İdeolojiye Karşı İdeolojinin Üretilmesi: Türkiye’de Din ve İdeoloji İlişkisi
Giriş
Din ve ideoloji, insan eylemlerine kaynaklık eden iki önemli sosyal gerçeklik unsurudur. Hem din hem de ideoloji, sosyal gerçekliği anlama ve yorumlama konusunda imkanlar sunmaktadır. Din, kutsal’a kaynaklık etmesi dolayısıyla aşkın olan ile insan arasında bir bağ kurmakta ve sosyal hayatı düzenleyen bir kurum olarak kabul edilmektedir. İdeoloji ise siyasallıkla ilişkisi bağlamında sosyal gerçekliği yorumlama ve pratikte değiştirmeyle ilgilidir. Din ile ideoloji arasındaki ilişki, öteden beri sosyal bilimcilerin dikkatini çekmiş bir konudur. Dünya tarihinde bazen dinler ideolojilere; bazen de ideolojiler aşkın ve kutsal siyasal dinlere kaynaklık etmiş ya da ütopyalar olarak ortaya çıkmışlardır. Türkiye’de din ve ideoloji arasındaki ilişki, tarih içerisinde iç içe geçmiş, çok katmanlı bir yapı halinde var ola gelmiştir.
Türk modernleşmesi, yeni bir toplum inşa etme anlayışı bağlamında din ile modernleşme ideolojisi arasında farklı dönemlerde farklı ilişkilerin kurulması şeklinde yorumlanabilir. Bu süreçte cumhuriyetin kurulmasının ardından yaşanan gelişmelerde toplumun temel kurumu olarak işlev görmeye devam eden din, yeni rejimin aktörleri tarafından farklı yorumlanmış ve buna göre dinin sosyal hayattaki rolü yeniden tanımlanmıştır. İzlenen siyaset ve sosyal hayatı yeniden dizayn etmeye dönük olarak gerçekleştirilen değişik- likler, yeni siyasal rejim ile toplumun genel çoğunluğunu oluşturan geleneksel dinî hayata bağlı kesimler arasında ideolojik bir mesafenin oluşmasına sebep olmuştur. Tek partili hayatta tek merkezli olarak devam eden bu çatışma, çok partili hayata geçilmesiyle birlikte muhafazakâr kesimlerde ideolojik bir dayanışmaya sebep olmuştur. Bu ideolojik duruşun ve dayanışmanın temelinde ise “halk İslam’ı” yer almıştır. Dolayısıyla cumhuriyetin demokrasi tecrübesinde din ve ideoloji arasındaki çatışma, siyasetin yönünü de belirleyen bir ideolojiler çatışması olarak devam etmiştir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de din ve ideoloji, Türkiye’nin sosyal ve siyasal gerçekliğini değiştirmeye ve üretmeye devam etmektedir.
Sosyal Gerçeklik, Din ve İdeoloji Üzerine
İdeoloji, sosyal bilimlerde üzerinde pek çok farklı tartışmanın yürütüldüğü, modem dönemlerin öne çıkan kavramlarından biridir. Farklı alanlardan ve görüşlerden ideoloji üzerine yazılmış olan eserlerde kavram karışıklığı özellikle dikkat çekmektedir.
İdeoloji konusunda çalışanlar, bu konudaki farklı yaklaşımlara ve kavram kargaşasına yazılarında önemli bir yer ayırmaktadırlar. Aslında bu durumun sadece ideoloji kavramından kaynaklanmadığını, sosyal bilimlerin yine temel konularından olan kültür, zihniyet, değer, medeniyet vb. daha pek çok kavramda da var olduğunu tespit etmek mümkündür (Bkz. Bulut, 2011, s. 183-206). Bir yönüyle söz konusu tartışmaların ve kavram kargaşasının ortaya çıkması, sosyal bilimlerin kendine özgü ontolojik ve epistemolojik farklılığından kaynaklanmaktadır. Doğal olandan farklı olarak “sosyal olan’ınn insan tarafından üretilen ve insanı da üreten yapısı, bu alanda çoğulculuğun ve farklılıkların da ortaya çıkmasına imkan tanımaktadır. Bu nedenle aynı kavram, bazı sosyal bilimciler tarafından bilinçli olmaya ve yaşamaya atıfta bulunurken, bazıları için ise gerçeğin çarpıtılması ya da “yanlış bilinç” anlamına ge- lebilmektedir.
Sosyal bilimlerin araştırma nesnesi olan sosyal gerçekliğin kendine has ontolojik ve epistemolojik farklılaşması, kavramların farklı bağlamlarda tartışılmasına kaynaklık ettiği gibi metodolojik olarak farklı yaklaşımların ortaya çıkmasına da kaynaklık etmektedir. Örneğin bir sosyal bilimcinin teorik ve siyasal kabulleri, doğrudan ideoloji konusuna yaklaşımını da etkilemektedir. İdeoloji konusu özelinde kavrama ilişkin tartışmaların Batı merkezli olması, ideolojinin Batı dışı toplumlarda modernleşme süreçlerinde oynadığı rollere ilişkin gerçeklerin tespit edilmesi bağlamında ayrıca metodolojik bir mesele gibi durmaktadır. Konuya ilgi duyanların malumudur ki ideoloji, Fransız Devrimi’n- de oynadığı rolü, Türkiye’de cumhuriyet öncesinde ya da sonrasında oynamamıştır.
Türk modernleşmesi boyunca Türkiye’nin toplumsal yapısında ideoloji, daha seçkinci bir şekilde gelişmiş, devletin bir aracı olarak kabul edilmiş ve işlev görmüştür. Dolayısıyla bu konu açıklanırken ideolojinin bağlamında tartışıldığı sosyal gerçeklik ile ilişkisinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
İdeoloji ile sosyal gerçekliği üreten farklı sosyal kurumlar ve unsurlar arasında da doğrudan ilişkiler vardır. İdeoloji üzerinde çalışanların en çok üzerinde durdukları konulardan biri din ile ideoloji arasındaki ilişkidir. Din ile ideoloji arasında farklı bağlamlarda farklı ilişkiler tespit etmek mümkündür. İnsanlık tarihi boyunca dinler, insanların hem bilinçlerini hem de eylemlerini etkilemiş ve sınırlandırmıştır. Din, sosyolojik olarak sadece ritüellerden ve ibadetlerden ibaret bir kurum değildir.-Aynı zamanda pek çok pratik boyutu olan ve insanlara gündelik hayatlarında sınırlar çizerek ilkeler sunan bir inanç ve ahlak sistemidir. Bilinç düzeyinde dinin oynadığı rol ve insanların eylemlerine yön vermesi dolayısıyla din ile ideoloji, sosyal hayatta benzer şekilde işlemektedir. Hatta Shils, “ideoloji” ile “mezhep” in aynı kalıplar içinde incelendiğini savunmuştur. Shils’e göre, bunun sebebi her ikisini “insan, toplum ve insanın kainatın içindeki yeri konusuna değinen geniş kapsamlı bilişsel ve inanç sistemleri” olmalarından ileri gelmektedir (akt. Mardin, 1992, s. 15). Yine de genelde dinin aşkın bir kaynağının olması, ideoloji ile dini ayrıştıran en önemli özelliklerden biridir.
Hem din hem de ideoloji, inananlarına tutarlı, kendi sınırları dahilinde derli toplu bir dünya sunmaktadır. Bu yüzden, Batı Avrupa’da sekülafizasyona bağlı olarak dinin etkisinin azalması ve bunun sonucunda da modem ideolojilerin yükselmesi manidardır. Bu gelişmede özellikle ulus devletlerin ideolojiyi temel alan ve halk nezdinde de yaymaya çalışan kurumlar olarak yükselmeye başlamalarının önemi büyüktür.
Ulus devletler, vatandaşlarını kendi ideolojilerine bağlamak yoluyla hem varlıklarını sürdürmek hem de kontrol etmek istemişlerdir. Dine bağlı mümin yerine eğitim ve diğer araçlar yoluyla ideolojik temelde yetiştirilen vatandaş anlayışı hakim hale gelmiştir. Burada ulus devletlerin işlevleri sadece toplumu kontrol altında tutmayla sınırlı da değildir. Aynı zamanda ulus devlet projeleri yeni toplum üretme projeleri olarak dikkat çekmiştir, iktidar sahipleri, yeni bir toplum üretmek ve yeni toplumun devlet ideolojisi temelinde sürdürülebilirliğini sağlamanın yolunun inanç ve bilinç düzeyinde rejimine bağlı insanların yetiştirilmesi sayesinde mümkün olacağına inanmışlardır. İnanmayı ve bilinçlenmeyi önceleyen ideolojik yaklaşım, tıpkı bir din gibi vatandaşlarına inandıkları ideolojinin gerektiği pratikler sergilemelerini de buyurmuştur. Bazı düşünürler, modern dönemde ideolojilerin bu yönleri dolayısıyla “siyasal din”ler olarak kabul edilmeleri gerektiğini savunmuşlardır (Bkz. Karpat, 2009, s. 296; Güngörmez, 2011, s. 339-341; Stowers, 2007, s. 9-12). Çünkü modem ideolojilerin bir kısmı, insan varoluşuna anlam yüklemenin ötesinde hayatı tanzim etme, kutsallar üretme ve helallere ve haramlara da kaynaklık etmiştir. Uğruna ölünecek idealler tanımlama da bu bağlamda dikkat çekilebilir.
İdeoloji ile insan arasındaki ilişkiyi açıklama yollarından biri, insanın dahilinde yaşadığı ve diğer insanlarla ilişki kurarak ürettiği sosyal gerçekliği anlamadan geçmektedir. Bu nedenle ideoloji literatürüne en önemli katkı veren disiplinlerden biri sosyolojidir.
İdeoloji, insanların dahilinde yaşadıkları sosyal gerçekliği anlamaları ve yorumlamaları için önemli bir temel sağlamaktadır. Mardin’e göre (1992, s. 18), “ideolojinin kendi içinde bir mantığı vardır. Bu mantık, duyguların veya şekillenmemiş arayışların mantığıdır. İnsanların sosyal hayatlarını belirleyen temel unsurlardan biri, bu insanların içinde yaşadıkları toplumu algılama şekilleridir. “Her insan, kendi toplumu içindeki diğer kişilerle ve özellikle yakın olduğu gruplarla bir “toplum haritası” paylaşır. Bu toplum içindeki insanlar üzerinde uzlaşılmış temel bir “harita”dan hareket ettikleri için anlaşabilirler ve içinde yaşadıkları toplumun gereklerini yerine getirebilirler”. Böylece ideolojiye bağlı olarak ortak bir anlam dünyası oluşmakta ve bu anlam dünyasına göre bir dayanışma da kendiliğinde ortaya çıkmaktadır.
İdeolojinin sosyal gerçekliği algılamada, anlamada ve yorumlamada bir mantık üretmesi, aynı zamanda bilinç ve tutumlar düzeyinde insanlar için tutarlı bir dünya üretmesi anlamına gelmektedir. Gerek ideoloji gerekse din bağlamında düşüncede ve pratikte inşa edilen tutarlılık, insanları ikna ettiği gibi inanç üzerinden ideolojiye ya da dine de bağlamaktadır. Yaşadıkları sosyal ortam, eğitim durumları fark etmeksizin her insan, dahilinde yaşadığı sosyal gerçekliği tutarlı bir şekilde anlamanın kaygısını taşımaktadır. Başka bir deyişle insan, içinde yaşadığı sosyal gerçekliği anlamlı hale getirmeye çalışan bir varlık olarak da tanımlanabilir. Dinsel fonksiyon, ideolojinin ortaya çıkardığı bu psikolojik uyum fonksiyonlarının en önemlilerinden birini sağlamaktadır. Öyle ki din, ideolojilerin diğer parçaları gibi, gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik denge kurmanın yollarından biridir. (Mardin, 2007, s. 29- 30). Özellikle din, ideolojiyi aşan aşkın boyutuyla sosyal gerçekliği anlama dengesini sağlamakta tarih boyunca belki de en önemli rolü oynamıştır.
İnsan ile toplum arasındaki bu diyalektik inşa sürecinin bir boyutu ideolojiler yoluyla gerçekleşmektedir. Buna göre bir ideoloji, insana sosyal çevresi açısından pek çok şey sunmaktadır. En başta da bağlı olduğu ideoloji dolayısıyla insan, birlikte yaşadığı diğer insanlara ve en genelde sosyal dünyaya belli bir perspektiften bakabilmekte, baktığı yerden de olayları yorumlayabilmektedir. Mardin’in de belirttiği gibi ideolojiler, insanlar için özellikle zihinsel bir harita sunmaktadır. Bu harita, kendine göre sosyal gerçekliği anlamanın ve yorumlamanın imkanlarını da sağlamaktadır.
İdeolojinin en önemli siyasal özelliklerinden biri, sosyal gerçekliği değiştirme ve kendi gerçekliğini ya da hayatını sürdürme talebinde olmasıdır. Ancak her durumda, ideoloji kendi içinden çıktığı, bağlantılı olduğu sosyal gerçeklikten kaynaklarını almaktadır. Diyalektik bir şekilde ideolojinin hedefi ve yönü yine kaynaklarını aldığı ve bağlı olduğu sosyal gerçekliktir. Çünkü siyasal olarak hiçbir ideoloji, iktidar ilişkilerinden bağımsız bir hareket alanına sahip değildir. İdeoloji, sosyal gerçekliği yönetme ve ona hükmetme talebini de içermektedir (Mannheim, 2009, s. 107). Modernleşme sürecinde bu durumun özellikle devlet ve devletin kuruluşları ve aygıtları eliyle gerçekleştiği de kabul edilebilecek bir vakıadır (Bkz. Althusser, 2000, s. 33-36).
Her ne kadar onu “bütünüyle her şeyi kontrol altına almış ideolojik bir aygıttır” şeklinde tanımlamak aşın bir iddia olsa da gücünün ve kontrolünün sınırlarını genişletmenin en önemli aracı olarak ideolojiyi gördüğünü söylemek mümkündür.
“Bütün kültürün hangi sistem altında olursa olsun, kendi kendini devam ettiren bir nitelik taşıdığına bakılırsa içindeki unsurların tümü “ideolojik” bir mahiyet taşımaktadır. İdeoloji, toplumun kendi kendini devam ettirebilmek için içinde bulunan bütün fertlere, başka başka alanlarda oynattığı oyunun kuralları haline gelmektedir” (Mardin, 2007, s. 53). Buna göre ideoloji, sosyal gerçeklikten kaynaklarını aldığı gibi, sosyal gerçekliği benzer ya da farklı tarzda yeniden üretmenin de bir yolu olmaktadır. İdeoloji, oyunun kurallarını belirlemeden önce hangi oyunun oynanacağım ya da hangi oyundan vazgeçilmesi gerektiğini belirleme görevini de üstlenmektedir.
Türkiye’de Din ve İdeolojinin İç İçe Geçmişliği
Bilim ve ilerleme, Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Batılılaşma taraftan aydınların en çok kullandıkları iki kavramdı. Özellikle I ve II. Meşrutiyet tecrübelerinde Batılı tarzda bir anayasanın hazırlanması ve demokrasiye geçilme arzusunun dile getirildiği aşamalarda aydınlar arasında önemli tartışmalar yaşanmıştır. Bu dönemde devlet ve bürokrasi üzerinden bir yenilenme ve yapılanma süreci hedeflendiği gibi döneminin “ileri” ve “çağdaş” toplumla-rinı model alan bir toplum yenilenmesi ve toplumun Batılı tarzda yeniden örgütlenmesi hedeflenmiştir. Türk modernleşmesi sürecinde ideoloji, başından itibaren yukarıda da belirtildiği gibi Batı dışı toplumlardaki temel özelliklerinden bin olan devlet merkezli ve daha çok milliyetçi bir ideoloji olarak işlemiştir. Her ne kadar bu ideolojinin yönü halka doğru olsa da temelleri itibariyle seçkinci ve pozitivist bir karaktere sahip olmuştur.
Türk modernleşmesi sürecinde devletin ideolojik olarak toplumu değiştirme çabası, toplumun anlam haritalarına kaynaklık eden ve ideolojik olarak hayata bakışını belirleyen din ile devleti karşı karşıya getirmiştir. Bu çatışma, temelde siyasal bir çatışmadır ve ideolojiyle doğrudan ilişkilidir. Aslında çatışmanın en önemli kırılma noktalarından biri, artık “oyunun kurallarını kimin belirleyeceği meselesi üzerinden anlaşılabilir. Toplum nezdinde oyunun kurallarını koyan ve sosyal gerçekliğin üretilmesine kaynaklık eden irade, İslam inancına dayanan gelenekte ve bu geleneği sürdüren kuramlarda ve görevlilerdedir. Batılılaşmayla birlikte oyunun kurallarını koyan aklın değişmesi, modern eğitim kuramlarında yetişen ve Batılı fikir akımlarından -özellikle de Fransız Aydınlanmasından ve pozitivizmden- etkilenen yeni aktörlerde gelişmeye başlamıştır.
Türkiye’de sekülerleşmenin cumhuriyet döneminde hızlanmasıyla birlikte ulus devlet ideolojisi bir tür “siyasal din” olarak işlev görmeye başlamıştır. Çünkü dönemin devlet yöneticilerinin ve aydınlarının bir kısmında dinin kamusal etkisinin azalmasıyla toplumun temel inanç ve ahlak sisteminin yeni ideoloji tarafından belirlenebileceği- ne dair iyimser bir beklentinin var olduğunu tespit etmek mümkündür. Ancak dinin sosyal hayattaki etkisini azaltmaya dönük siyasal uygulamalar ve ideolojik yeni yapılanma, bu boşluğu tıpkı bir “din” gibi doldurmuş; kendi iktidarını ve uygulamalarını belli çevrelerde kutsallaştırmıştır.Tıpkı Frankfurt Okulu düşünürlerinin Aydınlanma Düşüncesinin karşı çıktığı mite dönüşmesi tespitinde olduğu gibi burada da benzer bir durum ortaya çıkmıştır.
Mannheim’a atıfla başından itibaren Türk modernleşmesinin aktörlerinin bir yönüyle ideolojiden çok bir “ütopya” peşinde olduklarını ve buna bağlı olarak da özellikle model aldıkları Batı’yı bir tür “ütopik bilinç” ile algıladıklarını tespit etmek mümkündür. Ancak ütopya, gerçek hayatta daha çok bir ideolojik süreç ve siyaset olarak işlemektedir.4 Bu ütopik bilinç, modernleşme sürecimizdeki aktörlerin devrimci karakterini de yansıtmaktadır.
Var olan gerçekliği değiştirmeye çalışmak demek, o gerçekliği belirleyen kaynaklan ve şartları da değiştirmek; bazen de tahrip etmek demektir. Bu durumda, mevcut sosyal gerçekliği üreten, onu besleyen gelenek ve kültür ile değişimin aktörü olan ideoloji karşı karşıya gelmektedir. Türkiye’de geleneksel hayat tarzının dönüştürülmesi üzerinden bazen açık, bazen de gizli bir şekilde bir çatışma yaşana gelmiştir. Bu çatışma, zamanla toplumun farklı kesimlerinde ve nesiller arasında kendisini yeniden üreten bir ideolojik karşıtlığa da dönüşmüştür. Bu süreci Türkiye’de din ve ideoloji ilişkisi üzerinden okumak mümkündür. Başlangıçta dine karşı bir “siyasal din” olarak gelişen bu çatışma, zamanla Türkiye’de ideolojiye karşı ideolojinin geleneksel ve dinî unsurlar tarafından üretilmesi üzerinden devam etmiştir.
Türkiye’de resmî ideoloji, bir “makbul vatandaş’ ütopyasına sahip ola gelmiştir. Söz konusu makbul vatandaş, çağının gerektirdiği şekilde düşünen, yaşayan, bilimdeki ve sanattaki gelişmelerden haberdar, Batılı hayat tarzını benimsemiş ve seküler bir şekilde gündelik hayatta yaşamaya çalışan bir tip olarak tasvir edilebilir. Bu ütopyanın Türkiye’de gerçekleştiğini söylemek mümkün olmasa bile bu şekilde idealleştirilmiş bir vatandaş olmaya çabalayanların ve kendilerini toplumun muhafazakâr kesimlerinden ayıranlarin ciddi bir sayıda olduğu da belirtilmelidir. Bu durum, toplumun belli bir kesiminde resmî ideolojinin başarılı olduğunu; bir kültür ve gelenek üretmeyi başarabildiğini göstermektedir. Ancak ilginç bir şekilde, yeni bir ütopik bilinci toplumun laikçi-ulusalcı olarak adlandırılan bu kesimlerinde de tespit etmek mümkündür. Bu kesimlerde cumhuriyetin kurucu liderlerinin yaşadığı ilk dönem, tekrar ulaşılamayacak ütopik bir “zaman” -ya da asr-ı saadet- olarak kurgulanmış; dönemde gerçekleştirilen inkılaplar sembolik bir önem atfedilerek kutsallaştırılmıştır. Elbette bu bilinç, sosyal ve siyasal pratikte bir ideoloji olarak işlev görmüştür.
Zamanın ve mekânın ütopik olarak kurgulanması ve bu yolla bir bilincin oluşturulması olayını Türkiye’nin geleneksel, muhafazakar ve dindar kesimlerinde de görmek mümkündür. Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan bu kesimde, Hz. Peygamberin ve sahabelerinin yaşadığı Isla- miyetin ilk dönemleri ve yeni rejim tarafından inkar edilen ve ötekileştirilen Osmanlı dönemi, bir tür “asr-ı saadet” olarak kurgulanmıştır. Bu ütopik bilinç, insanların inançlarına, dünyayı anlamlandırmalarına ve bu dünyada ideolojik bir bilinç ve pratik geliştirmelerine de kaynaklık etmektedir. Burada özellikle insanların tarih algıları, bilinç ve gelenek üreten bir ideolojik unsur olarak “anlam haritalarında” önemli bir yerde durmaktadır (Bkz. Aktay, 2000, s. 41). Toplumda çoğunluğu oluşturan sünni ve muhafazakâr kesimin gerçekliğe ilişkin kurgusu ve ütopik bilinci ile laikçi ve ulusalcı kesimin kurgusu ve ütopik bilinci arasındaki paralellik dikkat çekmektedir. Bu örnekler de Türkiye’de din ve ideolojinin sosyal gerçeklikte gördükleri işlevlerin birbirine ne kadar benzediğini göstermektedir.
Türkiye de Demokrasi Tecrübesinde Din ve ideoloji İlişkisi
Sosyal olaylar, olgular ve kurumlar tarihsel süreklilik dahilinde anlam kazanmaktadırlar. Türkiye’nin modernleşme tarihi de bir süreklilik üzerinden gerçekleşmiştir. Bu bağlamda cumhuriyet döneminde izlenen siyasetin köklerini ve izlerini Osmanlı dönemi modernleşme hareketlerinde aramak gerekmektedir. İttihat ve Terakki Fırkası ile cumhuriyetin ilk yılları ve özellikle de sosyal gerçekliği dönüştürmeye yönelik hareketlerin daha da belirgin bir karakter kazandığı 1930’ların Kemalizm’i arasında bir süreklilik tespit etmek mümkündür (Kahraman, 2010, s. 153). 1930’lardan sonra devlet, açıkça bir ideoloji inşa etmeyi amaçlamıştır ve bu ideolojinin temel ilkeleri zamanla anayasada yer almıştır (Karpat, 2009, s. 318).
Toplumun değişim süreci, devlet eliyle bir ideoloji temelinde inşa edilmeye çalışılırken ulus kimliğinin ne şekilde belirleneceği de önemli bir mesele olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin kurucuları düşünce olarak bağlı oldukları ve sürdürdükleri Jön Türk-îttihat ve Terakki geleneğini takip ederek milli kimliği zamanla, özellikle de 1930’larda İslam’ı ötekileştirerek inşa etmeye çalışmışlardır (Karpat, 2009, s. 321). Karpat’ın bu tespitleri dolayısıyla, Türkiye’de yeni bir sosyal gerçeklik üretmeyi hedefleyen devlet ideolojisinin, sosyal gerçekliğin temel dinamiklerinden birini eskisine göre daha işlevsiz bir hale getirmeye çalıştığı söylenebilir.6 Ancak hangi ideoloji temelinde gerçekleştirilmeye çalışılırsa çalışılsın siyasal uygulamaların hesap edilemeyen boyutları
hale getirilmiş eğitimdir. kurumu ise örgütlenmiş ve zorunlu ortaya çıkmaktadır. Bir ideoloji, ideallerini hayata geçirirken kendisine karşı ideolojilerin üretilmesine de kaynaklık edebilmektedir. Genelde de durumun bu şekilde karşılıklı olarak üretildiği tarihsel tecrübeyle görülebilir.
Türkiye’de resmi ideoloji karşısındaki bu ideolojik karşı üretimi, Şerif Mardin’in deyimiyle “Volk/Halk İslamı” kavramında tespit etmek mümkündür. Halk İslâmî, halkın kendi dinî değerlerine bağlı olarak ürettiği din temelli ideoloji, çoğunluğu sünni İslam inancına göre yaşayan toplumda Türkiye’nin modernleştiricilerine, onların ideolojik duruş ve eylemlerine karşı bir ideolojik bilincin gelişmesini ve sürdürülmesini sağlamıştır. Bu ideolojik bilinç, bir karşı ideoloji üretimi olarak tek parti döneminde büyük oranda gizli, el altından yürütülen faaliyetlerle sürdürülmüştür. Tarikatlar ve cemaatler, devletinkine paralel bir eğitim sistemi oluşturmuşlar, “şebeke faaliyetleri ve vaazlar gibi eski sisteme ait imkanları bu doğrultuda seferber etmişlerdir” (Mardin, 2011, s. 107). Bu ideolojik çatışma, sembolik olarak bir dönem medreseler ile Batılı tarzda eğitim veren yüksek okulları, başka bir dönemde de Îmam-Hatip liseleri ve Kur’an Kursları ile diğer resmi okulların karşı karşıya getirilmelerinde ortaya çıkmıştır.
Bu ideolojik karşılaşmada bir din olarak İslam’ın bazı özellikleri dolayısıyla karşı ideolojinin üretilmesine nasıl katkı sağladığına da dikkat çekmek gerekmektedir. İslamiyet’in bütün özellikleri (Mardin, 2007, s. 90):
a) Toplumun genel hatlarını tanımlayıcı,
b) Talimat ve yön verici (normatif),
c) İdeolojik ve kültürel anlamları topluma mal edici,
d) Kişinin korunmasını sağlayıcı,
e) İkincil yapıların yokluğunda toplumsal seyyaliyet (ödeyebilirlik) sağlayıcı fonksiyonlarının nasıl elde edildiğini tarikatların oynadıkları rolde görülebilir.
Yukarıda tespit ettiği temel özelliklere dayanarak Mardin, (2007, s. 91), “İslam toplumlarından sıyrılabilmenin bir tek yolu olduğunu; onun da alternatif bir İslâmî toplum kurmak olduğunu” savunmuştur. Ona göre, sufilik, bunun yollarından biri olmuştur. Bu özellikler dolayısıyla devletin ideolojisiyle karşı karşıya kalan kitleler, kendi değer alanlarını muhafaza etmenin kaygısını taşımışlar ve bu meseleyi alternatif halk İslam’ı anlayışları ve pratikleri içinde çözmeye çalışmışlardır.
Özellikle II. Dünya Savaşından sonra çok partili demokratik hayata geçme kararının alınması, devlet ve millet ideolojilerinin karşı karşıya gelmesini farklı bir şekilde sağlamıştir. Bu karşı karşıya gelme, daha çok din ve laiklik meseleleri üzerinden gerçekleşmiştir. Hatta resmî ideoloji, kendi iktidarının devamı için halkın ideolojisine imtiyazlar tanıma yoluna gitmiştir. 1950 seçimlerine giderken başbakanlığa eski İslamcı ve İlahiyat profesörü Şemsettin Günaltay’in getirilmesi, İmam Hatip Okullarının, Kur’an Kurslarının ve Ankara’da İlahiyat Fakültesinin açılması bu bağlamda değerlendirilebilir. Kaldı ki 1947’den itibaren Cumhuriyet Halk Partisi kurultay ve grup toplantılarının en önemli tartışma konusu yeni demokratik rejimde laikliğin nasıl uygulanacağı meselesi olmuştur (Bkz. Karpat, 2010, s. 357-360). Başka bir deyişle resmî ideoloji, işleyen bir demokratik sistemde o zamana kadar dönüştürmeye, çalıştığı halk ideolojisine muhtaç duruma düşmüştür. Böyle bir durumda da kendisine bir hayat alanı sağlamak için o zamana kadar mücadele ettiği, ötelediği din temelli ideolojiye -istemese de- bir hayat alanı açmak zorunda kalmıştır.
Demokrasiye geçilmesi ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, toplumda din üzerinden gerçekleşen ideolojik çatışma farklı bir boyut kazanmıştır. Darbeler ve ara dönemlerle bugüne kadar gelen süreç, toplumda karşı ideolojiler temelinde sürekli bir seferberlik halinin yaşandığı izlenimini vermektedir.
Öyle ki bu sürecin her iki tarafı da muhafazakarlaştırdığı söylenebilir. Bir taraftan ulus devlet ideolojisini benimseyenler kendi durdukları yeri muhafaza etmenin derdine düşerken, diğer taraftan zaten muhafazakâr olarak adlandırılan halk kitleleri de dinî ve geleneksel değerlerini muhafaza etmenin derdine düşmüştür. Böylece Türkiye’nin siyasal geleneğinde “sağ” olarak adlandırılan partiler, resmî ideoloji karşısında yer alan geleneksel, Sünni ve dindar kitlelerin desteğini almayı başarmıştır. Bugün de süre giden bu devamlılık, Mardin’e göre (2011b, s. 198), “birbiri içine nüfuz eden ve yakınlıkları içinde dönüştürülen geleneksel güçler ve modernlik arasında, karmaşık ve çok katmanlı bir karşılaşmadır. Modern Türkiye’nin tarihi, aynı Zamanda bu güçlerin buluştuğu ve değiştiği yeni alanların yaratılışının öyküsüdür”.
Demokrasi tecrübesi, halk İslam’ını yaşamaya gayret eden, toplumun muhafazakar kesimlerini daha da ideolojik bir hale getirmiştir. Bu ideolojik yapılanmanın ve sürecin temelinde ise Türk modernleşmesi boyunca sürdürülen modernlik-geleneksellik çatışmasını görmek mümkündür. Her iki taraf açısından da ideolojik bilinçlenme ve örgütlenmenin kökeninde dine bakış, önemli ve belirleyici bir yerde durmaktadır. Böylece tarafların dine bakışları, sosyal gerçekliğin nasıl değiştirileceğini ya da nasıl yeniden üretileceğini ideolojik olarak etkilemektedir. Halk İslam’ına dayanmak ve bu anlayışı sahiplenmek, muhafazakâr kesim ve onları siyasette temsil edenler açısından önemli bir motivasyon sağlamıştır. Türkiye’de sağ ve muhafazakâr kesimleri temsil ettiğini iddia eden partiler, bazen açık, bazen de gizli bir şekilde resmi ideolojiyle çatışma içinde olsalar da devleti kolayca sahiplenmişlerdir. Hatta devletin asıl sahiplerinin kendileri olduğuna inanmışlar ve bunu siyasal pratiğe de geçirmeye çalışmışlardır.
Sonuç
Din, Türkiye’nin sosyal hayatının en önemli kaynaklarından biridir. Türkiye’nin modernleşme tarihinde ve siyasal geleneğinde devlet ile din arasındaki ilişki, sosyal yapıyı derinden etkilemiştir. Toplumun büyük çoğunluğunun değer alanını, anlam haritalarını oluşturan asıl unsur din olduğu için, insanlar dinin sosyal hayattaki rolünün değiştirilmesine karşı zamanla ideolojiye dönüşecek tepkiler vermişlerdir. Din, toplum tarafından özellikle cumhuriyet sonrası modernleşme sürecinde kendisine sığınılan bir liman, kaybedilmemesi gereken bir değerler ve ahlak sistemi olarak kurumlaştınlmıştır. Topluma hitap eden, toplumun meselelerine din adına çözümler sunan halk İslam’ı, söz konusu ideolojik direnişi sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Halk İslam’ı, belli bir geleneğe dayandığı için halk kültürüne kaynaklık edebilmiştir. Aynı zamanda bu anlayış, daha sonra geleneksel dinî hayatı yaşamanın kaygısını taşıyanların siyasal tercihlerine ve duruşlarına da aynı şekilde kaynaklık etmiştir. Çünkü bir taraftan resmî ideoloji oyunun kurallarını yeniden belirlemek isterken diğer taraftan toplum, eski oyunu gizli olarak oynamaya devam etmiş, bununla da kalmamış ve demokrasi tecrübesi içinde oyunda söz sahibi olmayı da hedeflemiştir. Din, muhafazakâr kesimler için dahilinde yetiştikleri sosyal gerçekliği ideolojik bir şekilde sahiplenme ve değiştirme motivasyonu da sağlamıştır. Resmî ideoloji taraftarları devlet rejimini sahiplenme üzerinden bir seferberlik halini yaşarken, dindar kesimler de geleneksel din anlayışlarını muhafaza etmenin kaygısıyla bir seferberlik hali yaşamışlardır. Her iki kesimin ideolojilerini siyasal pratikte sunmaları açısından önemli benzerlikler bulmak mümkündür. Her iki kesimin de anlam haritaları benzer kaygılarla şekillenmiştir. Ancak Türkiye’de dini sosyal hayatta daha pasif bir kurum haline getirme anlayışı ve bu anlayış temelinde izlenen aşın siyaset, demokrasi tecrübesiyle birlikte ötelediği kurumdan kaynağını alan bir ideolojiyi karşısında bulmuştur. Başka bir deyişle Türkiye’de resmî ideoloji, bir siyasal din gibi işlev görürken kendisine karşı ideolojilerin üretilmesine de sebep olmuştur.
Mahmut Hakkı Akın- Türkiyede Modernleşme,syf:35-52
Dipnotlar:
1 Bu yazı, 2011 yılında Demokrasi Platformu dergisinin 26. Sayısında yayınlanan makalenin gözden geçirilmiş ve düzenlenmiş halidir.
2.Kemal Karpat ideolojiye özellikle Batı dışında kalan toplumlarda nasıl yaklaşılması gerektigi meselesini öneri bir metodolojik mesele olarak tespit etmiştir, Ona göre, “Batı’nın siyasal ve sosyal deneyimine dayanan ideoloji tanımları, Batı dışı toplumlarda kurulan devletlerde ideolojinin doğuş sebeplerini ve özellikle de yerine getirdiği fonksiyonları açıklamada yetersiz kalmaktadır. Daha yakın tarihli çalışmalar ise her ne kadar bilgi ve basiretle yüklü olsalar da çoğu zaman yazarının dış politika görüşünün veya liberal ekonomi ve demokrasinin erdemlerini yüceltme davasına eksiksiz sadakatin gölgesinde kalmış gibi gözükmektedir” (Karpat, 2009, s. 290).
3 Çünkü din, ideolojiyle farklı boyutlarda ilişkili olsa da toplumda daha geniş bir toplum”sallaşma kaynağıdır. Ideoloji din ile karşılaştırıldığında kısmen siyasal toplumsallaşma ile sınırlıdır (Bkz. Mardin, 2011a, s. 159).
4 Karl Mannheim (2009, s. 58), ütopik düşünenlerin toplumun mevcut şartlarını düşünsel anlamda doğru değerlendiremediklerini; gerçekte var olanla ilgilenmek yerine düşüncede var olanın değişimini tasarlamayı hedeflediklerine dikkat çekmiştir. Bu anlamda Türkiye’de modernleşme sürecinin hem ütopyacı hem de ideolojik yönlerinin olduğunu söylemek mümkündür. Yine Mannheim’ın belirttiği gibi ütopya ile ideolojinin sınırlarının nerede başladığını ve nerede bittiğini tespit etmek güçtür. Çünkü toplumsal gerçeklik pratiğinde bir değişim sadece düşüncede kalmamakta; aynı zamanda pratiği değiştirmeyi talep ettiği için siyasal bir özellik kazanmaktadır. Türk modernleşmesinde ütopik bilinç, düşünceyi de pratiği de değiştirme talebiyle ideolojik bir süreç olarak devam etmiştir.
5 Türk modernleşmesi boyunca tek tip bir İslam anlayışından bahsetmek elbette mümkün değildir. Entelektüel İslam anlayışları ve yorumları bir taraftan İslamcı aydınlar tarafın” dan üretilirken, diğer taraftan “halk İslam”ı anlayışı, sünni İslam geleneğine göre gündelik hayatlarını sürdüren geniş halk kitlelerinin içinde yaşadıkları sosyal gerçekliğin temel dinamiği olmaya devam ediyordu. İslam’ı entelektüel boyutta yorumlayan İslamcıların görüşlerinin de halk İslam’ından görece uzak olduğu belirtilmelidir. Hatta bazı İslami yorumlar doğrudan halkı İslam’ını değiştirmeyi amaç edinmişlerdir.
| 6 Seçkinler, aydınlar ve toplumun geneli arasındaki kutuplaşma, cumhuriyetin sosyolojik hikayesi olarak okunabilir. Bu kutuplaşmanın merkezinde toplumun din anlayışı ile devletin laik tavrı yer almıştır. Karpat’a göre (2010, s. 350) Türkiye’de devlet, laikliği zaman içerisinde toplumun genelini kontrol etmek için bir ideolojik amaç olarak belirlemiş ve kendi varlığının “olmazsa olmaz” unsuru olarak kabul etmiştir. Ayrıca laiklik, özellikle eğitim yoluyla millet üzerinde egemen kılınmaya çalışılmıştır (Sevil, 2005, s. 114; Mardin, 2011a, 8. 139). Bir siyasal rejim, dayandığı temel ilkeleri yeni nesillere aşılamaya çalışır. Bu ideolojik yeniden üretim anlayışının en önemli aracı kurumu ise örgütlenmiş ve zorunlu hale getirilmiş eğitimdir.
7 Türkiye’de demokrasiye erken geçilip geçilmediği bu makalenin konusuyla da ilişkili | olarak tartışıla gelen önemli bir konudur. Rejimin ideolojik olarak tam anlamıyla yerleşmeden demokrasiye geçilmesi özellikle laikçi-ulusalcı çevrelerin ideolojik tavırlarını yansıtan önemli bir retoriktir. Ayrıca alt sosyal tabakalardan gelen ve geleneksel inançlara göre yaşayanların demokrasi dolayısıyla üst tabakalarda yer edinmeye başlaması da bu tartışmalara kaynaklık eden bir başka unsurdur. Karpat’a göre (2009, s. 118-119), yeni devlet ve ideoloji çerçevesinde yetişen iş adamlarından, siyasetçilerden ve bürokraside yer alanlardan oluşan grup, “sahip olduğu ekonomik güçle kutsanan ve değeri daha da artan şüphe götürmez vatanseverliği nedeniyle yeni rejimin bel kemiği olarak kendisine yönelen eleştirileri, alt sosyal tabakalardan geliyorsa irtica, aydınlardan geliyorsa yıkıcı faaliyet olarak damgaladı”, Türkiye modernleşme sürecinin en önemli ideolojik retoriklerinden biri olan irtica, cumhuriyet döneminin bütününde en önemli ideolojik savunma ve taarruz mekanizmalarından biri olmuştur.
8 Türkiye’de darbeler, muhtıralar ve bunların ardından yaşanan ara rejimlerin tamamında din ile devlet arasındaki ilişki önemli bir mesele olmuştur. Darbelerin ve muhtıraların en önemli gerekçelerinin başında Atatürk ilkelerinden sapılması ve irtica’ın sosyal ve siya” sal hayatta kendisine bir alan bulması özellikle vurgulanmıştır (Yılmaz, 2004, s. 634-639). Bu dönemler, diğer dönemlere göre seferberlik halinin daha sıkı bir şekilde yaşandığı dönemler olmuştur. Ancak toplum içindeki ideolojik gerilmenin kaynağında yine “ğin” önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.