İmâm Azam’ın Güzel Ahlâkı, Takvâsı, Ver’a’ı, Keremi, Zühdü ve Hilmi Hakkında
Yezîd bin Hâruna; «Kişinin ne zaman fetvâ vermesi halâl olur? diye sorduklarında: «Ebû Hanîfe gibi olunca» buyurdu. Bu sözü sen mi söylüyorsun? dediler. «Ben ondan âlim ve vera’ sâhibi görmedim» dedi ve sonra, yukarıda geçen, alacaklısının duvarının gölgesinde serinlenmeme hikâyesini anlattı.
İmâm, fıkıhda bir mes’elede takılsaydı, derhal istiğfâr ederdi ve: Elbette bir kusûr işledim, bu hal kötü amellerimin sonucudur» derdi. Bazan kalkıp namaz kılar ve o mes’ele çözülürdü. Her halde tevbem kabûl edildi derdi. Bu haber, zâhidlerin büyüklerinden olan Fudeyl Ibni lyad’a gidince, inliyerek çok göz yaşı döktü ve: Bu da onun, günâhlarının azlığı sebebiyledir. Ondan başkası, bu tür şeylerden ma’na çıkarmaz» dedi.
ibrâhim bin Amr bin Hammad bin Ebû Hanîfe anlatır: İmâmın fîrâseti kuvvetli idi. Bu sebebden talebesinin herbirine söylediği sözler, doğru çıkmıştır. Nitekim Dâvud-i Tâiye, sen ibâdet ehli olur, ibâdet süsü ile süslenir, taat gerdanlığını takınırsın buyurdu. Gerçekten buyurdukları gibi oldu. Ebû Yûsufa, sen mal sâhibi olursun buyurdu. Hakîkaten çok zengin oldu.
İmam buyurdu ki, benden sonra benim künyemi alanda cünün ve delilik görülür. Bazı büyükler derler ki, İmamdan sonra, çok kimse gördük ki, Ebû Hanîfe künyesini almışlardı. Hepsinin de kalbinde za’f ve cünün vardı.
Nasr ibni Muhammed anlatır: İmâm bir müddet fetvâ vermeken men olundu. O zamanlar, oğlu Hammâd gelip, bazı mes’elelerden süâl sorardı. İmam cevab vermezdi. Birgün Hammad: «Babacığım, şu anda sizi gören yoktur. Cevab verseniz ne lâzım gelir?» diye sordu. İmam buyurdu ki, korkarım ki, sultan, hiç fetvâ verdin mi diye sorar, ben de vermedim deyip, yalan söylemiş olurum.
Derler ki, bir gün imâmda bilemediği birşeyden süâl sordular. O yüzden on yıl fetvâ vermedi. Ancak kendisinin her mes’elede âlim ve insanların müşkillerini ve ihtiyaçlarını çözecek ve halledecek duruma geldiğini zann-ı galib ile anlayınca, fetvâya başladı.
İmam ticâret ortaklarının birinin yaptığı işi beğenmedi. Bu yüzden malının kârından otuz bin, bir rivâyette doksan bin akçayı sadaka olarak dağıttı dediler.
Bir zamanda Küfede hayvanları yağma ettiler, özellikle koyunları aldılar. İmam bir koyun en çok ne kadar yaşar diye sordu. Yedi yıl yaşar dediler. Yağma edilmiş, çalınmış koyunların etinden olabilir diye düşünüp, yedi yıf koyun eti yemedi.
Yûsuf bin Hâlid der ki: İmamın bir komşusu vardı. Her gece içer, eve sarhoş gelirdi. İmamın evinin yanından geçerken de, gençlik üzerinde şarkılar söylerdi. Bir gün polisler onu sarhoş halde yakalayıp habse attılar. Sonra bir gün İmâm: «Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu» dedi. Talebesi, onu habse attılar dedi. Bunun üzerine İmâm vâliye gitti. Vâlî İmâmı görünce, yerinden kalkıp, onu hürmetle karşıladı ve: «Burayı teşrifinizin sebebi nedir?» diye sordu. Çok ince davrandı ve İmama iltifat eyledi. İmam da, hâdiseyi anlattı. Vâli bunu duyunca: «Böyle, ehemmiyetsiz bir iş için, zât-i âliniz buraya kadar niye zahmet ettiniz. Bir adam gönderseniz kâfi idi» deyip, zindanda bulunanların hepsini serbest bıraktı. Hepsni sevindirdi ve: «Hepinizi şeyhimin, imamamın hürmetine serbest bıraktım. Her biriniz her zaman ona teşekkür edin» dedi. İmam, komşusu olan gencin elini tutup: «Ey genç, bak biz seni unutur muyuz!» deyince, genç, hayır unutmadınız dedi. Sonra İmam ona bir kese akçe verip, habiste kaldığın günlerdeki eksiğini bununla telâfi et buyurdu. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tevbe edip, İmamın meclisine devam etti. Hizmet ve dersinde bulunup, fıkıh âlimlerinden, dinde söz sâhibi olanlardan oldu.
Bildirildi ki, imam kırk yıl, sabah namazını yatsının abdesti ile kıldı. Vefat ettiği zaman, komşusunun kızı veya oğlu: Yanımızda olan şutun ne oldu dedi. Babası, o sutun-i dîn olan Ebû Hanîfe idi (radıyalahü anh) dedi.
İmam her ay, Kur’ân-ı kerimi altmış defa hatm ederdi. Gece bir, gündüz bir hatm okurdu. Ramazanda Fıtır bayramı günü ile beraber altmış iki hatim okurdu. Vefât ettiği yerde yedi bin hatm okumuştu.
Her gece ağlama ve inlemesini komşu ve yakınları işitip, ona acırlardı. Hatta Mıs’ar önceleri İmamı anlıyamamış idi. Onun bazı hallerini beğenmezdi. İbâdetini ve geceleri İbâdetle ihyâ etmesini görünce tevbe etti, imama, hakkını halâl etmesi için yalvardı. İmam: Gıybet eden câhillerden olursa, ona halâl etim. Ama âlimlerin ki çok kötü ve devamlıdır. Ancak tevbe ile afv edilir. Mıs’ar tevbe eyledi ve ondan sonra aralan iyi olup kardeş gibi yaşadılar.
İmâm, Benî ümeyyeden kaçıp gitti. Hâşimiler, ya’nî Abbâsîler devleti kuruluncaya kadar Mekke ve Medinede kaldı. Ellibeş hac eyledi. Umrelerinin sayısını ise Allahü teâla bilir.
Bazı şehir ve memleketlere ticâret malı gönderir, bundan hasıl olan kazanç ve kâr ile, muhaddislerin İhtiyaçlarını görürdü. Artan parayı da, yine onlara verir ve: -Allahü teâlaya hamd edin. Çünkü bu para, Allahü teâlânın sizin için benim elimde bulundurduğu sermayenizin kârıdır» derdi.
Evine masraf ettiği kadar, fakirlere de sadaka verirdi. Aynı şekilde kendisii çin giyecek ve yiyecek masrafı kaadr da, yine fakirlere sadaka verirdi.
Buyurdu ki: Kırk seneden daha çok oluyor ki, dört bin akçeye sâhib oldum. Bundan fazla param olunca dağıtırım. Bu kadar akçeyi yanımda bulundurmama sebeb, hazreti Alînin (kerremallahü vecheh) sözüdür ki buyurdu: «Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.» Eğer halîfe ve vâlilere baş vurmak ve onlardan birşey İstemek korkusu olmasaydı, yanımda bir akçe bile bulundurmazdım.
Her cum’a anne ve babası için yirmi altın sadaka verirdi. Bütün sene verdikleri bu cum’aya mahsûs olanın dışında idi.
Ramazanda, terâvih namazı için, annesini arkasına alıp, üç mil uzakta olan Amr biri Zerin meclisine götürürdü.
Ebû Hanîfe buyurdu ki: üstâdım Hammâd (rahmetullahi aleyh) vefât edeliden beri her namazımda onun için, annem, ve babam için, kendilerinden ilmi öğrendiklerim ve kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ederim. Hiçbir namazda unutmuş değilim.
Yine buyurdu: Aramızda yedi sokak olmasına rağmen, üstadım Ham- mâdın evine doğru bir kere ayaklarımı uzatmış değilim. Ona hürmetim buna mânı olurdu.
Abdullah-i Debbahî İmam hakkında gıybet edip, onun için asılsız sözler söyledi. Birgün evinde yangın çıktı. Kendisi de şaşrıdı. Kapıyı bulup dışarı çıkamadı ve yandı.
Hâfizuddîn-i Bezzâzî der ki: Sözüne güvenilir büyük bir âlimden duydum. (Mesâbîh) kitabını şerheden (Latif) tefsirini yazan Kırımlı Alaeddin-i Sûhî, ders esnasında, oruçlu bir kimsenin dişleri arasında kalan şeyi yutmak mes’elesini anlatıyordu. Imam-ı A’zama göre, bir nohud miktarı olursa, orucu bozar sözüne temasla, hâşâ! İmamın dişleri şöyle idi… deyip çirkin ve uygunsuz sözler söyledi. Bir kaç gün geçmeden dişleri sağlam olduğu halde, hepsi ağzına döküldü.
(Vekî‘ der ki, Allahü teâlâya onun kalbine, azamet ve celâli ile tecellî eylemişti. Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.
Yahya bin Kettân der ki: onu görünceAllahı) Tealâdan korktuğunu anlardım.
Yezid ibni Leye der ki: Namazda iken câmiin İmamı (Izâ zülzilet…) suresini okudu. Ebû Hanife cemaat arasında idi Namazdan sonra. Ebû Hanîfeye baktım oturuyordu. Derin derin düşünüyor ve nefes alıyordu Kalbini meşgul etmemek için kalktım. İçinde, gayet az zeytin yağı olan kandili orada bıraktım. Tekrar geldiğim zaman, tan yeri ağarıyordu. İmam ayakta idi. Eliyle sakalını tutmuş, kendi kendine şöyle konuşuyordu: -Ey Allahım! Zerre kadar iyiliğe iyilik verirsin! Ey Allahım, Zerre kadar şerre, şer verirsin. Nu’manın senin katındaki yeri Cehennemdir. Onu Cehenneme yaklaştırma ve onu, şu anda merhamet ve rahmetine kavuştur.» Böyle derken yanına gittim. Kandil hâlâ yanıyor ve alevi sallanıyordu. Ayakta duruyordu. Ben içeri girince, kandili almağa mı geldiniz? dedi. Sabah ezanı okundu dedim. «Gördüğünü kimseye söyleme» buyurdu. Sabah namazının sünnetini kıldı. Sonra da imamla beraber farzı kıldılar. Yatsı namazının abdesti ile idi.
Ebû Ahvas der ki: Eğer kendisine, üç güne kadar öleceksin deseler, yapmakta olduğu amelden, ibadetten fazlasını yapamazdı Çünkü her zaman, elinden geldiği kadar çok ibâdet ederdi.
İmam, kölesinin Cenneti istediğini duyunca, çok ağladı. Dükkânı kapamasını emr etti.
Bir gün sabah namazında: «Zâlimler, yaptıklarından Allahü teâlânın gafil olduğunu sanmasınlar» âyet-i kerimesini okudu. Acaba, zâlimlerden miyim diye korktu ve titredi.
Ebû Hanife ve İbni Mu’temer, mescidin içinde dolaşırlar ve ağlarlardı. Mescidden çıkınca, Ebû Hanîfeye: «Sizi bu kadar çok ağlatan nedir?» diye sordular. Buyurdu ki: Bozuk, sapıtmış insanların, iyi ve hayırlı insanlardan çok olduğu zamanı hatırladık. Bunun için ağladık.
Geceleyin, namazda iken, gözyaşlarının hasırın üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu. Ağlamanın izleri, alâmetleri gözlerinde ve yanaklarında görülürdü. Allah ona rahmet eylesin ve ondan râzı olsun!
Kendisiyle münazara edenlerden bazısı, Ebû Hanîfeye bid’at sahibi ve zındık dedi. O ise: Allahü teâlâ sana doğru yolu göstersin! Allahü teâlâ, sözümde, İhtilâf olup olmadığını, onu tanıdığımdan beri, Ona ortak koşmadığımı, herkesten iyi bilir. Yalnız Onun afvını ümid eder, yalnız Onun azabından korkarım» buyurdu. Azabı hâtırlayınca, hemen orada ağlayıverdi. Gözyaşları birbiri ardınca akmağa başladı. O kimse, hakkını bana halâl et dedi. Buyurdu ki, câhillerin söylediği söz halâl edilir, ama ilim sâhiblerininki ağırdır ve halâl edilmesi zordur. Çünkü âlimlerin gıybeti, kendilerinden sonra devam eder.
Ebû Hanîfeye sordular. «Alkame mi üstündür, Esved mi?» Cevâbında: «Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiçbir şeye kudretim yoktur. Hangisi daha büyüktür nasıl söyliyeyim» buyurdu.
Abdullah Ibni Mubârek, Süfyân-ı Sevriye: «Ebû Hanifeyi gıybet edil- mekten uzaklaştıran nedir? Düşmanının bile, onu gıybet ettiğini duymadım» deyince, Süfyân: «Vemîn ederim ki o, bir kimsenin hasenâtını gidermekten daha akıllıdır» dedi.
Kendisine, insanlar senin hakkında konuşup, böyledir, şöyledir derler. Siz kimse hakkında bu tür konuşmazsınız dediklerinde: «Bu, Allahü teâlânın bir lutfudur, dilediğine ihsân eder» buyurdu.
Bekir bin Ma’ruf der ki: Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde, Sîreti Ebû Hanîfeden güzel olan bir kimse görmedim.
Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılmaya kadar oturmasını söyledi. Sonra: «Seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yap» buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Ebû Yûsuf der ki: Ebû Hanîfeden bir şey istenip de, yerine getirmediği vâki’ değildir.
Oğlu Hammâd, Fâtiha sûresini ezberleyince, Ebû Hanîfe hocasına beşyüz akça, bir rivâyette bin gümüş hediyye etti. Hocası, ne yaptım ki, bana bu kadar para gönderiyor dedi. Ebû Hanîfe, onun yanına gidip: «Sana az hediyye ettim, özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur’ân-ı kerîme ta’zîm için hepsini sana verirdim» buyurdu.
Şakîk der ki: Ebû Hanîfe ile bir yolda gidiyorduk. Ebû Hanîfeyi gören bir adam, yüzünü ondan sakladı ve istikametini değiştirdi. Ebû Hanîfe, niye o tarafa döndün buyurdu. Cevabında: «Size onbin akçe borcum var. Uzun zaman oldu, ödeyemedim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını halâl et» buyurdu. Şakîk bunu görünce: «Anladım ki, Ebû Hanîfe hakîkî zâhidlerdendir» dedi.
Yezîd bin Hârun der ki, bin âlimin meclisinde bulunup, hepsinden ilim öğrendim. Bunlar içerisinde, vera’ı ve dilini çok koruyan Ebû Hanîfeden başkasını görmedim.
Hafas der ki: Otuz sene Ebû Hanîfenin sohbetinde bulundum. Alenî yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şübhelendiği bir şeyi, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.
Câriyesine, İmamın ahlâkını sordular. Dedi ki, onun gibisini ne gördüm, ne de duydum. Gece olsun, gündüz olsun, cünüblükten temizlenmek için gusl abdesti aldığını görmedim. Gündüzün yemek yediğini de görmedim. Gecenin sonuna doğru yemek yer, biraz yaslanır ve sabah namazına kalkardı.
Hilmi, vera’ı, vakarı çok idi. Allahü teâlâ en güzel huylan onda toplamış idi. Ders esnâsında, adamın biri, kendisine kötü sözler söyledi ve sövdü. Yüzünü çevirip, ona bakmadı vs sözüne devam etti. Talebesine de, ona cevab vermemelerini, birşey söylememelerini ve bir şey yapmamalarını tenbîh etti. Ders bittikten sonra, kalkıp, o söven adamın arkasından kendi evine kadar gitti ve kapının üstünde durarak ona: «Bu benim evimdir. Bir isteğin olursa, buradan telâfi edebilirsin» buyurdu. Adam utandı ve yürüdü. Hattâ bir rivâyette, Ebû Hanife ile beraber eve girip, alçakça sözler söyleyip, yine sövüp saydı. Fakat kimse cevab vermedi. O adam, beni köpek yerine koydular ve bağırmama aldırmadılar dedi.
Hârun Reşîd, Ebû Yûsufa, Ebû Hanîfenin ahlâkını anlat, dinliyelim dedi. Ebû Yûsuf şöyle anlattı: «Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Kuvvetli vera’ sâhibi idi. Dinde, bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeği ve Ona isyân etmemeği çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir süâl sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve dâima doğruyu söylerdi. Eğer bundan başka bir mes’ele olsa, hak üzere kıyâs edip, ona tâbi olurdu. Bunda dînini ve kendisini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu. O yalnız, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmağı ve rızasını kazanmağı düşünürdü. Hiç kimseyi hayırdan, iyilikten başka şeyi ile anmazdı.» Bunun üzerine Hârun Reşid, bu saydıkların sâlihlerin, evliyânın ahlâkıdır dedi.
Ömrünün sonuna doğru iki sene içtihadı terk edip uzlete çekilmiştir.
Taşköprüzade Ahmed Efendi,Mevzuat-ul Ulum