İskipli Atıf Hoca ve Şehadete Giden Yol (1.Yazı)
ŞAPKA UĞRUNA BATAN GÜNEŞ : İSKİLİPLİ ATIF HOCA VE ŞEHADETE GİDEN YOL
“Atıf Hoca’nın savcı tarafından hapsi istendiği halde idama mahkum edilmesi ve aleyhindeki başlıca suçlamanın, şapka kanunundan çok önce yayımlanmış bir risale olması. (Frenk Mukallitliği ve Şapka) istiklal Mahkemesinin en haksız kararlanndan birini oluşturmuştur.”
Bu sözler sanıldığı gibi bir İslamcı yazarın değildir, bir molla, bir hacı vc bir hocanın hiç değildir. Bu sözler, üstelik marksist olduğunu her vesileyle gündeme getiren, araştırmalanyla da her kesimin takdirini kazanan bir yazara; Prof. Mete Tunçay’a aittir
4 Şubat Perşembe sabahı, sabah namazını müteakip “inkılabına muhalefetten” idam edilen İskilipli Atıf Hoca’nın idamının haksızlığı üzerine bugün her kesim; hayatlarını haksızlık temelleri üzerine kuranlar hariç, gerçekleten bir ittifak halindedirler. Ve onun suçsuz yere idam edildiğinin ortak kararı halindedirler.
İdamın haksızlığına karar verenler daha 4 Şubat 1926 tarihinden itibaren başlamıştır. Ve idamın haksızlığına. adaletle hiç uyuşmadığına ilk karar veren de İskilipli Atıf Hoca’yı idam ettiren mahkemenin müdde-i umumisi (Cumhuriyet Savcısı) olmuştur!…
Iskilipli Atıf Hocanın idamı, gerek Cumhuriyet dönemi din-devlet ilişkilerindeki haksızlıkları veya tek taraflı hak yiyişleri ve gerekse İstiklal Mahkemelerinin sınır tanımaz zulümlerini göstermede ibretli bir olay olmuştur.
İskilipli Atıf Hoca bu milletin gerçekten aziz şehidlerinden biridir. İstiklal Mahkemesinde yüryüzündeki bütün hukuk sistemlerinin reddedeceği bir mantıkla zulmen idam edilmiştir.
Şapka uğmna işlenen bu cinayetin iç yüzünü göstermek bir tarihi vecibe olduğu kadar, kitabımız açısından da bir Müslümanlık şiarı olmuştur. Onun için biz size bu cinayetin içyüzünü gösterirken işin tâ başından alarak size göstermek istiyoruz.Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in ” Son Devrin Din Mazlumları”(1)adlı eseri ile “Yakın Tarih Ansiklopedisi’nden(2) alıntıladığımız bölümlerle,İskilipli Atıf Hoca ve idamı meselesine ışık tutmak istiyoruz.
Önce bu büyük alimi ve tavizsiz İslâm müdafiini tanıyalım:
Atıf Hoca. Osmanlı Devletinin son devresinde yetişmiş takva olduğu kadar mücahid alimlerimizden birisidir.İskilipli Atıf Hoca zamanın müslüman idarecilerince de takdir edilmiş ve mühim vazifelerin başına getirilmiştir. İptidaî Dahil Medresesi Umum Müdürü iken yaptığı çalışmalar yabancı ülkelerin de dikkatini çekmiştir. Bunlardan Japonya Büyük Elçisi Baron Uşida’nın lesbiti enteresandır. Atıf Hoca ile görüşen
Büyükelçi daha sonra Şöyle demişti:”Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı İslâmiyet bütün Doğuyu bu arada Japonya’yı fethederdi.Âtıf Hoca’nm eserleri şunlardır Mir’at-ül İslam (İslam Aynası). İslâm Yolu. İslâm Çığın. Din-i İslâmda Müskirat. Nazar-ı Şeriatta Kuvay-ı Berrüye ve Bahriye. Tesüilür-ü Şefi Muayene-tüt Talebe. Medeniyet-Şer’ile ve Frenk Mukallitliği.
İste Âtıf Hocanın başını derde sokacak olan da bu son eseridir. İşin enteresan tarafı şudur: Bu eser 1922’de tamamlanmış. 1924’te de neşrolmuşlur. Yani Şapka Kânunu çıkmadan çok önce…
Şapkanın Ettikleri
Şapka Kânunu çıkar çıkmaz bütün yurt sathında sanki bir kasırga esmişti.Yüzlerce âlimi, binlerce sade vatandaşı önüne katıp götüren bir kasırga, yahut Tayfun…
Bu binlerce insanın hemen hemen tamamının neler olup bitliğinden dahi haberi yoktur. Meselâ Atıf Hoca gibi…
Atıf Hoca bir sabah evinden alınıp apar topar tâ Giresun’a götürülür ve Istiklal Mahkemesinin huzuruna çıkarılır.Necip Fazıl bu mâsum ve mazlum, âlimin tevkif edilişini ve başına gelenide anlatıyor:
Sene 1926… Sonbahar… İskilipli Atıf Hoca’nın, Aksaray’da, Lâleli’de, Fethibey caddesinde 1 numaralı evi…
Hoca, ikinci kattaki odasında sedire oturmuş, akşam namazının ezanını bekliyor. Birden yakındaki caminin minaresinden yanık bir ses… Hoca ezanı, içinden, kelimesi kelimesine tekrar ettikten sonra kıbleye dönüyor ve tekbir getirerek namaza giriyor.
Tam o anda zil sesi… Kapı çalınmakta… Atıf Hoca’nın haremi Zahide Hanım kapıda… Dışarıya sesleniyor:
— Kim o?
— Atıf Hoca’yı görmek istiyoruz?
— Hoca namazda…
— Siz kapıyı açın da bekleriz…
Kadın kapıyı açıyor. Kılık ve edaları şüphe verici üç adam… Sivil oldukları halde aynı meslekten olduklarını ihtar eden, üniformaya benzer bir üslûp birliği içindeler… Başlarında, yeni kabul edilmiş bulunan Şapka Kanunumuzun tatbikatına ait (fötr) biçimindeki müstekreh örnekler… Şu, Anadoluluların (foter) dediği nesne…
Meçhul insanlar içeriye girip taşlıkta beklemeye başlıyorlar.
Zahide Hanım yukarıya çıkıp selâm vaziyetinde bulduğu kocasına vaziyeti haber veriyor:
— Aşağıda meymenetsiz suratlı birkaç adam sizi görmek istiyor. Hallerini beğenmedim.
Atıf Hoca, gayet vakarlı, aşağıya inerken, en büyük telâşa, Melâhat isimli biricik kızında şahit oluyor.
Gelenleri gören genç kız fevkalâde ürkmüş, babasına koşmaktadır:
— Baba, kim bunlar? Ne istiyorlar?
— Sakin olun! Heyecana kapılmanın mânası yok… Ben de bilmiyorum gelenleri… Şimdi göreceğim… Ama kaç gündür etrafımda dolanan hafiye kılıklı insanlara bakılırsa herhalde polis…
Atıf Hoca, gayet metin aşağıya inip gelenlerle karşılaşıyor:
— Selâmünaleyküm…
— Aleykümüs-selâm…
— Ne istiyorsunuz?
— Evi arayacağız!
— Siz polis misiniz?
— Evet, Birinci Şube memurlarından.
— Bu hususta resmî bir vesikaya, mahkeme kararına mâlik misiniz?
— Hayır; fakat aldığımız emir böyle!
— Emir kâfi değil… Kanunî selâhiyetinizi tesbit edici bir vesika lâzım… Ama buyurun, hakkımı aramıyorum, her tarafı arayabilirsiniz!..
Memurlar üst kata çıkarak Atıf Hoca’nın kütüphanesine giriyorlar. Hoca, kendilerini, rahat iş görmeleri için yalnız bırakıyor ve yatak odasına çekiliyor. Memurlar, girdikleri kütüphane odasında tavana kadar yükselen kitap raflarına atılıyor ve tek tek kitapları elden geçirmeye başlıyorlar. Yazı masasının da üstü ve gözleri en küçük kâğıt parçasına kadar eleniyor ve zavallı din adamının yıllardır en titiz emekle nizamladığı oda, yangın yerine döndürülüyor.
Manzarayı kapı aralığından takip eden kızı Melâhat, birdenbire yere düşüp bayılıyor. Atıf Hoca bir taraftan kızını ayıltmağa çalışırken, öbür taraftan da haremine, misafirlere kahve pişirmesini tembihlemeyi ihmal etmiyor.
Zahide Hanım nefretle haykırıyor:
— Aman efendi, evimizi basanlara bir de kahve mi ikram edeceğiz?
Atıf Hoca’nın cevabı:
— Ziyanı yok hanım, onlar da insan ve müslüman. Ne yapsınlar, emir kulu onlar…
Kahveler pişirilip getiriliyor. Atıf Hoca onları memurlara eliyle ikram ediyor.
Evin aranması gecenin geç vaktine kadar sürdü. İş bittikten sonra polis ekibinin şefi Hoca’ya şöyle hitap etti:
— İşimiz bitti Hoca Efendi, alacaklarımızı aldık. Şimdi iş sizi Müdüriyete götürmeye kaldı!
Haremi ve kızı birer çığlık sesi çıkarırken Hoca’da çarpıcı bir vekâr ve tevekkül:
— Buraya kadar mı emir aldınız?
— Evet, Hocam!
— Elinizde, tabiî bir tevkif müzekkeresi de yok!..
— Dedik ya, emir böyle… Hem biz sizi tevkif etmiyoruz ki… Beş dakika için Müdüriyete kadar gelip birkaç tesbitten sonra evinize döneceksiniz!
— Öyle olsun, diyor Hoca; kapınıza kadar da gidelim. Buyurun!..
Hoca, başına sarıklı fesini ve sırtına latasını geçirirken, kadınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Melâhat, babasına sarılmış, haykırmakta:
— Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun)?
— Seni Allah’a emanet ediyorum… Allah’ın kaderine baş eğmeyi biliniz!
Atıf Hoca’nın darağacında şehid oluşundan bir müddet sonra bütün bu tevkif tablosunu çizen Melâhat Hanım:
— Babamı, diyor, işte bu son görüşümdü.
Atıf Hoca’yı Müdüriyette bir hücreye tıkıyorlar. Penceresi tepeden avlu tarafına açılan boş ve pis bir oda… İçinde (banko) dedikleri tahta bir sıradan başka eşya yok…
Memurlar:
— Şimdi çağırılırsınız! İşin biter, evine dönersin! Diyerek Atıf Hoca’yı diri diri mezara gömmüşlerdir.
Ne soran, ne arayan, ne de hesaba çeken… Fakat Atıf Hoca’yı en çok üzen şey, bütün bunlar değil de, namazlarını kaybetmek kaygısı… O gece yatsıyı kaçırmamak için abdest almak üzere kapısını vurup izin almak istediği halde kendisine ses veren olmuyor. Sabah namazı için de aynı şey… Bu Çin işkencesine benzer vaziyet karşısında Hoca’nın çektiği acıyı hayal edebilmek lâzım… Ne evinde suç belirtici bir şey bulunabilmiş, ne de suçunun ne olduğuna dair bir itham karşısında kalmıştır.
Sabahleyin Zahide Hanım Müdüriyette:.
— Kocamı görmek istiyorum!
— Hayır, diyorlar; göremezsin!.. Hiç kimseyle temas edemez! Yasak!..(4)
Bu manzara karşısında içi burkulan bir polis memuru dayanamıyor ve Zahide Hanım’a:
— Bir dakika, hanım, diyor; ben gidip Hocayla görüşeyim, bir isteği veya diyeceği olup olmadığını size haber vereyim!
Memur gidip geliyor:
— Cevabı şu: İyiyim merak etmesinler, Allah’a bağlansınlar! Bana yalnız bir yatak göndersinler! Başka bir ihtiyacım yok!..
Kadıncağız koşa koşa evine gidiyor; iman renkli ve İslâm kokulu, bembeyaz ve misk gibi çarşaflarla kalın bir şilte çekip, Müdüriyete getiriyor ve polis âmirine yalvarıyor:
— Yanınızda bir dakika, bir dakikacık, görmeme izin vermez misiniz bizim efendiyi?
— Hayır, diyorlar; göremezsiniz!
Zahide Hanım melûl melûl Lâleli’deki evine dönüyor.
Kızıyla ağlaşırken, dertleşirken hiç beklenmedik bir anda çalınan kapı… Kapıda, aynı kaşıktan çıkmış un helvaları gibi öbürlerini andıran, sivil kılıklı biri:
— Ben Birinci Şubedenim! Hoca Efendi’ye büyük saygı ve sevgim var… Bütün eserlerini okudum ve bazı derslerinde bulundum. Telâş ve ıstırabınızı tahmin ettiğim için sizi teselliye geldim. Hiç merak etmeyiniz! Müdüriyete getirilen evrak ve kitaplar arasında sorumluluğu gerektirir bir şey bulunamadı. Pek yakında serbest bırakılması lâzım…
Fakat Hoca, Müdüriyetteki loş hücresinde, yere serilmiş dantelâlı ve işlemeli yatağına oturmuş, doğup battığını göremediği güneşleri sayıklamakta ve günler geçtiği halde bir türlü hesaba çekilmemekte, müdafaasını yapabileceği bir itham ile karşılaşmamakta… Sadece eşkıya elinde bir rehine gibi, bekletilmekte…
Günün birinde Zahide Hanım’ın kulaklarına, erimiş kurşun gibi dolan bir haber:
— Hoca’yı Trabzon’a gönderiyorlar!
Zahide Hanım basma örtüsünü çekip Müdüriyete koşuyor ve Birinci Şube Müdürünün karşısına dikiliyor:
— Hoca’yı Trabzon’a gönderiyorlarmış… Öyle mi? Müdür kaşları çatık bağırıyor:
— Kimden aldın bu haberi? Hemen söylemezsen evine dönemezsin!
Zahide Hanım, daha sert haykırıyor:
— Kimden aldımsa aldım! Bana bu haberi filân memur verdi mi diyeyim? Böyle bir şey olmuş olsa bile isim verebilir miyim?.. Hâlbuki yok böyle bir memur! Ben kocam hakkında bilgi istiyorum sizden… Hakkımı istiyorum! Bildirmeye mecbursunuz! Siz müslüman değil misiniz? Nedir, şu Moskof gâvuruna yapılamayacak şeyleri, müslüman bir din adamına reva görmeniz?
Kadın öylesine çıkışıyor ve tepiniyor ki, müdür şaşırıyor ve hiçbir mukabelede bulunamıyor, sadece öfkesi başına vuran bu kadını başından savmayı düşünüyor:
— Çekil, hanım, karşımdan ve evine git! Neticeyi tevekkülle bekle! Biz de emir kullarından başkası değiliz!
Aynı gün Zahide Hanım’ın kapısında, içi tam bir iman ve merhamet ateşiyle kaynayan memur:
— Hanım, hemen başını ört ve fırla! Hoca’yı Galata’dan kalkacak olan vapura götürüyorlar… Belki yolda yakalarsın!
Deli gibi fırlayan Zahide Hanım, köprü üstünde kocasını yakalıyor. İki polis arasında, ancak katillere mahsus bir emniyet tertibatı içinde Galata rıhtımına doğru götürülmektedir.
Zahide Hanım kocasının üzerine atılıyor:
— Efendi, efendi!
Polisler Zahide Hanım’ı şiddetle iterek kocasıyla konuşmasına engel oluyorlar. Arkadan gelen üçüncü bir memur, kadıncağızı yaka – paça sürüklemeye başlıyor. Kadın, kaplan gibi atılıp kocasına mendil içinde bir şey uzatıyor:
— Para!
Ve ancak bunu söyleyebiliyor.
Kadını, manzaraya dehşetle gözünü diken bir halk yığını içinden sürükleyip uzaklaştırıyorlar.(5)
Bu şekilde azılı bir gangster muamelesi gören zât, ecnebilerin bile hayranlıkla bahsettiği büyük bir âlimdi. Ve bu âlimin yegane suçu ise, aylar yıllar sonra “devrim” yapılacağını hesaba katmadan İlmî eser yazmaktı…
Atıf Hocayı bu şekilde apar topar alıp götürenlerin elinde en ufak bir delil yoktu. Yegâne bahaneleri Giresun’da bir meczubun veya “tutulmuş kişinin” söylediği sözlerdi. Bu şahıs, kendisine niçin şapka giymediği sorulduğunda şöyle bir yalan uydurmuştu:
“İstanbul’da yüksek din âlimlerinden Âtıf Hocayla mektuplaştım. Kendisi bana cevap olarak şeriatın şapka giyilmesine müsaade etmediğini ve bu fiilin din gözüyle küfür olduğu cevabını verdi. Ben de bunun üzerine şapka giymemeye karar verdim!”
Oysa ne bu şahıs böyle bir mektup yazmış, ne de Âtıf Hoca kendisine cevap vermişti.
İşte bir yalancının yahut ajan provakatörün sözleri üzerine bir bardak suda fırtına kopartılıyor ve Âtıf Hoca İstanbul’dan İstiklâl Mahkemesinin huzuruna çıkarılmak üzere Trabzon’a diye yola çıkarılıyor, daha sonra mahkemenin Giresun’da bulunduğu anlaşılınca oraya götürülüyordu.
İstiklâl Mahkemesindeki muhakemede herşey ayan beyan ortaya çıkacaktı. Atıf Hocanın ifadeleri karşısında yalancı şahit de bocalamış ve foyası meydana çıkmıştı. Bunun üzerine mahkeme heyeti, ‘Ortada itham sebebi olabilecek hiçbir şey yok!..” kararını vermişti.
Böylelikle bir tertip daha başlangıçta fiyaskoyla neticelenmişti.
Atıf Hoca için hazırlanan bu komplonun benzerleri bilâhare sık sık sahnelene-cekti. Menemen’de meczup bir esrarkeşin hareketleri bütün Menemenlilere ve yurdun dört bir köşesindeki dindarlara teşmil edilecekti.
devamı:http://ilimcephesi.com/iskipli-atif-hocakurt-ile-kuzu-hikayesi-2-yazi/