Ey Aziz! Bil ki halk-ı cihan üç kısımdır. Allah onları üç çeşit fıtrat ve hilkat üzere yaratmıştır. Halk-ı cihanın birinci kısmı şekil ve sûret bakımından insana benzerler fakat insanın mânâ ve hakikatinden uzaktırlar. Kurân bu kimseler hakkında şöyle haber vermektedir: “Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha da sapkındırlar.”(Furkan,44) Neden böyledirler? Zira onlar hakkında “İşte bunlar gâfillerin ta kendileridir.”(Araf,179) âyeti gelmiştir. Hayvandan daha aşağı olan bu güruh için açıklama yapmak gereksizdir. Bu kimselerin Kur’ân’da zikredilmelerinin sebebi, Hz. Peygamber’in dostlarının ne kadar değerli olduğuna işâret etmek içindir. Hz. Muhammed’e şöyle buyurdular: Seni, Selmân, Süheyb, Bilâl, Hilâl, Sâlim, Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes’ûd ve Übeyy b. Kâ’b için gönderdik, yoksa Ebû Leheb, Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Abdullah b. Selûl için değil. Ey Muhammedi Senin bunlarla ne işin olur? “Bırak onları yesinler, zevk alsınlar; ümit onları avundursun; ileride öğrenecekler.”(Hicr,3) Başka bir yerde ise “Onları bırak; kendilerine söz verilen güne kavuşmalarına kadar dalıp oynasınlar.”(Mearic,42) buyurmuştur.
Ey Muhammedi Bu âsîlere “De ki: Ey kâfirler!”(Kafirun,1) Siz insanın sûretine, biz ise hakikatine sâhibiz. Siz hayvanlık âleminde zorluklar içinde yalnızsınız, biz ise ilâhı âlemde kolaylıklar içindeyiz. Siz bunlar gibi olmayı istemeyin, zîra bu elbise onlar için dikilmemiştir. Bunların nasîbi isyan, cehâlet ve geride kalmak olmuştur. “Eğer yüz çevirecek olurlarsa bir yıldırımla sizi uyarırım, de.”(Fussilet,13) “Seni yalanlarlarsa, ‘Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir; siz benim yaptığımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu değilim’ de.”(Yunus,41) Herkes bizim gibi olsaydı fitratın bir olması gerekirdi, “Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı. O hâlde, sakın câhillerden olma.”(En’am,35) âyeti bunun böyle olmadığını gösterir.
Bu anlamda başka bir yerde ise “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn îman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?”(Yunus,99) buyurmuştur. Ey Muhammedi Senin risâletin onları temizleyemez, irâde iksîri onları senin nübüvvetinden mahrum bırakmıştır. Ey Muhammedi “O konuda senin yapacağın bir şey yoktur.”(Al-i İmran,128)
“Onlar ihtilâfa düşmeye devam edecekler.”(Hud,118) Zîra yaratılış bakımından farklı var edilmişlerdir ve doğrusu yapılacak bir şey yoktur. “Onları halketti ve Rabbinin kelimesi tamam oldu.”(Hud,119) bu mânâdadır. Sen yine de onlara her sûrette öğüt ver, “Önce en yakın hısımlarım uyar.”(Şuara,214) Ancak öğüt versen de vermesen de bunlar ehliyet kazanmayacak, îman ve hakikat ehli olmayacaklardır. “Onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.”(Bakara,6) Zîra gaflet ve cehâletten bir perde onların kalp gözlerini kapatmıştır, neyi görecekler? “ Anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler koyduk.”(En’am,25) Başka bir yerde “Kur’ân okuduğun zaman senin ile âhirete inanmayan kimseler araşma görünmeyen bir perde çekeriz.”(İsra,45) buyurulmuştur. Bu perde nedir bilir misin? Yakınlığa rağmen uzaklık perdesidir. “Sanki bunlara uzak bir mesâfeden sesleniliyor da anlamıyorlar.”(Fussilet,44) âyeti buna delâlet etmektedir.
Halk-ı cihânın ikinci kısmını, hem şekil ve sûret hem de hakîkat îtibâriyle Âdem’den ve Âdem’in hakikatinden olan insanlar oluşturur. “And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra,70) Buradaki üstünlük altın ve gümüşe sâhip olma bakımından değildir, aksine hakîkat cihetiyledir ve onlardaki bu kıymet kendilerinden kaynaklanmaz. Âdem, “Ona ruhumdan üfledim.”(Hicr,29) hakîkatince kudsî ruh ile müzeyyen olduğundan dolayı meleklerin secdesine mazhar olmuş, her bir insanın cam kudsî ruhla dolmuştur. “Ve onu, rûhu’l-kuds ile destekledik.”(Bakara,87) âyetinin mânâsı budur.
Birinci kısımda zikredilen insanlar, dünyada iken bile cehennemdedirler. “Hayır, hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır. Hayır, şüphesiz onlar, kıyâmet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.”(Mutaffifîn,14-15) Bugün mârifetten perdelidirler, yarın ise Allah’ın rü’yeti ve müşâhedesinin hasretiyle mahrum kalacaklardır.
İkinci kısım ise bugün hakikat ve mârifete sâhiptirler, kıyâmette ise rü’yet ve vuslata ereceklerdir. Bu sebeple her iki dünyada da cennettedirler.
Nitekim “Şüphesiz, iyiler Naîm cennetindedirler. Kötüler de cehennemdedirler.”(İnfitar,13-14) buyurulmuştur. Bunların makamları ve tahtları a’lâ-i illiyyîndedir. “Hayır! Andol- sun iyilerin kitabı İlliyyûn’dadır. İlliyyûn nedir, bilir misin? içinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır. O kitabı, Allah’a yakın olanlar görür.”(Mutaffifin,18-21) Onlar kurbet ve mârifet, yücelik ve şeref bulurlar. “Allah’ın, yeryüzünde insanların ihtiyacını görmek için yarattığı kullan vardır.” ifadesinde bildirilenler bu topluluktur. Allah’ın has kulları olan bu kimseler şefaat makamına sâhiptirler. “Onlar ancak Allah’ın râzı olacağı kimse için şefaat ederler.”(Enbiya,28) İnsanlar onların varlığı sebebiyle pek çok dünyevî ve uhrevî menfaate sâhip olurlar.
Halk-ı cihânın üçüncü kısmı ise dînin özüne erişmiş, yakînin hakikatini tatmış ve ilâhî gayretin himâyesine girmişlerdir. “Velîlerim kubbelerim altındadır benden başkası onları bilemez.” Bu kimselerden bütün yönleriyle söz etmek mümkün değildir. Çünkü ifâde onları anlatma konusunda yetersiz kalır, halkın idrâki onları kavrayamaz. Bu konuda ancak örtülü bir şekilde ve remzen söz edilebilir.
Halkın bu kimseler hakkında bilgileri temsil ve teşbihten öteye geçmez. “Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz.”(Yunus,36) Yazık, gerçekte biz de böyle bir teşbih ile kayıtlıyız ancak “Müşebbihe” zümresinden olana da lanet edip durmaktayız. “Size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görendir.”(Mümin,44) Kur’ân’da bu topluluğa kısaca şu şekilde işaret edilmiştir: “Allah’a verdikleri ahdi yerine getiren nice erler vardır.”(Ahzab,23) Bu ahit nasıl anlatılabilir? Ona nasıl işaret edilebilir? Anlatılsa kim anlayabilir? Başka bir yerde Hak şöyle buyurdu: “Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.”(Al-i İmran,190) Tüm bu incelikleri açıklayabilmek için “lübb ’e ulaşmak gerekir, ancak “lübb”e de ulaşınca ne anlatılabilir ki? Lübb den bir husûsiyet hâricinde söz edilemez. Hz. Peygamber’e remiz ile ancak şöyle demiştir:
“Selâm olsun İlyâsîn’e!”(Saffat,130)
Üçüncü kısma mensup bu kimseler, Seyyidü’l-mürselîn Hz. Muhammed’in kardeşleridir ve “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” sıfatına sâhiptirler. Eğer Hz. Peygamber’in varlığı bu tâife ile berâber olmasaydı, mevcûdat ve mahlûkat kendiliğinden belirip ortaya çıkamazdı. “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”(Al-i İmran,131) Hz. Peygamber’in “Keşke kardeşlerimi görebilseydim!” dediği topluluk budur. “Bize eşyânın hakikatini göster!” sırrından bu topluluğun nasibi vardır. Hz. Peygamber bu insanlardan şöyle haber vermiştir: “Allah’ın öyle kullan vardır ki onların kalpleri güneşten daha parlaktır, fiilleri peygamberlerin fiilleri gibidir, Allah katındaki mertebeleri şehitlerin mertebesidir.”
Yani onların kalbi güneşten daha parlaktır, güneş onun yerini nasıl tutsun? Buradaki ifadeler teşbîhî ve temsilidir, zîra o âlemde kalbin nûru güneş şeklinde görünür. Ancak kalbin nûrunun dünya güneşine nispeti, güneşin dünyadaki kandile nispeti gibidir. Onların fiilleri peygamberlerin fiilleri gibidir, ancak peygamber değildirler, mûcizelere benzer kerametlere sahiptirler. Şehit olmadıkları hâlde şehitlerin mertebesine ulaşmışlardır. Şehitlerin mertebesi ise âyette “Bilakis onlar Rableri yanında diridirler.”(Al-i İmran,169) şeklinde açıklanmıştır.
Bu topluluk bir an bile huzur ve müşâhededen uzak kalmazlar. Yoksa şu hadîsi işitmedin mi? Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben ümmetim içinde öyle bir topluluk biliyorum ki bunların Allah katındaki derecesi benim Allah katındaki derecem gibidir. Peygamber ve şehit değildirler ancak peygamberler ve şehitler onlara ve onların derecelerine gıpta ile bakarlar. Her biri birbirlerini Allah rızâsı için severler.”
Eğer Hz. Peygamberin derecesi bilinebilse o zaman bu topluluğun derecesini bilmek mümkün olurdu. Bunu nasıl yapacaksın ki! Sakın burada velâyetin nübüvvetten daha yüce ve daha iyi olduğu hatırına gelmesin. Ey Aziz! Bu mertebede risâlet derecesi ayrı, imtiyaz, kurbet ve velâyet derecesi ayrıdır.
Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…