İdeal Olanın Toplumsal Karşılığı
Bireysel insan ruhunun hareket eğiliminin yukarıya doğru olması, toplumsal kolektif tin’in hareket yönünün de, ister istemez yukarıya doğru olmasını içerir. Toplum açısından bu ahlâki (etik) bir talep olmasının yanı sıra, aynı zamanda toplumsal varoluş (ontolojik) biçiminin bir gereği şeklinde de anlaşılabilir.
Tıpkı bireyler gibi, toplumların, toplulukların da doğal eğilimi en azından ilke olarak yücelmek, yükselmek yönündedir. Arkaik inanç sistemlerine özgü ritüellerden, günümüz devletlerinin “resmi törenlerine” dek süregelen uygulamalar, bu toplumsal talebin simgeleştiği örneklerdir. Olağan tarih algımız içinde, alçalmayı ya da alçalma tanımı içinde yer alan bir eğilimi, örneğin köleliği içselleştirmiş bir toplum en azından ilke olarak mümkün değildir. Bir toplumu veya topluluğu alçaltmak, yine söz gelimi köleleştirmek mümkündür, ancak bu, o topluluğun oluşturduğu kolektif tinin yukarıya doğru hareketinin sürekli bastırılabileceği anlamına gelmez. Nitekim tarih boyunca başkaldırı hareketlerini, üretim ilişkilerinin, ekonomik altyapı gerekçelerinin yanısıra, birkez de buradan gözlemlemek gerekir. Çünkü gerek bireylerin, gerekse toplum- ların yücelme talepleri, ekonomik gerekçeleri aşabilen özellikler de sergilemektedir. O nedenle, yoksul fakat “soylu”; yoksul fakat “yüce gönüllü” olabilmek mümkün olabildiği gibi, yoksul fakat “faşist” olabilmek, zengin fakat “özverili” olabilmek de mümkündür.
Tam da bu bağlamda Sokratesçi geleneğe şu nedenle ihtiyaç duyuyoruz: Modern ideolojilerin tüm bilimsel ve ekonomik- maddi altyapı analizlerine rağmen, günümüzde hâlâ yoksul ve eğitimsiz bir lümpenle, yoksul ve eğitimsiz bir direnişçi arasındaki farkı, ahlâki tercihin metafiziğinden öte açıklayabilmek pek mümkün olamıyor. {Üstelik direniş ve sınıf bilincinin kitlelere dışardan götürülmesi gerektiği savı, ahlâki tercih metafiziğinin kırıtabileceği garantisini de içermiyor. Yani, psiko-analitik öğretilerin çabaları da dâhil, örneğin Hitler Almanyasın’da faşizme oy veren milyonları, kendi cellatlarına tapman kitleleri, rasyonal olarak hâlâ bütün yönleriyle açıkla-yabildiğimiz!, anlayabildiğimiz söyleyebiliyor muyuz?
Ancak yukarda dile getirmeye çalıştığım, insan ruhuna ilişkin platonist tezler kuşkusuz diktatörlerin, despotların da gözlerinden kaçmamıştır. Ve gerek tarihte, gerekse yakın zamanımızdaki uygulamalara bakarsak: başkaca birçok bileşik unsurun yanısıra, toplumsal tinin doğal yükselme eğilimi doğrultusunda, onun önüne idealler ya da yüksek idealler” koymak ve m idealler sayesinde kitleleri, bizzat kendi çıkarlarıyla çelişen istikametlere sevk edebilmek mümkün görünüyor. Yakın tarihimizde, Latin Amerika’dan Orta Doğuya uzanan coğrafyada, otoriter uygulamaların, bireysel ruhun ve toplumsal tin’in yükselme gereksinimine cevap verir, hâttâ onu teşvik eder gibi yaparken, tam tersi sonuçlara, savaş ve benzeri yıkımlara yol açabilecek hedefleri de tutturduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, tarihin her döneminde devletlerin kendi toplumlarının önüne koydukları sözde veya gerçek “imperiar hedefleri bu sınıfa alabiliriz. Günümüze ilişkin somut- layacak olursak, bu hedefler, kendi halkının yoksulluk içinde olmasına rağmen, atom gücüne ulaşmaktan, komşu ülkenin sınırlarını kendi toprakları içinde göstermeye, kendi ülkesinin zenginlikleri yağmalanırken, kendi toplumu nezdinde yeryüzünün zenginlikleri hakkında ipotek ve taahhüt politikaları geliştirmeye dek varan, yarı sömürge ülkelere özgü üçüncü – dünyalı eğilimleri içeriyor.
Fakat şunun altını çizmek zorundayız: çeşitli iktidarların toplumsal ruhun doğasından gelen yükselme talebini istismar etmeleri, bu talebin yanlış ya da gereksiz olduğu biçiminde değerlendirilmemelidir. O halde bireysel ruhun ve toplumsal tin in yükselme talebini, amacına uygun ve meşru şekilde gerçekleştirmesini mümkün kılacak ölçüt ne olabilir? Bu sorunun cevabını geleneksel klasik felsefenin birçok kez “özgürlük” ve “adalet” şeklinde verdiğini söyleyebiliriz.
Örneğin yakın çağlarda Hegel, tin in dünya sahnesinde tarih olarak açılımını özgürleşme veya özgürlüğün gerçekleşmesi olarak anlıyordu.
Fakat henüz köleler mevcut olduğu ve siteler kölelik şartına bağlı olduğu için, tahditli bir biçimde belirlenmiş olmakla birlikte gerçek özgürlüğün, Yunanistan’da yeşerdiğini görüyoruz. Yüzeysel olarak özgürlüğü, Doğu da, Yunanistan’da ve German Dünyasın’da, aşağıdaki soyutlamalarla [sie] belirleyebiliriz. Doğu’da sadece tek kişi özgürdür, Yunanistan’ da bazıları özgürdür, German Yaşamın’da ise “herkes özgürdür” cümlesi geçerlidir, bunun anlamı, insanın insan olarak özgür olduğudur. Fakat onunkisi de başkalarının özgürlüğüne tâbi olduğu için, Doğu’daki tek kişi özgür olamaz, böylece orada, ihtiras, keyfiyet, biçimsel özgürlük, öz- bilincin soyut eşitliği, ben – ben vukû bulur. (G.W.F. Hegel: Vorlesungen über die Geschichte der Philosophie, Bd. I. Suhrkamp, Frankfurt am Main 1999. S, 122)
Hegel’in Doğu’ya ilişkin saptamaları bir ölçüde tartışmalı olmakla birlikte, toplum halinde yaşayan insanın ya da top- lumsal varoluşun ereğinin özgürlük olarak saptanmasını, hem ahlâki hem de varlıkbilimsel (ontolojik) açıdan doğru bulabiliriz.
Şunu söylemeye çalışıyorum: Toplumun bir ideal aracılığıyla yükselme isteği, zorunlu, doğal ve meşrudur. Ancak bu meşru eğilim çoğunlukla güç istencini – iktidarı elinde bulunduranlar tarafından istismar edilegelmiştir. Öyleyse, güç istenci sahipleri toplumsal kolektif tinin yücelme eğiliminin yönünü, kendi güçlerini pekiştirmek amacıyla saptırmaya giriştiklerinde “özgürlük” idesini ölçüt alarak, bu yönlendirmenin bir istismar olup olmadığını sınamak mümkün / dür / olmalıdır.
Buraya kadar kuramsal olarak meselenin çatısını kurmaya çalıştık. Fakat burada bir tuzak daha var. Günümüzde güç istencini elinde bulunduran merkezler, ulusal ve uluslararası oligarşiler, kuram üzerinde en az bizim kadar çalıştıklarından olsa gerek, tüm şiddet uygulamalarını, askeri işgalleri, savaş makinalarının kıyımını, toplumlara “özgürlük götürmek” onları “özgürleştirmek” gerekçesiyle açıklıyorlar. Gelgelelim, hiçbir toplumsal idealin, o topluma yabancı, bir dış unsur eliyle gerçekleştirilemeyeceği bilinmesine rağmen, turuncu devrimler, Arap baharı ve benzeri yanılsamalar, medya tekelleri aracılığıyla hakikat algısı oluşturmak üzere dayatılıyor.
Oktay Taftalı – Ben Merkezci İnsan ve Kaybolan Gerceklik,syf.119-122