İnsan, Sosyal Bir Varlıktır

images-7 İnsan, Sosyal Bir Varlıktır

Şüphe yok ki, insani ictima (insanların toplum halinde yaşamaları) zaruridir. Fi-lozoflar bu hususu “insan, tabiatı icabı medenidir” sözleriyle ifade etmişlerdir. Yani insan için cemiyet düzeni içinde yaşamak şarttır.(1) Hükemanın ıstılahın da bu ictimaa medeniyet (medine) adı verilir ki, umranın manası da bundan ibarettir. Bunun izahı şudur: Allah Teala insanı yaratmış, gıdasız yaşaması ve hayatını devam ettirmesi mümkün olmayacak surete ve biçime koymuş, fıtratı ile gıdasını aramayı ve kendisine tevdi edilen kudret ile bunu elde etmeyi ona belletmiştir. Ancak insanlardan bir kişinin kudreti, muhtaç olduğu bahiskonusu gıdayı tek başına elde etmeye kafi gelmez.

Hayatını devam ettirmesi için bu gıdanın asgari olan kısmını bile tam olarak temin edemez. Bu gıdanın, farz edilmesi mümkün en az miktarını ele alalım, bu miktar mesela bir günlük rızık kadar buğday olsun, işte bu miktar bile onu öğütme, hamur yapma ve pişirme gibi bir çok zahmet ve muameleden sonra hasıl olur. Bu üç işten herbiri için bir takım alet ve edevata muhtaç olur.

Bunlar ise demirci, marangoz ve çömlekçi gibi müteaddit sanatları İcra eden şahıslar olmadan vücuda gelmez. Farzet ki, insan hiç bir muameleye tabi tutmadan doğrudan doğruya buğday tanesi yemektedir. Bu takdirde bile ekme, hasat etme, daneyi başağından çıkarmak için döğme gibi babiskonusu işlerden daha çok olan diğer bir takım muamelelere ilaveten tohuma muhtaçtır.

Bu muamele ve işlerden her biri de ayrıca evvelkisinden daha fazla bir takım sanatlara ve aletlere ihtiyaç gösterir. Bütün bunlara veya bir kısmına bir tek şahsın kudretinin kafi gelmesi imkansızdır. O halde hemcinsinden olan bir çok kişilere ait kudretler bir araya toplanmalıdır ki, hem kendisinin ve hem de onların rızık ve maişetleri temin edilmiş olsun. Bu zaruri olarak böyledir. Yardımlaşma suretiyle, istihsal (üretim)e iştirak edenlerin kat kat fazlasının ihtiyacını karşılayacak kafi miktarda mal ve rızık hasıl olur.(2)

Aynı şekilde her insan kendini savunmak için de hemcinsinin yardımına muhtaç olur. Çünkü Allah Teala tüm hayvanların tabiat ve mizaçlarını terkip edip kudret ve kuvvetleri bunlar arasında taksim ettiği vakit, yabani hayvanların pek çoğunun, kudretten aldığı haz ve nasibi insanınkinden daha mükemmel kılmıştır. Mesela atın sahip olduğu kudret, insanın kudretinden çok daha fazladır. Eşek ve öküzdeki kuvvet de böyledir. Aslanın ve fılin kudreti ise onunkinden kat kat büyüktür. Hayvanlarda düşmanlık (ve saldırmak) tabii olduğu için Allah, hayvanlardan her birine bir organ vermiştir.

Bu organ, başkalarının saldırısından ulaşan zararlara karşı, savunmaya mahsustur. Allah bütün bunlara karşılık ve bedel olmak üzere insana fikir ve el verdi. El, düşüncenin hizmeti ve desteği ile sanatlar için hazırlanmış ve yaratılmış bir organdır. Sanat sayesinde insan için aletler hasıl olur. Bu aletler, öteki hayvanların kendilerini savunmaları için sahip oldukları organların yerine geçer.

Mesela (insanın yaptığı) süngüler, süsmeye yarayan boynuzun yerine geçer. Kılıçlar, yaralayıcı pençelerin yerini tutar, kalkanlar ve zırhlar hayvanlardaki kalın ve sert derilere karşılıktır. Buna verilecek daha başka örnekler de vardır. Calinos; Kitabu menafii ‘l-azd (Organların faydaları) isimli eserinde bu hususa dair daha başka örnekler de zikretmiştir.

İmdi bir tek kişinin kudreti; yabani hayvanlardan, özellikle bunların yırtıcı olanlarından bir tanesinin kudretine mukavemet edemez. Şu halde o, umumiyetle tek başına kendini müdafaa etmekten acizdir. Savunma işi için hazırlanmış olan aletleri kullanmaya da (tek başına) gücü yetmez. Şu halde bütün bu hususlarda, kendi cinsinden olan kişilerle yardımlaşması mutlaka lazımdır.

Bu yardımlaşma (teavün) olmadığı sürece kendisi için erzak ve gıda hasıl olmadığı gibi hayatı da tam ve düzgün olmaz. Zira Allah Teala, onu hayatında gıdaya muhtaç olacak şekilde terkib ve halketmiştir. Tek başına yaşayan kimseye, silahı olmadığı için kendim savunma hali de el vermez. Böylece diğer hayvanların avı olur. Ömrünün sonuna kadar yaşayamadan, helak ve telef olmak yakasına yapışır.

Bu suretle insan nevi batıl ve mahv olur. Yardımlaşma hali mevcut olunca, insanın gıdasını teşkil eden erzak ve savunmasına yarıyan silah temin edilmiş, bu suretle insanın bekası ve nevinin muhafazası hususundaki Allah’ın hikmeti tam olarak gerçekleşmiş olur.

Şu halde insan nevi için ictima (social organization) ve toplu olarak yaşamak zaruridir. Aksi takdirde insanların varlıkları ve onlar vasıtasiyle Allah’ın alemi mamur ve onları arzda kendine halife kılma (Bakara, 2/30) yolundaki iradesi tam olarak gerçekleşmiş olmayacaktı. Bu ilmin konusu olarak tesbit ettiğimiz umranın manası işte budur.

Bu sözde bir nevi fennin (ve umran ilminin) kuruluşuna esas teşkil eden mevzuu ortaya koyma manası vardır. Bununla beraber bir ilmin konusunu isbat ve ortaya koymak, o ilmi kuran kişinin görevi değildir. Zira mantık ilminde yerleşmiş bir kaideye göre bir ilmi kuran zata, o ilimde mevzuu isbat ve tesbit etme düşmez. Ama böyle yapılması mantıkçılara göre mahzurlu bir şey de değildir. Bu takdirde bir ilmi kuran zatın, o ilmin konusunu ortaya koyması bir teberru sayılır. Lutfu ile muvaffak kılan Allah’tır.

İnceleyin:  Kenan Çağan - Postmodernizm ve Mahremiyetin Dönüşümü ''Alıntılar''

Sonra bu ictima insanlar için hasıl olup alemin ümranı onlarla tamamlanınca, bu takdirde insanları birbirine karşı koruyacak (ve saldırılarını defedecek) bir vazia (kötülük yapmaktan caydırıcı bir güce) mutlaka ihtiyaç vardır. Çünkü, saldırmak ve haksızlık yapmak (udvan ve zulm) insanların, hayvani tabiatlarında mevcuttur. Yabani hayvanların tecavüzlerini defetmek için imal edilmiş olan silah, insanlardan gelen tecavüzleri defetmeye kafi değildir. Çünkü aynı silah diğer insanların hepsinde mevcuttur.

Şu halde insanların yekdiğerine karşı tecavüz etmelerini önleyecek “başka bir şeye” behemehal ihtiyaç vardır. Bahiskonusu “başka şey”, kendilerinin dışında olan bir canlı olamaz. Çünkü hayvanların tümü, idrak ve ilham itibariyle insanlardan eksiktirler. O halde bahiskonusu vazi’ (hakim ve yasakçı otorite) insanlardan biri olacaktır. Fakat bu vazi’in diğer insanlar üzerinde bir galebesi sultası, kahir eli ve üstün bir hakimiyeti bulunacaktır. Böyle olmalıdır ki, bir kimse diğerine tecavüz edemesin, zarar veremesin. Hükümdarın (mülkün ve üstün otoritenin) manası işte budur.

Bu suretle açıkça anlaşılmaktadır ki, insan için tabii bir özellik (olarak hükümdarlık) mevcuttur. Bunun onlarda mevcut olması zaruridir. Hükemanın zikrettiği üzere bu, yani bir başa ve hükümdara sahip olma hususu bazı dilsiz yabani hayvanlarda (hayvanat-ı ucm, ve hayvan-ı natık olmayan canlılarda) da mevcuttur.

Nitekim arı ve çekirgede böyle bir durum vardır. Çünkü yapılan incelemeler, bu hayvanların, yaratılış ve vücutları bakımından onlardan farklı ama şahıs (fert ve şekil) itibariyle kendilerinden olan bir reisin hükmüne girdiklerini, ona boyun eğdiklerini ve tabi olduklarını göstermiştir. Ancak bahiskonusu husus insandan başkasında, fıkrin ve siyasetin icabı olarak değil, fıtratın ve hidayetin (içgüdünün) gereği olarak mevcuttur. “Allah her şeye yaratılışını vermiş ve tutacağı yolu göstermiştir” (Taha, 20/50). (Yukarıda yapılan açıklamalarla yetinmiyen İslam alemindeki) filozoflar bu delile ilaveler yapmaktadırlar.

Zira onlar nübüvvetin varlığını ve bunun insanlara ait tabii bir hassa olduğunu akli delille ispat etmeye çabalamakta, bu delili son haddine kadar takrir ve izah etmekte ve insanlara haksızlıkları yasaklayan (nüfuzlu ve tesirli bir otoritenin) bulunması şarttır, sonucuna ulaşmakta ve sonra da şöyle demektedirler:

Sözkonusu hüküm, Allah tarafından farz (ve takdir) kılınmış ve insanlardan biri vasıtasiyle tebliğ edilmiş bir şeriata dayanır, şer’ ile hasıl olur, şeriatı tebliğ eden zat, Allah’ın ona tevdi ettiği ilahi hidayet hususiyetleriyle diğer insanlardan temayüz eder. Temayüz etmesi, kendisine teslimiyet gösterilmesi ve tebliğ ettiği şeylerin ondan kabul edilmesi için şarttır. Red, inkar ve aşağılanma durumu olmaksızın insanların içindeki ve üzerindeki hüküm (ve hakimiyet) bu suretle tamamlanmış olur.(2/1)

Görüldüğü gibi hükemaya ait bu kaziye kesin bir delile dayanmaz.(2/2)Çünkü (ic-timai) varlık ve beşerin hayatı bazan bunsuz da tamamlanır. Bir hakimin kendisi için vaz ettiği hüküm veya insanları zabt-u rabt altına alma ve kendi yoluna sevketme gücünü veren asabiyet ile de ictimai varlık ve beşeri hayat tamamlanabilir.

Dikkat edilmelidir ki, ehl-i kitap olan ve nebilere tabi bulunanlar, Mecusilere (ve putperestlere),nisbette azdır. Ehl-i kitap olmayan gayr-i müslimlerin dünyadaki nüfusun çoğunluğunu teşkil ettiği muhakkak olmakla beraber, bunların yaşayabilmeleri bir yana, devletleri ve (medeni) eserleri de mevcut olmuştur. Zamanımızda da (peygambersiz kalan) kuzey ve güneydeki mutedil olmayan iklimlerde durum böyledir.

İnsanlar için tesirli bir yasakçı (güçlü bir otorite) olmazsa beşeri hayat behemehal bir anarşi halini alır, böyle bir hayat ise mümkün değildir. Halbuki kitap ehli olmayan gayr-i müslimlerin cemiyetleri ve devletleri bunun, yani anarşinin aksi olan bir vaziyettedir. (Demek ki şeriat olmadan da bir toplum düzeni ve devlet teşkilatı kurabilmişlerdir).

Verilen izahatla, nübüvvetin vücubu hakkındaki filozofların görüşlerindeki hata açığa çıkmış, nübüvvetin akli olmadığı ve onu idrak etme vasıtasının sadece şeriat olduğu anlaşılmıştır. Bu ümmetin selefi olan zevatın mezhebi de budur. Tevfik ve hidayetin sahibi Allah’tır.(3)

İbn Haldun – Mukaddime,cild 1,syf. 213-216, trc.Süleyman Uludağ

Dipnotlar:

1-İbn Haldun, birinci kitabın birinci babının bölümlerine fasıl değil, mukaddeme ismini vermekte, bu suretle bu babta anlatılan hususlarını bundan sonraki beş babın girişi ve önsözü mahiyetinde olduğuna işaret etmektedir.

2 İbn Haldun, ayrı ayrı insanlara ait emek, kudret ve iş yapma gücünün birleşmesiyle, kifayet miktarında olmak şartiyle istihsale katılan kişilerden kat kat fazlasının ihtiyaçlarını temin edecek mal üretmenin mümkün olduğuna, aynı kişilerin ayrılmaları, dağınık yaşamaları ve herbirinin kendi ihtiyacını bizzat kendisinin temin cinsi halinde sadece kendi ihtiyacını bile karşılayamayacağını belirtmekte,birlikte iş yapınanın ve ortaklaşa çalışmanın lüzumuna,ehemmiyetine ve karlılığına dikkat çekmektedir. Aynı hususu Mukaddime’de değişik vesilelerle kuvvetle vurgulayacaktır. Bahusus kollektivizm bakımdandan da önem taşıır. Bkz: bu kitap,~-652.

İnceleyin:  Felsefe-Tarih ilişkisi

2/1-Bkz. Maverdi, Edebü’d-dünya ve’d-din, Mısır, 1973, s. 138; Ahkamus-sultaniyye, s. S.

2/2 Bkz. bu kitap, s. 346

Pirizade bu kısmı tercüme ederken şunları yazmıştır: “Eğer şeriat olmasaydı, mülk ve saltanat dahi nizam bulmayıp, halk padişahların emri haricine çıkıp alem hercümerc olmak lazım gelirdi’, diyerek hükema mülk ve saltanatın vücuduna şeriatı esas kılıp ‘şeriatsız mülk ve devlet berkarar olmaz’, derler. Lakin mülk ve saltanat mevzuunda hükemanın bu delilleri yakin ifade etmeyip davalarını ispatta kifayetsizdir. Zira hükemanın reyine göre insanların hayatı ve bekaları, birbirinin tecavüzleri-ni def için mülk ve saltanata bağlı olup mülk ve saltanat dahi şeriata muhtaç olmakla şeriatsız hayat-ı beşer olmamak icabeder. Halbuki şeriat ve milletsiz (dinsiz} dahi nizam-ı umur-ı beşer tamam olup mülk ve saltanatlar zuhur etmiştir”.

İbn Haldun mülkü, devleti, ictimai hayatı ve bir başkanın hükmü altında yaşamayı, -ister mümin, ister münkir olsun-bütün insanların tabii ve fıtri bir hassası ve özelliği olarak kabul etmiş, halbuki nübüvveti insanlara ait bir hassa olarak değil, Allah’a ait bir lütuf olarak görmüş ve bundan dolayı akli delillere dayanarak ve ictimai hayattaki nizamı esas alarak niibüvvetin ispat edilemeyeceğini, zira kendilerine hiç peygamber gönderilmemiş ve ilahi kitap indirilmemiş bir çok kavim ve milletlerin (İbn Haldun, Mecusiler deyimini, Ehl-i kitap olmayan gayr-i müslimler manasında kullanmak-tadır) de pekala bir devlet kurarak ictimai bir hayat yaşadıklarını, hatta bunların Ehl-i kitap olan ka-vim ve milletlerden daha çok olduklarını göstermiştir.

Gerçekten bugün de dünya milletlerinin ve kurulu devletlerin tamamına yakın bir kısmı şeriatsız olarak devletlerini idare etmektedir. Bütün Hıristiyan devletler şeriatlannı bir yana bırakıp laikleşmişler ve geniş ölçüde Müslüman milletler ta-rafından da takip edilmişlerdir.

ibn Haldun’un üzerinde durduğu husus şeriatın lüzumsuzluğu değil, ictimai hayat ve devlet müessesesi için şeriatın varlığının şart ve zaruri olup olmadığıdır. O, burada sadece durum tesbiti yapmaktadır. Ancak, kesin bir mecburiyet yokken, herkesin ittifak halinde bulundukları bir meselede, filozofları öne sürerek düşüncelerini ortaya koyan İbn Haldun’un bu tutumu son derece anlamlıdır. Laikliği esas alan bunca devletler varken, şeriat ve din olmadan ictimai hayat ve devlet olmaz, demek doğru değildir. İbn Haldun’u, laik bir ictimai hayatın ve devlet müessesesinin mübeşşiri olarak görenlerin dayandıkları delillerden biri de onun İslam filozoflarına cevap verirken söylemiş olduğu yukardaki sözlerdir.

Eski Yunan filozofları nübüvvet konusu üzerinde durmadıklarına göre buradaki hükema ve filozoflar sözü ile İslam filozofları kastedilmiştir. İbn Haldun’un, filozofları red ve tenkit ettiği noktayı biraz daha açmakta fayda vardır:

Hükemanın bir kısmı mülk ve devlet müessesesini izah için nübüvvet hadisesine müracaat ve istinat etmişlerdir. Bunlar tabiat üstü bir hadise olan peygamberliği ruhi bir hadise olarak telakki etmişler, bu suretle onu tabiat içinde ve tabii arniller tesiriyle aydınlatmaya çalışmışlardır. Yani nübüvveti, tabii bir hadise olarak kabul etmişler, ve “onsuz mülk ve devlet olmaz”, demek suretiyle, devletle dini (şeriatı) birbirine sıkı bir şekilde rabt ve mezc etmişlerdir. Farabi, İbn Sina ve özellikle İbn Rüşd’de bu kanaat mevcuttur.

İbn Haldun’a göre bu düşünce yanlıştır, çünkü tarihi ve ictimai gerçekiere aykırıdır.İslamdan önce de sonra da Mecusilerin, yani Ehl-i kitap olmayan gayri müslimlerin cemiyetleri, devletleri ve medeniyetleri olmuştur. Halbuki devlet ve medeniyet, hiç bir zaman fevza, hercümerc ve kargaşa için-de vücud bulmaz.

O halde kitapsız cemiyetler ve kavimler, şeriata dayanmadan devlet ve medeniyet kurmuşlrdır. Durum bu olunca, hükemanın : “Şeriatsız mülk, devlet ve i etimal nizam tesis edilemez”, demeleri asılsız ve batıl bir davadan başka bir şey değildir. Şu halde, filozofların zannettikleri gibi nübüvvetle mülk, şeriatla devlet arasında zaruri ve mantık! bir münasebet mevcut değildir. Tabii ve zarurl olan, her cemiyette bir vazi ve hakimin mevcut olmasıdır.

Bir cemiyette ve devlette, hükümleri ve esasları, peygamber tarafından tebliğ edilen bir şeriatla (hukuk sistemi ile) nizam ve emniyet tesis edilebileceği gibi, herhangi bir vaz! ve hakimin bizzat ortaya koyduğu kanunlarla veya o hakimin, halkı itaat altına almasına ve kendi yoluna sevketmesine imkan veren asabiyetle de tesis edilebilir. Bu durumda da kargaşa önlenmiş, düzen kurulmuş olur.

Görülüyor ki, hükema, nübüvvet müessesesini tabiat ve akıl alanına sokup onu mülk ve devletin zaruri bir parçası haline getirirken; İbn Haldun, nübüvveti akıl üstü harikulade bir hadise olarak kabul etmekte, bunun akıl ile değil, selefin de dediği gibi şeriatla idrak edileceğini ifade etmekte, halbuki nübüvvet ve onun getirdiği şeriat olmaksızın mülk ve devletin akılla izah edilebileceğine, çünkü bunun beşer hayatı için tabii ve zaruri bir şey olduğuna inanmaktadır. Kısaca, İslam filozofları mülkle şeriatı, devletle dini birleştirirken, o, bunları ayırmakla ve bunların müstakil birer ictimai müessese olduklarını söylemektedir.

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir