Karakoç, insan olmayı bir imkân yelpazesi olarak kabul etmektedir. İnsan, yelpazenin neresinde olacağına kendisi karar verebilen yaratıktır. Yaratılanların en şereflisi veya aşağıların en aşağısı olmak insanın kendi elindedir. Bu bakış açısıyla Karakoç insanı şu şekilde gruplandırır:
a.Tabiata özdeşmiş gibi yapışık duran insan.
b.Sürekli tabiattan kaçış halinde olan insan. Bu kaçış, doğaya belli noktalarda bilinçli bir karşı koyma denebilecek bir tutum değildir. Öyle olsa anlamlı ve değerli olabilirdi.
c.Yeryüzü seviyesindeki insan. Hayvan ve bitkiye daha yakındır. Eşyanın dış yüzüyle diyalogda olmak onu mutlu etmeye yeterlidir, ötesiyle ilgilenmez.
d.Muallakta yaşayan insan. Sürekli hayaller, rüyalar içinde ve askıda olmayı sever. Esen rüzgarlar ona şekil verir, çünkü amorfdur ya da deformedir. Hiçbir zaman bir sabitliğe ulaşmaz.
e.Küçük zavallılıkların esiri insan. Bilgisi artarken, bilgisizliğini fark eder. Bu çelişkiyi fark eder ama yine de bilginin çekiminden kurtulamaz. Bazen aklı inkâr ederken bazen de akim tutsağı olan insan.281
Karakoç, zikredilen grupların hiçbirini ideal insan olarak görmez. O, insanın bu dünyaya boşu boşuna gelmediği inancındadır. İnsanı “bir ömür ruhunu yontan hakikat artisti” şeklinde tarif eder.282 İnsanın bu dünyadaki serüveni, bir kendini arama süreci olmak durumundadır.283 İnsan âdeta bu dünyada kendi portresini çizmeye çalışır. Bazen bu portreyi bitirip gider, bazen de yarım bırakır.284 İnsan kendinden kabiliyetinin elverdiği ölçüde üstün insanı çıkarmadıkça, kendisi olamaz, kendi kendisinin malzemesi olarak kalır. Çünkü Karakoç, insanın yegâne ödevini, “ölü, statik malzemesinden, canlı ve diri, dinamik ve anlamlı ruhun varoluş heykelini çıkarmak ve onu ebedîliğin ahenginde kalıcı kılmak” olarak görmektedir [285] insan böylece en üstün varlık olduğunu belirtecek, varoluşunu anlamlı kılacaktır.[286]
Karakoç, çağımızda insanın kendi anlamını yitirmiş olduğu kanaatindedir. Ne Doğuya ne Batı’ya ait, eski ve yeni dünyaya mal edilmesi imkânsız, ne için yaşadığının farkına varmak I için en ufak bir çaba göstermeyen, böyle bir kaygıyı taşımaktan uzak yeni bir insan türü üretilmiştir.[287] Oysa yeryüzündeki varlığını anlamlandırmadan insanın mutlu olması düşünülemez.
Çağımız insanının kendini değiştirme vaktinin geldiğine inanan Karakoç, kendini değiştirmeyi, bakış açısının değişmesi olarak algılar. Bu bakış açısının üç boyutu söz konusudur: |
-İnsanın Allah’a bakışı
-İnsanın kendine bakışı
-İnsanın eşyaya bakışı
İnsanın bu üç boyuta dair farklı eğilimler taşıdığını belirten Kara- j koça göre insan, varlığını anlamlı hale getirmek istiyorsa sağlıklı bir bakış açısına kavuşturmak zorundadır. Çünkü insan, tanrıtanımaz dahi olsa kendini Allah’a bakmaktan kurtaramaz. Aynı şekilde kendini ve eşyayı görmemesi, kendinden ve eşyadan tümüyle arınması da mümkün değildir. Tanrıya bakışıyla eşyaya, tabiata bakışı arasında bir uyum kuramamış, denge sağlayamamış insan ruhu sallantıda kalmaktan kurtulamayacaktır.[288]
Karakoç’a göre çağımız insanının en büyük hastalığı, yaratıcıyı unutmak, eşyaya ve kendine köle olmaktır. İnsan yaratıcı, besleyici, yetiştirici ve eğitici olan Tanrıya teslim olarak, ruhunu eğitmeli, gerçek sağlık ve varlığına, asıl özgürlüğüne kavuşmalıdır.[289]
Karakoç, çağımız insanının huzura kavuşmak istiyorsa bu hatalarını görmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Önce pişmanlığının sonucu olarak “itiraf’ etmelidir. Suçlu olduğunu, aşırıya gittiğini, Tanrı’yı unuttuğunu, kendini putlaştırmaya kalkıştığını itiraf etmelidir. Bundan sonra da “tövbe”ye ihtiyacı vardır. Tövbe yeterince gerçek olursa, arkasından “çile” dönemi gelecektir. İnsan bu süreci yaşadıktan sonra bütün bir tarihini aklayabilir.[290] Ancak bu sürecin gerçekleşmesi için öncelikle insanın özünün bozulmamış olması veya özünden kıvılcımlara sahip olması gerekir.[291]
İnsanı özel bir varlık olarak kabul eden Karakoç’a göre, “İnsan, üstüne göksel bir ışık tutulmuş, bir anlam ve amaç podyumunda rolünü acemice ya da ustaca, berbat bir şekilde ya da olağanüstü bir yetenekle oynayan, kulisten kulağına fısıldananı tam ya da yarı işiten, önceden ezberlemiş olduğu için mükemmel tekrar eden ya da kekeleyip duran, hattâ kimi zaman söylenecek sözleri içinde hazır bulan, sanki yaşantısı an an filme alman bir eser kahramanıdır. Kimi insan bu durumun farkında ve titizliğindedir. Kimiyse farkında olmayarak bir raslantılar dizisi ve çatışmasını yaşadığını zannetmektedir”[292] ve “İnsan, yorumuyla doğanın anlamını kendi planına çekmek isteyen, deneyerek, sırlarını çözerek gücüyle ona boyun eğdirmek çabası içindeki varlıktır. İnsanın doğada özel bir yeri vardır. Makro âlemde ve mikro âlemde değişim ve hükmetme yetkisine sahip, davranışı ve iç yaşantısıyla tabi- atüstüne yükselme gibi saf anlamda kendine özgü iç uygarlık olgusunu gerçekleştirmiş tek varlıktır.”[293]
Allah’ın Halifesi İnsan
“Biz kendimize Tanrının armağanıyız”[294] diyerek insanı evrende bir kutlu yaratık olarak gördüğünü belirten Karakoç, Kur’ân’ın yaklaşımının izini sürerek insanı Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak görür.[295] însan yer, içer, uyur, gezer, yapar, yıkar. Fakat bunların hiçbiri insanın spesifik yanını meydana getirmez. İnsan ancak irade ve sezişiyle Allah’a teslim olur ve ona tapınırsa Allah’ın halifesi olur. Allah’ın halifesi olmak emekledir. Melek, yerini fiilleriyle tayin etme imkânına sahiptir. İnsanın Allah’a yönelişi, inkâr edebilme konumuna da imkân verdiğinden farklı bir mahiyettedir. İnsan iradesini ve aklını kullanacak, gerek nefsine, gerek dış dünyaya galip gelecek ondan sonra Allah’ın halifesi olacaktır.[296]
Karakoç, insanın evrenin bir örneği olarak, ömrü içinde hil-katten kıyamete kadar sürecek olanı yaşadığını düşünmektedir.[297] İnsan dünya serüveninde mutlak olan gerçek, güzel ve iyiliği anlaması için nisbi olan gerçeklik, güzellik ve iyilik örnekleriyle karşılaşır. Nisbîden mutlaka gidişteki başarısı insanı insan yapacaktır.[298] Yol boyunca insan iyiye, doğruya, güzele yandaş olmalıdır. Ruhça ve maddece ilerleme bu yandaşlıkta gizlidir.[299]
Karakoç’a göre insan, cennetten kovulan Âdem’den, yeryüzünün halifeliği ve tekrar büyük vuslat ve cennetle mükafatlandırma sürecinde pek çok engelle karşı karşıyadır.[300] İnsanın bu çok engelli yolda iniş ve çıkışlar yaşaması doğaldır. Karakoç, iniş ve düşüşlerin insanı olgunlaştıracağım, böylece insanın hayatın iç sesini duymaya başlayacağını düşünmektedir. Düşüş, fizik anlamlı yaşantıya metafizik bir anlam getirecektir. Düşüşsüz hayat biyolojik bir devinimden ibarettir. Ancak düşüş, yeni bir kalkış ve dirilişi getirmelidir. Ki hayat fiziği aşkın bir deneyle zenginleşmiş, transandantal anlamına kavuşmuş olsun.’41 İşte insan bu noktada, hakikati bulmuş ve ona teslim olmuş olmakla insanlık onuruna ulaşmış olacaktır.302
İnsan-Eşya İlişkisi
Karakoç, çağımız insanının eşya ile sağlıklı bir ilişkiyi kaybetmiş ve ters ilişkiler kurmuş olduğunu düşünmektedir. Bugün eşya-insan ilişkisi, dengesini kaybetmiş disiplinsiz bir hâl almıştır.303
Karakoç, yaratılışta eşya ve insanın yan yana fakat birbirinden farklı olduğu kanatindedir. Bu iki kavram arasında doğal ve kaçınılmaz ancak korunması gereken bir mesafe vardır. Günümüzde bu mesafe artık kaybolmuştur. Eşya artık insanın yerini almaya başlamıştır. Âdeta, eşya, Allah’ın halifesi olmak fırsatını kaçırmış insanın halifesi olma yolunda sağlam adımlarla ilerlemektedir.304
Karakoç, bugün eşya ile aramızdaki en önemli sorunu, eşyanın her geçen gün tabiatla aramıza girmesi olarak görmekte ve bunu şu şekilde dile getirmektedir: “Realite ile tecritler düzeninin, konkre ile abstrenin kompleks ile basitin çatışması insanın modern hafakanı olmaktadır. Daha açık bir tabirle eşya ve insan ilişkisi, geometri ile tabiatın kavgası haline dönüşmektedir.”305 Hattâ bazı kimselerin, insanı kolayca eşyaya irca etmekte olduğunu belirten Karakoç, çağımızda insanla eşya arasında sebepsiz ve tehlikeli bir mistisizm oluşmakta olduğunu tespit etmektedir. Oysa yaratılışta eşya ile insan belki yan yana ancak kesinlikle birbirinden farklıdır. Bunları birbirine karıştırdıktan sonra, tarih boyunca oluşan fikir, inanç, i düşünce, absürdlerin olağanüstü ve akıl üstü çıkışların hiçbir realitesi yoktu da bunca filozof boşuna mı didinmiştir? sorusunu sormaktadır. Karakoç insanı bu eşya ablukasından kurtarmak, bâtıl bir itikat halini almış eşya sevgi ve korkusundan ayırmak, onu yeni bir eşya fikriyle donatmak, eşyaüstü bir fikrin fonksiyonuyla tazelemek, eşya ile insan arasındaki çizgiyi fark etmesini sağlamak gerektiğini vurgulamaktadır.[306] Çağımızdaki eşyanın âdeta insanın yerine geçmesi insan ruhunun ilerlemesinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Çünkü ruh eşyaya maddeye olan zıtlığından, çatışmasından dolayı gelişir ve ilerler. Fakat eşyaya takılır ve onu gözünde yüceltirse asıl hedefinden geri kalacaktır.[307]
Karakoç bütün bu değerlendirmelerle eşyayı “kötü” olarak nitelemek amacında olmadığını, özellikle vurgulamaktadır. Ona göre eşya, yaratılış itibariyle nötrdür. İyi veya kötü olması kendisine belli zaman, yer ve şartlarda atfedilen anlamla oluşur. İnsana düşen eşyaya teslim olmak değil onu iyi, güzel ve doğru idealarıyla mayalayarak yüce bir senteze ulaşmaktır ki bu, insanın varoluş hikmetine daha uygun bir tavırdır.[308]
Karakoç eşya-insan ilişkisinin felsefi boyutu hakkında bunları söyledikten sonra, gündelik hayatta da insanın eşyaya ezmeden ve putlaştırmadan bir tavırla kendi hayatını koruduğu gibi bütün tabiatı, bitki ve hayvanların hayatını koruması ve saygı duyması gerektiğine dikkat çekmektedir.[309]
Karakoç un eşya konusunda özgün bir yorumu daha dikkati çeker. Karakoç eşyayı insanoğlunun yaptıklarını sürekli gözetleyen şahitler olarak algılamaktadır. İnsanın yaptığı her fiil mutlaka gidip eşyada bir noktayı veya bir yüzeyi değiştirmektedir. İnsan» savaşlar» ihtiraslar» teknoloji, kudret ve zaaflar, sevgi» yücelik, merhamet ve zulümleriyle yeryüzünün çehresini değiştirmektedir. Eşyaya bırakılan her izle insan kendisine şahitler çoğaltmaktadır. Evrendeki her unsur mahşerde insanın tanıkları olacaktır.[310]
Karakoç bu düşüncesinin, eşyayı tabu veya totemleştiren ani- mistik düşünceye benzetilmemesi gerektiğini işaret etmektedir. Ancak pozitivizmin eşyayı donuk ve pasif bir malzeme gibi gören yaklaşımından uzak olduğunu belirtmektedir. Ona göre eşyayı totem yapmakla onu sırf anlamsızlığa veya absürditeye indirgeyen görüşler, ifrat ve tefrit örneği yaklaşımlardır. Onları sadece kendi öz yaşantıları dışında ve bir ölçü içinde kendi fiil ve davranışlarımızın şahitleri saymak mümkündür. Karakoç, bugün çok sıradan bir olay haline gelmiş olan ses, görüntü ve hareketlerin dünyanın bir ucundan diğer ucuna ulaştırılmasının, mahiyetini henüz bilmediğimiz bir dünya için sezgi ipuçları verdiğini kabul etmektedir. İnsan, iyilik işlediği sürece bu şahitlere güvenir, kötülük ederse de onlardan korkmalıdır. Çünkü tüm şahitleriyle insan bir gün mutlak hesaplaşma vaktine erişecektir.[311]
İnsan-Toplum ilişkisi
Karakoç insanın, toplumun bir bireyi olduğu bilincini taşıması gerektiğine inanır. İnsan, toplumda diğer insanlarla “birlikte” olmayı bir nimet gibi algılamalıdır.[312] Çünkü insan tek başına yaşayabilen bir varlık değildir.
Karakoç varlık hiyerarşisinde şuur arttıkça, idrak yükseldikçe görev ve hizmetin de arttığını düşünmektedir. Nimete karşılık olan bedel büyür.313 Bu bağlamda Karakoç, İslâm’da her kişinin âdeta bütün dünyadan sorumlu olduğu telakkisini hatırlatır. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma özelliği ona gücünün yettiği her vazifenin sorumluluğunu omuzlamaya yöneltir. Bu yaklaşım ruhtaki ego taşlaşmasını eritir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken, toplumu hiçe sayan bireycilik hoş görülmediği gibi, toplum kolektivizmi, anonimliği önünde insanı silinmeye götüren kişiliksizlik de kabul edilemez, însan-toplum ilişkisi biri diğerine feda edilmeden sağlıklı bir yapıya kavuşturulmalıdır. [314]
Karakoç Batı ve Doğunun, insanın toplumsal sorumluluğu konusunda da farklı anlayışlara sahip olduğu fikrindedir. Sorumluluk, Doğuda ve Batı’da birbirinden farklı, iki ayrı ve uç yaklaşımlarla ele alınır. Doğu düşüncesinde sorumluluk sınırsızdır. İnsan âdeta kafasını ve ruhunu kımıldatamaz. İnsan, bunu doğal kabul eder. Ancak zamanla sorumluluk o kadar yaygın ve kolektif hale gelmiştir ki “haddini aşan zıddına dönüşür” kuralınca insanı körü körüne itaate götüren bir platforma dönüşmüştür. İnsanın kendi sorumluluğunu oluşturmada en ufak bir katkısı yoktur. İnsan, sorumsuzluk benzeri bu sınırsız sorumluluğa ata saygısı yüzünden gönüllü olarak kendini adamıştır. Ama tarih içinde bu aşk ve sevgi sönmüş, insan bilincinde olmadığı bir çöküş ve yıkılış eğrisini çizer olmuştur?15
Batı’nın sorumluluk anlayışını sağlıksız bulan Karakoç’a göre, Batı’da insan temelde sorum tanımamakta, sadece kendine karşı sorumlu olduğunu düşünmektedir. Bu yaklaşım onu, gücünü bütünüyle kullanıp başkaları üzerinde hegemonya kurmaya götürmektedir. İnsan ancak daha üstün bir güçle karşılaştığında kendini sınırlamaktadır. Yani insanı sınırlayan güçsüzlüğüdür. Eşitlik ilkesi, adalet duygusundan değil, herkesin sınırsız özgürlük ve hak isteğinden doğmuştur, haklar ancak zorla alınabilir. Çünkü Nietzsche’nin sözlerinde karşılık bulduğu gibi bir Batılı için “başkaları cehennemedir. Karakoç bu anlayışı soğuk bulmakta, Batı’nın sorumluluk düşüncesinin bir türlü kararlılık kazanamamasından dolayı, Marksizmin kolektif sorum kavramında çare aradığını belirtmektedir. Marksist toplumların bugüne kadar hep dikta rejimleri doğurmasını kişilerin sorumluluktan soyutlanmalarıyla açıklanabileceğini belirten Karakoç’a göre birey toplumla sağlıklı bir bağ kurmadığı için yönetim kesiminin yükü artmıştır.
Karakoç söz konusu iki yaklaşımı da aşın ve uç tutumlar olarak kabul etmektedir. Oysa olması gereken, kişi ve toplum sorumluluklarını açık seçik belirlenmesi, birbirini kırıcı değil, destekleyici, verimlendirici sınırlamalar getirilmesidir. Kişi ve toplumun güçlerinin yettiği kadar, başkalarını da gözeten, bir sorumluluk duygu ve ahlâkı esas olmalıdır. Bu anlayış sonucunda insan kendini toplumun emrinde bir hizmet eri olarak görecektir.[316] Bilinç toplumunu, böyle bir insan gerçekleştirecektir.[317] Sevgi ve saygıya layık insanların ancak insanlığa hizmet için hayatını feda edenler olabileceğini söylemektedir.[318]
Karakoç, toplum-insan ilişkilerinin sağlıklı bir temele oturmasının ancak İslâm’daki “kardeş”lik anlayışıyla gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Hatta ona göre bunu sadece aynı dine mensup olmanın getirdiği kardeşlik anlayışından bir adım daha ilerde görmek gerekir. “Hemme âlem, âzâyı yekdigerend”[319] ifadesinde sembolleştiği üzere tüm insanlar kardeştir. Bu bakış açısı asırlarca insanlığa yabancılaşmadan uzak bir yaşam sunmuştur Bugün ise, çağdaş insan yalnızdır, tüm insanlara yabancıdır, çünkü kardeş sizdir. Kardeşlikten mahrumdur.
Bu kardeşlik, özü bulunmayan, özünde insanları küçümseme, yadsıma ve ezme düşüncesi olan bir kardeşlik değildir.[320]
Münire Kevser Baş’- Sezai Karakoç’un Kavram Haritası Diriliş’in Yapıtaşları,syf:335-345
Dipnotlar:
281 Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha ötesi II, s. 33-34.
282 Gündönümü, s. 44.
283 Gündönümü, s. 67.
284 Gün Saati, s. 124.
[285] Gündönümü, s. 45.
[286] İslâmın Dirilişi, s. 40.
288.Çağ ve İlham II, s. 19-20.
[290] Çağ ve İlham II, s. 207.
[291] Sûr, s. 15.
[292] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, s. 34.
[293] İnsanlığın Dirilişi, s. 129-130.
[294] Gün Saati, s. 170.
[295] Makamda, s. 37.
[296] Gündönümü, s. 18.
[297] Yitik Cennet, s. 15.
[298] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III, s. 37
[299] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III, s 16
[300] Yitik Cennet, s. 7-8.
301..Yitik Cennet 10.
302.Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, 35.
303.Dirilişin Çevresinde, 45.
304.Dirilişin Çevresinde, 46.
305.Dirilişin Çevresinde, 46.
[306] Dirilişin Çevresinde, s. 47.
[307] Ruhun Dirilişi, s. 81.
[308] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, s. 76
[309] Çağ ve İlham III, s. 91.
[310] Kıyamet Aşısı, s. 112-113.
[311] Kıyamet Aşısı, s. 114-115.
[312] Gündönümü, s. 23-24.
[313] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi I, s. 9.
[314] Çağ ve İlham III, s. 60.
[315] Çağ ve İlham III, s. 56-57.
[316] Çağ ve İlham III, s. 58-59.
[317] . Yitik Cennet, s. 65.
[318] Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II, s. 97.
[319] Bütün âlem birbirinin azâsıdır.
[320] Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III, s. 79-80
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…