedir.
Bursevî, âlem hakkında açıklamalarda bulunurken, Sadreddin Konevî ve Necmeddin-i Kübrâ’nın tasnifine yer vermekte, onların görüşlerini izah.etmektedir. Bu görüşlere göre, âlem ikiye ayrılmaktadır: Biri âlem-i halk, yâni, âlem-i kevn, âlem-i hudûstur. Diğeri ise, âlem-i emr, âlem-i ilimdir…
Bunlardan birincisine âlem-i halk denilmesinin sebebi, o âleme âit varlıkların sebebler tahtında yaratılmış olmasıdır. Ağacın meyveye, annenin çocuğa sebeb olması gibi.
Diğerine, yâni, âlem-i emre, “Emr” denilmesinin sebebi ise, Cenâb-ı Hakk’ın âlem-i emre âit mevcudatı vasıtasız, yâni, maddesiz, müddetsiz ve hiç yoktan “Kün” emriyle yaratmış olmasıdır. Âlem-i halk, âlem-i emre tâbidir. Çünkü âlem-i emr, âlem-i halkın aslı ve mebdeidir. Ruh, akıl, levh, arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem emir ve beka âlemindendir; halk ve fena âleminden değildir.
Bursevî, Hak Teâlâ’nın ruhu müphem bıraktığını iddia eden, hattâ daha da ileri giderek Nebî (a.s) ruhu bilmiyordu, diyenlere karşı da şöyle bir izah getirmektedir. Hz. Resûlullah, Âlim-i Billâh idi. En ince sırlara vâkıf olan Habibullah’ın yüce makamı, elbette dâire-i vücûbdan haberdardır ve ruhun mahiyetini bilir. Çünkü “Sana bilmediğin şeyleri Cenâb-ı Hak öğretti” ve “Allah’ın sana fazl-u ihsanı çok büyüktür” âyetleri, O’nun, ruhun mahiyetini bildiğine işaret etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Yahudilerin ruh hakkındaki suallerine karşı sükût etmesi ve vahye muntazır olmasının hakikatına gelince suali soran Yahudiler, fikren gabi, kalben katı olduklarından ve bozuk bir itikad taşıdıklarından Hz. Resûlullah onların bu derece derin bir hakikati anlayabilecek bir kabiliyet ve ferasette olmadıklarını bilmiş ve o samimiyetsiz kimselere karşı sükûtu tercih etmiştir. Yoksa ruhun hakikatini bilmediği ve konuşmaktan âciz olduğu için değildir.
Bu büyük mutasavvıf, Cenâb-ı Hakk’ın, ruh ilmini kendi ilmine münhasır kılmadığını da belirtmekte, asfiyâ makamındaki büyük zâtların (İmam-ı Gazali gibi) ruhu bileceklerini ifâde etmektedir.
Son devrin büyük müfessirlerinden ve müstesna müderrislerinden Elmalılı Hamdi Yazır(7) da ruhla ilgili olarak şöyle demektedir:
“Ben, ruhlarda cisimleri görüyorum. Şu anda, zihnimde, memleketimin cisme dair bütün hâtıraları yaşıyor. Sonra, cisimlerde de ruhları görüyorum. Mesela, zihin çalışmalarımın şu sınırlı beden içinde kaynaştığını duyuyorum. Bu suretle, ruh ile bedenin, birleşme derecesinde bir bağlantı ile (Ben) dediğim nefsimde karar kıldıklarını anlıyorum. Cisim ile ruhun buluşması olmasa idi, ben şu kâlemi ve hattâ o kâlemi tutan bu elimi nasıl bulur, nasıl tanırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim? Demek ki, âlem pergelinin kutublan yerindeki o iki kavuşma başlangıcı arasında, daha mühim ve daha büyük bir kavuşma başlangıcı var. Var ki, ruh ile beden birleşebiliyorlar. Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyorum. (Ben) diyebiliyorum. Ruhâniliği ve cismaniliği toplayabiliyorum. Bu iki suretin aksettiği bu aynaya (Nefsim) diyorum. (Kendim) dediğim bu birlik başlangıcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varlığın kabulüne dönüşüyor. Artık (Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu, “Nefsini bilen Rabbini bilir”) in ne demek olduğunu bu görme ile anlıyorum. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir tarafa, cisim suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (Başı olmayanlara), lâezellere (Sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi ince nice nefisler bulunduğunu görüyorum. Aralarındaki münâsebetleri ve kavuşmayı duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardakini kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğini, şâhid olduğum vicdan ile onlardaki birliği de kıyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki birliği yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların Sidre-i Müntehâ’sı, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Er-Rahmanü ale’l arşi’stevâ) bunun belirdiği tahta asılmış bir ledün kitabesi. Bu nişaneyi görüyorum. Tekniğin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâ ilahe illâllahu vahdehû lâ şerike lehu) deyip bu teklik dershanesine giriyorum.”
Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde de ruh hakkındaki görüşlerini üç noktada toplamıştır: Hareket mebdei, hayat mebdei, idrâk mebdei diye.
Hareket mebdei hususunda şöyle der: “Hareketin başlangıcı düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir.”Hamdi Efendi, “Bu mânâ ruhun en umumî mânâsıdır. Meselâ, elektrik bu mânâca bir ruh ve hareket ettiren her kuvvet bir ruh demektir” şeklinde ifade etmektedir.
Hayat başlangıcı düşüncesiyle ruhun bir öncekinden daha hususî olduğunu belirten Hamdi Efendi, “Zira hayat kuvveti, mutlak kuvvetten ehastır. Fakat bunda da iki mülâhaza vardır. Birisi en umumî manâsıyla hayattır ki; nebati hayata şamil olur. Onun için umumiyetle nebatata dahi ruh denildiği vâkidir. Birisi de meşhur manâsıyla hayat, hayvani hayattır ki, insanî hayatta son bulur. Bu mânâca ruh, nebatî ruhtan daha hususî, binâenaleyh onu da içine alır” demektedir.
Daha sonra, “İdrâk mebdeini” ele alan Hamdi Efendi, bunun tanımak, bilmek, irâde etmek ve konuşmak gibi en yüksek derecelere kadar varan insan hayatı olduğunu ifâde etmektedir.
Hamdi Efendi, “İnsan nefsini, hayvani ruhtan ayıran ve hakkı bilmeye kavuşturarak kendisini ve başkasını bildiren bu ruh hakkında “Ona kendi ruhumdan üfürdüm” buyurulduğunu ifâde etmektedir. “Biz bunu kendisiyle duyar, vicdan, irâde, taakkul ve batınî kelâm gibi eserleriyle tanırız” dedikten sonra, her insanda bu ruhun bulunduğunu, insan nefsinin bunun aynı olup olmadığında ihtilâf edildiğini belirtmektedir. Daha sonra, “Fakat ruhun hakikati, hakikat-ı insaniyenin maverasında (ötesinde) olmasa idi insan, eşyanın zâtından hiçbir hakikati idrâk edemez veya bütün hakikat insandan ibaret olmak lâzım gelirdi” diyen Hamdi Efendi, şu hususu da belirtmeden geçememiştir. “Hâlbuki insanın bilmedikleri pek çoktur. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Binâenaleyh, idrâk olan ruh, insanın cismânî hayatında bedenine nefholunan bir başlangıçdır (mebde) ki, insan nefsinin şakilesi, hidâyet ve dalâletteki hissesi derece-i nefhi ile mütenasiptir” (8)
Fatih Dersiâmlarından Ömer Nasuhî Efendi(9) de ruhun mevcudiyeti hakkında İslâm’ın akidesini nazara verdikten sonra, materyalistlerin ruh hakkındaki mütâlâalarını ele almış ve bunların tenkidini yapmıştır. Bu konuda:
“Bereket versin ki, son zamanlarda maddiyyûnun (maddecilerin) felsefe binası pek büyük bir tezelzüle (sarsıntı) uğramış, rûhiyyûn (ruhçular) galibiyet kazanmıştır” diyen Nasuhî Efendi şu hususa dikkati çekmiştir: “Vaktiyle ruhun mevcudiyetine inananları, cehl ile akılsızlıkla itham eden birçok filozoflar, mütefenninler (müsbet ilim adamları) bilâhare yaptıkları tecrübe ve tetkikler neticesinde tebdil-i fikir etmiş, bu hususta birçok kitablar neşrederek ruhun müstakil varlığını itirafa mecbur kalmışlardır. Hattâ birtakım kimseler daha ileri giderek, ruhlar ile konuştuklarını, hattâ ruhların fotoğraflarını bile alabildiklerini iddiaya cür’et göstermişlerdir.”
Nasuhî Efendi, “Muvazzah İlm-i Kelâm Dersleri” isimli kitabında ruhun mevcudiyetini isbat eden delilleri sıralamakta ve ruhun mahiyetinin anlaşılıp anlaşılmayacağı hakkında değerli fikirler vermektedir. Eserinde ruhun kâbil-i idrâk olabileceğini söyleyenleri üç grubta incelemektedir. Ayrıca, ruhun bekaya müteveccih olduğuna ve ehâdiyetine dair gayet makûl ve önemli deliller serdetmiştir.
Şimdi de çağımızın büyük mürşid ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin(10) ruhla ilgili görüşlerini takdim edelim:
Bediüzzaman, hakâik-i imaniye ve Kur’aniye’yi izah ve isbat sadedinde yüz otuz parça eser te’lif eylemiş ve bu arada insanlığı pek yakından alakadar eden ruh mevzuu üzerinde de hakkıyla durmuş ve birçok zihni meşgul eden hakikat-ı insaniye sahasında fikirlerini beliğ ve vecîz ifadeleriyle ortaya koymuştur.
Ruh mevzuunda, şimdiye kadar ileri sürülen nazariyelerin en ileri seviyesinde serd-i kelâm etmiş, bu mevzuu lâyıkiyle işlemiş, denilmesi gerekeni en güzel şekilde dile getirmiştir. Tafsilâtını, müellifin Risâle-i Nûr Külliyatına havale ederek, ruh mevzuundaki fikir ve mülâhazalarının bir kısmını aşağıda takdim ediyoruz.
Bediüzzaman Said Nursî, “Sözler” isimli eserinde, ruhu şöyle tarif etmektedir.
“Ruh, zîhayat, zişuur, nûrânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdâr, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emridir.”
“Mektûbatında ise şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricidir, bir nâmus-u zîşuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir; bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi; hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse; yine lâyemut bir kanun olurdu.”
Bediüzzaman, insanın madde ve mânâdan, ruh ve bedenden mürekkeb olduğunu kabul ederek ruhun esas, maddenin ise ona tâbi ve musahhar olduğunu şöyle dile getirmektedir:
“Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mânâ ile kâimdir. İşte o mânâ, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşâhade madde, mahdum değil ki, herşey ona irca edilsin. Belki hadimdir; bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatin esası da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin; kemâlât ondan istenilsin; belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hakikat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nûr-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhatı ve lemâât ve semeratının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine icra edilip îzah edilsin. Hâşâ ve kat’a ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemâât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”
Bediüzzaman Hazretleri ruhun varlığı ve bekasını ispatta, dikkate şâyân bir tarz ve metod ortaya koymuştur. Önce, enfüsî delillerle insanın akıl ve vicdanını tatmin etmiş, bu mevzuda insana kazandırdığı ilim ve irfanı afakî delillerle takviye ve tahkim etmiştir.
Enfüsî deliller hususundaki telâkkilerini şöyle dile getirir:
“Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği hâlde, bilbedâhe aynen bakî kalmıştır. Öyle ise: Madem, cesed, gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libâsını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gayet kat’î bir hads ile belki müşâhade ile sabittir ki, ceset ruh ile kâimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kâim değildir. Belki ruh, binefsihî kâim ve hâkim olduğundan; ceset istediği gibi dağılıp toplansın;ruhun istilâliyetine halel vermez. Belki, ceset, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libâsı değil. Belki ruhun libâsı, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.”
Âfâki deliller konusunda dahi derin düşüncelerini şöyle ifâde eder:
“Mükerrer müşâhedat ve müteaddid vâkıat ve kerrat ile münâsebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’îdir ki: Zatî bir hassa, bir tek ferdde görünse; bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü Zatîdir. Zatî olsa, her fertte bulunur. Hâlbuki değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşâhedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emârât o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yâni, Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Manevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûrânî feyizleri de bizlere gelir.”
Ruhun ispatı yanında, bekası üzerinde de önemle duran Bediüzzaman Hazretleri bunu hassasiyetle nazara vererek şöyle demiştir:
“Hem hads-i kat’î ve vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilâle mâruz değil. Çünkü; basittir; vahdeti var. Tahrib ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmazki, verdiği nimet-i vücûdu, o nimet-i vücûda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.”
Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde ruhun varlığı ve bekasını çeşitli yönleriyle ve muhtelif tarzlarda izah ve isbat etmiştir. Bu mevzuda tafsilât için adı geçen esere müracaat edilebilir. Bunun yanında, diğer eserlerinde de çeşitli vesilelerle yer yer ruh mevzuuna temas etmiş, hârika beyanlarda bulunmuştur. Bunlardan bir kısmını takdim ediyoruz.
“…Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve vâhid-i Ehad’den başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedi
bir bekadan mâada birşeye de razı olmuyor.
İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iskâ edilmekle imanla intibaha gelirse, nûrânî, misâli âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nûrânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâb edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”
“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrübâ, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misâl, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzâheme ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz, küçük bir yerde içtima ederler
.Kezâlik, pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine; şuâ’ın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur.
Kezâlik, bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelândan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan menedecek bir mâni yoktur.”
“Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, baki kalır. Kabuk parçalanır, lüb baki ve sağlam kalır. Libâsı yırtılır, cesedi sağlam, baki kalır. Cesed ölüp dağılırsa da ruh baki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır amma, vâhid-i ferd baki kalır. Kesret bozulur, vahdet bakidir. Madde kırılır, nûr bakidir. Binâenaleyh, ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mânâ, çok cesedleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı hâlde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak salimen ebed yoluna devam edecektir.”
“Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehâdet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o akim fikirlerini tatmin ve te’min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzaheme, mümaneat ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki, bir külli, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu hâlde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur; ve ne de cüz’iyatında müzaheme ve müdafaa olur. Küre-i Arz’dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur; ve ne Küre-i Arz’da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehâdetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin fâideleri insana münhasır olup başkalara hiç bir fâidesi yoktur, demek değildir.”
“Melâike ve ruhâniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’idir denilebilir. Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi; hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyet tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki; şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvat dahi, nûr-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve Saltanat-ı Rubûbiyye’tin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbîhatlarını temsil ediyorlar.”
Dip Notlar:
1:İbn-i Sina: 980 tarihinde Harmisen’de doğdu. 1037’de Hemedan’da öldü. Genç yaşında yazmaya başladı. Aristo’nun metafiziğini çok karışık buldu. Farâbî’nin “El-İbâne”si O’na Aristo’yu tanıttı. Hayat-ı içtimaiyyenin çeşitli kademelerinde vazife yaptı. Eserlerini yollarda, hapishanelerde ve son derece güç şartlar altında yazdı. İbn-i Sina’nın sistemi Ortaçağ felsefesinin karakterini tâyin eder. Batı âleminde Avicenne ismiyle tanınır. O İslâm hükemâsının önderi ve zamanının Aristo’su olmuştur. Tıbda da mahirdi. Onun ruha ait bilgileri geniş bir inceleme mahsulüdür. Mantıkta olduğu kadar ruh nazariyesinde de menşe itibariyle Aristo’ya dayanır. Ancak, ruhun ezeliyetini kabul etmez.
2:İmam-ı Gazâlî: 1058 yılında Horasan’ın Tûs şehri civarında, Gazale köyünde doğdu. 1111 yılında Tûs’da öldü. Gazâlî, aklî ve naklî ilimlerin merkezi olmuştur. O’nun çeşitli
ilim ve fenlerdeki hârika kudretini ilim dünyası takdirle tanımıştır. Kendisi İslâm Müceddidleri arasında ayrı bir hususiyete haizdir. Yüksek dehâsı, keskin hüccetleri ve hakimane metodu ile ehl-i sünnet itikadına saldırmak isteyen felsefi ve fikrî cereyanların çemberini kırmıştır. İslâm Dünyasına sayısız eserler kazandıran Gazâlî, asrının her cihette ferd-i fendi olmuş, Hüccetü’l-İslâm unvanını bihakkın kazanmıştır.
3:Fahreddin-i Razî: Razî, Rey şehrinde 1148de doğmuş, 1209’da Herat şehrinde vefat etmiştir. Razî, ahlâk, ilahiyat, felsefe ve astronomiye ait mevzuları derin bir vukûfiyetle muhakeme etmiş, ruh hakkında incelemelerde bulunmuştur. Aklî ve naklî ilimlerin bayrağını elinde tutarak ilmin tam hakimiyetini korumuştur. 300 küsur eseri vardır.
4:Fecr sûresi, 89/ 27-28
5:Mevlânâ (1207-1273): İslâm tasavvufunun büyük mümessillerinden, mütefekkir ve şair. Mevlevi Tarikatı’nın Piridir. Belh şehrinde doğmuş, Konya’da vefat etmiştir. Hazret-i Ebûbekir (r.a) sülâlesindendir. Altı Ciltlik Mesnevi, Divan-ı Kebir, Traşnâme, Esrârnâme, Lübb’l-Lübab, el-Mânevi gibi tasavvufî ve ahlaki eserleri telif etmiştir.
6:İsmail Hakkı Bursevî: Celvetî Tarikatının şeyhlerindendir. Aydos’ta doğmuş, Bursa’da vefat etmiştir (1725). Pek çok eserleri vardır. Ruhü’l-Beyan, Ruhü’l Mesnevi,
Muhammediyye Şerhi, en meşhurlanndandır.
7:Elmalılı Hamdi Yazır: 1878’de Antalya’nın Elmalı kazasında doğmuş, 1942’de İstanbul’da vefat etmiştir. Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den ders almıştır. Bâyezid Dersiamı olarak vazife yapmış, Dârû’l-Hikmeti’l-İslamiyye âzâlığına seçilmiştir. Hak Dini Kur’an Dili ismini taşıyan Türkçe tefsiri meşhurdur. Fransızcadan tercümeye başladığı felsefe tarihi kitabını, önsöz ve dipnotlarıyla birlikte “Metalib ve Mezahib” adıyla bastırmıştır.
8:Hak Dini Kur’an Dili, C.5, S.3198-3199
9:Ömer Nasuhî Bilmen: (Erzurum 1884 – İstanbul 1971): Din âlimi. Tahsilini Fatih Medresesi’nde tamamladı ve oraya hoca oldu. İstanbul Müftülüğü yapmış olan Ömer Nasuhî, bir ara Diyanet Reisliği’nde bulunmuştur. Kur’an’dan Dersler ve Öğütler, İlm-i Kelâm, İslâm Ahlâkı, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Büyük Tefsir Tarihi… O’nun başlıca eserleridir.
10:Bediüzzaman Said Nursî: 1876 tarihinde, Bitlis’in Nurs köyünde doğan Bediüzzaman Said Nursî, çağımızın en büyük mürşidlerinden, âlim ve mütefekkirlerindendir. Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğuda, Rus ve Ermeni birliklerine karşı milis albayı olarak kahramanca çarpışıp esir düşmüş, iki yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a dönmüştür. “Dini Siyasete Âlet” ittihamıyla çıkarıldığı bütün mahkemelerden beraat kararı alan Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinin hemen hemen tamamını hapishanelerde, sürgün yerlerinde, oldukça güç şartlar içinde te’lif etmiştir. Dinî, felsefi, içtimaî mes’eleleri anlamak ve anlatmakta müstesna bir kabiliyet sahibi olan Bediüzzaman, 130 parçadan meydana gelen eserlerinin tamamına birden “Risâle-i Nür Külliyatı” ismini vermiştir. Bu eserler, Kur’an tefsirleri olup, okuyucularına tahkiki iman dersi vermiş, asrın, karşılığını beklediği her tür suali büyük bir vukûfiyetle, muknî ve müdellel cevaplandırmıştır. Günümüzde eserleri, bilhassa tahsil çağındaki gençler tarafından hararetle okunmaktadır. Eserlerinin çoğu Doğu ve Batı dillerine tercüme edilmiştir. Hakkında, yurt içinde ve yurt dışında birçok yazılar yazılmıştır. 1960’ta Urfa’da vefat etmiştir.
Mehmed Kırkıncı