İnsanın Kökeni Meselesi

IMG_1750-e1439810393224-300x200 İnsanın Kökeni Meselesi

A. Darwinci ve Evrimci Kuramların İnsana Bakışları

Bir Çin atasözü “Yüzyılı planlıyorsan insan yetiştirmelisin” diyormuş. Biz şimdiye kadar yüz seneyi değil on seneyi bile planlayamadık. Elbette önce “insan” yetiştirmek lazımdır. Ama hangi insanı yetiştireceğiz? Sorunun cevapları aşağıda peyderpey verilmeye çalışılacaktır.

Bizim insan anlayışımız için önce evrim ve Darwin kuram­larına ve çağın insan anlayışına göz atmak isabetli olacaktır.
Evrim kuramı, ortaya atıldığından beri çok tartışılmıştır ve bir o kadar da istismar edilmiştir. Aynı zamanda bu konuda çok farklı görüşler ileri sürülmüştür, yeni araştırmalara göre bu farklılıklar devam etmektedir. Burada bizim üzerinde dur­mak istediğimiz husus, bu kuramı tartışmak veya tenkit etmek değildir. Bu zaten konumuzu ve bizi aşar. Maddeci ve tabi­atı tanrılaştıran anlayışlarla, dinlerden hoşlanmayanlar, bu kuramı Allah’ın varlığını, yaratıcılığını, yarattığı evrene her an müdahale edebileceğini, bilhassa O’nun gönderdiği İlâhî menşeli semavî dinleri, peygamberleri ve kitapları mesnetsiz ve lüzumsuz saymak gayreti içine girmişlerdir, hâlen de öyle devam etmektedirler.

Darwin ve Evrim Kuramı

Evrim kuramında esası teşkil eden Lamarck ve Darwin’e ait görüşlerin, bilim tarihine intikal etmiş birer nazariye olmak­tan öteye fazla değerleri kalmamıştır. Mesela Lamarck çev­renin tesirini açıklarken, zürafanın boyunun uzun olmasına, gıdasının çok yükseklerde olmasını sebep gösteriyor; o gıda­lara ulaşabilmek için zürefanın kafasını yukarıya doğru uzata uzata boynunun böyle uzadığını ileri sürüyordu. Bunu kabul edersek, kuşların kendilerini havaya fırlata fırlata kanat sahibi olduklarını iddia ve kabul etmek gerekecektir.

Darwin’in “seçkinleşme” teorisi ise önce Rahip Lyel tarafın­dan, Allah’m birliğine delil olarak ileri sürülmüştü. Darwin bunu natüralizm lehinde kullanarak mekanik bir izah tarzı elde etti. Hans Driesch, organizmanın tek hücrelilerde bile ahenkli bir sistem ve bir bütün olduğunu, karmaşık hâldeki bu sistemin bir makine gibi izahının doğru olmayacağını gös­termiştir.

Hücre çalışmalarında Naegeli ve Weismann, kazanılmış va­sıfların verasetle nesillere geçmediğini gösterdiler. Bu, böyle olduğuna göre sonradan kazanılmış vasıfların evrim ile hiçbir ilgisi olmadığı ve bunların fertte kalmaya mahkûm olduğu anlamına geliyordu. Mutasyon araştırmaları asıl gelişmenin dıştan gelen tesirlerle değil, aksine hücrenin iç yapısındaki değişikliklerle ilgisi olduğunu gösterdi. Vialetton, Darwin nazariyesindeki sakatlıkları ortaya çıkararak, türlerde şekil ile organlaşmayı ayırmanın zarurî olduğunu, değişmelerin yalnız yüzde kaldığını ve asıl türleri meydana getiren organizasyona tesir etmediğini ortaya koymuştu.

İnsanın maymundan geldiği iddiası

Bu arada insanın maymundan geldiği iddiası -günümüzde bir takım taraftarları olmakla beraber- değerini tamamen kaybet­miş sayılmaktadır. Bununla ilgili olarak Alman felsefi antro­polog Arnold Gehlen ve HollandalI anatom Louis Bolk gibi araştırıcılar, insanla maymun arasında kurulmak istenen bağ­lantının yanlışlığını ispat edecek yeni deliller ileri sürmüşler­di. Bunlara göre:

1. İnsan, maymundaki biyolojik vasıfların daha ilerlemiş şek­line sahip bir tür değildir. Aksine insanda birçok biyolojik vasıflar ortadan kalkmıştır, insanın en önemli vasfı çevreye intibaksız bir varlık olmasıdır. İnsan başka hayvanlar gibi çevreye çabuk uyamaz, içine katlanır ve çevreye mukavemet eden bir iç dünyası meydana getirir.(69) Sonra çevreyi kendisine uydurur.

2. Umumiyetle hayvanlar ana rahminde tam gelişmelerini ka­zandıktan sonra bütün içgüdüleriyle birlikte doğuyorlar ve çok kısa bir zamanda çevreye intibak ediyorlar. Böcekler yumurta­dan/sürfeden çıkınca uçuyorlar. Civcivler, yumurtadan çıktıktan biraz sonra yürümeye ve birkaç gün sonra da kanatlarını çırpma­ya başlıyorlar. Memeli hayvanlarda bu devre bir kaç hafta uzasa bile, yavrular kendilerine has içgüdüleri hızla kazanıyorlar. Yalnız insan yavrusu doğduktan ancak bir sene sonra yürüme kabiliyetini kazanabiliyor, bir buçuk sene sonra da insan türüne mahsus heceli sesler çıkarıyor, konuşabiliyor.(70) Bu da insanın ana rahminde tamamlanmadan dünyaya geldiğini gösteriyor. (Retardation/Gecikme teorisi)

3. İnsan yavrusu, noksanını nasıl tamamlıyor? Akıl ile açık­lanması imkânsız (irrationel) olan husus, insanın bu eksik te­şekkülü nasıl tamamladığıdır. İnsan kendisini eğitim yoluyla tamamlamıştır, denebilir; fakat tabiatta eğitim yok. Şu hâlde o, ancak zekânın, insan ruhunun yoğurduğu, hazırladığı bir zemin üzerinde gelişebilir ki bu da ötekâr yani kültürdür. Fa­kat eğitim ve kültür tabiatın basit bir devamı değildir. Hiçbir hayvanda, en yükseklerinde bile terbiye ve kültüre benzer bir faaliyete rastlanamaz. Bazı hayvanlara kazandırılan ve otoma­tizm derecesinden ileri geçemeyen maharetlerle, çocuğun pek güç elde ettiği kabiliyetler karıştırılamaz.

Çünkü çocuk, kendisi için yeni zekâ ve şahsiyet safhasına girmiştir. Çocukta her yeni alışkanlık safhası, insanın yapı­cı ve yaratıcı kabiliyetlerinden bir derece daha yükselmesini sağlar. Dilin öğrenilmesi, heceli seslerle ruhsal hâller arasın­da münasebetlerin kurulması, ruhsal hâllere karşılık olan he­celi seslerden her birinin bir “mana” muhtevası kazanması, bu yeni mana dünyasının gittikçe yeni şekillere yükselmesi, böylece somut/müşahhas şekillerden derece derece duyguları aşan ve yalnız akılla kavranabilen soyut/mücerret şekillere, manalara, kavramlar ve fikirler dünyasına yükselmenin müm­kün olması, insanın tekamülünde emsalsiz ve bir misline daha rastlanamayan yeni bir ufkun açılmış olduğunu gösterir. Bu yeni ufku, tabiatın bilinen hiçbir şekline indirgemeye imkân yoktur. Çünkü “mana” dünyası, mahiyet bakımından biyolo­jik olaylar zincirinden ayrıdır.

Tabiatın bilinen en üstün derecesi olan insan biyolojisi ile dahi “mana” dünyasım açıklamak kabil değildir. Yeni antro­polojik araştırmalar yolunda Louis Bolk ve daha sonra Amold Gehlen, insanın hayvandan mahiyetçe ayrıldığını ve ayrılışın aklî olarak açıklanamayacağını kabul etmektedirler.

4. Gehlen “İnsan” başlığıyla İstanbul Üniversitesi’nde ver­diği 6 konferansta -ki eser 1954 de yayımlandı- “Beyin ni­çin düşünebiliyor; bilmiyoruz, bu irrationel (gayrı akli) bir şeydir. ”(71) “Bizim açıklayamadığımız şey, düşüncenin bu özel hareketlere (belli sesleri belli şeylere bağlayarak çocuğun konuşması) niçin bağlı olduğudur. ”(72) “Şempanzeler erişeme­dikleri muzu almak için bir sopadan faydalanabilirler. Yahut kendilerine verilen bir örtüye sarınırlar. Ama bu gibi objele­ri imal etmeyi denemezler. İnsanlar ise daha 300-400 bin yıl önce, bıçak yahut balta yapmak için, maksatlı davranışlarla çakmak taşını kırmışlar ve çekiçle yontmuşlardır. ”(73) “Bildik­lerimizin çoğunu başkalarından biliriz. Bu, türlü kültür ve ilerlemenin şartıdır. Binlerce yıldan beri bütün hayvanlar; daha önceki hayvanların yaptığı aynı tecrübeleri yaparlar ve bu tecrübeler kendileri ile ölür. Dil olmasaydı, hiçbir nesil kendisinden önceki neslin bildiğinden öteye gidemezdi.”(74) Gehlen, bu sözleriyle insanın mahiyetçe çok farklı olduğunu ve diğer canlılardan tamamen ayrılığını ifade eder.

5. Amold Gehlen’i şaşırtan bir başka sorun şudur: “İnsanyav­rusunun dışarıdan seslerle öğrendiği kelimelerin veya zihinde oluşan düşüncelerin dilde nasıl kelimelere, söze ve konuşma­ya dönüşüyor?” Ona göre bu irrasyonel (gayri akli yahut akıl ötesi) bir hâlolup bunu çözmek, akılla izah etmek mümkün değildir. Bu özellik insanın dışında sadece maymunda değil başka hiçbir hayvanda dahi yoktur.

Bu konu ile ilgili olarak şunu da ilave edelim: Bir Alman bi­lim adamı geçen asrın başlarında evine bir maymun almış ve yeni doğan çocuğuyla onu eğitmeye başlamış, iki senede maymuna sekiz kelime öğretebildiği hâlde kendi çocuğu kısa zamanda bülbül gibi konuşmaya başlamıştır. Aynı bilim ada­mı, bir insanla bir maymunu çiftleştirmiş, hiçbir netice elde edememiş, sıfra sıfır, elde var sıfır.

Görüldüğü gibi insanın maymun soyundan geldiği iddiası itibar edilecek bir fikir olmaktan çoktan çıkmış, dolayısıyla insanın tabiata indirgenemiyeceği, onun tabiatı aşan bir varlı­ğa ve yaradılışa sahip olduğu, aklını iyi kullananlar için vaz­geçilmez bir hakikattir.

Darwin Kuramı’na dair bazı yeni araştırmalar

Yukarıda nakledilen araştırma neticeleri ve bu husustaki bir kısım yorumlar, belki eski fikirler diye karşılanabilir. Bu hu­susta yeni pek çok araştırma yapılmaktadır. Bunların çoğu el­bette ki yabancıların yaptıklarıdır. Fakat bizim de çok değerli araştırmacılarımız var. Prof. Dr. Ahmet Akyürek bunlardan birisidir. Kendisi aslen ziraat mühendisi ama genetik dalında senelerce çalışmış, çalışıyor. Başlangıçta kendisi Darwin ku­ramını müdafaa için araştırmaya girerken ve derslerinde bu kuramın lehine değerlendirmeler yaparken ABD’de araştır­malara başlayıp Darwin’in eserleri ve özellikle Türlerin Kö­keni adlı eseri üzerine derinlemesine okumalar yapıyor. Bu kitabı dikkatlice okuyup Darwin’in “söylediklerini genetik bi­liminin ışığında yorumlayınca; özellikle Türkiye’de Danvin’i anlatan hocaların, hatta bilim adamlarının büyük çoğunluğu­nun Darwin’in bu en önemli kitabını bile okumadıklarını, özet yorumlardan hareketle, bunlara kendi yorumlarını da kata­rak, Darwin teorisini, gerçeklerden uzak olmasına rağmen, değişmez bilimsel doğrularmış gibi kabullenip sunduklarını” fark ediyor.

İnceleyin:  Cihana gönül verme

Ahmet Akyürek sözlerine şöyle devam ediyor: “Darwin’in İngiliz olması ve o zamanki güçlü İngiltere Devleti’nin de Darwin’in görüşlerini ideolojilerine dayanak yapmak iste­yenlere destek vermesi ile Darwin teorisinin ders kitaplarında yer alması ve okutulması da başarılmıştır. Buna o zamandaki kilise düşmanlığı ve din aleyhtarlığı da destek vermiştir. Zira din kitaplarındaki yaratılış anlayışı ile Darwinin anlayışı ta­mamen birbirine zıttır.”(75)

 

Ahmet Akyürek, bu araştırmalarını, Amerika Birleşik Devlet­lerinde, Kanada’da ve İngiltere’de meslektaşlarıyla müzakere etmiş, tartışmış; neticede 639 sayfalık bir kitap yazmış ve bu kitapta 1000 Darwin Çıkmazı’nı ortaya koymuştur. Kitabın yabancı meslektaşlarının isteği ile İngilizceye tercümesi de yapılmıştır.

Ahmet Akyürek, eserinin 57 sayfasını “Özet ve Sonuçlar”a ayırmış, 71 sayfa ilave bilgiler vermiş. Burada çeşitli iddiala­ra yer verirken Darwinci bilim adamlarının Darwinizm karşıtı araştırmalara ve bilim insanlarına nasıl bir “mahalle baskısı” uyguladıklarını da sergiliyor. Hatta Kilisenin Engizisyon’u gibi Darwin’in kuramı aleyhine konuşan, yazan ve araştıran kişilerin afaroz edildiğini, 1934 senesinde çok önemli bir buluş sahibi olan bir bilim adamının BBC’deki programının “Darwinciler, gücenir, üzülür” gerekçesiyle iptal edildiğini haber veriyor.

Madde yok olmaz mı?

Ahmed Akyürek, maddenin ezelî (yaratılmamış) veya ebedî (sonsuz, ölümsüz) olup olmadığı sorununa da temas ederek şöyle akıl yürütüyor: “…Maddenin dönüşüm hâllerini esas alırsak, ebedîdir. Bunu fizik derslerinde öğretirler. Peki, ezelî midir? Hayır değildir. Neden ezelî değildir? Bize verilen akıl, başlangıcı olmayan veya yaratılmayan bir şeyin, var olmaya­cağını söyler. O zaman bir madde varsa yaratanı da vardır. Tabii yaratıcının olmadığına inananlar veya tesadüfü yaratıcı yerine koyanlar, (o sizin yaratıcı dediğiniz şeyi kim yaratmış­tır?’derler. Burada durmak gerek. İşte yaratanın verdiği ilim burada biter. Yaratılan varsa mutlaka bir yaratan da vardır, inananlar buna Allah, Tanrı, Rab, Yaratıcı vs. der; inanma­yanlar da ‘tesadüfen, her nasılsa ya da kendiliğinden oluver­miş’der, bunun da bilimsel olduğunu iddia ederler.”(76) Biz de müsbet bilimlerin tesadüfü kabul etmediğini bu metinlerde yer yer ifade ettik. Tesadüf ile hiçbir tabiat olayını izah etmek mümkün değildir. Her olayın mutlaka bilinen bir veya birkaç sebebi ve onun meydana getirdiği sonucu veya sonuçları ol­malıdır. “Her yaratılanın bir yaratıcısı vardır.”(77)

1900 yılına kadar bilim insanları çoklukla Darwin kuramını tartışıyorlardı. Ahmet Akyürek’in bildirdiğine göre, Rus bilim adamı Mendel’in makalesi bu yılda yayımlanınca tartışmalar, çevre faktörlerinin evrime etkisinden çok, genetik faktörlerin canlılarda meydana getirdikleri değişikliklerle ilgili çalışma­lar üzerine kaymış. Hatta genetik olarak evrimin açıklanıp açıklanamayacağı üzerinde yoğunlaşmaya başlamış.(78)

Yazarımız Ahmet Akyürek kitabın sonuna 34 soru ekleyerek bu sorulara muhtelif cevaplar vermiş ve bu cevaplar 640 say­falık hacimli kitabı âdeta özetlemiş.(79)

Ahmet Akyürek’in çok önemli araştırmalarından çıkan birkaç sonucu özet olarak vermeye çalışalım:

– Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde, hiçbir tutar yanı olmamasına rağmen hâlen zorlamalar ve uydurmalarla, Darwin’in evrim teorisi geçerliymiş gibi, yeni bilim dalları türetilmektedir. “Evrimsel biyoloji bunun tipik örneğidir. … Canlılar arasındaki benzerlik ve farklılık ilişkilerini nasıl smflandırıp, ya da isimlendirip inceleyeceğiz, sorusuna ce­vap verebilmek için önce şu Darmn prangasından kurtulmak gerekir.”80

-A. Akyürek nazarında “Darwin’in evrim teorisinin reddedilemiyeceği iddiası tamamen yalandır. Her gördüğün biyolojik varlık, evrim teorisinin aksini söyleyen, yaratıcıyı işaret eden bir kanıttır. Buna en büyük kanıt da insanın kendi varlığı­dır. ”81

Darwincilerin yaratıcılığı gereksiz ve modası geçmiş bulur­lar. Hâlbuki doğal düzenin ve doğa şartlarının bizzat kendisi yaratılmaya muhtaçtır. Yaratılmak ayrı, yaratılanların işle­mesi tamamen farklı şeylerdir. Bunlar karıştırılmaktadır. Bi­lim adamının modayla da işi olamaz.(82)

-Bizzat Darwinci arkadaşlarımdan duyduğuma göre yaratı­cıya inanan bilim adamı her şeyi ona havale edip sorgulama­yacak ve bilimsel araştırma yapamayacaktır. Gerçek bunun tam tersidir. Özel mikroskoplarla bir hücrenin içine bakıp oradaki olayları ve koşuşturmaları gören bir insanın, yaratı­cıya inanıyorum demesi bizce hiç mümkün değildir. Mümkün­dür de bu tiplere ancak zihin özürlü veya bilim zihniyetinden sapmış insanlar denebilir.(83)

– İnsanın maymundan geldiği tartışması devam ediyor… DNA zincirlerinin, özellikle doku hücreleri bazında, birbirle­rine benzemesi, birçok canlı türü için varittir… Fiziksel ola­rak da birbirlerine benzeyen canlılarda benzerliğin çok daha yüksek olması zaten kaçınılmazdır. Bu, sadece Yaratıcının tek olduğunu ve yarattıklarını bir sistem içerisinde yarattığını gösterir; maymunla insanın ortak atadan geldiği iddiası ile hiç alakası olmaz. (84)

– “..Ancak hem yaratılış mucizesi olarak, hem de Darwin teorisinin tamamen çöpe atılmasını gerektirecek en büyük oluşum nedir, diye sorarsanız, benim cevabım biyolojide ‘başkalaşım’ dediğimiz olaydır, derim. Tek bir hücrenin ço­ğalması ve âniden, çoğalan hücrelerin farklılaşarak tam bir senkronizasyon ve düzen içerisinde dokuların ve organların maketlerini yapmaları ve hücrelerin daha sonra canlıyı oluş­turacak embriyo hâline dönüşmesidir. Bu olay ve oluşumun talimatları da diğer birçok olay ve karakterlerin oluşumu gibi, hücre kromozomlarında mevcuttur. Ancak böyle bir ola­yın başlangıcının, nasıl dâhiyâne ya da İlâhî bir güç tara­fından planlandığını, oluşturulduğunu, ve kromozomlara ta­limat verecek şekilde yerleştirildiğini düşünmek bile insanın tüylerini ürpertir, akıl ve duyu sahiplerini kesin bir yaratıcıya götürür. ”(85)

Ahmet Akyürek tam bir bilim zihniyeti ile vaktiyle ziraat fa­kültesinde hocasının temel görüşünü, birkaç cümle ile özetle­mek ihtiyacı duymuş. Bunu da konu üzerinde çalışacak genç­lerin evrim olayına tamamen sil baştan bakmaları için yap­mış. Hocası merhum Reşat Ş. Akgün’den şunları nakletmiş:

1. “Hayat, toprak Polyuronik asit kristalaleri içerisinde mey­dana gelmiştir. Bütün türler hep bir defada yaratılmışlardır. Yalnız orijinal formlarını paleontolojik sıraya göre birbir­lerinden çıkarak almışlardır. Son tür, insandır. İnsanda yeni bir tür meydana getirecek gen, daha geniş anlamlı probiyont element yoktur. Tabiat bütün takatini insanı yaratmaya has­retmiştir. Toprakta ne varsa insanda da o vardır. ”

2. “Evrim bir kaide altında cereyan etmiştir. Evrim kaidesi: Her tür kendinden evvel gelen yani kendisini meydana getiren türün kalıntılarını ve istikbalde meydana getireceği türlerin yapıcılarını probiyont element atomları hâlinde ihtiva eder. ”

3. “Ölümden sonra dirilme mümkün olacaktır. Çünkü hayat, hayatsız organik maddelerden meydana gelmiştir. ”86

 

Batı düşüncesinde insan anlayışı

Yukarıda bahsettiğimiz gibi Rönesans’tan ve bilhassa aydın­lanmacı hareketten sonra insan, tabiatçı anlayışa indirgenmiş, şuursuz tabiatın bir devamı gibi anlaşılarak tanrı ilan edilmiş­tir. Bu, tabiatçı felsefelerde böyle olduğu gibi maddeci felsefe kökenli Marksizm gibi akımlarda da böyledir. Hatta Alman filozofu Max Scheler (Ö.1929) İnsanın Kâinattaki Yeri adlı küçük kitabında da insanın tanrı olduğunu söyler. Kendisi eski bir papaz olup sonra dinî inancından vazgeçmiş olan bu filozof, yine de Hristiyanlıktaki üçlü tanrı inancının kalıntısı olarak insanı ilah kabul etmiştir. Bunların antropolojik araştır­malara dayanan insan antropolojileri de insanın manevi değe­rini ve yüceliğini açıklamaktan uzaktırlar. Hatta onun manevi dünyasını maddileştirerek onu kör tabiatın çocuğu durumuna indirgemek istiyorlar. Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken’in dediği gibi, “Allah olduğu için insan vardır; tabiat olduğu için insan var değildir ” tarzında düşünmek daha isabetli olur.

Darwinci biyolojik, sosyolojik ve psikolojik anlayışlar, tama­men natüralist zemine oturmuştur. Darwincilerin, toplumdaki değişmeleri seçkinleşme ve hayat mücadelesi kuramlarıyla açıklamaları umulan neticeyi vermemiştir. Nietzsche’nin an­ladığı manada Darwincilik biyolojik bir izah olmaktan öte, yeni bir metafizik hâlini almıştır. Hilmi Ziya Bey, bu nokta­da: “Hürriyet sahibi bir makine mümkün müdür?” sorusunu sorar. Bunu da mümkün görmez ve

İnceleyin:  Cemil Meriç ve İmam-ı Gazali

Tabiatta gaye fikrinden müstakil, kendi başına mekanik sebeplilik araştırması boşu­nadır. ” neticesine ulaşır.(87)
Makine ve tabiat kendisine bir gaye koyabilir mi?

Hilmi Ziya Bey, makinenin ve tabiatın kendi kendine bir gaye koyamayacağı için tabiatta ve her işte mutlaka gaye olması gerektiğini savunur. Sebep olamayacağı düşüncesiy­le gayeyi ve gayeciliği reddeden Spinoza, Descartes ve ta­kipçilerinin fikirlerine karşı çıkar. Onlara göre bir varlığın bir gayeye yönelmesi, o varlıkta noksanlığı ifade eder. Var­lık, meylettiği şeye sahip olsaydı, ona meyletmezdi. Hilmi Ziya Bey, bu fikre şu sorularla cevaplarını da vermiş olur: “Varlığın gayesi, cevherin gayesi, Allah’ın gayesi, bizzat varlık değil midir? Varlıkta yetkinlik (kemâl) olduğu için onda gaye yoktur, demek, varlığın mahiyeti hakkında çok fakir bir fikre ulaşmak olmuyor mu? En yüksek varlığın ezelî ve ebedî bir hâl-i hâzır içinde olduğu fark ediliyor. Hâlbuki mükemmel varlığın gayesine gitmekten onu mene­decek bir şeyin varlığı hakikî eksiklik değil midir? Gayesiz ve daima aynı kalan bir varlık, şuursuz bir varlık olmaya­cak mıdır?” (age., s. 108)

Tesadüfün bilimlerde yeri olmadığı genel kabul gören bir hakikattir. “Tesadüfi olaylar” fikrinin bizi bir çeşit idrak bo­zukluğuna götürdüğü de bilinir. Bu anlayışın tabii bir neticesi olarak, hayat mücadelesi ve tabii seçkinleşme gibi kavramla­rın ortaya çıktığı da kabul gören bir bilgidir.

Darwin’in hayat mücadelesi ve tabii seçkinleşme kuramı ha­yatta kendiliğinden uygulanınca evrende zayıf varlıklar için bir temizlenme, yok olma görülür mü? Mesela karınca, fare, tavşan, tilki, sinek, kurbağa türü gibi türler; arslan, kaplan, panter, ayı, fil, gergedan, su aygırı, timsah, kurt gibi kuvvetli türler karşısında ortadan kalkıyor mu? Hayır! Hiç birisi yok olmuyor, her birisi bir şekilde hayatta kalıyorlar. Çünkü za­yıf ve sakat olan türler güçlü türler tarafından temizlenmediği gibi aksine, zayıfların çoğunun mücadele sonunda hayata de­vam ettikleri bilinmektedir. Arslanın yanında tilki de tavşan da, karınca da, fare ve diğerleri de pekâlâ yaşayabilmektedir. Demek ki “Hayat mücadelesi nazariyesi, canlılar âleminde her şeyi açıklayamamaktadır.” (age., s. 110).

Bizce de hayat, mahiyeti itibariyle gayecidir, bir gaye peşinde koşar. Ama canlı hayat sırf mekanik anlamda bir sebep-sonuç ilişkisinden (causalite) çıkmaz. Mesela karlı dağlardan kopan bir çığ, bir sarsıntıdan yerinden kopan bir kaya parçası yuvar­lanırken kendi kendine bir canlı hayatı meydana getiremez. Onların gayesi ve şuuru yoktur.
Tabiattaki gibi makinede de şuur yoktur. Dolayısıyla bir ta­şın hiç bir gayesi yoktur. Hegel bunu şöyle açıklıyor: “Soğuk, suyu niçin dondurduğunu bilmez.” Çünkü soğuk, kendinde şuura sahip değildir. Varlıktaki gayelilik inkar edilince şuurlu gayeler ortaya koyan ve onları hayatında gerçekleştiren insa­nın, şuursuz, gayesiz tabiat karşısındaki üstünlüğünü açıkla­mak zora girer, hatta imkânsızlaşır.

Demek ki gayeliliği, kabul etmek ihtiyacı vardır. Aristo gibi büyük kabul edilen bir filozof, varlığın meydana gelmesi için dört sebep olduğunu söyler. Bunların en sonunda gaye-sebep yer aldığı hâlde o en önce tesir eder. Mesela bir bina, bir köp­rü, bir masa yaptırılacak. Önce onun hangi gaye ile kullanı­lacağı tespit edilmez ise onun şekli, malzemesi belirlenemez. Mekanik anlayışa karşı olarak canlılarda gaye-sebeplerin ol­duğu fikri bu bakımdan mühimdir. Çünkü tabiatta ve makine­de kendisine gaye koyup o gayeyi gerçekleştirme kabiliyeti asla yoktur.Dolayısıyla canlı ve şuurlu olan insan, cansız ve şuursuz ma­kine ve tabiatla mukayese edilemez. Zira insan eserinin dışın­da akıllı telefonları ve bilgisayarları yapmaya yol açan çok akıllı ve şuurlu bir sanatkâr vardır.

Hayat kavgası ve seçkinleşme zayıf türleri yok edemiyor, ama zayıf toplumları ve kişileri yok ediyor.

Darwin’in “hayatta kuvvetliler yaşama hakkına sahiptir. ” dü­şüncesi, bakınız dünya çapında ne gibi zararlı sonuçlar do­ğurmuştur:

Bu anlayış, kötüye kullanılarak, “ırkçılık” bilimi kılıfına bü­rünerek, “üstün ırk”m belirleyiciğini temellendirdi ve palaz­landırdı: Comte de Gobineau Irkçılık, İnsan Irklarının Eşit­sizliği Üzerine Deneme(88) adlı eserinde kısa bir kanun koydu: ”Karışmamış saf ırklar; diğer ırkları belirleyip hâkimiyetleri altına almışlardır. Buradan şu netice çıkar ki Aryenler, bu kanuna dayanarak böyle bir hâkimiyetin neticesi olarak bu ismi almışlardır.” Buyurun size Batının “üstün ırkçılığının ve sömürgeciliğinin” temellendirilmesinin ve hâkimiyetinin kaynağı.

Fizikçi Antony Flew, çok ilginç deneylerden bahsediyor: Meşhur fizikçi Schroeder, bir toplantıda İngiliz Ulusal Sanat Konseyi’nin gerçekleştirdiği bir deneyi anlatmış:

Altı adet maymunun bulunduğu bir kafese bir bilgisayar kon­muş. Bilgisayara bir ay boyunca rastgele vurduktan (aynı za­manda onu tuvalet olarak kullandıktan) sonra maymunlar, ya­zılı elli kağıt çıkarmış. Bunların üzerinde tek bir kelime bile yokmuş. İngilizcedeki en kısa kelimenin bir harf olmasına rağmen maymunlar bir harflik bir kelime bile yazamamışlar. Mesela bir anlamına gelen “A” ve ben manasına gelen “I” harflerini bile vuramamışlar. Hâlbuki A harfi iki tarafında da boşluk varsa bir kelime oluyordu. Klavyede 26 harf olduğuna göre tek harfli bir kelime elde etmek ihtimali 30x30x30 yani 27 bin de birdir.(89)

Altı maymun altı ayda bir harflik bir kelime bile vuramıyorsa cansız ve bilinçsiz maddenin kendi kendisine canlı ve şuurlu varlıklar üretmesi ne derece mümkündür?

Fizikçi Schroeder, bir de bu ihtimalleri Shakespeare’in sonet analojisine uygulamış. Yani bu klavye vuruşlarının yapı itiba­riyle 14 mısralık olan bir Shakespeare sonesi elde etme şan­sını araştırmış. Baştaki “Sen/ bir yaz gününe benzetebilir mi­yim?” açılış mısraını örnek olarak seçmiş. Bu sonede 488 harf olduğunu tespit etmiş. Klavyeyi tuşlayarak 488 harfi örnek mısradaki sırada dizme ihtimalini araştırmış. Sonuç, 26’nın kendisiyle 488 kez çarpılması neticesi yani 26 üzeri 488 dir. Shroeder evrendeki proton, elektron ve nötronlardan meydana gelen parçacıkların sayısı 10 üzeri 80 dir, diyor. Yani evren­de denemeleri yazmaya yetecek kadar partikül yoktur. Eğer bütün evren bilgisayar çiplerine yerleştirilmek istense sürecin başından beri elde edilecek deneme sayısı 10 üzeri 90 dene­me olacaktır. Bu da 10 üzeri 600’de bitmek demektir ki şans eseri bir sonet elde etmek bile mümkün olmamaktadır. Böyle sonuç elde edebilmek için evrenin 10 üzeri 600 kat büyük­lüğünde olması lazımdır ki bu da zaten mümkün değildir.(90)

Bu durumda bir harfli bir kelimeyi bile yazamayan maymun­ların yanında Hamlet’in veya İlyada destanının milyonlarca senede tesadüfen meydana gelebileceğini iddia eden ateistin karşı karşıya kaldığı güçlüğü düşünmek gerekir. Ama yine de onlar, evrenin parçacıklarının yetmediği bir ortamda te­sadüfe inanmak zorundadırlar. Kaldı ki bu teorem bir sonet için işlemiyorsa, hayatın kaynağı, cinsel üreme gibi çok daha karmaşık olayların şans ve tesadüf eseri meydana geleceğini iddia etmesi, ateist için abes ile iştigal, yani saçmanın saçması olacaktır.

Süleyman Hayri Bolay – Batı Aklına Karşı Türkiye,syf:199-213

Kaynaklar:

69 H. Ziya Ülken, Tarihî Maddeciliğe Reddiye, s. 33 v.d., 2. baskı, İst. 1963.

70 H. Ziya Ülken, Felsefeye Giriş II, s. 97, Ankara 1958; Arnold Gehlen, İnsan Morfolojisinin Biricikliği, “İnsan” başlıklı 6 konferans içinde, İst. 1954.

71 a.g.e., s. 13.

72 a.g.e.,s. 30.

73 a.g.e., s. 15.

74 a.g.e., s. 31.

75 Ahmet Akyürek, 1000 Darwin Çıkmazı, Nobel Yay., s. XIII, Ankara, 2013.

76 a.g.e., s. 540.

77 a.e., s. 541.

78 a.g.e., s. 554.

79 a.g.e., s. 610-639.

80 a.g.e., s. 608.

81 a.g.e., s. 613.

82 a.g.e., s. 614.

83 a.g.e., s. 614.

84 a.g.e., s. 623.

85 a.g.e., s. 633.

86 a.g.e., s. 638, 639.

87 H. Ziya Ülken, Felsefeye Giriş II., s. 107.

88 Racismes, L ’Essai sur l ’irıegalite des Races Humaines.

89 a.g.e., s. 80.

90 a.g.e., s. 80,81.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir