İnsan Nedir, Ne Olmalıdır?
İnsan, ten ve duygu görüntüsüyle bedenlendiği için, durumunun cisim olduğu; ruhu ise latif olduğundan, onun ruhî durumunun da latif olacağı hakkında… Bütün varlıkların kaynağı olan latif âlem, ruhların yurdudur. O âlem en yüce âlemdir, şu dünya ise, en aşağı âlemdir. O yüzden Peygamberimiz aleyhisselâm insan bedeninin bir binek[9] olduğunu söylemiştir. Nitekim İsa aleyhisselâm şu semâya gitmedi, aksine İlâhî nurların ve vasıfların semâsı olan en üst göğe yükseldi. İnsanın çifte doğumu hakkında… insan, bir kere annesinden, ikinci kere de kendi bedeninden ve kendi varlığından doğmalıdır! Vücut, bir yumurtaya benzer. İnsanın özü, o yumurtanın içinde, aşkın sıcaklığıyla, bir kuş olmalıdır! O zaman bedeninden kurtulacak ve mekânın ötesindeki ebedî ruh âlemine kanat açacaktır. Eğer iman kuşu, onun varlığından doğmazsa, bir düşüğe (düşük cenine) benzer o. Çünkü bu dünyada kör olan, âhirette de kör olur.[10]
Allah Resulü sallallâhü aleyhi ve sellem, bedenin binek olduğunu söyledi. Fakat ruh veya akıl nasıl binek olabilir? Madem öyle buyurdu, sen vücudunu binek olarak gör de, bedenini ebediyet âleminde arama! Açık ve nettir ki gökkubbede, yeryüzü de nefis için bir ahırdır. Eğer sen at değilsen, çık bu ahırdan, okyanustan çıkan inci gibi! Su damlası istiridye-nin karnında inci olduğu zaman[11], o sedefin (kavkının) içinde asla durmaz. Kuş yavrusu tüylenince yumurtayı kırar ve dışarı çıkar. İster ispinoz olsun, ister ankâ, kabuğunu kırar ve havalanır.
Çocuk da dokuz ayı doldurunca, ana rahminden çıkar ve kendisini sıkan o dar hapishaneden kurtulur. Çıkmazsa, bil ki o, ana karnında ölmüştür ya da zaten o çocuk değildir. Karaciğerdeki bir yumru gibidir o, fakat kadın onu oğlan sanmıştır. Oğlan olsaydı tekmeler atar, baş kaldırır da annesinin bedeninden şu dünyaya çıkardı. Göğü ve yeri bulunan, sayısız ovaları ve dağlan, sınırsız okyanusları ve denizleri olan şu uçsuz bucaksız cihana adım atardı.
Eğer sen de bu (mânevi) nurlarla doluysan, şu karanlıklar âleminden kendini kurtar! Meryem’e benzeyen şu bedenden babasız bir İsa doğur! Kendinin esiri olarak kalma! Sen o mânevi hâzinenin parçasısın! Bağlanma bu bedene, ruhsun sen!
Ana rahmindeki (ana rahmine benzer bu dünyadaki) senin şu hareketin, senin hoşnutluğun yüzündense, o hareket yararsız ve boştur. Çık şu dünya bedeninden bir kere daha da, yol al akıl ve ruh âlemine!
Tozu gümüşe karışmış bir madene benziyorsun sen. O gümüş, madende gizli; topraksa, beden gibi âşikâr; gümüş de, ruh gibi gizli. Gümüş maden ocağının toprağından çekilip çıkarılınca, o toprağın hiçbir değeri kalmaz ve terk edilir. O toprağın değeri gümüşten gelmekte, onsuz sadece tozdan ibarettir o. Her ne kadar o toprak gümüşle aynı zamanda madenden çıkıyorsa da, gümüşle aynı değeri taşımaz. Şayet o toprak bizzat kendisinden çıkıp arınmazsa, yararsız ve kısır olarak kalır. Hiçbir şeye yaramaz ve gümüş sikke gibi değerli olmaz. Yahut da su içinde bulunduğu hâliyle denizden çıkan bir istiridye kabuğudur ki, bir incinin doğuşunu sağlamadıkça, gümüş ve altın parayla asla satın alınmaz. İşin erbabı olanın da, olmayanın da gözünde onun değeri olmaz.
Öyleyse, tehlikelerden kurtulup Allah’ın himayesine girebilmek için, sen de topraktan doğup çıkan gümüş ve altın gibi ikinci bir kere daha kendi kendinden doğ! O zaman melek gibi göklerde ebediyen oturursun ve sana can şarabını bizzat Allah sunar.
Maden ocağının toprağı potaya dökülünce erir, değişim geçirir ve kıymetli hâle gelir. Sen de (mânevi) arayış içindeysen, samimiyet (ihlâs) potasında aşk ateşiyle erimelisin. Erimelisin ki kendi varlığının perdelerinden sıyrılasın ve Allah’ın şarabıyla mest olasın.
Çünkü iki kere doğmak gerek! Birinci sefer anneden, ikinci sefer bizzat kendinden… Madem birinci doğumdan geçtin, vuslata (Allah’ın varlığı içinde erimeye) ermek için İkincisini de elde etmeye çalış! Canını Hak yoluna ada da, Allah’tan hem destek, hem de ders al! Bir cana mukabil, bin can elde edersin o zaman! Bir taneye karşılık, iki yüz taneye kavuşursun. Böğürtlenlerle dolu bir tarla yerine, bir gül bahçesi kazanırsın; çamur verir, misk alırsın.
Cennete kıyasla şu dünya dar ve karanlık bir kuyuya benzer. Ebediyet âleminin cenneti, büyük ruhların konağıdır.
Bizim dünyamız bir çukur gibi daracıktır, bunu anlamayan kişi, sapmış, yolunu yitirmiş biridir.
Aslında bu iki âlem birbiriyle mukayese edilemez. Hiç neşe ile keder karşılaştırılabilir mi?
Sağlığı hastalıkta arama; yoksul biri hâzinenin ne olduğunu bilebilir mi? Bir körün görüşü olabilir mi? Nasıl olur da duvar ve kapı sözlerin tatlılığından haz alır?
Âhiret âlemi, mükemmel bir hayattır, ölümün tozu orada o şaraptan içer. Bu dünya öbür âlem sayesinde canlandı ve yeşerdi; onun ışıltısı olmasaydı, kuru bir deri gibi cansız olurdu.
ölü ile diri arasında hiçbir münasebet yokken, cennetle cehennem arasında hiç ortak bir yan olur mu? öte âlem sonsuz nurlar ve sevinçlerle, bu âlem ise geçici karanlıklar ve ıstıraplarla doludur.
Sözün özü, ebediyet âleminde Allah’ı müşahede edebilmek için vazgeç sen kendinden! Kadehsiz ve şarapsız sarhoşluğa ermek için, kendi yanlışlarından ve kendi varlığından sıyrıl! Göklere Hz. Isa gibi merkepsiz[12] yüksel ve Hz. Musa’yı bile gerilerde bırak! Yücelt gönlünü göğe kadar, ayın güzelliğini perdesiz seyreyle! Buhar ve dumanla dolu şu gökkubbeyi, şu loş semâyı bırak da, bu göğe hükmeden ve bunun kabukluğu yanında kendisi öz ve çekirdek olan o göğe doğru yücel sen!
O eşsiz Senâî[13] hazretleri baksana kitabında ne yazmış:
Nice nice gökler vardır Ruhun hükümranlığında, Şu dünyanın göklerine hep onlar hükmederler.
Demek ki akıl sahibi bir adam, bizim gezegenimizin semâsına değil de, işte o göklere doğru yönelip yükselir.
Şu gökkubbe şekildir, mânâ değildir (kabuktur, öz değildir), kanatlı varlıkların yeridir orası. O gök ve bu yer, her ikisi de, yukarıdaki yedi kat semâ ile alttaki yedi kat arz, fânidir.
Şekil, yüksek de olsa alçaktır, nihayetinde yokluğa düşecektir. Onu yukarıda tutan bir güç var, aşağıda olanın da o güce ihtiyacı var.
Allah’ın kudreti mekâna yayılsa da, mekânın üstündedir. Mekândaki gücünü duyularla idrak edebiliriz, mekânın ötesinde olan kudreti ancak can gözüyle algılanabilir. Kim bu duyulardan ve yönlerden kendini kurtarırsa, Sevgiliyi görüp seyreder ve yakasını tehlikelerden de kurtarır.
Şekiller, perdelerden ibaret oldukları ve gaye olmadıkları için, akıl asla bir perdeyi tanrılaştırmaz.
Hz. İsa’nın yükseldiği gök, şu gök değildir; onun varlığı latif4 idi, latif bir âleme gitti.
Allah güzeldir ve O güzelliğe tecelli eder. O’na lâyık olan sadece hayırdır, iyiliktir. Şüphesiz ki iyi iyiye doğru gider, kötü de kötünün yanında kalır. Temizler temizlere, murdarlar da kendi benzerlerine giderler15. Her cins kendi cinsini doğurur, bir cins bir başka cinsten doğup gelemez. Arayan biri kendi cinsini bulduğunda, dilsizse dili açılır.
Ey akıllı kişi, her eş ve yoldaş sana lâyık değil! Gözünü aç da gör, iki niteliğin var senin: Biri bu dünyadan gelir, diğeri en yüce gökten! Dünyaya saplanıp kalanlar, can göğünden uzaktırlar, en yüce göğe, yani Arş-ı Âlâya mensup olanlarsa, güneş gibi nur saçarlar.
Sen onlara git, çünkü onlarla aynı özdensin! Eğer insansan sen, cin ve şeytanlara gitme!
İki cins karşısında bulursan kendini, en iyiyi seç; soysuzu bırak, soyluyu al! Her dem Hak âşıklarını ara; sözlerin hep onların sözlerinden olsun!
Aşkın âşıklar sayesinde artar. Onlara dost olursan, muradına erersin.
Ey benim kardeşim! Sana (mânen) yabancı olanlarla asla düşüp kalkma, kalkma ki imanında ihlâsa erebilesin!
Sultan Veled – Sufilerin Sırları,syf:23-27
14 Maddeyle değil ruhla ilgili, gözle görülebilecek maddî bir varlığı olmayan; karşıtı: kesif.
15 Şu âyete îmâ: Yozlaşmış kadınlar yozlaşmış erkeklere; yozlaşmış erkekler de yozlaşmış kadınlara yaraşır. Tıpkı lekesiz kadınların lekesiz erkeklere; lekesiz erkeklerin de lekesiz kadınlara yakıştığı gibi, Nûr, 24/26.