Bu kısım Allah’ın zâtının isbâtı ile ilgilidir. Bunun da kendine mahsus kaideleri olup bunların ilki şudur: Bilmelisin ki din Allah’ın zâtının mahiyeti hakkında hiçbir şey söylememiştir. Dolayısıyla aklın bu konuda düşünmesi lüzumsuzdur. Aslında aklın bu hususta düşünmesine fikrin buna dair hükmü sebep olmuştur, yoksa akıl taklide her şeyden daha müsaittir. Diğer yandan akıl ilahı bir delile sahip olduğunu da zanneder. Halbuki sadece düşünceden kaynaklanan bir delile sahiptir ve dilediği yere onunla gider. Yine akıl tıpkı bir köre benzer hatta hak yola karşı tam anlamıyla kördür. Bundan dolayı ehlullah kendi düşüncelerini taklit etmemişlerdir; zira mahlûk, mahlûka ait şeyleri taklit etmez.
Yine bu sebeple onlar [kendi görüşlerini bırakıp] Allah Teâlâ’ya uymaya yöneldiler. Böylece Allah’ı Allah ile tanıdılar. Çünkü Allah kendisi hakkında ne söylemişse öyledir. Yoksa lüzumsuz aklın O’nun hakkında verdiği hükme göre değil! Hayret doğrusu nasıl olur da akıllı kimse bir taraftan düşünceyi doğru ve yanlış olarak ayırırken diğer taraftan düşünce gücünü taklit edebilir? Aksine onun doğru ile yanlış düşünceyle ilgili hüküm verecek bir ayırt ediciye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla bunların arası salt düşünce yoluyla ayırması mümkün değildir ve bu hususta Allah Teâlâ’ya ihtiyaç duyması kaçınılmazdır. Nitekim biz de doğru fikri yanlış olanından ayırt etmede Allah’a iltica ederiz ki onunla hüküm verebilelim. Yine bize istediğimiz bir konuda fikrî bir çabaya ihtiyaç duymadan [vehbî bir] ilim vermesi için de Allaha yöneliriz.
Sûfîler bilgi hususunda Allah’a dayanmışlar ve fikirlerine gerektiğinden fazla önem vermemişlerdir. Sahih idrakte düşüncenin ulaşacağı son noktanın, fikrî delillerin duyularla alakalı şeylere dayanıyor olduğunu bilmişler ve duyuların yanıldığı ve kesin bilgi (bedîhiyyât) sunmadığına hükmetmişlerdir. Fakat sonrasında delil getiremedikleri için duyulara dayanan düşünceleri de almak zorunda kalmışlardır. Halbuki Allah Teâlâ’nın “Bütün işler O’na döndürülür.” buyurduğu üzere her işte Allah’a yönelmek evlâ olduğu gibi ilimde de Allah’a yönelmek gerekmektedir.
Şu hâlde ilim yoktur sadece ilm-i İlâhî vardır. Çünkü ilm-i ilâhı ilimlerin başı ve en değerlisidir. Şüphesiz ilmin değeri malûmun değerine göre artar. Allah Teâlâ bütün varlıkların en yücesi ve en büyüğü olduğuna göre O’nunla ilgili bilgi de aynı şekilde ilimlerin en yücesi ve en değerlisidir. Dolayısıyla sadece Allah alimdir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Biz ise Allah’ı ve diğer şeyleri bilmede yalnızca Ona tâbi oluruz.
Allah’ın zatını isbatla ilgili kaidelerin İkincisi O’nun varlığını bilmekle ilgilidir. Bilmelisin ki aklın hükmüne göre malûm ya zorunlu (vâcib), ya imkânsız (muhal) ya da mümkündür (caiz). Bu üç şıktan başka şık bulunmadığına göre, malûm eğer yokluğu (‘adem) kabul etmiyorsa vâciptir. Eğer hem yokluğu aynı zamanda hem de varlığı (vücûd) kabul ediyorsa caizdir. Fakat varlığı hiçbir şekilde kabul etmiyorsa imkânsızdır. Vâcib ve muhal için fail gerekli değilken caiz için gereklidir. Çünkü varlık ve yokluk bizatihi ‘adem ve vücûdu [var ve yok olmayı] kabul eder. Bu konunun ayrıntılı bir şekilde açıklaması şöyledir: Mesela, âlemin sonradan var olduğu kesinse ondan önce yokluğu gerekir.
Bu durumda varlıktan önce yokluk varsa âlemin yokluğu ve varlığı mümkün olup varlığı kendi zâtından kaynaklanmaz, aksine kendi dışındaki şeylerle alakalıdır. Aklın imkanı dahilinde her iki taraf (adem ve vücûd) eşit olduğuna göre [âlemin] varlığın veya yokluğunu tercih edecek birisinin (müreccih) olması gerekir; aksi halde âlem bulunduğu durumda kalıp yok olmaya devam edecektir. Yine âlemin varlığa çıkacağı vakti diğer vakitlere göre belirleyecek birisinin (muhassis) bulunması gerekir; yoksa onun varlığı için belirlenen vakit diğerlerinden daha evla olmazdı. Sonra [âlemin varlığını] tercih eden ve belirleyen kişinin varlığı zâtı itibariyle zorunlu (vâcibu’l-vücûd) olmalıdır. Çünkü eğer varlığı ve yokluğu mümkün (câizu l-vücûd) olursa, kendisini var kılacak bir başka müreccihe ihtiyaç duyar, o da bir başkasına ve bu durum sonsuza kadar böyle devam edip gider veya sonunda varlığı kendinden olan bir zâta dayanır ki O da Allah Teâlâ’dır.
İsbat-ı zatla ilgili kaidelerin üçüncüsü Allah Teâlâ’nın kıdeminin bilinmesidir. Allah Teâlâ’nın zâtı açısından vâcibü’l-vücûd olduğu sabit ve kesin olunca kıdemi de sabit olur. Kıdemi sabit olunca yokluğu (‘adem) muhaldir; çünkü O’nun varlığını gerektiren zâtı ezelde ve ebedde kâimdir.
Dördüncüsü Allah Teâlâ’nın bekâsını bilmektir. Cenâb-ı Hakk’ın zâtı açısından vâcibü’l-vücûd olduğu sabit ve kesin olunca bekâsı da sabit olur. O, başlangıcı olmaksızın Evvel, sonu olmayan Ahir, misli ve benzeri bulunmayan Zâhir ve hayalle idraki mümkün olmayan Bâtın’dır.
Beşincisi Allah Teâlâ’nın cevher, cisim ve araz olmadığının bilinmesidir. Yukarıda söylediklerimiz göz önünde bulundurulursa bilinmelidir ki bir kimsenin Allah’ı cevher, cisim ve araz şeklinde isimlendirmesi doğru değildir. Bunların tümü, Allah Teâlâ hakkında kullanılması mümkün olmayan manalardır. Yine bu gibi şeylerle O’nu isimlendirmek hem dil hem de din açısından caiz değildir. Dil açısından bakıldığında lafız vazolunduğu anlamın dışında kullanılmış olur. Şeriat açısından ise tevkife riayet Allah’ı isimlendirmede şarttır.5 Nitekim Allah Teâlâ ilaçlan bildiğinden ‘dolayi ne tabib; helâl, haram, hudûd ve ahkâmı bildiğinden dolayı ne de fakih olarak isimlendirilebilir. Bu isimlerde tevkif olmadığı için Cenâb-ı Hakk’ı bunlarla isimlendirmek caiz değildir. Nasıl olsun ki! Bunlar terkîb ve sonradan var olma (hudûs) anlamlarını akla getirmektedir. Dolayısıyla bunların Allah hakkında kullanılması kesinlikle caiz değildir.
Altıncısı Allah Teâlâ’nın mekândan münezzeh olduğunu bilmektir. Cenâb-ı Hak ezelde kevn ve mekandan, dehr ve zamandan önce azamet ve celâl sıfatlarıyla tek olarak vardır. Çünkü mekân Allah’ın yarattığı cevherlerden ve cisimlerden oluşmuştur. Dehr de Allah’ın belirlediği zaman ve vakitlerden ibarettir. Bunların hepsi hudûs özelliğini taşır. Biz ise zaman ve mekânı Allah’ın bize tanıtmasıyla biliriz. Nitekim O dileseydi bizi zaman ve mekânı bilemeyecek şekilde yaratırdı. Bizi mekânda yarattı, dilese mekân olmaksızın yaratırdı. Böylece biz aklımızın hükümlerinden hareketle bir mekân olmadan var olmayacağımızı öğrendik. Bu hükümleri ise onlardan yola çıkarak ma’kûlü anlamamız ve malûm olanı bilmemiz için hazırladı. Dileseydi hükümleri bizim için hazırlamazdı. O’nun kudret âlemleri sınırsızdır ve dilemesinin (meşîet) şaşırtıcılıkları gizli değildir. Sahip olduğumuz ilim de akıl da O’nun âlemlerinden bir âlemdir. Diğer yandan “Allah Teâlâ dileseydi bizi mekânsız yaratırdı” şeklindeki sözüm imkânsızmış gibi düşünülmesin. O, mekânı da mekansız yaratmıştır. Çünkü mekânın mekânı olsaydı bu durum teselsüle sebep olurdu. Sen kudreti aklınla sınırlayamazsın. Zira aklın gücü ancak hikmeti siniri andırabilir fakat kudreti sınırlandıramaz.
Yedincisi Allah’ın cihetten münezzeh olduğunu bilmektir. Yukarıda zikredilen hususlardan öğrendik ki Allah Teala kainatta bir cihet üzere bulunmaz. Çünkü mekan ve mekanda yaratılanlar O’nun eseridir ve yine hem zaman hem de takdir edilen şeylerin hepsi O’nun âlemlerinden bir alem olup kudretinin büyüklüğünün küçücük bir örneğidir. Şu halde zaman, mekan, O nun mülk, şehadet ve hikmet âlemlerinden zuhura getirdiği şeyler böyle bir zâtı nasıl kuşatıp sınırlandırabilir?
Bize ihsan edilen ve kendisiyle tasarrufta bulunduğumuz akıl bu âlemle ilgili işlerden sorumludur. Dolayısıyla arştan yere kadar olan âlem ve bu âlemi anlayan, kavrayan, bilen, cisimlere, cevherlere ve arazlara ayıran akılla beraber bunların hepsi O’nun âlemlerinden biridir. Yine bu âlemin görüntüsü, ihtiva ettiği şeylerin suretleri olup bunları akıl sahipleri kavrayabilirler. Bu suretler arasında ise yer, gök, su, ateş, hava, arş, kürsü, cinler, insanlar, felekler, melekler, renkler, kevnler, gök cisimleri, güneş, ay ve gök katmanlarının derinliklerinde bulunan yıldızlar yer almaktadır. Hardal tanesi kâinata nispetle ne kadar küçükse bunlar da ilahı azamete nispetle o denli daha küçük ve daha önemsizdir. Bunları duyup anladığına göre Allah Teâlâ, âlemin dâhilinde mi yoksa hâricinde midir kıyasım kalbinden söküp at. Sen ne kadar küçüksün, sen gerçekten çok küçüksün ve ilmin de oldukça küçüktür! Şayet basiret gözünü açabilseydin yaptığın kıyastan, fikrinden, vehminden, hayalinden dolayı mahcup olurdun.
Ey bilgisi az ve görüşü dar kişi! Kendin gibi düşüncenin de ancak belli sınırlan vardır ve kuşatılabilecek şeyleri üretir. Ey yönlerle kuşatılan kimse! ilmin ancak bu yönlere bağlı olarak hüküm verebilir ki onlar da âlemin cüzleridirler. Böylece sen âlemin Allah’ın azametine nispetle ne kadar küçük olduğunu öğrenmiş oldun. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.
Sekizincisi Allah Teâlâ’nın görülebilmesi hakkındadır. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah nurdan doksan dokuz perde ile Örtülüdür. Şayet bunlardan birisi bile açılacak olsa yüzünden (zat) yayılan nurlar ulaştıkları her şeyi yakıp yok ederdi.’*[6] Dolayısıyla Allah’ın bu dünyada gözle görülmesi imkânsızdır; çünkü bu âlem fanî, âhiret ise bakîdir. Öte yandan bu hadis iki şekilde anlaşılabilir: Hadiste de belirtildiği üzere bu perdelerden biri açılmış olsaydı her şeyi yakmış olurdu [yakmadığına göre açılmamıştır ve dolayısıyla rü’yetullah mümkün değildir.] Bu açıdan bakarak rü’yeti inkâr eden kimse için hadis delildir. Aynı şekilde hadis rü’yete inananlar için de delildir.
Şöyle ki: Resulullah bu perdelerin açılmasının yakmak ve ifnâ etmekle bilinebileceğini söylemiştir. Kul karâr yurduna (dâru’l- karâr) yerleşip bekâ ve istikrar elbisesini giydiğinde ardından nurlar denizinde yüzmeye başlayıp sıdk makamına (mak adü’s- sıdk) ve vuslat yaygısına oturduğunda fena ve zevâl olma bağından kurtulur, işte o zaman perdeler açılır, Allah’ın azameti (sübuhât) tecelli eder ve kul yanmaktan ve fenâ bulmaktan emin olacağı bir mahalle kavuşur. Artık dünyevî sıfatlar özellik değiştirir, tecelli kadehleri her doldurulduğunda kul daha fazlasını ister. Şu hâlde kalpler Allah Teala yı dünyada iman nazarıyla, gözler de âhirette iyan nazarıyla apaçık görür. Nitekim Peygamberimiz “Sizler Rabbinizi kıyamet gününde, dolunayın olduğu bir gecede ayı gördüğü gibi görürsünüz ve O’nu görme hususunda birbirinizin görmesine engel olmazsınız”[7] buyurmuştur. Hadiste görme yönü benzetilmiş yoksa görünen görünene benzetilmemiştir. [Yani benzetme dolunay gecesinde ayın net görünmesi açısından yapılmış yoksa Cenâb-ı Hak aya benzetilmemiştir.]
Âlimlerden bazılarının dünyada ihne’l-yakînden nasibi vardır. Onlardan mertebeleri daha yüksek olanların ise ayne’l-yakînden nasiplen vardır. Nitekim içlerinden bazısı “Kalbim Rabbimi gördü”[8] demiştir. Yine iman hususunda daha önce bulunduğu mertebeden daha ileri bir mertebe kendisine açılınca Harise “Gerçek bir mümin oldum”[9] derken bu anlamda Mu az b. Cebel de “Geliniz bir saat iman edelim”[10] demiştir. Bu husus imanın yükselmesine, artmasına ve eksilmesine işaret etmektedir. Âlimlerden bir kısmı imanın artacağına veya eksilebileceğine inanırken bir kısmı da imanda artma ve eksilme olmayacağını söylemişlerdir. Bu husustaki her bir sözün kendine göre bir manası ve yorumu vardır. Zâhid ve muttaki âlimlerden bir grup için ayne’l-yakîn söz konusu olabilir ve bu takdirde onlara göre rü’yet aynî [bizatihi gözle görme şeklinde] olacaktır. Kıyamet gününde de onların rü’yet hususunda ulaşmış oldukları mertebeleri daha da artar.
Ey ru’yeti inkâr eden kişi! Mesele senin anladığın gibi değildir. Çünkü sen görmenin ancak uygun bir mesafe ve hava şartlarının müsait olması koşuluyla gözbebeğinden yayılan ışıklar vasıtasıyla gerçekleştiği şeklinde anlıyorsun. Senin anladığın bu saha mülk ve şehadet âlemiyle alakalıdır. Halbuki göz ve gözbebeği, kıyamet gününde bizim dünyada anladığımız tabiatları üzere kalmayıp değişir. Kudret hikmete, hikmet kudrete, kalp göze ve göz kalbe açılır. Yine hava ve ışıklar senin anladığından başka olup renkler ve kevnler de senin alıştığından ve bildiğinden farklı olacaktır.
O gün yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve Kahhâr (her şeyin üzerinde yegâne hâkim) olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.”[11]
Ey mülk ve şehadet âleminde sınırlı kalmış kişi! Melekût ve gayb âlemine yüksel; perdelerden, araç, gereç ve aletlerden kurtul ve Allah’a iman ettim, de. Hiç kuşkusuz müminler Allah’ı göreceklerdir. Kâfirler ise Kur’ân’ın haber verdiği ve doğruluğuna apaçık burhan ve delil getirdiği üzere O’nu görmekten alıkonulmuşlardır. Bu alan başlı başına bir ilimdir ve dünyada bu sahayı bilen nice âlimler vardır. Gel sen onları ara ve onlarla birlikte bulun ki bereketleri seni kaplasın; basiretin açılsın da kudretin hikmete nasıl yol bulduğunu bilesin. Böylece işittiğin her şeyi bizatihi görür ve müşahede edip “ Gözler O’nu idrak edemez. O gözleri idrak eder”[12] âyetini [rü’yet hususunda] delil getirmezsin; çünkü bu âyette rü’yeti imkânsız kılan bir delil yoktur.
Bilmelisin ki âhirette göz dünyadaki kalp mesabesindedir. Kalp bilir ve görür fakat idrak edemez. Çünkü idrak başkadır, görmek başkadır. Allah kalp tarafından görülür ve bilinir fakat idrak edilemez. Aynı şekilde kıyamet gününde gözle görülür fakat idrak olunamaz. Zira O, idrak edilemeyecek kadar yücedir. Aynı zamanda idrak bir şeyde bulunma, beraber olma (iştirak) gibi anlamları ifade eder. Cenâb-ı Hak ise birdir; eşi, benzeri ve dengi yoktur,
Dokuzuncusu Allah Teâlâ’nın bir olduğunu (vahdaniyet) bilme hakkındadır. Tevhid ve tenzihi doğru kalp bilir, selim akıl buna hükmeder ve derin ilim sahibi (râsih) âlimler de Allah’ın kendisi için şahitlik ettiği şeye şahitlik ederler. Nitekim “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şahitlik ettiler. O’ndan başka ilah yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir. ”13 Allah yücedir ve O’ndan başka ilah yoktur.
Yine O’nun zıddı, eşi, benzeri, misli, çocuğu, babası, yardımcısı ve dengi söz konusu değildir. Vehimler Allah’ın azametinin keyfiyetini idrak edemez; zihinler kibriyâsının yüceliğine ulaşamaz; tesir, tağyir, elemler, hastalıklar, uyuklama, uyku, ayrılık ve bir araya gelme O’nun mukaddes zâtını değiştiremez. Hak Teâlâ vesveselerin akla getirdiği ve duyuların şekillendirdiği şeylerden yücedir; kıyasın hüküm verdiği şeylerden büyüktür. Hiçbir hayal O’nu tasvir edemez ve hiçbir örnek O na benzemez. Zeval bulmak asla O’na arız olmaz. O’nun için intikal söz konusu değildir. Yine hiçbir fikir O’na ulaşamaz ve hiçbir zikir O’nu kuşatamaz. Allah Kayyûm’dur, ezelîdir, daimî ve ebedîdir. O’nun ezeli olması ne zaman” sorusu, ebedî olması da ne zamana kadar sorusuyla sınırlandırılamaz. Her türlü tağyir ve tesirden uzaktır. “Nerede ve hangi zamandadır?** diye sorarsan Allah zaman ve mekandan öncedir. “Nasıldır?” diye sorarsan O, ona benzeme ve dengi olmanın ötesindedir. Eğer delil istersen gözle görme (iyân), bilgiden (haber) daha güçlüdür; beyan istersen kâinatın zerreleri beyan ve burhandır. Allah evvel, âhir, bâtın ve zahirdir. Başlangıçlar (evâil) ve sonlar (evâhir) O nun ezeliyet ve ebediyetinde kaybolmuştur.
Onuncusu teşbihi nefyetme hakkındadır. Allah Teâlâ “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir 14 buyurmaktadır. Bir olan zâtının varlığı mekân, yön ve benzerleri gibi hakkında caiz olmayan her şeyden münezzeh olduğu şen ve aklî delillerle senin için sabit olduğuna göre âyet ve hadislerde geçen sıfatlarla ilgili istiva, nüzul, el, ayak, tereddüt ve hayret (taaccüb) etme ve diğer şeyleri teşbih ve ta’tîl ile değerlendirme. Bütün bunlar tevhidin delilidir. Şayet bunları Allah Teâlâ ve Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) haber vermemiş olsalardı akıl, bu sahanın etrafında bile dolaşmaya cesaret edemez, yine akıl sahibi kimselerin akıllan ve zekâları bunları anlayamazdı. Allah Teâlâ kullarına haber verdiği şeylerle onlara yalanlaşmış, izhar ettikleriyle kendisine işaret etmiş, vech-i kibriyâsını örten perdelerden birini kaldırarak azamet ve yüceliğinin heybetinden az bir şeyi göstermiştir. O’nun sıfatlarıyla ilgili bütün haberler ilahı tecelliler, keşifler ve yüce lütuflardır. Bunları anlayan anlamış, anlamayan da anlamamıştır. Sana yakın olduğu halde Allah Teâlâ’dan teşbih yoluyla uzaklaşma ve ta’tîl yoluyla da yaklaşmaya çalışma. İstivâyı mutlak olarak anla ve nasıl olduğunu düşünme. Diğer sıfatlarda da durum böyledir.
Ebû Bekir eş-Şibli’ye (rahimehullah) Allah Teâlâ’nın ”Rahman arşa istivâ etti”15 ayetinin anlamını sorduklarında “Rahman ezelî, arş ise sonradan yaratılmıştır” cevabını vermiştir. O, böyle söyleyerek bir taraftan Hakk’ın [ezelî| varlığını kabul ederken diğer taraftan da O’na mekan atfetmeyi nefyetmiştir. Zira Allah zâtı ile mevcuttur, eşya be tümüyle O’nun hikmeti üzere dilediği şekilde mevcuttur. Yine İmâm-ı A’zâm hazretlerine istivanın anlamı sorulduğunda “Kim Allah Teâlâ gökte mi yoksa yerde midir? derse kâfir olmuştur” şeklinde cevap vermiştir. Çünkü bu söz Allaha ait bir mekânın olduğunu akla getirir. Hakka ait bir mekânın bulunduğunu vehmeden kimse müşebbihe [Allah’ı mahlûkata benzetenlerden] olur. Aynı soru imam Malik hazretlerine sorulduğunda “İstivanın Kuran’da yer aldığı malûm keyfiyeti ise meçhuldür. İstivaya inanmak vacip, onunla ilgili soru sormak ise bid attır” demiştir, imam Şafiî hazretleri de “İstivâ teşbih olmaksızın Allah Teâlâ’nın haber verdiği gibidir, temsil olmaksızın da doğrudur. Nefsimi onu anlama konusunda eksik görüyorum ve bu konuya dalmaktan kendimi bütünüyle alıkoyuyorum” demiştir. İmam Ahmed b. Hanbel hazretleri ise “İstiva zannedildiği şekilde değil Allah Teâlâ’nın haber verdiği şekildedir” demiştir.
Dört imamın konuyla ilgili görüşleri böyledir. Her kim imamlar arasında sahih itikad konusunda bir ayrılığın bulunduğunu zannederse onlara en büyük iftirayı atmış, haklarında suizanda bulunmuş hatta edebe aykırı davrandığından gazabı hak etmiş olur. İmamların sıfatlarla ilgili âyet ve hadislerde vârid olanların tümüne yönelik itikadları böyledir. Sen de aynı şekilde bütün sıfatlarda onların benimsedikleri görüşlere uymalısın.
Abdüllatif Kudsi · – Hadi’l-Kulub İla Likai’l-Mahbub(Kalplerin Allah İle Buluşması) – ,syf: 21-31
Dipnotlar:
2.Saff, 61/4.
3.Bakara, 2/282.
4.Hud,11/123
5 Allah’ı isimlendirmede O’nun bildirdiği isimleri kullanmaya tevkifi denir.İlahî isimlerin tevkîfî olduğunu kabul eden âlimler, övgü iride etse bile naslarda yer almayan kavramların Allah’a nispet edilmesine karşı çıkmışlardır.
[6] Benzer bir hadis için bkz. Müslim, iman, 293; îbn Mâce, Mukaddime, 13.
[7] Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 299, Zühd, 16.
[8] İmam Gazzâlî, İhyâu ulûmiddin, (Kahire 1969), ITT, 14.
[9] İbn Ebû Şeybe, el-Musannef, (Riyad 2006), 15/623, no. 31063.
[10] Buharı, iman, 1.
[11] İbrahim, 14/48.
[12] Enam, 6/103.
13 Âl—i Imrân, 3/18.
14 Şûra, 42/11.
15 Tâ-Hâ. 20/5.
0 Yorumlar