İbret Alma Sanatı
İbret almaz mısın ey dil
Yiten bizim gibilerdir
Kara toprağa gark olmuş
Yatan bizim gibilerdir
Çatarlar ağaçtan atlar
Biner gider koç yiğitler
Üstümüzde çimen otlar
Biten bizim gibilerdir
Nefse uyup hata kılup
Ettiğiniz ameli bulup
Kabri dopdolu od olup
Tüten bizim gibilerdir
Yunus derviş nefse uyup
Nefis libasın soyunup
Cümlesin mezada verip
Satan bizim gibilerdir
(Yunus Emre)
İdrak Meselesi
Nasıl ki herkes şair, ressam ya da bilim adamı olamaz aynen bunun gibi insanların hadiselerden netice çıkarma becerileri de farklı dereceler içerir. Olaylara dikkatli bakmayanlar incelikleri fark edemez; hayatın akışı bir kitap gibi düşünülürse bazıları sadece büyük harflerle yazılı olan kısımları okuyabilir, küçük harflerle yazılanları gözden kaçırırlar. Bu anlamda ders çıkarmak ve ibret almak bir incelik ve dikkat meselesidir.
İbret kelimesi “köprü olmak, bir taraftan diğer tarafa geçmek” manasını taşır; yani, herhangi bir hadiseden asıl mesaja intikal etme kabiliyetidir. Burada önemli olan mesele kişiler, isimler, mekân, zaman ve benzeri ayrıntılardan ziyade bir anlam sıçraması yaparak kıssadan hisseyi kapabilmektir. Bir başka deyişle, metnin ne dediğinden ziyade ne demek istediğini anlamak gerekir.
Kur’an’da kıssa anlatımının külliyetli bir miktar tuttuğu dikkate alınırsa bu anlatım ve anlayış tarzının üzerinde durulması gerektiği sonucu kolayca çıkarılabilir. Kur’an kıssalarından gereken derslerin alınamayışının sebeplerinden biri şudur ki; insanlar ibret alınması gereken durumlarda genellikle kendi üzerlerine alınmak yerine başkalarına işaret etmeyi tercih ederler. Diğer bir sebep ise, dünya hayatına aşırı düşkünlüğün mesajın inceliklerine vukufiyete mani olmasıdır. Daha açıkçası, dünyanın cazibesi aklımızı başımızdan alır ve bu durum idrak yetmezliğine yol açar.
Ülfet Sorunu
Fikirsiz ve maksada yönelik olmayan bakış ülfete, yani alışkanlıktan kaynaklanan bir sıradanlaştırmaya sebep olur; böylece hayrete şayan olan harikulade şeyler bile basit ve normal gelmeye başlar, sanat ve incelik kaybolur. Anlamı ve derinliği çabucak tüketme, harcama ve degersizleştirme zamanımızın büyük bir hastalığıdır. En derin hakikat meseleleri bile internet sayfalarında saniyeler içinde bitirilip geçilebiliyor. Hiç birimiz için yarın sabah güneşin doğacak olmasının hayret verici bir tarafı yoktur; hâlbuki bu olayın nasıl gerçekleştiği üzerinde biraz düşünülse her yönüyle akıl almaz bir durumun söz konusu olduğu görülecektir. Fakat bu harikulade olayların sürekli yaşanıyor olması zihnimizde bir ülfete (alışkanlık ve sıradan görme) sorununa yol açıyor. Bazıları Kur’anın hiç kimsenin bilmediği ve duymadığı ola- ğan-üstü şeylerden bahsetmesi gerektiğini düşünebilir, halbuki en basit görünen şeyler bile son derece kompleks yapıya sahiptir. İşte Kur’an bu sebeple, yani ülfetimizi kırmak için en sıradan görünen şeylerden (yağmur, bitkiler, dağlar, yıldızlar vs) bahseder ve bunların hiç de basit şeyler olmadığına işaret eder.
“Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde seyreden gemilerde, Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır” (Bakara; 164)
Bir meseleye konsantre olarak yeterince uzun vakit harcanırsa oradaki sanat ve incelik görünür hale gelir. Bir mühendis mekanik bir sisteme veya bir mimar güzel bir yapıya baktığında başkalarının göremediği sanatı ve ustalığı fark eder. Velhasıl, ayrıntıları yakalamak bir ilim, çaba ve irfan meselesidir; aklı başka yerlerde olanlar bu tür incelikleri algılayamazlar.
Paradoksal Durum
Zamanı geldiğinde muhakkak öleceğinin farkında olan tek varlık insan olmasına rağmen sanki böyle bir mesele yokmuş gibi hayatını dizayn eden ve bu durumu görmezden gelen yine insandır. İşte bu paradoksal durum kaçınılmaz gerçekle yüzleşmekten kaçanların çelişkisidir. Kişinin kendi varlığı ve sonu hakkındaki bu tutarsızlığı aslında hayatın farkındalığı önündeki bir engeldir aynı zamanda, çünkü fani oluş varlığı ve hayatı daha derin hissetmemizi sağlayan önemli bir faktördür. Fani olmak, var oluşla ilgili bir anlam arayışına sürükler bizi; ölümü düşünmeyi ertelemek anlamlı bir hayat sürmeyi geciktirmek demektir. Ayrıca ölüm, insana “şu anın” kıymetini bilmeyi öğretir, çünkü sonsuz bir hayatta “şimdinin” önemi o kadar büyük değildir.
Doğru yerden başlamak ve planlama
Eğer bir ilerleme kaydetmek istiyorsak evvela doğru bir başlangıç yapmak gerekir; nereden başlayacağımızı bilmiyorsak bir türlü harekete geçemeyiz. Gideceğimiz yeri bilmiyorsak yola çıkmanın bir manası yoktur; böyle bir durumda sonuç bellidir; kaybolmak. Farkına varılması gereken ilk şey, başkalarından önce kendimizi düzeltmeye çalışmaktır. Bu noktada atılacak ilk adım “def-i mefsedet, celb-i menafiden evladır” fehvasınca büyük günahların terk edilmesidir. İkinci adım ise yapılacak işleri önemine göre sıraya koymaktır. Sıralama yapmak planlama işidir; uzun vadeli ve planlı iş yapmak isteyenler Hz. Nuh’u örnek alabilirler. Bilindiği üzere, Hz. Nuh (inkâr- cıların tüm alaycı tavırlarına rağmen) gemisini yapmaya başladığında henüz yağmur başlamamıştı! Hikâyenin sonunu hepimiz biliyoruz; o halde pişmanlık seli bastırmadan evvel selamet gemimizi bu dünyada iken inşa etmeye başlamamız gerekiyor.
Doğru – Yanlış Cetveli
3 İşler yolunda gidiyor, servetim gittikçe artıyor; demek ki Allah’ın sevgili kuluyum!
7 Yanlış hüküm! Bu verilerden böyle bir netice çıkarılamaz! Peygamberlerin büyük bir kısmı fakir ve zorlu bir hayat yaşarken zalimlerin tümü saltanat içinde yaşadılar. 0 halde ne zenginlik ne de fakirlik Allah’ın sevgili kulu olduğumuzu göstermez. Buradan sadece her birimizin farklı şeylerle imtihan edildiğimiz manası çıkarılabilir.
3 Zengin olsam ne kadar mutlu olurdum!
7 Yanlış Hüküm! Zengin olup da bu kadar nimetin hakkını verenlerin sayısı azdır; zenginlerin imtihanı zordur. Ayrıca huzur ve mutluluğu doğrudan zenginliğe bağlamak yanlıştır; diş ağrısı çekenler dişleri sağlam olanları, fakirler de parası bol olanları mutlu zannederler. Belki de fakirlik; elini cebine attığında bir şey bulamayış değil, elini çıkardığında tutacak birinin olmamasıdır.
Amelleri Bozan Şeyler
Namaz, oruç vs gibi ibadetleri bozan şeyleri temel ilm-i hal bilgilerine başvurarak hemen sayabiliriz. Lâkin, bu bozucu (ifsat edici) amiller arasında yalancılık, gıybet, riya, ahlâksızlık gibi şeyler (her nedense) yer almaz. İşte bu yüzden, mesela ticaretle uğraşan bir adam müşterisine yalan söyledikten sonra rahatlıkla namazını kılmaya koyulabilmektedir. Halbuki en azından manen abdesti- nin ve namazının bozulduğunun bilincinde olsa bu tutarsızlıktan ve ikilikten kurtulabilir, ahlaklı olmak bir lüks olmaktan çıkarılabilirdi. Her ne kadar ilm-i hallerde yazmasa da kibir, haset, cimrilik gibi davranışların amelleri içten içe bozduğunu fark etmek gerekiyor. Elbise ya da vücutta malum miktarların üzerindeki fiziksel pislikler namaza mani olurken çok daha büyük necaset sayılması gereken kalp ve niyetlerdeki pislikler namazın sıhhatine mani değil midir?
Tribünlere Oynamak
Manevî hastalıkların en büyüklerinden biri olan riyakârlık kaba tabirle tribünlere oynamaktır. Bu tip insanlar yaptıkları işlerin başkaları tarafından görülmemesi ve takdir edilmemesi halinde o işlerin boşa gittiğini ve değersiz kaldığını düşünürler. Bu sebeple, güzel sayılacak amellerini göstere göstere yapmaya çalışırlar; bir tiyatrocunun boş salona oynamak istememesine benzer şekilde seyirci olmayan durumlardan haz duymazlar ve cân-ı gönülden hareket etmezler. Böyleleri en büyük takdir ve tarassut edicinin (Seyircinin) kendisini izlediğinin farkında değillerdir. Bu durum ise gafletin en ileri safhasıdır.
“Şüphesiz ki Rabbin, (kullarının bütün yaptıklarını görüp) gözetley endir” (Fecr; 14)
Kendini Kaptırmak
Heyecanlı bir film seyrederken zihnen olayın içine girdiğimiz için kendimizi filmin akışına kaptırır ve gerçek dünyadan koparız. Olup bitenlerin tamamen kurmaca ve fiktif olduğunu düşünürsek artık heyecan duyacak bir şey kalmaz geriye. Her şeyin sadece bir filmden ibaret olduğunu idrak ederek olaylardan kendimizi soyutlarsak endişe, heyecan, gerilim vs söz konusu olmaz. Gerçekten de filmde cereyan eden her şey tamamen sanaldır; filme kendini kaptıranların duygulanma, ağlama, gülme vs gibi hisleri tam manasıyla kurgu temeline dayalıdır.
İşte dünya hayatındaki olaylar da aynen böyledir; kişi kendini dünyaya fazlası ile kaptırır ve olayların içine bütün hisleri ve kalbi ile girerse hayatın içinde kaybolur gider. Halbuki dünya hayatı, film örneğinde olduğu gibi, ahirete nazaran sanal bir âlemdir. Tam filmin akışına kapılmışken telefonun çalması ya da kapının aniden çarpmasının bizi kendimize getirmesi gibi dünyadan soyutlanıp meselenin farkına varmamızı sağlayacak etkilerin var olması gerekir. Hastalıklar, maddi veya manevi sıkıntılar bizlere dünya hayatının faniliğini ihtar edip cazibedar şeylerin içinde kaybolmamıza mani olacak nimetlerdir.
*Ve o Gün Allah onları (huzuruna) topladığı zaman (onlara öyle gelecek ki yeryüzünde) sanki sadece tanışmalarına yetecek kadar (kısa bir süre), sadece gündüzün bir saati kadar kalmışlar; (vaktiyle) Allah’ın huzuruna çıkarılacakları uyarısını yalanlayan ve (bu yüzden) doğru yolu tutmaktan geri duranlar (o Gün) bütün bütün yanılmış, kaybetmiş olacaklar” (Yunus; 45)
Yalancı Mahbuplar
İnsan, sevdiğinin kusurunu görmez; sevdiği kişinin (yalandan bile olsa) göz kırpmasına bayılır ve bu anlamda kandırılmaya hazırdır. O sebeple yalancı mahbuplara âşık olup kanmak çok kolaydır. Yalancı sevgililere kendini kaptıranlar hakikati görmeye razı değillerdir; bu yüzden kendilerini kandırmakla işe başlarlar ve başkalarını aldatmakla final yaparlar. İnsanı Allah’tan uzaklaştıran her şey birer “yalancı sevgilidir” ve yalancının aldatması mukadderdir,
“Unutmayın, Allah’ın (yeniden diriltme) vaadi gerçektir: öyleyse, bu dünyanın sizi ayartmasına izin vermeyin ve Allah hakkındaki müfsitçe düşüncelerinizin sahte cazibesine kapılmayın!” (Lokman 33)
Stockholm Sendromu
İnsanın cellâdına âşık olması çok garip, anlaşılmaz ve inanılmaz görünebilir, oysa bizi cehenneme götürecek heveslerimizin peşinde aptal âşıklar gibi pervane olmamız tam da bu duruma tekabül etmektedir. Mesele çok açık olmasına rağmen yine de cellâdımızın eteğinin dibinden ayrılmamakta ısrar ederiz.
“Rabbanin merhamet ettiği durumlar hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder? (Yusuf; 53)
Selçuk Kütük – Endişeye Mahal Yok,syf:75-83