Işığın ve Görmenin Kapitalist -Toplumsal Verisi: Aydınlanma
İnsanın, dış dünya karşısında sergilediği binlerce yıllık varolma mücadelesiyle edindiği deneyim, onun dilinde, tarihinde ve kültüründe, görme duyusuna ilişkin belli soyutlamaların ortaya çıkmasını mümkün kılmıştır. Örneğin: Avrupa’nın “karanlık çağları veya “Ortaçağ karanlığı”, devamıyla Hümanizm ve Rönesans’ı izleyen “Aydınlanma Çağı” gibi tanımlar, insanın (veya tarihin belli bir döneminde, belli bir yörede yaşayan insanın) görme ve ışığa yönelme eyleminin soyutlanmasıyla ulaşılmış ifadelerdir. Avrupa’da Aydınlanma fikrinin tavan yapmasını sağlayan filozoflardan birisi olarak G:W:F. Hegel’in, bu çağa özgü düşünce sistematiğine armağan ettiği dünya görüşü (Weltanschauung), entelektüel bakış (Intellektualansicht) gibi kavramlar da, “görme” duyusunun önemine ve önceliğine ilişkin güçlü birer soyutlama şeklinde karşımıza çıkıyor. Üstelik Avrupa Aydınlanmasının ve geleneğinin dışında olan bizler bile, fazlaca üzerinde durmaksızın bu kavramları evrensel veriler olarak kabulleniyor ve kullanabiliyoruz. Ancak, “Aydınlanma” kavramının Ortaçağlar boyunca aslında kiliseye ait bir kavram olduğunu ayrımsamak gerekiyor.
Daha bu dönemim başlangıcında Aziz Augustinus (354- 430) tanrısal ışık anlamında Aydınlanmadan söz ediyordu. Hıristiyanlık özelinde Aydınlanma, Tanrı’ya yönelimi esas alan insanın, kutsal mesaj sayesinde gerçekleşen hayat tarzıydı. İnsanın Tanrıyı bilmediği ya da hayatını ona yöneltmediği dönemi, karanlıkta kalan bir zaman dilimiydi, özetle söylemek gerekirse: 17. Yüzyıl Aydınlanması, açısından da, insan karanlıktan kurtulması gereken bir varlıktır. Ancak bu kurtuluş, içinden Tanrı fikrinin ayıklanarak, yerine bizzat insan aklının ikâme edildiği bir süreç anlamına geliyordu.
Dolayısıyla Avrupa’da Aydınlanma yüzyıllarıyla ortaya çıkan zihniyetin, “ışık” ve ‘görme” merkezli bir pedagojiyi esas alarak, kendisini evrensellik kavramı altında kıta dışı coğrafya ve kültürlere de taşımaya çalıştığını ve bunda yüzyıllara yayılan Hıristiyan misyonerlik çabalarının oluşturduğu bilinçaltının, belli bir rol oynadığı söylenebilir.
Avrupa Ortaçağ’ı, karanlık bir zaman dilimi olarak tanıtılmıştır. Karanlık; yani ışığın olmadığı, insanın önünü, çevresini, geleceğini göremediği, göremediği için bilemediği, bilemediği için de korktuğu bir zaman dilimi. Acaba Avrupa Ortaçağında yaşayanlar, bizzat kendi çağlarını karanlık çağ şeklinde mi tanımlıyorlardı? Yoksa sonraki bir zaman diliminde kendilerine nitelik olarak aydınlığı esas alanlar mı, kendilerinden önceki zaman dilimini karanlık olarak nitelemişlerdir? Meselenin bu yanını ayrıca tartışmak gerekiyor. Ancak, karanlık Orta Çağlar deyimi, bizde, kilise taasubu altında, her türlü feodal baskının, engizisyon işkencelerinin, cadı yakma törenlerinin ve vebanın kol gezdiği korku dolu bir Avrupa imgesi uyandırmaktadır. Ancak, Hümanizm ve Rönesans süreçlerinin ardından gelen Aydınlanma, kendisinden önceki bütün korkuları yenme ve kilisenin dehşet imparatorluğunu yıkarak, göklerdeki cenneti yere indirme iddiası taşıyan birçok ideolojinin; idebilimlerin beşiğidir.
Felsefi Aydınlanma’nın kurucu ideologu İngiliz Filozof John Locke, bebeklikte bir “tabula rasa” olan insan zihninin, deneye dayalı yaşam içinde öğrendikleriyle geliştiğini,insanın bilgiyi doğuştan getirmediğini, tam tersine onu, bir yeryüzü macerasıyla edindiğini öne sürüyordu. Çok sonraları, Kıta Aydınlanmasının simge ismi Immanuel Kant ise Aydınlanmanın başat sloganı olan ve az önce yukarda değindiğimiz “aklına inan (maktan korkma)” (sapere aude) şeklindeki ünlü deyişi dile getiriyordu. Karanlıktan kaynaklanan korkunun “insan aklının aydınlığı” ile yenilebileceği fikri, yakın zamana kadar belirleyiciydi.
İnsan aklının aydınlığı temsil ettiği, aklın aydınlatıcı ve yol gösterici olduğu ve benzeri söylemler, yine görme duyumuza yönelen ve yanı sıra tüm eğitim hayatımıza damga vuran iddialardır. Bize güvenli bir hayat çizgisi öneren hemen her ideoloji, aklın ve bilimin rehberliğinde aydınlık ve ileriye doğru akan bir yol imgesini eğitim hayatımız boyunca zihnimize işlemişdir. Hayat niçin bir yol biçiminde tasvir edilegelmiş- tir? Eğer hayat bir yol ise, arada her türlü sapmaya rağmen, sonuçta bunun yönü niçin hep ileriye doğrudur, ileri neresidir? Bu yolun karanlık ya da aydınlık olduğuna kim karar vermektedir? Buna karar verenlerin aklına, o yolu aydınlatmak için yüz yıllardan beri niçin insan aklından başka yaratıcı bir fikir gelmemektedir? Akıl hakikaten her şeyi aydınlatabilen bir meşale midir? Her şey akıl ve bilimle aydınlandığında insanın korkuları aşılmış mı olacaktır? Soruları çoğaltabiliriz. Ancak Avrupa Aydınlanmasıyla birlikte akla ve aklın ışığına yapılan atıflar kuramsal bir fantezi olarak kalmamış, Avrupa merkezli eğitim pedagojisini esas alan bütün toplumlarda, sözde her türlü korkuyu yenmenin öğretisi şekline dönüşmüştür.
Oktay Taftalı – Ben Merkezci İnsan ve Kaybolan Gerceklik,,syf.153-155