İhtiyârî (irademizle yaptığımız fiiller) ve ızdırarî (irademiz dışındaki filer) fiiller bir tutulamaz: İnsanda tezahür eden fiiller iki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelir. Iztırarî fiiller dediğimiz bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat sözkonusu değildir. Bunlara misâl olarak, göz kapaklarımızın çalışması, kanımızın dolaşımı, cinsiyetimiz, ırkımız verilebilir. Diğer kısım ise,kendi irademizle işlediğimiz fiillerdir. İşte, hayra veya şerre vesile olan fiiller, ihtiyârî fiiller dediğimiz bu ikinci kısımdır. Bakma, yeme, içme, konuşma gibi. Kendisinden meydana gelen fiillerden hangilerinin ihtiyârî, hangilerinin ıztırarî olduğunu vicdanen bilen bir insan, kendi cüz’î iradesiyle işlediği kötülükler için neye dayanarak; ne yapayım, kaderim böyle olduğundan bu fenalığı mecburen işledim diyebilir?
Yaptığı iyilikler konusunda, ben böyle yaptım, şöyle ettim şeklinde konuşan bir insan, işlediği kötülükleri kadere nasıl havale edebilir? Hâlbuki aynı kötülükleri karşısındaki muhatabı işleyince işi kadere havale etmez. Meselâ, evine giren hırsız hakkında dâvâcı olurken kaderi hatırlamaz. Hırsızın hâkim huzurunda: Benim ne kabahatim var; kaderim böyle olduğundan mecburen hırsızlık yaptım, şeklindeki müdafaasına öfkelenmekten kendisini alamaz. Aynı şekilde, çocuğunun canına kasteden bir caninin boğazına yapışırken, bu adamın kaderi böyle imiş; istese de istemese de çocuğumu öldürecekti, diye düşünmez. Veya, namusuna kötü gözle bakan kimsenin gözünü çıkarmak isterken, ne yapayım, kaderimde bu varmış, müdahale edemem, demez. O halde, hangi mantıkla, aynı fiilleri kendi işlediği zaman suçunu kadere havale edebilir?
Bu aldatmaca ile kadere iftira eden bir insan, dünya ve âhiret saadetinikaybetmekten ve cemiyetin huzurunu bozmaktan başka birşey yapmamaktadır.
Eğer insanlarda görülen ihtiyârî ve ıztırarî fiiller bir tutulursa, yâni isteyerek işlenen fiiller kadere yanlış mânâda havale edilip, o fiillerde bir mecburiyet olduğu sanılırsa, birçok hurâfeler ortaya çıkar. Bu durumda, insanlar ne kazandıkları zaferlerle öğünebilirler, ne ilim ve sanatlarıyla iftihar
edebilirler, ne de düşmanlarını cehalet ve vahşetlerinden dolayı kötüleyebilirler.
Bu sapık görüşe göre, hiç kimse hiçbir fiil ve hareketinden mesul tutulamayacağı gibi, mükâfat da göremeyecektir. Artık ne Hz. Ömer’in adaletinden, ne Haccac-ı Zâlim’in zulmünden bahsedilebilecektir. Zira birincisi mecburen âdil olmuş, ikincisi ister istemez zulmetmiştir!
Dünya işlerimizde cüz’î irademizi kullandığımızı ve hiçbir engelle karşılaşmadığımızı vicdanen bildiğimiz halde, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymakta karşımıza engeller çıktığını nasıl iddia edebiliriz? Yâni, mübah olan dünya işlerinin veya günah ve isyanların işlenmesinde insanın karşısına çıkmayan engeller sadece ibâdette mi çıkıyor ki, bazı kimseler, kaderimde olsaydı ibâdet ederdim gibi mânâsız ve asılsız bir özür beyânında bulunuyorlar.
Ev yapmaya niyet eden bir insan bazı imkânsızlıklar dolayısıyla bu isteğine muvaffak olamayınca, ne yapayım, kaderim böyle imiş, diyebilir, lâkin o insan Cennet’teki köşkünü inşâda bir ihmal gösterirse, bu kusurunu kadere yükleyemez. Namaz kılmak isteyen bir kimsenin bu ibâdetini işlemesine ne mâni vardır? Eğer namaz kılmasını engelleyen zorlayıcı sebep bulunsa o zaman mesuliyeti söz konusu olmaz. Namaz kılmaya niyet eden kimse, ellerini akan musluğa götürünce su mu kesiliyor?
Namazda hareket edemiyor mu? Ezberinde olan sureleri namaz esnasında unutuyor mu? Evet mücbir yani zorlayıcı sebepten kastımız, aşılması insan tâkatının üstünde olan mânilerdir. Meselâ bir insan zorla meyhaneye götürülse ve elleri bağlanarak ağzından içki dökülse, bu kimse gücünün yettiği kadar karşı koymakla mesuliyetten kurtulur. Zira adı geçen fiili kendi cüz’î iradesiyle işlememiştir. Kendi iradesiyle içki içen veya bir başka günahı işleyen bir kimse, bunları kaderin mahkûmu olarak zorla işlediğini, ev misâlindeki adam gibi mazur olduğunu, elbette iddia edemez.
Bu noktada şu soruya cevap bulunması gerekir: Acaba hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şekilde geçiren insanların, yaratılış itibariyle diğerlerinden bir farklılıkları mı var ki o yolu seçiyorlar? Misâl olarak, Hz. Ömer’le Ebû Cehil’in cüz’î iradeleri farklı derecede miydi ki, birisi hidâyeti, diğeri dalâleti tercih etti?
Vicdan, akıl ve mantık, insanların, hem dünya işlerinde ve hem de ibâdetlerinde, ihtiyâr (irade) sahibi olduklarını kabul eder.
Meselenin diğer bir yönü de şudur: Eğer insanlar günahları ezelde takdir edildiği için mecburen işleselerdi, herşeyi sonsuz hikmetle yaratan Hâkîm-i Zülcelâl’in insanlara peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi, onlara emir ve yasaklarda bulunması hep mânâsız olurdu. Meselâ, Cenâb-ı Hak bir insanı Cehennem için yaratmış olsa ve bunda insan iradesinin hiç bir payı olmasaydı, insanların Kur’ân-ı Kerîm’de Cehennem’le tehdit edilmelerine lüzum kalır mıydı? Veya, insanlar ibâdet etmelerinde kaderin mahkûmu olsalardı, iradelerini kullanmaları söz konusu olmasaydı, Allah-u Azimüşşân’ın insanlara ibâdeti emretmesine ne mânâ verilecekti?
Diğer taraftan, Hak Teâlâ, Râuf ve Gaffar isimlerinin icabı olarak bizlere tevbeyi emretmekte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Tevbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.” “Allah günahlarla imtihan edildiği vakit, tevbe eden mü’min kulunu sever.”
Yüce Rabbimiz, ebedî saadete erişmek ve mânen yükselmek isteyenleri o makamlara tevbe kapısından dâvet etmekte; kendi günahlarımızla kapattığımız saadet kapısını biz ölünceye kadar açık tutarak, her ne zaman tevbe etsek lütfuyla kabul buyurmaktadır. Bu sırra binâen, herhangi bir günahtan sonra tevbe etmek vâcibtir. Hâlbuki irademiz dahilinde olmayan hiçbir şey vâcib değildir. Eğer insan cüz’î iradesini kullanmakta bir cebir ve zorlama altında bulunsaydı tevbe hususundaki bütün emir ve teklifler insanla alay etmek mânâsına gelirdi. İnsanların bir kısmının hayır, diğer kısmının şer yolunu seçmeleri gösteriyor ki, irade ve ihtiyâr insandadır; tercih ona bırakılmıştır.
Eğer böyle olmasaydı, koyunların süt vermesi, develerin yük taşıması gibi, insanlar da kendilerine kaderin yüklediği vazifeleri ömürleri boyunca yapacaklardı. Hâlbuki hiçbir dinî bilgimiz olmasa da, insanlarla diğer hayvanlar arasındaki farklılığı anlayacak durumdayız. Bizler biliyoruz ki, insanlar yollarını kendi iradeleriyle seçmekte, yıllar sonrasını düşünmekte, plân ve program yapmaktadırlar. O halde, insan ebedî saadetin yolunu seçebilir, onun şartlarını yerine getirebilir ve Rabbül Âlemîn’in Kur’ân-ı Kerîm’le çizdiği saadet programına harfiyyen uyabilir. Öyleyse tercihini yanlış kullanması hâlinde elbette mesul olacağı ve ebedî saadetten mahrum kalacağı aklın gereğidir.
İnsanların cüz’î iradeleriyle Âdil-i Hakîm’in emir ve yasaklarını tercihte serbest bırakılmaları Cenâb-ı Hakk’ın adaletinin de icabıdır. Cebir ve zorlama olmaması için mutlak irade sahibi olan Allah-u Azimüşşân kendi iradesini kullarının cüz’î iradelerine binâ etmiştir. Bütün fiilleri kendi kudret ve iradesi ile yaratan O Hâlık-ı Küllî Şey, kulun ihtiyarî fiillerini yaratmakta, onun cüz’î iradesini, arzusunu, tercihini şart kılmıştır. Yâni, kul cüz’î iradesiyle bir fiile teşebbüs etmedikçe Cenâb-ı Hak o fiili yaratmamaktadır. Kul, cüz’î iradesiyle ihtiyarî fiillerden hangisini tercih ederse -hayır olsun, şer olsun- Cenâb-ı Hak, dilerse, irade ve kudretiyle onu yaratmaktadır. Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım:
Bir padişahın misafirhânesinde bulunduğunuzu, bu misafirhânenin her katında ayrı ayrı nimet ve ihsanların sergilendiğini ve bir hikmet için bodrum katının kaplan, pars gibi vahşî ve yılan gibi zehirli hayvanlarla dolu olduğunu farzediniz. Ve yine padişahın, elçileri ve fermanlarıyla sizi üst katlardaki ziyafet yerlerine dâvet ve teşvik, alt kata inmekten ise men ettiğini kabul ediniz. Siz bu misafirhânenin asansörüne bindiğinizde istediğiniz katın düğmesine basabilirsiniz.
Siz hangi düğmeye dokunursanız asansör sizi o kata çıkaracaktır. Yâni asansör sizin tercihinize tâbidir. Siz defalarca üst katlara ait düğmelere basıp, oralarda hazırlanmış nimetlerden istifade ettikten sonra, nefsinize uyarak, bir de bodrum katının düğmesine basayım, deseniz ve o kata inseniz, karşılaşacağınız dehşet verici durumu elbette kendiniz hazırlamış olacaksınız. İşte misâlde padişahın iradesini temsil eden asansör, sizin arzunuza, kararınıza, tercihinize tâbi kılınmıştır. Hayrı istediğinizde sizi hayra götürmekte, şerri istediğinizde şerre indirmektedir.
İşte bu misâl gibi, bizler cüz’î irademizle hayır ve şer, müsbet ve menfî fiillerden herbirini seçebilecek durumdayız. Hayrı seçtiğimizde Allah-u Azimüşşân küllî iradesiyle hayrı, şerri seçtiğimizde ise şerri yaratmaktadır. İnsan neye bakmak isterse, güneş ışığıyla insanın önüne o şeyi sergilediği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesi ve mutlak kudreti de cüz’î iradeye taalluk etmekte, ona göre hüküm vermekte, kul neyi isterse, Allah onu yaratmaktadır. Bizim elimizde olan tek şey asansör düğmesine basmak hükmündeki tercihimizi kullanmaktır. Bu tercihten sonra vücudumuzdaki azalarımızın çalışmasından, söz konusu fiilin meydana gelmesi için kâinatta yapılması gerekli faaliyetlere kadar, bütün fiiller Hâlık-ı Teâlâ’nın küllî iradesi ve mutlak kudretiyle yaratılmaktadır. Meselâ, görme fiilinde insanın elinde olan şey, helâl veya haramdan birisine bakmayı tercih etmektir. Bundan sonrası, yâni görmemizin dahilî ve haricî şartlarının yaratılması Cenâb-ı Hakk’a aittir. Zira görmek için gözdeki bütün hareketleri, görmeye sebep olan güneş ışığını ve diğer şartları yaratan hep O’dur. O halde, kendi iradesiyle harama nazar eden veya ahlak dışı bir kitabı okuyan kimse: Ne yapayım, bunları bana güneşin ışığı gösterdi diyemediği gibi, insan cüz’î iradesiyle işlediği bir günahı ve hatası için, İrade-i Küllîye’nin mahkûmu olduğunu iddia edemez.
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“İrade-i cüz’iye-i insâniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der:
“Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!”
Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp “Nereyi istersen seni oraya götüreceğim” desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette “Sen istedin” diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.
Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı
ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin.
Demek, dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.”7
Özetleyecek olursak: Vicdanen biliyoruz ki, biz diğer mahlûklardan farklı olarak bir nevî hür yaratılmışız. Kudretimiz miktarınca, arzu ettiğimiz ve sevdiğimiz şeyleri tercih edebiliyor ve elimize alabiliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, Cenâb-ı Hakk’ın iradesi irademize, yaratması kesbimize bina edilmektedir. Bizler irade ve kastımızı hayra sarfettik de Cenâb-ı Hak, bizim tercihimizin aksine, hakkımızda şer mi yarattı? Elbette ki hayır! Hikmet ve Kerem Sahibi olan Yüce Rabbimiz, irademizi hayra sarfettiğimizde keremiyle hayır yaratıyor; şerri tercih ettiğimizde hikmet ve adaletiyle şerri yaratıyor. Ancak Cenab-ı Hakk’ın şerlere rızası yoktur. Allah’ın mahlûku olan bir babanın evladının kötülüğünü istemesi ve bir öğretmenin de talebesini başarısızlığından memnun olması mümkün değildir.
Önemli bir mes’ele birçok insan tarafından şöyle sorulmaktadır:
Cenâb-ı Hak ezelde ilim ve iradesiyle herşeyi tesbit ve takdir ettiğine göre bir insanın hakkında şer işlemeyi takdir etmişse o kimse nasıl hayır işleyebilir ve bu durumda nasıl mesul tutulabilir?
Evet, Âlim-i Mutlak olan Allah-u Azimüşşân, olmuş ve olacak herşeyi, ihtiyarî ve ıztırarî bütün fiilleri ezelde takdir etmiş, tanzim etmiş ve Levh-i Mahfûz’da kaydetmiştir. Hiçbir şey O’nun tesbit ve takdirinden ayrılamaz. Bütün varlıklar o takdire tâbidir. Lâkin bu durum bizleri mesuliyetten kurtaramaz. İlm-i kelâm âlimleri bu hakikati ilim malûma tâbidir; öyle ise malûm ilme tâbi değildir, kaidesiyle izah etmişlerdir. Istılâhta, ilim; bir şeyin zihindeki şekli, malûm ise o şeyin hariçteki şekli olarak tarif edilir. Meselâ, bizim bir çiçeği bilmemizde, o çiçeğin zihnimizdeki şekli ilim, hariçteki şekli, yâni kendisi ise malûmdur. İşte burada ilim, malûma tâbidir, yâni bir çiçek hariçte nasılsa biz de onu öylece bilmekteyiz. Yoksa çiçeği biz nasıl biliyorsak çiçeğin kendisi o şekle uymak durumunda değildir.
Veya bir kimsenin adının Ahmed olduğunu bilmemiz ilimdir; malûm, o şahsın adının Ahmed olduğudur. Böylece ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm ilme tâbi olsaydı, o kimsenin adını Mehmed bildiğimizde adı Mehmed olurdu, Hasan bildiğimizdeyse Hasan olurdu.
Yukarıda belirttiğimiz kaidede mevzumuz yönünden kastedilen ilim, işlediğimiz bütün amelleri Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle bilmesi malûm ise işlediğimiz amellerdir. Buna göre söz konusu kaideyi şöyle ifade edebiliriz:
İnsanlar ihtiyarî fiilleri nasıl işleyeceklerse, Cenâb-ı Hak ezelde öylece bilmiş ve takdir etmiştir. Yoksa Zât-ı Akdes öyle bildiği için insanlar o fiilleri öyle işlemiş değildir. Şimdi, meseleye bazı misâllerle biraz daha açıklık getirelim.
Güneş veya ay tutulmasının tarihini ve saatini bir astronomi âliminin önceden bilmesi ilimdir. Malûm ise o tarihte güneşin tutulmasıdır. Dolayısıyla
ilim, malûma tâbi olmuştur. Malûm, ilme tâbi olsaydı, astronomi âlimi güneşin hangi tarihte tutulacağını bilse, güneş tutulması da o tarihte olurdu. Şimdi acaba, o astronomi âlimi güneşin o tarihte tutulacağını bildiği için mi güneş o tarihte tutuldu.? Yoksa o âlim, ilmiyle güneşin o tarihte tutulacağı bildiği için mi yazdı? Elbette bildiği için yazdı.
İşte bir insanın, cüz’î iradesiyle işlediği bütün fiiller Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsindedir. Yâni, o insanın bütün amellerini Cenâb-ı Hak ezelde bilmektedir. Bu ilim de malûma tâbidir. Malûm olan, o kimsenin işlediği iyi veya kötü amelleri, yâni fiilleridir. Kul o fiilleri işleyeceği için âlim-i mutlak olan Allah öylece bilmiştir. Yoksa Cenâb-ı Hak öyle bildiği için, kul da mecburen o fiilleri işlemiş değildir. Yâni, malûm, ilme tâbi değildir.
Kulun işlediği fiil hayır ise Cenâb-ı Hak onu hayır olarak bilir; öyle de irade ve takdir eder. Kulun şer olan fiilini de Cenâb-ı Hak ezeli ilmiyle şer olarak bilmiş ve o şekilde takdir buyurmuştur.
Bu hakikate bir derece bakabilmemiz için gerekli kabiliyeti Rabb-i Alâ’mız bizlere ihsan etmiştir. O’nun bizlere lütfettiği ilim ve irade sıfatlarından, Hakalyakîn biliyoruz ki, irade ilme tâbidir. Meselâ, insan bir eser yapmayı bildiğinde, iradesi bu ilme tâbi olarak, eserin plân ve programını tâyin eder. Daha sonra kudret de iradeye tâbi olur ve insan önceden plânladığı tarzda eserini inşâ eder.
İşte, zaman ve mekânın yaratıcısı olan Allah, ezelî ilmiyle, bizim gerek irademizle işleyeceğimiz bütün fiilleri ve gerekse irademiz dışında başımızdan geçecek bütün hâdiseleri bilmektedir. İşte kader, bu bilme keyfiyeti üzerine, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle bizim hayat programımızı takdiri ve Levh-i Mahfûz’da tesbitidir. Bu takdir ve tesbit ilme dayanmaktadır, ilim ise malûma tâbidir. Buna göre bir kul kendi cüz’î iradesiyle, ibâdet etmeyi ibâdet etmemeye tercih ediyorsa, elbette ki Cenâb-ı Hak onu abid olarak bilecek
ve öyle takdir edecektir… Yoksa Allah-u Teâlâ o kulun ibâdet etmesini takdir ettiği için, o ibâdet ediyor değildir. Şerle ilgili fiiller de aynı şekilde değerlendirilecektir.
Mevzuya ışık tutacak birkaç misâl daha verelim:
Bir komutanın yüksek bir yerden sahradaki askerlerinin hareketlerini fotoğraflarla tesbit ettiğini ve bütün konuşmalarını hassas cihazlarla kaydettiğini farzediniz. Bu komutan, daha sonra huzuruna celbettiği askerlere fotoğrafları gösterip konuşmaları bantlardan dinlettiğinde, hareketleri ve sözleri cezayı gerektiren bir nefer,
“Siz benim hareketlerimi ve konuşmalarımı niçin kötü olarak tesbit ettiniz?”
diyebilir mi? Dese cezaya müstahak olmaz mı? Çünkü tesbit etme fiili hâdiseye tâbidir. Yoksa hâdise, tesbite bağlı değildir.
Şimdi şöyle bir soru soralım: Hâdiseye tesir etmeme bakımından, yukarıdaki misâlde belirtilen ânında tesbit ile hâdiseyi olmadan önce tesbit etme arasında ne fark vardır? Misâldeki komutan, neferlerin yapacakları işleri ve söyleyecekleri sözleri önceden, meselâ bir rüya-i sâdıka ile bilseydi bu bilme keyfiyeti neferler üzerinde herhangi bir tesir mi yapacaktı?
Kader de insanın ömrü boyunca işleyeceği bütün fiillerin ezelde tesbiti değil midir?
Yukarıdaki misâlde ifade etmek istediğimiz hakikati, televizyon, gayet güzel izah etmektedir. Bilindiği gibi televizyonda hâdiseler bazen ânında verilmekte, bazen de geçmişte tesbit edilen hâdiseler sonradan gösterilmektedir.Her bir fen ve her bir keşif, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta dercedip koyduğu bir hakikati ilân ettiği gibi, televizyonda suretlerin ve seslerin muhafaza edildiği hakikatini izah etmiştir. Hâfız-ı Hakîm insanlara müstakbel hâdiseleri tesbit edebilecekleri bir âlet yapmayı nasib etse, o takdirde Levh-i Mahfûz’un küçük bir misâli ortaya konmuş olacaktır. Şimdi, hem mâziyi, hem hâli, hem de istikbali bize gösteren bu cihaz, dedemizin bir kabahatini gösterse veya istikbâlde bir cinayeti sergilese, “Bu cihaz böyle tesbit etmese, dedem o kabahati işlemezdi, torunum da câni olamazdı” diyebilecek miyiz?
İşte, Hz. Âdem’den (a.s) kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün insanların bütün amelleri Levh-i Mahfûz’da kaydedilmiştir. Kader-i İlâhî’nin bir defteri olan Levh-i Mahfûz’daki bu kayıt, insanların işledikleri ve işleyecekleri fiillere tâbidir; yâni nasıl işleyeceklerse öyle kaydedilmiştir. Yoksa Levh-i Mahfûz’da yazıldığı için insanlar mecburen o tarzda hareket etmiş değildir. Kaldı ki, böyle bir iddiada bulunan kimseye şu soru sorulacaktır:
“Sen istikbâlde yapacağın işlerin Levh-i Mahfûz’da nasıl yazıldığını, yâni mukadderatını biliyor musun?”
O halde, bir insan bilmediği şeye göre nasıl hareket etmektedir?
Evet, her meselede, ilim malûma tâbidir hakikati güneş gibi parlıyor ve kul cüz’î iradesiyle hangi işi tercih ederse, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesiyle o işi takdir ettiği ve fiilin işlenmesine teşebbüs ânında da o işi yarattığı açıkça anlaşılıyor.
Bu hakikati izah etmek için birkaç misâl daha verelim: Bir öğretmenin yılların verdiği tecrübe ve ferâsetle öğrencilerinin okula devam etme durumlarını ve sene sonunda alacakları notları önceden bildiğini ve iradesiyle öğrencilere bu notları takdir ederek not defterine kaydettiğini farzediniz. Sene sonu imtihanının tam tamına öğretmenin ilminde mevcut olan tarzda neticelenmesi hâlinde sözkonusu öğretmen, öğrencilere hitaben:
“Ben neticelerin böyle olacağını tâ sene başında biliyordum”
dese, zayıf not alan öğrenciler:
“O halde bizim ne kabahatimiz var? Siz bizi çalışkan olarak bilseydiniz, biz de sınıfımızı geçerdik”
diyebilirler mi? İşte bu misâlde sınıftaki öğrencilerin hangilerinin başarılı olup, hangilerinin sınıfta kalacağını öğretmenin önceden bilmesi ilimdir ve onun kemâline delildir. Malûm ise, öğrencilerin çalışıp çalışmamalarıdır. Dolayısıyla ilim, malûma tâbi olmuştur.Malûm, ilme tâbi olsaydı, öğretmenin çalışkan bildiği talebeler ister istemez derslerine çalışacaklar, tembel bildikleri ise bütün arzularına rağmen çalışamayacaklardı. Yâni, öğretmenin ilmi öğrencilerden bir kısmını zorla çalışmaya, diğer kısmını ise çalışmamaya sevk edecekti.
Velî bir hâkim düşününüz. Bu zât, kerametiyle, adliye önünden geçen bir adamın hırsızlık etmeye gittiğini keşfederek o şahsın cezasını takdir etse ve kayda geçse, biraz sonra hâkimin keşfettiği aynı suçu işleyerek mahkemeye getirilen bu adama, hâkim, suçunun karşılığı olan cezasını tebliğ edip bu cezadan bir miktarını da affettiğini bildirse, elbette ki hırsız, hâkime teşekkür edecek, minnettar kalacaktır.
Suçlu, mahkemeden çıkarken hâkim kendisine şöyle hitap etse:
“Ben senin bu suçu işleyeceğini önceden biliyordum ve sen o suçu işlemeden cezanı da takdir etmiştim.”
Bu takdirde suçlu, hâkime diyebilir mi ki,
“O halde benim ne kabahatim var? Siz benim bu suçu işleyeceğimi bildiğiniz için ben suç işledim. Dolayısıyla beraat etmem gerekir.”
Bu haddini bilmez hırsızın, gülünç durumuna düşmemek istiyorsak, cüz’î ihtiyârımızla işlediğimiz kötü işlerde kadere yapışmayalım.
Hem mesela, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) İstanbul’un fethedileceğini de, âhirzaman hâdiselerini de bilmiş ve ümmetine haber vermiştir. Bu ilim, malûma tâbidir. Onun içindir ki, İstanbul’u Fatih Sultan Mehmed’in fethettiğinden bahsediyor ve âhirzaman fitnesine kapılanlardan da nefret ediyoruz. Malûm, ilme tâbi olsaydı, İstanbul’u Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) fethettiğinden ve âhirzaman hâdiselerine -hâşâ- O’nun sebebiyet verdiğinden bahsetmemiz lâzım gelirdi. Zamandan münezzeh olan Cenâb-ı Hak, herşeyi ihata eden ilmiyle istikbâlde insanların başına gelecek hâdiseleri elbette bilecektir. Bu bilme bizi mesuliyetten kurtarmaz.
Bunun aksini düşünenlerin iddiaları neticede şu noktaya varmaktadır: Hazret-i Allah, başımıza gelecek hâdiseleri önceden -hâşâ- bilmeyecek, yani O Âlim-i Mutlak, herhangi bir fiili işlememizden sonra o meseleye vâkıf olacak ki, o zaman mesul olalım…
Böyle düşünen kimseleri, bu yanlış düşünceye sevkeden husus, mahlûkun ilmiyle, mahlûkları yoktan var eden Vâcib-ül Vücûd Hazretlerinin ezelî ilmini karıştırmalarıdır. Bu kimseler, sonradan kazanılan ilmin ancak mahlûk ilmi olabileceği hakikatinden gafletle, dalâlete düşmektedirler.
Bu mevzuu tamamlamadan önce şu hakikati kısaca izah etmek faydalı olacaktır:
“Ezel mâzi silsilesinin bir ucu değil. Belki ezel; mâzi, hâl ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir.”8
Evet, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ezelîdir. Ezelî olan bu ilim, mâzi, hâl ve istikbâldeki bütün hâdiseleri ihata etmiştir. Bundan dolayıdır ki, ilm-i ezelî için mâzi, hâl ve istikbâl farkı yoktur. Sadece O Sultan-ı Ezel ve Ebed’e mahsus olan bu ilmin keyfiyetini bir kul olarak hakkıyla anlamamız elbette mümkün değildir. Fakat bu hakikatin bazı şûalarına misâllerle uzaktan uzağa bakmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi, büyüklük ve küçüklük, uzaklık ve yakınlık gibi, mâzi ve istikbâl de nisbî hakikatlerdir. Bunların hariçte vücudu yoktur; ancak mahlûklar birbirlerine nisbeten bu ünvanlarla yâdedilirler. Meselâ fil ile koyunu yanyana koyduğumuzda, file büyük, koyuna ise küçük dersiniz. Koyunun yanına bir karınca koyduğunuzda ise, koyunun büyük, karıncanın küçük olduğunu ifâde ederiz. Burada koyun, büyük ve küçük ünvanlarını diğer iki mahlûka nisbetle almıştır. Aynı şekilde, mâzi ve istikbâlde nisbî hakikatlerdendir. Meselâ, onununcu asır, dokuzuncu asra göre istikbal, onbirinci asra göre ise mâzidir. Bütün nisbî hakikatler gibi mâzi ve istikbâl de mahlûklar için kullanılmaktadır ve her şeyin yaratıcısı olan Allah bunlarla kayıdlı olmaktan münezzehtir.
O’nun kudreti için yıldızlarla zerrelerin farkı olmadığı gibi, ilmi için de mâzi ve istikbâl farkı yoktur. O Âlim-i Mutlak ezelî ilmiyle mâzide ve hâlde meydana gelen bütün hâdiseler yanında, istikbâlde olacak hâdiseleri de bilmektedir. Burada gelecek zaman hâdiseye atfedilmektedir, yâni hâdise vuku bulacaktır. Cenâb-ı Hak ise, onun vuku bulacağını bilmektedir. Bu ince ve derin hakikatle ilgili iki misâl verelim.
Üç vasıtanın Erzurum’dan İstanbul’a gitmekte olduğunu farzediniz. Bunlardan birisi Erzurum-Erzincan yolunda ilerleyen bir tren, ikincisi Ankara-Eskişehir yolunda giden bir otobüs, üçüncüsü ise İzmit-İstanbul arasında yol alan bir taksi olsun. İşte bu misâlde, otobüse göre tren mâzide kalmıştır, taksi ise istikbâldedir. Zira o, trenin geçtiği yolu 10-12 saat önce geçmiş olmasına rağmen, taksinin o anda bulunduğu yere ulaşması için 4-5 saate daha ihtiyacı vardır. İşte, bu üç vasıta için geçerli olan mâzi, hâl ve istikbâl gibi nisbî hakikatler, güneşi bağlamamaktadır. Faraza güneş hayat sahibi, ziyâsı da onun ilmi olsa, bu durumda güneş Erzurum-İstanbul yolunun tamamını ihata eden ziyâsıyla her üç vasıtanın bütün hareketlerine aynı anda vâkıf olur. Güneş, Erzurum-İstanbul yolunda hareket etmekten münezzeh olduğundan, o yoldan geçen vasıtalar için kullanılan nisbî hakikatlerle kayıtlı olamaz.
İşte zaman yolunda ilerleyen mahlûklar birbirlerine nisbetle mâzide kalmakta, hazır zamanda seyretmekte veya istikbâlde bulunmaktadır. Şu anda bizim dedelerimiz mâzide kaldılar; Hâlbuki bir zamanlar onların dedeleri de istikbâlden torun bekliyorlardı. İşte, dedelerimiz istikbâlden gelip, hâle uğrayarak teneffüs edip mâziye döküldükleri gibi bizler de bir gün mâzi denizine döküleceğiz. Herşeyi yaratan Hâlık-ı Zülcelâl biz kulların zaman içindeki seyri için kullanılan, mâzi, hâl ve istikbâl gibi nisbî hakikatlerle kayıtlı olmaktan yüz bin defa münezzehtir ve müberrâdır. Vücuda gelmiş ve gelecek olan bütün eşya O’nun ezelî ilminde mevcuttur. Sırası gelen, bu dünyaya gönderilmekte, yâni ilim dairesinden kudret dairesine geçmektedir.
Diğer bir misâl: Bir manzûmenin tamamını bildiğiniz takdirde sizin ilminizin manzumenin bütün mısralarına taallûku aynıdır. Yâni, birinci misâlde güneşin üç vasıtayı aynı anda seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vâkıftır. Fakat manzûmenin mısraları için kendi aralarında öncelik ve sonralık sözkonusu olmaktadır. Meselâ, altıncı mısra dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise öncedir. Siz manzûmenin ilk beş mısrasını yazıp altıncıyı yazmaya başladığınızda, artık dördüncü mısra mâzide kalmış, yazılmıştır. Onuncu mısra ise henüz istikbâldedir, yâni vücuda gelmemiştir.Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin ilminizde mevcuttur. O halde, öncelik ve sonralık ilminiz için sözkonusu değildir.
Verdiğimiz bu iki misâl, ancak birer sönük, küçük dürbün vazifesi görmekte ve O Âlim-i Mutlak ve Kadîr-i Küll-i Şey’in ezelî ilminin eşyaya taallûkunda mâzi, hâl ve istikbâl farkı bulunmadığı hakikatini bir derece göstermektedir.
Elhâsıl, ezel, mâzi, hâl ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misâldir, cümlesindeki aynadan maksat ilimdir. Bir ayna ne kadar aşağıda olursa o kadar dar bir sahayı içine alır. Yükseğe çıktıkça ihata sahası genişler. En aşağıdaki ayna bizim ilmimizdir. Daha yukarılarda derecelerine göre velîlerin aynaları vardır. Onlar kerâmetleriyle istikbaldeki hâdiselerden bir derece bahsedebilmektedirler. Peygamberlerin aynaları ise İlâhî bir lütuf ve mucize olarak, geçmiş ve gelecek zamandan çok geniş bir sahayı içine almaktadır. İşte ezel, bir mânâda İlm-i İlâhî demektir. Cenâb-ı Hakk’ın ilmi mâzi, hâl ve istikbâli birden tutmaktadır. O ilim için öncelik, sonralık sözkonusu değildir. Buna göre hakikat şu şekilde ifâdesini bulmaktadır:
“Zât-ı Akdes bizim işlediğimiz, işlemekte olduğumuz ve işleyeceğimiz bütün fiilleri ezelî ilmiyle bilmektedir.”
O halde Cenâb-ı Hakk’ın her hâdiseyi meydana gelmeden önce bildiğinden bahsedilirken O’nun için öncelik ve sonralık sözkonusu olmadığı, buradaki önce ifâdesinin bizim için kullanıldığı hatırdan çıkarılmamalıdır.
Dip Notlar
7:Sözler
8:Sözler
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…