İnsan’ın Düşünce ve Eylemin’de Hz.Muhammed’i(a.s) Örnek Alınması

kaosunefendisi_1328860177115 İnsan'ın Düşünce ve Eylemin'de Hz.Muhammed'i(a.s) Örnek Alınması

İnsanın manevî hayatının amelî ve pratik yönleri konusunda, düşünceyle eylem arasındaki en tam ve örnek ilişkiyi, her Müslüman için, bizzat kendisi Islâm’da manevî hayatın modeli olan Hz. Peygamber’in hayatımda aramak gerektir. Eğer modernizmin etkisiyle İslâm’da düşünce hayatının önemini küçümsemek isteyecekler çıkarsa, böylelerinin yapacağı tek şey, Peygamber’in hayatının hem peygamberlik görevine başlamadan öncesini, hem de yeryüzünde peygamber olarak geçirdiği yirmi üç yılını şöyle bir incelemektir. Hz. Peygamber, hayatının bu her iki döneminde de derinden derine düşünceye bağlıydı ve bir yandan, önemi sıradan insanın düşünce ve hayâlinin ulaşamayacağı ötelere uzanan bir dizi eylemle insanlık tarihini değiştirirken, yine de zamanın çoğunu inzivada geçiriyordu. Yine, dışavuran eylemin önemini abartmak ve salt ve basit eylemi bir amaç olarak yüceltmek isteyecekler çıkarsa, aynı şekilde onların da yapması gereken tek şey, Peygamber’in, her zaman kökleri düşüncede yatan ve İlâhî Düzen bilgisinden kaynaklanan ilkelerin uygulanmasından başka bir şey olmayan eylemlerini incelemektir.

Kuşkusuz, kimsenin bir peygamberin mükemmelliğine ulaşmayı ümit ve iddia etme hakkı yoktur; ama düşünceyle eylem arasındaki, her zaman Huzûr-u İlâhî ile uyum içinde bulunan bir kalple, İslâm’ın Peygamberi’nin örnek hayatında görüldüğü üzere İlâhî İrade’ye tevek-külle birleşmiş en üst düzeyde bir kararlılıkla eylemde bulunan bir zihin Ve beden arasındaki ahenk, Müslümanlar için düşünceyle eylem arasındaki ideal ilişki ve tamamlayıcılığın tam bir göstergesidir. Peygamber, izlenmesi gereken bir model (üsve) olarak her zaman ortadadır ve onda tam bir düşünceci eylem ve eylemci düşünceyle, tüm zıtlık ve ikilemleri aşan şu coincident ta opposttorum (zıtların birlikteliği)daki eylem düşünce birliği, göz kamaştırıcı bir biçimde görülebilir.

İslâm’a göre insan hayatının hedefi, İlâhî İrade’ye göre yaşam ve sonunda kendi kendini arıtma yoluyla, her yerde Allah’ı görebilecek bir bilgi, görüş ve düşünce durumuna ulaşmaktır. Peygamber, hayatının her anında, bakışı İlâhî gerçekliklerin üstünde, Allah’ı şu görüntülerin ötesinde ve yarattıklarının her noktasında düşünerek İlâhî İrade’ye göre yaşayan mükemmel varlıktı.

Dolayısıyla Peygamber’de, İslâmî yaşantının kalbinde yatan ve en üst anlam düzeyi olarak, İslâm maneviyatında merkezi gerçekleşme yöntemini karakterize eden düşünce ve eylemin müteselsil oluşunun en kâmil görüntüsü görülecektir. Peygamber’in ortaya koyduğu örnek, en yüce örnek olarak yalnızca Müslümanlar için değil, modern dünyada, bir kez daha düşünce hayatıyla eylem hayatını uyumlu hale getirme ve çokluğa batmış ve dağınık eyleme teslim olmuş haliyle, manevî nitelik ve anlamım çoktan lağım sularına kaptırmış bulunan; ve tümüyle kendisine bağlı olduğu ve onsuz temel insan doğasının arızi hayvanlığı tarafından yenilenip tüketileceği ruhla beden arasındaki dengeyi de tehdit eden insan hayatına birlik getirme arayışına koyulmuş kişiler için de, en önemli örnek olarak ortadadır.

İnceleyin:  Endüstriyel Mutluluk

İslâm dünyasının modernizmin gelişinden önceki durumunu belirtmek üzre, modernleşmiş Müslüman âlimlerin sürekli olarak kullandıkları “çöküş“ deyiminden başlayalım önce; evet, “çökmüş” bir dünya olarak tanımlanıyordu İslâm dünyası. Ama bu değer yargısı hemen şu soruyu akla getiriyor: “Neye göre çökmüş, hangi ölçüye göre çökmüş “ Bir şeyin kendisiyle ölçüldüğü ve kendisine göre çökmüş yargısına varılan bir ölçü olmalı ortada. Burada, bazıları ölçü diye Islâm’ın İlk yüzyıllarını alıyorlar; ama, yine de bilerek ya da bilmeyerek, çöküş durumunun ölçüsü olarak gizliden gizliye modern Batının değerler sistemi benimsenmektedir. Bunun en güzel kanıtı da, şu anda Batıda geçerli olan anlamı çerçevesinde ele alınan bilim sorunudur.

Çoğu oryantalist gibi, pek çok modernleşmiş Müslüman da, bilimle medeniyeti bir saymakta ve herhangi bir insan toplum ve kültürünü değerlendirmenin ölçüsü olarak, bir bilim ortaya koyup koymadığına bakmakta; ancak bilim tarihinin öğrettiği dersleri hiç mi hiç hesaba katmamaktadır.

Bu durumda, İslâm medeniyeti de, Batı’nın bugün yüklediği fonksiyon içinde bir bilim adamı yetiştirmekten kesildiği andan itibaren çökmeye başlamış olarak görülmektedir. Ve bu kesintinin tarihi olarak da, yine çoğu Müslüman yazar, daha şu son zamanlara kadar, İslâmî zihnî hayatın tüm yönlerine karşı duydukları ilgiyi İslâm’ın Batı’yı etkilediği dönemle sınırlayan, Batılı kaynakların verdiği tarihi almaktadırlar. Bunun sonucunda, felsefeden matematiğe,Islâm’ın neyi varsa, bir yerlerde, İslâm’la Batı arasındaki zihnî temasın pratik amaçlar düzeyinde sona erdiği yedinci/on üçüncü yüzyılda gizemli biçimde birden çöküntüye uğrayı-vermektedir. Bu görüşü benimseyen modern Müslüman yazarlar.

Kendileri bir araştırma yapına veya hiç olmazsa astronominin dokuzuncu/on beşinci yüzyılda ne kadar önemli ve islam tıbbının on ikinci/on sekizinci yüzyıla değin İran’da ve Hindistanda ne kadar canlı olduğunu gösteren Batılı bilginlerin daha yeni ve daha az tanınan araştırmalarına dalma zahmetine bile katlanmıyorlar.

İnceleyin:  Batılılaşma -Türkiye-Batı İlişkilerinin Ontolojik Derinliği-

Medîne toplumunu en mükemmel İslam toplumu tüm diğer İslâm toplumlarının ona göre yargılandığı hu toplum modeli“ olarak gören geleneksel İslâmî bakış açısına değil de, modern Batı’nın dünyevî yönü içindeki ‘medeniyet’ ölçüsüne’ dayanan bu çöküş anlayışı, genç Müslumanların zihinlerini dumura uğratmış ve onların kendilerine ve kendi kültürlerine olan güvenlerini yitirmelerine yol açmıştır, İslâm dünyasında, aşama aşama ve normal bir ‘yaşlanma’ ve zamanla vahyin semavi kaynağından gittikçe uzaklaşma süreci olarak meydana gelen çöküşü, bu çöküşün en son niteliği üzerinde fazla durumdan tasvir etmek yerine, bu tür yazarlar, İslâm dünyasının yedinci/on üçüncü yüzyılda çökmeye başladığı gibi hayâli ve iğrenç bu kuram ileri sürmektedirler.

Eğer durum dedikleri gibi olmuş olsaydı, İslam’ın büyük bir medeniyeti besleyip, bugüne değin yaşayan bir güç olarak ayakta kalmasına imkân bulunmayacağı gerçeğini nedense unutuyorlar, İsfahan’daki İmam Camii, İstanbul’da Sultanahmet Camii veya IV Mahal gibi san’at şaheserlerini, bir Câmî’nin, bir Sâib Tebrizinin edebî şaheserlerini ve bugüne değin büyük velîler yetiştire gelen tasavvufun içerdiği her zaman canlı manevî İslâm geleneği şöyle dursun, bir Molla Sadra ve bir Şeyh Ahmed Sırhındı (İmam-ı Rabbâni )nin kelam sentezlerini bir yana itiveriyorlar. Şurası gerçek ki, eğer çöküş,bütünüyle Batılı değer yargılarını kabul eden şu modernleşmiş Müslüman yazarların hayâl ettikleri ve ileri sürdükleri gibi, İslâm dünyasını çok erken bir tarihte yakalamış olsaydı, ortada, bu gruba şu yüzyılda ‘diriltmeleri’ için İslâm medeniyeti diye bir şey kalmazdı. Yığınla oryantalistin görmek istedikleri biçimde, uzun zaman önce ölmüş ve arkeolojik bir ilgi konusu haline gelmiş olurdu Islâm medeniyeti.

Seyyid Hüseyin Nasr,İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir