İlim ve Gelenek
İlmi mastar anlamında bir fiil olarak düşünüp nefsin manaya vusulü olarak tarif edecek olursak, manayı da bizimle eşya arasındaki ilişkide ortaya çıkan, gerçekliğin bir tür gerçekleşme alanı olarak görmemiz gerekecektir. Bu tarif gereği, kendinde gerçeklik bize kendisini takdim etmekle birlikte, biz onu olduğu gibi değil, bize gözüktüğü gibi görürüz. Bize gözükeni, biz, kendi zihni yapımız içinde bir yere yerleştirerek kavramış oluruz. Her şey, bir bütünün parçasıdır. Bütün ise bir insan tarafindan kavranamayacak kadar şümullü olduğu için, kendisini bize bir bütün olarak da takdim etse, biz onu parçalar hâlinde kavrar, daha sonra yeniden birleştirerek kavrarız. Bu bölme ve birleştirme işlemi arasında, eşya anlam kazanır. Eşya bölme ve birleştirme faaliyetinin kendisine göre yapıldığı genel kategoriler değiştiği zaman, eşyanın kazandığı anlamlar da değişir. Ulaşılacak olan mana, bilmenin kendi sınırları içinde gerçekleştiği ana çerçeve tarafından daha önce tayin edildiği için, insan gerçeklikte sürekli aradığını bulur, görmek istediğini gösterir. İşte şu veya bu formda işe yarar hâle gelmiş genel kavramsal çerçeveler, tarih içinde ortaya çıkar ve buna ilim denir. İlimler, kelimenin tam anlamı ile maluma tabidirler ve malumun değişmesi ile değişirler. Malum ise, meçhulün daha önce malum olarak tespit edilene kıyasen tarif edilerek, yani kavramsal bir düzen içine yerleştirilerek tespit edilmiş hâlidir ve bu hâli ile hangi kavramsal çerçevede malum hâle gelmişse, o kavramsal çerçevenin ve daha önce malum olarak bilinenlerin özelliklerini taşır. İşte İlmî faaliyet hem eskinin hem de yeninin, kendinde nasılsa öyle değil, insanların sahip olduğu kavramsal çerçeveye yerleştirilerek adı konulmuş ve tayin edilmiş hâlinin düzenli biçimidir.
Kavramsal çerçeveler, insanların eseridir. İnsanların eserleri de zaman içerisinde ortaya çıkar. Yani kavramsal çerçeveler tarihidir. Tarihî olan ise zorunlu değil, mümkün olandır. Mümkün olan, daha başka bir şekilde olması düşünülebilen olduğuna göre, her türlü kavramsal çerçevenin başka bir şekilde olması mümkündür ve ilmin belirli bir hâli, olması mümkün olan hâllerden sadece biridir.
Kavramsal çerçevelerin tarihî olması, onların anlık olduğu anlamına gelmez; tarih içinde ortaya çıkmış bazı kavramsal çerçevelerin geçerlilik kazanmayarak, çıktığı andan itibaren, varlığını sürdüremeyişi, en azından şimdilik işe yararlılıkla izah edilebilir. İşe yararlık bir ölçü olarak kabul edilecek olursa, çok insanın işine yarayan bir kavramsal çerçeve, çok insan tarafından kullanılır ve bu, nesilden nesile aktarılırsa, o zaman İlmî bir gelenek ortaya çıkar. Ve asıl ilim de işe yarayan tekil bilgiler değil, tekil bilgilerin kazanılmasını sağlayan genel çerçevelerin bilgisidir.
Yukarıda söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, ilim bir gelenek işidir. Geleneksiz olarak kazanılan malumatlar, anlık kazanımlar olarak sürekliliği olmayan, sadece o malumata ulaşanlar açısından anlamlı, onun dışındakiler için en azından, onun kadar, anlamlı değildir. İbn Haldun’un Mukaddimesi, önemli bir kavramsal şema sunmakla birlikte, kendisinden sonra gelenler tarafından kabul edilerek, işe yarar olarak görülmediği veya ne noktada işe yarayacağı fark edilemediği için, gelenek hâline gelememiş, yani ilim olamamıştır. Başka bir misal ise, şairlerin ve sezgiyi esas alanların konumudur.
İlim, ferdi olmayıp, içtimai bir vakıadır. Yani sadece bir kişinin sahip olduğu ve ondan başkasına nakledilemeyen tecrübeler, ilme esas olamaz. Bunun anlamı, ilmin bir gelenek işi olmasıdır. Başka bir ifade ile ilim, başkalarının tecrübelerini, benzer bir şekilde tekrar etme imkânını vermek zorunda olduğu için, eskiyi kavrarken, onda bulunan işe yarar (genel geçer) kısımların sürdürülmesi olmadan düşünülemez. İlim adamlarım ilim adamı yapan ve onların ulaştıklarına geçerlilik kazandıran, kendilerinden sonra gelenlerin, onları işe yarar bulmasıdır.
İşe yararlık ancak, hayatın içinde anlam kazanan bir faaliyettir. Günlük hayatla ilim hayatım geçici olarak da olsa birbirinden tefrik ederek, şunu söyleyebiliriz: İlimde geçerlilik genelde geçerliliktir, özelde değil. Ancak genel ile özel arasında bir ilişki kurmak gerekirse, her ne kadar bu soru bizi genelin varlık şeklinin ne olduğu sorusuna götürse de kısaca genelin özeldeki ortak noktalardan (veya ortak olarak gözüken noktalardan) hareketle oluşturulmuş tecritler olduğunu söylemek gerekir. O hâlde, ilimde gelenekten bahsetmek demek, mücerretlerdeki ortak-süreklilikten bahsetmek demektir. Süreklilik de geçerlilik olduğuna göre ve geçerlilik de öncelikle zihni ve manevi olduğuna göre, ilimdeki gelenekler, insanların zihni ve manevi alanda ulaşılan genel geçerlerin farkında olması ile mümkündür.
Bütün bu söylenenlerden, insanların kendi oluşturdukları sınırlara gene kendilerinin riayet etmelerini mi kastediyoruz? Bu soru bir taraftan bizim, insanın mahiyeti, yani ne olduğu sorusuna vereceğimiz (veya verdiğimiz) cevapla alakalı olduğu gibi, diğer taraftan insanın varoluş şeklini izahımızla alakalıdır. Şimdilik bazı noktalara işaret ederek, bu soruların teferruatlı bir şekilde ele alınmasını başka bir vesileye bırakarak, bu sorulara kısa cevaplar verip asıl konuya döneceğiz.
İnsanın yaptıklarından sorumlu olduğuna ve yapma eylemi ile yapılanlar arasında bir ilişki olduğuna şüphe yoktur. Yapma eyleminin, yapma niyeti ile, niyetin de bir taraftan yapılacak olan hakkındaki bir bilgi ve onunla ulaşılması beklenen bir amaçla ilgili olduğu da açıktır. Her davranış, bu davranışın siyak ve sibakı (bağlamı) ile doğrudan bağlı olduğu gibi, siyak ve sibakın da içinde anlam kazandığı daha geniş bir çerçeve, ortam veya dünya mevcuttur. Bu dünya, bir taraftan bizim karşımızda, fert olarak bizim dışımızdadır. Ancak bu dünyanın içine doğduğumuz için, daha başından itibaren, bizim oluş sürecimiz bu dünyayı bu dünya yapan unsurların benimsenmesi ile, aynı zamanda bizim dünyamız olur. Yani bu dünya (veya ortam) bizim hem dışımızda hem de içimizdedir. Hem bizim dışımızda olarak bize yabancıdır hem de bize ait olması ve bizim kendi kendimizi tanır ve tanıtırken müracaat ettiğimiz, yani kendi kendimizi idrak ve tarif ederken dayandığımız esasları bize verdiği için de bize ait olmasının ötesinde, bizizdir. Bizim oluşumuz o hâlde bu dünyayı kendi içimizde özümsememizle başlar. Her türlü özümsemede olduğu gibi, bu özümsemede de özümsenen yeni bir şey hâline gelir, yani yabancılaşır.
Bu demek oluyor ki bu yabancılaşma, her insanın oluşunda gerçekleşiyor. Peki nasıl oluyor da biz buna rağmen kalıcı olan bir gelenekten söz edebiliyoruz? Eğer bu özümseme, aynı zamanda, özümseneni yabancılaştırıyorsa, yani başkalaştırıyor- sa, aynı kalan bir şey var mıdır ve varsa bu nedir?
Bu noktada yukarıda işaret ettiğimiz, genel ile özel arasındaki ilgiye dönecek olursak ve genelin özelden bir tecritle ortaya çıkmış, varlığım insan zihnine borçlu, varoluşunun insana bağımlı bir varoluş şekli olduğunu hatırlayacak olursak, kalıcı olanın genel olduğunu ve bu genelin, her ne kadar özelle alakalı olmakla birlikte, özel ile insanın özeli kavrayışı arasındaki bir ilişkide varlığım bulduğunu, yani bu şekilde var olduğunu görürüz. Özel her zaman maddidir ve yenidir, ancak genel, özeli tasnif ve tanzim eden olarak, maddi olmadığı için, özelin yani maddi ve geçici olanın üstündedir. Bu üstte oluş, değişmezlik anlamına gelmemelidir. Çünkü genel de değişebilir. Onun değişmesi, geçerliliğinin ortadan kalkması veya tahdidi ile söz konusu olabilir. Eğer genel, insanlar tarafından kabul görüyor ve ona uyutuyorsa, yani insanların çoğunluğu tarafından geçerli olarak kabul ediliyorsa, varlığı devam ediyor demektir. Hâlbuki özel her zaman yenidir. Genelin geçersizliği, fertler arasmda kabul görmeyişi ile ortaya çıktığı gibi, geçerli olması da fertler arasında kabulünün yaygınlaşması ile tezahür eder.
Geleneğin ve ilmin varoluş şekli manevi ve varolduğu yer insan zihni olduğuna göre, gelenek ile ilim arasında bu iki noktada önemli bir benzerlik (veya ayniyet veya birlik, vahdet) vardır. Yani ilim ile gelenek, bu noktada çakışırlar. Gelenek bir ilim olduğu gibi, ilim de bir gelenektir.
İslami Düşünce Geleneği Niçin Önemlidir?
Gelenekle ilgilenmek demek, gelenekte söylenenleri aynen, bozmadan tekrar etmek demek değildir. Eğer böyle olsaydı, dar anlamı ile, geleneğin kendisini ifade ettiği eserleri Türkçeye tercüme etmek yeterdi, ayrıca onlarda bulunan ifadeleri belli bir düzen içinde derleyerek bir araya getirmek zahmetine girmeye hiç de gerek yoktu. Hâlbuki yapılması gereken, “geleneği bugünün diliyle ifade etmek, bugüne aktarmaktır”. Bu noktada ister istemez ‘bugün’ ifadesinin neyi karşıladığını, mefhumunun ne olduğunu gözden geçirmek gerekmektedir.
Bugün derken, kendi gözümüzle görerek, tecrübe ederek katıldığımız en genel ve en özel şartları kastediyoruz. Şartlar bir taraftan mutlak varlığı olan, geçerliğini mevcudiyetinden alan unsurların oluşturduğu bir bütünü ifade etmez; eğer böyle olsaydı, mesela Türkiye’de yaşayan herkesin, aynı veya dar anlamı ile benzer tecrübelere ve kavramlara sahip olması gerekirdi. Durumun böyle olmadığı açıktır. O hâlde bizim öncelikle ‘bugünümüzü’, kendi gözümüzle yeniden görüp, yeniden kavramamız gerekecektir. Biz kendi gözümüzle, bize gözükeni kavrayıp, en azından kendi aramızda anlaşılabilir bir şekilde ifade eder ve bunun üzerinde anlaşabilirsek, ancak ve ancak bundan sonra, geleneği bugüne aktarma, geleneği bugünün diliyle ifade etme imkânına kavuşuruz.
Geleneğin önemi daha ‘bugün’ümüzü kurarken, yani şartlarımızı kendi kavramsal çerçevemiz içine yerleştirerek yeniden kavrayıp tarif ederken başlayacaktır. Geleneğin eserlerinde tecessüm ettiği mütefekkirlerimizin, ‘o günlerini’ nasıl kavrayarak ifade ettiklerini, bu kavrayış ve ifade edişin kavramsal çerçevesini yeniden düşünerek anlayıp ifade edebilirsek, bu şekilde düşünmenin bizim bugünümüzü kavrayış ve ifade edişimiz açısından ne anlama geldiği daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır. Ancak bu nokta meselenin sadece bir yönüne tekabül eder. Asıl önemli olan, geleneğin, bu şekilde tespit edilmiş ‘bugünümüzün’ karşımıza çıkardığı meselelerin çözümünde ne işe yarayacağıdır.
Şunu unutmamak gerekir ki her türlü ifade, en dar anlamıyla, sadece bir şeyi, yani ortaya çıktığı şartlarda ne işe yarıyorsa onu ifade etmektedir. Benzer bir ifadenin, başka bir zaman ve mekânda ifadesi, başka bir şeyi ifade edeceği için yeni bir ifadedir. Her yeni ifade de ifade edildiği anda ortaya çıkmış yeni bir ifadedir. O hâlde, düşünülmüşü yerinde düşünme, yani başlanılan yerden hareketle düşüncenin yeniden kurulması, kendi başına bir yeniliktir; ayrıca benzer olmayan ifadelerin kullanılması yeni olmanın şartı değildir.
Geleneğin bizim için önemini ifade etmek için bir temsile başvurmak daha açıklayıcı olacaktır: Bir çekirdekten yetişen bir ağacı düşünelim. Mesela şeftali ağacı böyledir. Bir şeftali ağacı bir çekirdeğin, yetişmesine uygun şartları haiz bir toprağa dikilmesiyle yetişir. Bu yetişen ağacın meyve verebilmesi için belirli bir süre geçmesi gerekmektedir. Bu süre geçtikten sonra bu ağaç meyve vermeye başlar. Bu ağaçtan yetişen şeftalilerden biri, başka bir mekânda uygun bir toprağa dikilirse başka ve yeni bir ağaç yetişir. Bu iki şeftali ağacı, birbirinden farklı, yani aynı olmayan iki şeftali ağacıdır. Ancak bu farka rağmen taşıdığı bazı ortak hususiyetlerden dolayı ikisine de şeftali ağacı denilir. İşte Islami düşünce geleneği, bulunduğu muhtelif mekanlara ve mekândan kaynaklanan muhtelif farklara rağmen, her yerde ortak bazı hususiyetleri gerçekleştirmiştir. Hepsinde ortak olan hususiyetler, muhtelif düşünceleri İslami kılmıştır. Muhtelif düşünceleri îslami kılan hususiyetler, iki ayrı ağacı şeftali kılan hususiyetlere mukabil olarak düşünülebilir. Yani bugün biz bir İslam düşüncesi oluşturacaksak, yani içinde yaşadığımız şartları Müslümanca kavrayarak, bu kavrayış şekliyle tespit ettiğimiz meseleleri çözmeye çalışacaksak, ortaya çıkacak düşünce, çekirdeğin taşıyarak ağaçta tezahür eden hususiyetlerde olduğu gibi, geleneğin taşıdığı hususiyetleri göstermesi söz konusu olacaktır. Bu noktada gelenek ve onun muhtelif zaman, mekân ve konulardaki tezahür şekilleri bize en önemli ve en esaslı yardımı teşkil edecektir.
Burada şu noktaya işaret etmek gerekir ki gelenek kendi kendine bizim meselelerimizi çözmez. Geleneği bizim meselelerimizi çözmemizde bu konuma getirecek olan bizim içinde yaşadığımız gerçekliği kavrayarak, bu gerçekliğin karşımıza çıkardığı meselelerin halliyle bağlantılı olarak ona gerekli sorulan sorabilmektir. Bizim öncelikle kendi yaşadığımız şartlan tanımamız gerekmektedir.
Mesele başkalarına güvensizlik değil, kendimize güvenmektir. Kendi hatalarımızı kendimiz yapabilme cesaretini gösterebilirsek, başkalarının suçlarına ortak olmayacağız. Biz yaptıklarımızdan sorumluyuz. Hiç değilse, kendi hata ve sevaplarımızdan sorumlu olduğumuzun farkına varalım ve doğrularımızın da yanlışlarımızın da sorumluluğunu üstlenelim.
Kendimize güvenirsek, güvenin ne demek olduğunu fark edeceğimiz için, başkalarına da ne noktada nereye kadar güvenebileceğimizi tespit etme imkânına sahip oluruz. Bu olmazsa, kime, niçin ve ne anlamda güvendiğimizi fark edemeden, güven duygusunu bile tadamadan yaşayarak, sorumluluğu üstlenemememin sorumluluğunu taşıyarak, garip bir sorumsuzluk örneği vereceğiz.
Almanya da hukuk biliminin babası sayılan Savigny, kendinden önce metinlerin doğru anlaşılması ile ilgili olarak ifade edilmiş olanları çok iyi inceleyerek ve onları anlamış olarak, hukuki metinlerin anlaşılması konusuna eğilmiş ve bunun neticesinde hukuk alanmda en azmda Almanya için oldukça yeni ve işe yarar bir ‘hukukî Hermeneutik’ oluşturmuştur. Geleneğini çok iyi tanıyarak, eserini gelenek üzerine inşa eden Savign/nin fikirleri (1840’ta yazılmış) bugün bile Almanya’da hukuk alanında tayin edici konumunu korumaktadır.[18]
Sosyoloji alanmda meşhur Alfred Schütz toplum konusunda teorisini oluştururken, esas olarak Alman filozofu Edmund Husserl’in felsefesini esasa alır. Edmund Husserl ise bir taraftan hocası ve skolastik mütehassısı Franz Brentano’nun gene skolastik dönemden aldığı ‘Intentionalit|t’ kavramından ve kendi tarihi araştırmalarından hareketle fikirlerini oluşturmuştur. İşte A. Schütz’ün bu esas üzerinde oluşturduğu teorisi, daha sonra gene onun talebeleri tarafından, yeni gelişmeler de nazarı dikkate alınarak ‘Ethnomethodologie’ adı altında Amerika ve Avrupa’da oldukça tesirli bir sosyolojik ekol oluşturabilmiştir.
Gene günümüz sosyolojisinin en önemli ismi olan Amerikalı Talcott Parsons, dört tane temel sosyolog üzerinde yaptığı araştırmalara dayanarak “Genel Bir Davranış Teorisi” (Towards a General Theory of Action) geliştirmiş ve bu teori Batı dünyasında hâlâ devam eden yaygın bir tesir oluşturabilmiştir. Parsons’un dayandığı sosyologlar, Max Weber, Alfred Marschall, Alfredo Pareto ve nihayet Emile Durkheim’dır. Bu sosyologların her birisi, içinde yetiştikleri toplumda hâkim olan düşünce geleneğini özümseyerek, yaygın bakış açılarını toplumu ve toplumsal olayları anlamak ve açıklamak için kullanabilmişlerdir.
Batı’da bu konu ile ilgili yüzlerce misal vermek mümkündür. Pierre Duhem, Viyana çevresi, Oxford felsefesi, Hermeneutik Geleneği, Analitik Felsefe Geleneği, Marxist Felsefe Geleneği, Fransız Rasyonalizmi, Postmodemizm vs.
Bizde ise en büyük mütefekkirler, kendinden önce düşünülmüş olanı anlayıp yeniden düşünerek, karşılarına çıkan meselelere geleneğin içinde çözümler bulabilmiş alimlerdir. Gazali, Eşari, Maveraünnehir uleması, fıkıh mezhepleri, kelam mezhepleri, ahlak ve siyaset düşüncesi, tasavvuf vs.
Şimdi geleneğin kendisinde tecessüm ettiği alimlerimizden Ebu Hamid el-Gazali’den bir misalle, geleneğin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde durmak istiyorum. Gazali meşhur eseri İhya’mn Kitabu’l-İlm kısmında bir ilim tasnifi yapar. Bugün bizim aramızda yaygın olarak kullandığımız bu tasnifte, ilim iki anlamlı olarak kullanılmıştır. Birinci anlamıyla ilim, bugün bilgi dediğimize tekabül etmektedir, ikinci anlamıyla ise bilim karşılığıdır. Gazali bu eserinde sadece bilimlerin bir tasnifini sunmuyor. Bu tasnif esasını insanın sorumluluğunda bulmaktadır.
Bilgi ve bilime sorumluluk noktasından baktığımız zaman, önce sorumluluğu nerede aramamız gerektiği sorusu ortaya çıkıyor. Kısaca sorumluluk, gerçek anlamını yüce Allahla, hiçbir şefaatçinin şefaat edemediği, hiçbir yardımcının olmadığı bir durumda, karşı karşıya geldiğimizde, bulmaktadır. Bu durumda bize sorulacak soru, her insan gibi bize de verilen ve bir mühlet, bir imkandan ibaret olan ömrümüzü nasıl geçirdiğimiz noktasında düğümlenecektir. Bu demek oluyor ki biz bize tanınan mühlet içinde ne yaptığımızdan hesap vereceğiz.
Hesap verme, bir ibtilayı da birlikte gündeme getirmektedir. Biz, bize verilen imkânlardan dolayı, mümkün olan ama bizim yapmadıklarımızdan veya yapmamamız gerektiği hâlde yaptıklarımızdan hesaba çekileceğiz demektir. Bu hesabı, bu ib- tila, iki noktada gerçekleşiyor: Birincisi bize verilen imkânların veya daha başka bir ifade ile nimetlerin, kavranması yani bilinmesi noktasında. Eğer verilen imkânların farkına varmadıksa, bu o imkânı verenin eksikliği değil, imkâna sahip olmakla birlikte onun farkına varmamış olanların meselesidir.
Bize verilen imkânları, maddi ve manevi olarak iki kısma ayırabiliriz. Maddi imkânlar, fiziki dünyanın bir parçası olan ve bizim hayatiyetimizi sürdürmemizi sağlayan nimetlerdir. Manevi imkânlar ise, bize verilen bazı kabiliyetler ve kabiliyetlerle maddi imkânlar ve insanların bu imkânlarla alakalı ihtiyaçları arasındaki doğru alakayı kurma konusunda hidayet rehberi olarak gönderilen vahiydir. Biz kısaca bize verilen bu imkânları tanımak zorundayız ki buna bağlı olarak ibtilanın ikinci kısmı olan davranışlar alanında sağlam bir esasa ulaşabilelim.
Şimdi tekrar Gazali’ye dönelim. Gazali ilmin fazileti üzerinde durduktan sonra, ilmi iki kısma ayırıyor: farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olan ilimler. Yani herkesin bilmesi gereken bilgilerle, sadece belirli bir kısım insanların bilmesiyle diğerlerinin bilme sorumluluğundan kurtuldukları ilimler.
Gazali daha sonra, kendi döneminde bilinen bütün alanları bu esas üzerine sınıflandırıyor. Bizim için asıl soru burada ortaya çıkıyor: Şimdi biz Gazali’nin yaptığı bu ilimler tasnifini aynen alıp, hiçbir şekilde ona dokunmadan (buna bazıları bozmadan diyorlar), yani daha sonra geliştirilmiş ilimleri yok sayarak kabul mü edeceğiz? Yoksa bugün bilinenleri, aynı bakış açısıyla yeniden tasnif mi edeceğiz? Bugün ilim adamlarının sorması gereken en önemli sorulardan biri budur.
Baştaki tezimize gelecek olursak, içinde bulunduğumuz krizin ilim alanında aşılabilmesinin ön şartlarından birinin, İslami düşünce geleneğinin iyi kavranarak, bu geleneğin bugün bizlere ne ifade ettiğinin ortaya konulması olduğunda hiç şüphe yoktur. Gelenek bizim için her şeyden önce, Müslümanca düşünmenin ve meseleleri Müslümanca halletmenin belirli tarihî şartlarda nasıl gerçekleştiğini göstermesi açısından önemlidir. Geleneği tanıyan insan, içinde yaşadığı gerçekliği kavrarken, hafızası olan bir kavrayışla onu görür; her şeyden önce, her şeyi yeniden kurma gibi bir nesil için hemen hemen imkânsız -peygamberlerin içinde yaşadıkları dönemleri bu noktada istisna olarak görmek gerekir- bir teşebbüsten kendisini korur.
Bu noktada yapılabilecek en önemli iş, her ilim talebesinin, en azından bir alimin bütün eserlerini en azından bir defa baştan sona okuyarak, onun düşünüş şeklini çok iyi kavramak için gayret sarf etmesidir. Daha üniversite tahsili bitmeden, herkesin bir alimin mütehassısı olması ve diğerlerine onu anlatabilecek bir konuma gelmiş olarak üniversite diploması almış olması gerekir.
Çünkü biz, düşünülmüş ve ifade edilmişi anlayıp yeniden düşünmeye gayret ederken düşünmeyi öğrenmeye başlarız. Böylece meselelerimiz hakkında hafızası olan bir düşünme faaliyeti başlar ki bu, merhum Yahya Kemal’in ifadesi ile “kökü mazide olan ati”nin ortaya çıkmasının ilk adımıdır. Bu ise, mevcut bir yola girmek ve bu yolda ilerlemek olacağı için, yeni yol icadı değil, mevcudun ne anlamda geçerli olduğunun fark edildiğini gösterir. Mevcut bir yola girilmesi demek, o yolun bizden önce aynı yolda yürüyenlerin karşılaştıkları meseleler ve hallediş şekillerinden haberdar olarak devam etmek demek olduğu gibi, yolun gereği olarak yolun eski salikleri ile aynı hedeflere doğru yürümek anlamına gelecektir. Bir yola girdikten sonra, yeni hedefler tayin etmek gibi, insanları birbirinden uzaklaştıran, vahdetin en büyük engeli aşılmış demektir. Yolun daha sonraki merhalelerinde, mesele mutlak hedefin gerçekleşmesi için hangi ara hedeflere ulaşılması gerektiği sorusu olarak tayin edilmesi ve ulaşılması bize düşen bazı sorumluluklar olacaktır. Ama önemli olan bir yola girerek, o yolda ilk adımı atmaktır. İlk adım atılmadan yürünmez ve yürüyemeyenlerin koşması mümkün değildir.
Öncelikle içinde yaşadığımız gerçekliği benimseyeceğiz ve bize ait olan, bizim olan bu gerçekliği, gene benimsediğimiz geleneğin ışığında bakarak, tarif edeceğiz. İçinde yaşadığımız gerçekliği benimseyerek tarif etmemiz, bize aynı zamanda, o gerçekliğin bize hangi noktalardan meseleler getirdiğini, yani gerçekliğin ne anlamda bizim meselemiz olduğu sorusunun da cevabını nerede aramamız gerektiğinin işaretlerini ihtiva edecektir. Mesele sadece bununla da kalmıyor: Gelenekle biz, hangi meselenin ne anlamda halledilmiş olacağına dair bir şuur da edinmiş olacağımız için, çareyi, ancak bulduğumuzda fark edebileceğiz. Çünkü o zaman biz, ne aradığımızın da farkında olmuş olacağız.
Unutulmaması gereken bir noktayı da zikretmek gerekir: Nazari meseleler nazari, ameli meseleler ameli çözümler bekler. Acıkan insanın açlığım nasıl gidereceğini düşünmesiyle, önüne yemek gelmiş olan birisinin yemeği nasıl yiyeceği konusunda uzun uzun düşünmesi aynı şey değildir. Meselelerin kavranışı, hallinin de nasıl olacağım en azından yan yanya söylediği için, çok ciddi bir adım atılmış olacaktır. Bu gerçekleştikten soma, geriye kalan, istesek de istemesek de sorumlu olduğumuzun farkına vararak, kendi sorumluluğumuzu üstlenip, kendi hata ve sevaplarımızdan hesap vermeyi kendimize en önemli prensip olarak seçmek ve bunun gereğini yapmaktan ibarettir.
Tahsin Görgün – Türkiye’de İslami Düşünce Geleneği,syf:38-50
Dipnotlar:
[18] Jörg Schreiter. Hermeneutik – VVahrheit und Verstehen, Berlin. 1988,8.60.