İbn Arabi – Futuhat-ı Mekkiyye,cild:16 ”Notlarım”

kitap İbn Arabi - Futuhat-ı Mekkiyye,cild:16 ''Notlarım''O halde salih olsun veya olmasın, halinden memnun ve razı olan kimse bulamazsın! Bu durum âleme yayılmış bir özelliktir. Mesela her insa­nın yaşadığı devri kınayıp geçmişi övdüğünü görürsün! Hâlbuki onun zamanı bu yaratılışın kendisinde var olduğu halidir. Başka bir ifadeyle zamanı Adem’in dünyada var olduğu andan itibaren içinde Ademoğullarının bulunduğu bir vakittir. Hz. Âdem’in bile kendi diliyle şöyle dediği aktarılır:

Şehirler ve üzerinde yaşayanlar değişmiş

Yeryüzü çirkinleşmiş ve toza bulanmış

Yaşadığı günü kınayıp dünü överken insan hep aynı insandır: Dü­nü yaşarken de onu kınayıp bir önceki günü övmekteydi. Bu hep böyle devam eder. Bu kınama doğal bir durumdan kaynaklandığı gibi yer değiştirme ve intikal talebi de ilahi şe’nlerden kaynaklanır. Arifler için­de bulundukları vakti kınamaksızın ilahi şe’nler nedeniyle intikal ister­lerken arif olmayanlar doğal bir şekilde içinde bulundukları vakti kına­yıp ilahi şe’n nedeniyle intikal etmek isterler. İlahi şe’n farkında olma­dıkları yönden kendilerini harekete geçiren sebeptir. Onun, yani intikal talebi ve içinde bulunulan halin kınanmasının başka bir sebebi daha vardır, şöyle ki: insan sıkıntıdan kaçıp rahatlamak ve darlıktan çıkmak talebinde yaratılmıştır.

Haricindeki her şeyde, içinde bulunduğu dar­lıktan rahatlamak ve genişleme imkânı bulunduğunu zanneder. Çünkü insan bir halde bulunduğunda, o hal kendisini ihata edip avucuna al­mıştır ve bu durumun böyle olması kaçınılmazdır. Bu nedenle insan kendini kuşatılmış bir halde görür ve kuşatılmışlığın dışındaki şeylerde genişlik ve rahatlık bulunduğunu zanneder. Çünkü halinin haricindeki hali ve durumu belirli bir şey olmadığı için onu daraltmayacaktır. Bu nedenle üzerinde bulunduğu halin dışındaki hususlarda (zaman iş, hal vs.) bir genişlik arar, içinde bulunduğu halin dışına çıktığında ise o mevhum genişlik gider ve geride bir hal ortaya çıkar. Bu kez insan o tek hal tarafından ihata edilir. Bu tek hal inşam ihata edip sınırladığı için onda da daralma görür ve birinci haldeki gibi yeni halinden de çıkmak ister. İnsan hep böyle hareketi sürdürür. Allah ise sürekli bir isimden başka bir isme çıkar. Her kim O’nu siper edinirse (takva sahi­bi olursa), Allah onu darlıktan çıkartır; yani darlığı kendisinden uzak­laştırır ve -herhangi bir isim belirlemeksizin- Allah isminin gösterdiği manada genişlik ortaya çıkar.

 

——————————–

 

‘Allah bilgisizlik ve körlük perdesini kaldırırsa, herkesin sıkıntı ha­linde ancak Allah’a yakardığı görülür. Bununla birlikte insan rahatken güçlüklerin kendisine ulaşmasının bilhassa O’nun elinde bulunduğunu bilmeyebilir. İşte bu hal tevhit demektir ve onu ancak sıkıntı halindeki inanç izhar eder. Sıkıntı ve güçlük halinde müşrik, Allah’ın şahitliğiyle, muvahhittir. Bununla birlikte rahatlıkta, müşrikte onun gerçek inancı olan tevhidin alametleri görünmezken zorda kaldığında Yaratıcısının birliği hakkındaki inancına döner; bu kez şirk alametleri onda görül­mez. Bütün bunlar yükümlülük diyarı olan dünyada gerçekleşirken şekilci âlimlerin çoğu bu ilahi ihsan ve cömertlikten habersizdir.

——————————–

Hıyanet üç türlüdür: Birincisi Allah’a ihanet etmek, ikincisi peygambere, üçüncüsü emanetlere ihanettir. Allah ayette bıyanetlerdnı söz ederken müminlere hitap ettiğine göre, -mümin isen bu ayetle muhatapsın. Hıyanetler içinde Allah’ın emanetine hıyanete, peygambere hıyanete ve emanetlere hıyanete gelirsek, Allah izin verirse bunların hepsini anlatacağım.

Allah şöyle buyurur: ‘’Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk, onlar emaneti taşımaktan kaçındı.’’ Bu emanet onlara emredilmemiş, sadece sunulmuştur (arz edilmiştir). Onlar emanetten çekindiler. ‘’ İnsan ise emaneti yüklendi, o zalim ve cahildir.’’’ Allah insanın kendisine karşı zalim, taşıdığı emanetin değerini bilmeyen biri olduğunu söylemiştir. Emaneti bize yüklerken şöyle demiştir: ‘Allah size emanetleri sahiplerine vermenizi emreder. Bütün yaratıkları içerisinde sadece insan emaneti yüklendiğine göre, onu ya arz veya zorla yüklenmiş olmalıdır. Arz (sunulma) yoluyla yüklenmişse, hiç kuşkusuz, kendini tehlikeye atmış­tır; zorla yüklenmişse her durumda emaneti sahibine ulaştırır.

Bilmelisin ki, Allah’ın bize kendilerine emanederi ulaştırmamızı emrettiği emanet sahipleri söz konusu olduğunda, onları kimin verdiği dikkate alınmaz.Emanetlerin ehli emanetin ulaştırılcağı kimselerdir.Emanet verilen biri kendisine verilmiş olması bakımından emanetin ulaştırılacağı kimselerdir, olması bakımından- emanetin ehlidir. Emanet ona başkasına ulaştırsın diye teslim edilmişse, o başka kişi emanetin ehlidir; bu durumda emanetin verildiği kişi ehil değildir. Emanete ehil olmanın anlamını sana açıklayacağım. Çünkü hak, onu hak edene aittir. Bunu bilip ona göre davranmalısın.’

——————————–

Allah’a ihanetin biri de âlemin varlığının Hakkın varlığı olduğunu öğrettiği bir insanın haddi aştığını bilerek âlemde tasarruf ederken Allah’ın sınırlarını ve haddini aşmasıdır. Çünkü bu esnada Allah perdeli insanların nezdinde emaneşn ta kendisidir; bu durumun din veya akla göre bilinip bilin­memesi birdir. Böyle bir insan kendi inancına göre haddi aşmakla Allaha ihanet etmiştir. ‘Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, kendine zulmetmiş demektir’’ İnsan onu yüklendi. İnsan zalim ve cahildir.’’ Allah ehli hakkında Allaha ihanet edende  de gerçekte Allah’a ihanet etmiş demektir.Senin mülkiyetin altında bulunup da Allahın geri vermeni istediği fakat emri yerine getirmediğin her iş Allaha ihanetin bir  parçasıdır.Allah şöyle der;’Bütün iş O’na döner’

——————————–

 

Allah’ın peygamberine hıyanet edenlerin hıyanetine gelirsek, bu durum, Allah’ın peygamber karşısındaki fiillerine dair öğrettiği edeple ilgilidir. Bu davranış emaneti peygambere ulaştırmanın ta kendisidir. Peygamberin karşısında (sana öğretildiği gibi) saygılı davranmadığın­da, emaneti ulaştırmamış, Allah’ın seni emin yaptığı bir işte Peygam­berine hıyanet etmiş olursun. Peygambere hıyanetin bir yönü de eh|-i beyt ve yakınlarını sevmek hakkındaki talebinde ortaya çıkar. Çünkü kendilerine dönük sevgimizde Hz. Peygamber ile ehl-i beyt müsavidir: Ehl-i beyri sevmeyen, Hz. Peygamberi sevmemiştir, çünkü o da ehli beyt’in bir üyesidir. Bu itibarla ehl-i beyt sevgisi parçalanamaz, çünkü sevgi -onlardan birisine değil- bütün aileye yöneliktir. Aklını bu konuya verip chl-i beyt’in değerini iyice anlamalısın.

——————————–

Allah’ın peygamberine hıyanetin bir yönü nebiler ve resuller arasında karşılaştırma yapmaktır. Bununla birlikte Allah’ın onların bir kısmini diğerlerinden üstün kıldığını biliriz. Bir ayette ‘Bazı peygamber­leri diğerlerinden üstün kıldık*, başka bir ayette ‘Peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık’ buyurur. Allah dilediği şekilde kulla­rını derecelendirirken onları derecelendirmek bizim yetkimiz dahilinde değildir. Biz dereceleri ancak O’nun bildirmesiyle bilebiliriz. Çünkü bu derecelenme Hakkın onlar hakkındaki bilgisine dönen bir durum iken Hakkın bilgisinde neyin bulunduğunu kimse bilemez. Hz. İsa Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, Sen gaybı en iyi bilensin demiştir. Burada açık mertebeler nedeniyle bir zorlama ve müdahale yoktur. Hiç kuşkusuz Allah’ın peygamberi nebiler arasında derecelendirme yapıp -Allah’ın bildirmesi olmaksızın- kendisini diğer­lerinden üstün tutmayı bize yasaklamış, bu bağlamda Hz. Yunus ve diğer peygamberleri zikretmiştir. O halde Allah’ın bildirmesi olmaksı­zın bir peygamberi üstün sayan, Allah’ın peygamberine ihanet etmiş, onun belirlediği sınırı aşmış demektir.

Emanetlere hıyanete gelirsek, ‘Hikmeti ehlinden başkasına verme­yin, hikmete zulmetmiş olursunuz; ehline vermezlik etmeyin, onlara zulmetmiş olursunuz’ hadisi tam da konuyla ilgilidir. Hıyanet zulüm demek iken hikmet emanettir. Hikmete hıyanet etmek, ehli olmadığını bildiğin halde hikmeti ehli olmayana vermektir. Allah bilmeyenden yükümlülüğü kaldırmıştır. Bununla birlikte Allah işler hakkında bilgiyi elde etmek üzere insanın harekete geçmesini kendisine emretmiştir ve bu arayıştan geri kalmanın mazereti yoktur.

——————————–

Namazın kul ile Allah arasında taksimi bu sayede mümkün olabilmiştir: ‘Kul namazda şunu söyler, Allah şunu söyler’ denilir. Kul ancak toplamla (zahir ve bâtınıyla) birlikte kuldur.Kendisini kulun güçleri olmakla nitelendiğinde Hak adına meydana gelen duruma bakınız ! Kul O’nun vasıtasıyla kul ikenHak,kulun vasıtasıyla kulun güçleridir.Kul adı ancak ‘toplama’ verilen» bir addır. Hiç kuskusuz Allah toplamın kim olduğunu bize bildirmiştir.

Kul “Hamd alemlerin rabbi Allah’a aittir’ der. Bu esnada Hak, kulun dilidir aynı zamanda Hak kulunu duyar. ‘Allah’a hamd olsun’ diyen ile o ifadeyi duyan kimdir? Allah ‘Kulum beni övmüştür’ der. Fakat o başka bir dille söyler, daha doğrusu kendisine izafesi esnasında kula izafeden soyutlanmış.Hakkın hüviyetiyle söyler. Allah onun bütününü dikkate alarak ‘kulum beni övdü’ demedi ve kul Allah’ı O’nun kelamıyla övebilir. Çünkü ‘Hamd âlemlerin rabbi Allah’adır’ ifadesi O’nun kelamıdır. O halde bilinen manayla hamdin ifade edilmesi şu demektir:Ben hamdin benim katımdaki tarzıyla kendimi övdüm.Kulum ise kendimi övdüğüm ifadeyi lafzıyla benden aktardı, bu esnada ben kendimi övmedim. Bize Allah’ın kulunun diliyle ‘Allah kendine hamd edem duydu” dediği aktarılır. Hz. Peygamber’e ise müşrik hak­kında *Onu komşu edin ta kı Allah’ın kelamım duysun’ demiştir. Hâlbuki komşu edinilecek insan sadece vahyi ulaştıranın -peygamber- sesini duymuştu. Alemdeki bütün sözlerin Allah’ın kelamı olduğunu biliyo­ruz, çünku âlem, büyük ve kâmil insan demektir. Âlemin hükmü insanın hükmüyle birdir. Hakkın hüviyeti ise insanın bâtını ile onu kul güçleridir. Bu güç- bir kul ve büyük bir insan olur.

 

——————————–

 

‘Allah hakkında nazarî düşünceyle bilgi edinen kişi nefsinde (zihninde) bir sureti yaratmış ve ona inanmış demektir. Başka bir ifadeyle insan dü­şüncesiyle yarattığı ilaha ibadet etmiş, ona col’ demiş, o da olmuştur.

Bu nedenle insanlara (kendi inşa ettikleri zihnî suretlere değil) pey­gamberin getirdiği ve Kitabın buyurduğu Allah’a kulluk etmeleri em­redildi. Kitabın tanıttığı İlah’a ibadet ederken yaratmadığın bir varlığa, daha doğrusu seni yaratana ibadet etmiş ve bizzat ibadete hakkını  vermiş olursun. Çünkü Allah hakkındaki bilgi ancak (peygamberi)taklitten ibaret

olduğunda bilgi olabilir; nazari delilden hareketle böyle bir bilginin gerçekleşmesi imkânsızdır, Bu nedenle Allah’ın zatı hak­kında düşünmemiz bize yasaklanmış, mertebeyi O’na tahsis etmemiz  emredilmiştir. O’ndan başka ilah yoktur.

——————————–

Bir gayen bulunur ve (o gayeye aykırı olduğu için) hastalık ve acı hissedersen, sana acıyı verenden başkasına şikâyetten uzak durmalısın. Başka bir ifadeyle Hz. Eyyub gibi davran ve sana acı veren işi başkasına şikâyete etme! Acı ve sıkıntıda Allah’tan başkasına iltica etmemek, Allah’ın peygamberlerine ve nebilerine öğ­rettiği ilahi edep demektir. Çünkü Allah’ın sana gayenle çelişecek bir işle acı vermesi ve sıkıntı çektirmesi, sadece acıyı kaldırması için O’na dua etmeni irade etmesinden kaynaklanır. Binaenaleyh gayeye yatkın olmama halini (acıyı) ve belayı hissederken Allah’a şikâyette bulunma­yan kişi, hiç kuşkusuz, ilahi kahra karşı direnmiş demektir. Ebu Yezid el-Bestamî acıkıp ağlamaya başlamış. Sebebi sorulunca ‘Ağlayayım diye acıktırdı demiş. O halde edep, belayı kaldırması için -başkasına değil* sadece Allah’a: şikâyette bulunmaktır ve bu şikâyete rağmen sabra de­vam edilir. Allah peygamberi Eyyub hakkında ‘Kuşkusuz onu sabırlı bulmuştuk’ der. Yani ıstırap esnasında sebeplere yönelirken de onu sabırlı bulmuştuk. Demek ki Hz. Eyyub sıkıntı esnasında Allah’tan başka bir sebebe yönelirken gerçekte -herhangi bir sebebe değil- O’na yönelmişti. Çünkü insan, tabiatı gereği sıkıntı çekerken ve mizacı deği­şirken (sebeplere yönelir). Hallac-ı Mansur bütün bunları bildiği için, bu makam hakkındaki gayreti nedeniyle, kolları kesildiğinde yüzünü kana bulamıştır ki, insanların gözüne mizacının değiştiği gözükmesin!

——————————–

‘ Allah’ın sana dönük rahmetine bakmalısın! Rabbinin hükmü kar­şısında sana sabrı emretmiş, sonra ‘Bizim gözlerimizin önündesin’ ifadesini buna eklemiştir. Yani seni üzse de üzmese de, bize göre senin hakkında en yararlı işle hüküm veririz. ‘Sen bizim gözlerimizin önün­desin’ ifadesiyle kastedilen budur. Yani sen bilmediğin ve unuttuğun bir haldesin. Artık hangi kul olmak istersen öyle ol! Maksadına göre değerlendirileceksin»

——————————–

Allah’ın kullarından talep ettiği bir hak­kı vardır. Sahih bir rivayette ‘Allah’ın hakkını yerine getirmek yaratıl­mışın hakkına göre daha önceliklidir’ denilir. Çünkü hakkın O’na nis­pet edilmesi yaratılmışa nispetinden daha kâmil ve yerindedir. Çünkü O’na Hakkın nispet edilmesi -insana bağlı değil- zatî bir durum iken yaratılmışa nispeti ise (Hak tarafından) tespit edilmiş (arizi) bir du­rumdur. Fakat yine hak yaratılmışa kendisinden ayrılamayacak şekilde nispet edilmiştir.O halde mutlu insan haklarını ve sahiplerin bilip onları yerine getiren iken,bedbaht insan hakları bilmediği gibi sahiple­rini de tanımayandır. Mutlu ve bedbaht arasında bulunan kişi işe hakları ve dilini bilirken hem haklara hem ehline zulmedendir. Bu gruptan insanlar karanlıklar içindedir ve görmezler. Diğer taraf ise sağır, dilsiz ve kördür. Onlar gördüklerinde geri dönemez, duyduklarını anlayamazlar, konuştuklarında doğruyu söyleyemezler. Onlara Allah zulmetmemiştir; zalim olanlar bizzat kendileridir. Çünkü onlar haklara ve sahiplerine zulmetmişlerdir (hakkı sahibine vermemişlerdir)! Onların kendileriyle düşünebilecekleri ve anlayabilecekleri kalpleri vardır. Kendileriyle görebilecekleri gözleri, kendileriyle duyabilecekleri kulak­ları vardır.

Böylece onlar kendilerini hayvan mesabesine, hatta daha aşağı bir yere indirmiştir. Çünkü Allah hayvanlar için bu güçleri ya­ratmamıştır. Bu güçler göz sahibinin ibret almasını, kulağın duyduğu­nu anlamasını, kalp sahibinin de öğrenmesini sağlar. Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünenlerdir. Gördükleri ve duydukları şey­ler hakkında düşünmek ve hallerinin başkalaşması onlara şöyle söyletir: rRabbimiz! Bunları batıl olarak yaratmadın. Sen münezzehsin.’ Böyle demekle Allah’ı yaratma fiilinde sebepliliğin (illet) zorunluluğu altına girmekten tenzih etmekten tenzih ederler. Çünkü Allah yaratılışı bir hikmete bağlamıştır ve o hikmet yaratılışı Allah için zorunlu kılar; hâlbuki kendisine zorunlu kılmasının dışında Allah’ı zorlayacak bir sebep olamaz. Allah -vaadinin doğruluğu nedeniyle- yaratıklarına bir ihsan olmak üzere bunu üzerine zorunlu kılmıştır. Burada bu bilgi ‘Bizi ateşin azabından koru’ayetiyle tamamlanmıştır.

——————————–

Allah’ın sana dönük rahmetine bakmalısın! Rabbinin hükmü kar­şısında sana sabrı emretmiş, sonra ‘Bizim gözlerimizin önündesin’ ifadesini buna eklemiştir. Yani seni üzse de üzmese de, bize göre senin hakkında en yararlı işle hüküm veririz. ‘Sen bizim gözlerimizin önün­desin’ ifadesiyle kastedilen budur. Yani sen bilmediğin ve unuttuğun bir haldesin. Artık hangi kul olmak istersen öyle ol! Maksadına göre değerlendirileceksin»

——————————–

Bir şeyin zahirinin verdiği bilgiyi tam olarak öğrendiğinde ise bâtın -ki zahirin izinde gelmiştir- demek olan kendisine gelen başka düşünceye geçer. Bu itibarla zahiri bilmeyen bâtını hiç bilmez, çünkü zahir, bâtının delilidir. Önce geleni öğrenmede ihmalkâr davranan kişi sonu öğrenmede daha ihmalkârdır, çünkü birinci düşünceyi öğrenme arzusu sonrakini meydana getirir. Binaenaleyh işin başı korkudur. Umut onu takip eder. Buna mukabil umut önce gelirse, korku yitirilir, çünkü geçmiş olan artık geriye çevrilemez. Öncelik korkuya aittir. Hâlbuki o kişi korkuyu yitirmiş, kaybetmiş ve korku ortadan kalkmış­tır. Artık onu geriye çevirecek kimse yoktur. Umut korkuyu barındır­maz. Hâlbuki mümin korkusu ve umudu eşit olandır, onlardan biri ötekine baskın gelmez, çünkü mümin her şeyi yerli yerinde kullanan­dır. İnsanın ilk yaratılışı zayıflıktır ve bu nedenle kendi hakkında korku önce gelir. Zayıflığın ardından insanda güç ortaya çıkar ve gücü nede­niyle de umudanır. Çünkü bilgiler ve teviller hakkındaki fikri güçlenir ve Hakkın mertebesine dair umudu artar. Fakat akıllı insan umudunu bulunmaması gereken bir yere/sınıra taşımaz. Bir insanın aklına  umudun gücü nedeniyle- akıllı ve arif insanın korkuyu kullandığı yerde umudu kullanmayı gerektirecek düşünce gelirse, umut tek başına hü­küm vermekten azledilir .ve korku kendisine ortak kılınır. Böyle bir insan mümindir ve kemale ulaşana kadar böyle devam eder.

İnceleyin:  İbn Arabi - Futuhat-ı Mekkiye,cild:1 Notlarım

——————————–

Hz.Muhammed ve Hz. Adem arasındaki ikinci,münasebet yönü ise benzerlik münasebetidir. Bu benzerlik Allah’ın ‘Adem’e bütün isimleri öğretmiş,’ olması ile Hz. Muhammed’e cevamiü’l-kelim özelliğinin verilmiş olmasında tezahür eder. Bunun  yanı sıra Adem’den zürriyeti çoğaldığı gibi Hz. Peygamberin de peygamberligi yayılmıştır. Başka bir ifadeyle bütün insanlar Hz Ademin Oğullarıyken geçmiş ve gelecek  bütün insanlar Hz. Muhammed’in ümmetidir.Çünkü Hz Muhammed ‘Adem ile onun dışındaki bütün peygamberler sancağımın altındadır.’’demiştir.

——————————–

Allah bizi Kur’an’ın dışında bir şeyle davet ettiğinde ise davet peygamberin davetidir ve biz peygamberin davetine uymuş oluruz. Bizim icabetimiz yönünden her iki davet arasında bir fark yokken davetçinin farklı olması nedeniyle her davet ötekinden ayrılır. Çünkü Allah’ın peygamberi bir hadiste şöyle der: ‘İçinizden biri koltuğuna uzanmışken, benden kendisine bir söz geldiğinde zinhar ‘Bana Kur’an’dan okuyun’ demesin. Çünkü benim sözüm Allah’a yemin olsun ki Kur’an gibidir ve onda bulunanları ve fazlasına içerir.’ ‘Fazlası’ demek Ebu Yezid el-Bestamî’nin ‘Benim tutuşum daha şiddet­lidir sözüne benzer. Çünkü Allah’ın kelamını ister O’ndan ister pey­gamberden dinleyelim, her durumda O’nun kelamıdır. Allah kulunun diliyle peygamberinin tebliğ ettiğini söylediğinde ise -ki peygamber arzusundan konuşmaz-, bu durumda peygamberin sözleri hiç kuşkusuz daha çoktur. Çünkü biz peygamberi çokluktan duyarız?

——————————–

Allah bizi davet ettiğinde, zorunlu bir şekilde O’nun vasıtasıyla davete icabet ederiz. Aramızdaki peygamberin diliyle davet ettiğinde îse onun vasıtasıyla değil- Allah vasıtasıyla peygambere icabet ederiz. Öyleyse biz her iki davette de Allah ile beraberiz. Başka bir ifadeyle hem Allah’a ve hem de peygamberine Allah’ın vasıtasıyla icabet ederiz.

Bu itibarla davet edilen kimin vasıtasıyla davet edildiğini iyi inceleme­lidir. İnsan davette sahip olduğuna ilave ‘İlmî hayat bulur ve bizzat davette o hayatı yaşarsa, Allah’ın veya peygamberin davet ettiği kimsenin bu davete icabeti vaciptir. Çünkü Allah hayat veren bir işe davet ettiğinde, davete icabeti emretmiştir; zaten Allah ve peygamberi insanı ona hayat verecek bir işe davet ederler. İnsan sahip olduğuna ilave ve n yabancı hayatın tadını bulmazsa davetçiyi tanımamıştır ve bu nedenle icabet etme zorunluluğu ortaya çıkmamıştır. Bizden istenilen ise ken­disiyle hayat bulacağımız şeyin gerçekleşmesidir. Bu nedenle ‘duyduk ve itaat ettik’. Öyleyse davet edilen, icabetin varlık sebebi olan bu tesiri hissetmiş olmalıdır. Bu nitelikteki biri davete icabet ettiğinde, dinledi­ği vahiyde kalbinin kendisini yaşayacağı başka bir hayat bulur. Duy­muş olduğu vahiy amel etmesini gerektirir ve o da buna uyarsa, üçün­cü bir hayat ortaya çıkar. Demek ki kul Allah’ın ve peygamberin dave­tini duymadığında nasıl bir nimetten mahrum kalacağına bakmalıdır

——————————–

Takva elbisesi hayırlı olan elbisedir’ayetidir.

Elbise insanı zararlardan korumak üzere giyilen ve kıyafete ilave olan kısımdır. B» u itibarla elbisede veya azıkta takva kişiyi Allah’tan başkasından istemekten koruyacak şeydir. Nitekim elbiseyle de havanın sıcaklığından ve soğukluğundan korunur veya elbisee avret mahallini örtebilcek unsurlar içerir. Bu durum ‘Avret mahallinizi örter’ ayetinde belirtilir. Kas­tedilen bakılmasının insanı üzeceği bölgelerin örtülmesidir.

Bu zikir azık kelimesiyle gelmiş, sonra emirle ifade edilmiştir. Buradan Allah bize şunu öğretmiştir: Bizler kış ve yaz yolculuklarında engelleri aşmak üzere nefislerle yolculuk yapanlarız. Yolculuğun gayesi besin elde etmek ve korkudan kendimizi uzak tutmaktır. Çünkü senin korunmana ilave kısım sana ait değildir, sana ait olmayanı ise taşımaz ve ondan dolayı kendini yormazsın; bu itibarla yorgunluğun en azı muhtaç olmadığın bir konuda hesaba çekilecek olmandır. Böyle bir şeyden dolayı niçin hesaba çekilesin ki? Kendine karşı samimi davra­nan akıllı bir insan bunu yapmaz. Bu bakımdan akıllı kimse de yoktur, çünkü sadece ihsanı elinde tutup cömertliği engelleyenler vardır. Yolcu ise malını azaltır. Çünkü yolcunun katettiği her menzilde veya gideceği mesafede insan ve cinlerden ibaret olan yol kesiciler bulunur. (Manevi yolculukta) Cinler söz konusu olduğunda, nefs kaynaklı düşünceler ortaya çıkar ve bu düşünceler yolcunun yüce işlere ulaşmasını engeller. Mesafelerin en azı, en yakını ve en ağır geleni, iki nefes arasındaki mesafedir. Bu yönüyle her kimin mesafesi nefesleri ise o kişi en çetin yolculuk içkidedir. Fakat başarıya ererse, kazancı büyüktür ve ticare­tindeki hüsrandan kurtulur; çünkü onlar acı bir azaptan kendilerini kurtaracak ticareti yapmaktadırlar. Onların malları iman ve cihattır. Bu bakımdan iman kendisiyle korunmuş olduğu bütün değerleri içeren mal iken cihat kendisiyle Allah’ın bizi mücehhez kıldığı yükümlülük malıdır. Peygamberler ise alışverişteki araçlar , sayfalar ve indirilmiş kitaplar, alan ve satan arasında yazılan vesikalardır. Allah müminlerden canlarını satın aldığını aldığını buyurdu.Yani hayvani nefsler,Allah’ın imanla yükümlü nefs-i natıkadan satın aldığı maldır. Onların mallarıyla alış­verişe konu olan şeylerdir. Müşteri malların karşılığında serbesttir.Mallar onun arzusuna uygunsa,alışveriş gerçekleşir ve sahih olur;maksadına uygun değilse müşteri serbesttir;dilerse alır,dilerse almaz.

——————————–

bütün varlık harfler, kelimeler, sureler ve ayetlerden iba­ret olduğu gibi aynı zamanda Kendisine bâtılın önünden veya ardından gelemediği’ büyük Kur’an’dır. Bu itibarla varlık cevheri korunmuş olandır, dolayısıyla yoklukla nitelenmez, çünkü yokluk şeyliğin olum- suzlanmasıdır. Şeylik ise varlık ve sübut bakımından bilinendir, üçüncü bir rütbe yoktur

——————————–


‘Allah’ın sınırları’ demek olan hükümler vacip, haram, mekruh, meııdup ve mubahtır. Hareket veya durmak gibi bir tasarrufta bulunan kişi ya vacipte ya haramda ya mekruhta ya mubahta ya mendupta ha­reket eder ki bu durum kaçınılmazdır. Tasarruf yapılması vacip bir işte olup onu terk ederse, yapılması gerekli bir işi terk ettiği için Allah’ın sınırlarını aşmış demektir. …

“Şeriatın yapmasını vacip kıldığı bir işi terk etmeyi zorunlu ve vacip saymak, büyük ve aşırı bir ihlal, Allah’ın yolundan saptıracak şekilde arzuya uymak anlamına gelir.

Binaenaleyh yapmak veya terk etmek suretiyle haddi aşmak günah iken, inanarak haddi aşmak küfürdür. Bu itibarla Allah’ın hükümlerini değiştiren kişi kafir olmuş ve hüsrana uğramıştır.

Allah’ın sınırlarını aşmanın başka bir tarzı daha vardır ki, o da ha-kikatleri değiştirmek demektir. Haddi bu şekilde aşan insan cahil diye isimlendirilirken bu davranış cehalettir. Cehalet eşyanın zatî tanımları­nı ve sınırlarını bilmemek demektir. Bunlar Allah’a izafe edilmiştir, çünkü eşyaya ait sınırlar Allah’ın öğretmesiyle öğrenilir. Allah bize eşyayı kendileriyle öğreneceğimiz güçleri verendir; bunlar akıll ve teo­rik düşünce gibi sayesinde tanımlara ulaşabileceğimiz güçlerdir. Aynı zamanda tanımlamış olduğumuz şeyler, makul veya mahsus mazharlarda ortaya çıkan varlıklara ilave bir durum değillerdir; zuhur eden ise Hak’tır. Öyleyse akılda veya duyuda zuhur eden şey, bizim tanımladı­ğımız olduğu kadar, o da Allah’tan başkası değildir. Binaenaleyh bizim ulaştığımız tanımlar, Allah’ın tanımları ve sınırlarıdır.

———————————
Kötülüğün karşılığı onun gibi bir kötü- lüktür’ buyurmuştur. Ayette ‘kötülük yapanın cezası’ denilmemiştir. Kötülük yapan kişi yaptığı kötülük ölçüşünce kötülükle cezalandırılır. Kötülük ise ortadan kalkmıştır ve -kendisi mevcut olsaydı bile- bir karşılık kabul etmez. Karşılık kabul etseydi, kendisi de ortadan kalkar-Cennette gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir insanın kalbine gelmeyen nimetler vardır. Binaenaleyh cennette bulunan nimetlerden belirli bir şeyi belirlemek aklın bilgi imkânının dışına çıkarken aklın ‘imkân’ hükmü vermesinin sınırı dışında kalmaz. Çünkü aklın Allah’ın belirlemiş olduğu hususlar hakkındaki hükmü bilhassa imkândır veya o konuda hayrete düşer. Bu nedenle ayette ‘umulur ki’ edatı gelmiştir. Bu edat (yaratılmış için) beklenti anlamı taşırken Allah’a izafe edildiğinde hiç kuşkusuz gerçek leşmiş (vaki) anlamı kazanır. Bu, dünya yaratılışında Allah’ın meydana getirdiği durumdur.

Mesela saldırıya maruz kalan kişinin yaralandığını düşünelim. Yara­lanan kişi kısas hükmüyle saldırganı yaralarsa, o da yaralanmış olur, fakat kendisi yaradan kurtulmaz. Binaenaleyh kötülük karşılığı kabul etseydi, hiç kuşkusuz kendisi ortadan kalkardı; hâlbuki kalkmamıştır.

O halde ceza yükümlüde kalmıştır. Kötülük yükümlünün fiili olup mefiılü olmasa bile, fiil zamanın geçmiş olmasıyla birlikte ortadan kalkmıştır, dolayısıyla ona karşılık yermek mümkün değildir. Çünkü kötülük yok olmuş, geride günah işleyen mahal kalmıştır. Bu durumda kötülük yapan insan günahın mertebesine yerleştirilmiş, onun adıyla adlandırılmış, ceza kötülüğe izafe edilmiştir. Bu nedenle kötülük yapan kişi, kötülüğün hükmüne sahiptir. ‘Kim size karşı haddi aşarsa siz de size yapılana göre onlara cevap veriniz.’ Sözün en doğrusu budur. Bunun­la birlikte bütün ilahi sözler doğru ve sahihtir. Fakat sözlerin arasında bize nispetle doğru ve daha doğru olanları vardır. Çünkü daha önce de ifade ettiğimiz üzere, benzerlerin bulunduğu bir şeyde derecelenmenin bulunması kaçınılmazdır

——————————–

Allah namazı da ikiye ayırmıştır: Yarısı O’na ait iken yarısı kuluna aittir. Allah namazda yasaklar ve helaller belirlemiştir. Mesela kul namaza başladığında, yü­zünü başka bir amele çeviremez. Diğer farz ameller böyle değildir. Böylece namaz kendini korumuş, salât adını hak etmiştir; çünkü salâtta meşguliyet vardır. Namaz başkasını da muhafaza eder ki, o da namaz kılandır. Böylece ona namaz kılan adım ve onun hükmünü kazandırır.

Bu nedenle Allah namazı beş vakit olarak farz kılarak vakitlerini belir­lemiştir.

——————————–

Allah namaz için yapılacak temizliğin (abdest) suyla veya toprakla yapılmasını emretmiştir. Çünkü insanın yaratılışı Âdem’de olduğu üzere ya topraktan veya Ademoğullarında olduğu gibi sudan meydana gelir. Allah ‘Sizi topraktan yarattı’buyurur. Aynı zamanda su ve  toprağın karışımından ortaya çıkmıştır. Bu ise toprağın suyla karışımı demektir. Demek ki Allah namaz için yapılacak temizliğin kendisinden yaratılmış olduğumuz şeyden olmasını bize emretmiştir. Demek ki temizlik kendimizdendir; suyla -ki abdest demektir- ve toprakla ,teyemmüm demektir-

——————————–

‘Allah ibadetleri onların dış şekillerini meydana getirelim diye farz kılmamıştır; ibadetler, Allah hakkında ve O’nun katından bir marifete ulaştırmaları ve delil teşkil etmeleri için farz kılınmışlardır, yönüyle tilavet esnasında namazın suretine ona hayat verecek ruha üf­lemezse, namaz bu bilgiyi temin etmez. Namaza ruh rabbin izniyle üflenir. Allah “Topraktan kuş sureti yarattığında… der. Bu ifadede Hz. İsa suret yapıcılara ortak kılınmışken, onlar gibi kın anmamış tır. Çünkü Hz. İsa o sureti Allah’ın izniyle yapmıştır. Nitekim Allah ‘O surete üflersin ve benim iznimle kuş olur der. Kuş sureti, (kendisine üflenen ve ona hayat veren ruh vasıtasıyla) suret olmaktan ayrılıp uçan kuşa döndüğü gibi kulun ameli de öyledir. Kul Hakkın emrettiği ameli iman ederek yerine getirdiğinde, hiç kuşkusuz, Allah o sureti inşa etme izni vermiş demektir

——————————–

Bilmelisin ki, Allah duaya icabet edeceğini bildirmiştir. Dua her­hangi bir ismiyle nida ederek ‘Ey Allah, ey Rab veya Rabbim veya ey kerem ve azamet sahibi demektir. Bu itibarla dua bir nidadır ve Al­lah’a nida ve hitap etmektir. İcabet ise duaya verilen karşılıktır. Dua nedeniyle kişi, dua eden diye isimlendirilmiştir. Nidaya karşılık Hak kuluna ‘buyur’ diyerek karşılık verir. O’nun bütün talep sahiplerine böyle demesi kaçınılmazdır. Nidanın ardından gelen ifadeler ise dua­nın dışında kalır; bazen -Allah’ın buyurduğu üzere- icabet gerçekleşir ve nida ettikten sonra aklına gelen ihtiyaçlar sahibine ulaştırılır (bazen ulaştırılmaz). Demek ki bu zikirde Allah’ın kulun hakkında dua ettiği işe ve talebine karşılık vermesi zorunlu değildir; dilerse ihtiyacını karşı­lar, dilerse karşılamaz! Başka bir ifadeyle talep edilen her işi Allah kulu için yerine getirecek değildir. Üstelik bu durum, Allah’ın kula dönük bir rahmetidir. Çünkü kul bazen bir hayrın bulunmadığı bir talepte bulunabilir. O talebe icabet edilip o iş gerçekleşseydi, kulun dinine ve aşiretine zarar verecek bir sonuç meydana gelirdi; kul bazen farkında olmadan dünyasına zarar verebilir. Binaenaleyh Allah’ın keremi, icabe­tin talepte bulunulan işte değil -bilhassa açıkladığımız üzere- duaya (buyur diyerek)icabetle sınırlı kalmasında tezahür etmiştir.Bu durum,varlıklarını baki kıldığı için,. Efendisinin kölesine dönük en büyük keremidir.

——————————–

Allah şöyle der: ‘Kim iyilik getirirse onun on katı karşılığı vardır.’Dünyadaki iyilik ahiretin ekinidir.’Kim ahiret iyiliğini isterse,onun iyiliğini arttırırız’ Yani ona salih amel yapma imkânı ihsan ederiz. Böy- lece bir hayırdan başka bir hayra koşarken hayır içindedir. Başka bir ifadeyle bir iyilikten başka bir iyiliğe koşar. Ahireti kazandığında, ame­lin gerektirdiği sevaba ve fazlalığa ulaşır. Ulaştığı karşılık, hiçbir gözün görmediği, kulağın duymadığı, kimsenin kalbine gelmeyen nimettir ki ‘zevk’ demektir. Ahiret hayatında ekindeki fazlalık budur. İnsan ahirette bütün amaçlarına ulaşırken amacının ulaşamadığı bir fazlalık elde eder. İlim sahibi bir şeyhe ‘İyilik yapanlar için fazlalık vardır’ ayetinde geçen fazlalığın ne olduğunu sorduğumda, şöyle demişti: ‘Fazlalık akla gelmeyen şeylerdir.’ Neyi kastettiğini anladım, başka bir şey de sormadım. Dünya ekini ise öyle değildir, çünkü dünya her insa­nın tüm maksatlarına ulaşmasına mümkün kılacak bir mizaçta değildir,

——————————–

Allah şöyle buyurur: ‘Allah’ın gördüğünü bilmez mi?’Her görenin kendine yakışan bir gözü vardır ve onun görme gücünün verisine göre görüleni algılar. Bu bağlamda görüleni bütünüyle ihatayı sağlayan bir göz de vardır. Oyle bir göz Allah’ın gözüyken peygamberin ve mü­minlerin görmeleri ise ihatanın bulunmadığı özel bir görmeden ibaret­tir. Peygamber gönderildiği maksada göre onu görürken mümin ise peygamberden öğrenmiş olduğu bilgi ölçüşünce görür. Demek ki müminin gözü, mertebe bakımından peygamberin gözünün idrakine ulaşamaz. Çünkü müçtehit hata edebileceği gibi doğru içtihatta da bulunabilirken, görevi şeriatı getirmek olan peygamber bütünüyle hakikati söyler. Delaleti arayan adına arzulanan göz budur.

Amelin sureti kâmil bir yapı kazandığında, yükümlüden meydana gelen o ameli Allah görür. Allah onu hem peygamberlere ve müminle­re gösterdiği yönden hem onların amelin suretini görmedikleri yönden görür. Peygamber de müminlerin gördüğü yönden ameli gördüğü gibi aynı zamanda onların görmediği yönden de görür. Müminler ise ameli gördükleri yerden görürler, fakat peygamberin gördüğü yerden göre­mezler- Peygamber müçtehitlerin hükmünü onaylayandır: İki müçtehit birbiriyle tartışır ve biri ötekini verdiği hükümde suçlar. Her göz sahi­binde görmek hali eşit olsaydı, âlemde tartışma ve kavga ortaya çık­mazdı. Bu konuda bütün iş Allah’a döner. Allah işler hakkında hüküm verdıgınde acaba neye göre hüküm verir? Kendi gördüğüne göre mi, peygamberin gordügüne göre mi, yoksa müminlerin gördüğüne göre mi? Bu zikir sahibi Allah’ın amelde gördüğü şeye göre hüküm verdiği kıyametteki bazı mertebeleri görür. Bazı yerlerde de Allah kendisinin gördüğüne göre değil,peygamberin gördüğüne göre hüküm verirken bazı mertebelerde de -peygamberin gördüğüne göre değil- müminlerin amelde gördüklerine göre hüküm verir; bazı yerlerde de toplama göre hüküm verir.

İnceleyin:  Muhyiddin İbn Arabi – Rahmetün Mine’r-Rahman – Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri cild:1-2-3-4-5 (Notlarım)

——————————–

Bilmelisin ki, ilk konuluş anlamı bakımından Allah ismi tüm ilahi isimleri kuvve halinde içerir. Hatta âlemde eseri olan her isim Allah isminin vekili olarak zuhur eder ve ortaya çıkar. Bir insan ‘Ey Allah!’ dediğinde onu bu nidaya sevk eden haline bakıp o halle ilgili ilahi ismin hangisi olduğunu düşünmelisin. O özel isim, dua edenin ‘Ey Allah’ derken kendisine nida ettiği isimdir. Çünkü Allah ismi ilk konu­luş anlamı itibarıyla her şeyin elinde bulunduğu Hakkın zatına işare; eder. Bu nedenle özel olarak zata delil olan ilahi isim (Allah), bütün ilahi isimlerin yerini almış, onların vekili olmuştur.

——————————–

Bu mertebenin kuşaticiligına gelirsek, hiç kuskusuz, ilahi zat mefhumuna ilave isimlerin çok ve farklı delaleti vardır. Bu itibarla elimimle ‘Allah’ isminin dışında zata ait özel isim yoktur. Demek ki ‘Allah’ ismi, özel isimlerin kendi miisemmalarına ait olması gibi, mutabakat ve örtiışme yoluyla zata delalet eden isimdir. Bu baklamda bazı isimler tenzihe delalet ederken bazı isimler sıfatların varlıklarını ispat eder. Bununla birlikte Hakkın zatı sayıların kendisinde bulunmasını kabul etmez. Söz konusu isimler, zata ait sübutî sıfatların varlıklarına işaret eden isimlerdir. O isimlere misal olarak el-Âlim, el-Kadir, el-Mürid, es-Semi, el-Basir, el-Hayy, el-Mucib, eş-Şekur ve benzeri isimleri vere­biliriz. Bazı isimler ise na’tları/nitelıkleri ortaya çıkartır ve onlardan ancak nispeder ve izafeder anlaşılır. Misal olarak el-evvel, el-Ahir, ez- Zahir, el-Bâtın vb. isimleri verebiliriz. Bazı isimler fiil anlamı verirler. Misal olarak el-Halık, er-Rezzak, el-Bâri, el-Musavvir vb. isimleri ve­rebiliriz. Böylece bütün isimler taksim edilmiş oldu. İlahi isimlerin sayısı ne kadar olursa olsun, kısımlardan birisinde veya birden çoğuna ait olmasa gerekir. Bununla beraber her ilahi isim, zata delalet eder ve bunun böyle olması zorunludur. Binaenaleyh ilahi mertebe, bütün mertebeleri içeren mertebedir.’

——————————–

Nitekim farklı renklerde­ki cama ışık vurup ışınlar odaya yayıldığında farklı ışıklardan söz ede­riz. Bunun nedeni camdaki renklerin hükümlerinin farklılığıdır. Hâl­buki biliriz ki, ışık o renklerden herhangi birisiyle boyanmış değildir. Bununla beraber duyu ışığın farklı renklerle renklenmiş olduğunu gözler. Gerçekte ışık renk değişimini kabul etmekten uzaktır. Hatta onun böyle bir özelliği

ki ışık ancak böyle algılanabilir. Biz Hakkı mümkünlerin hükümlermiş kendisine vermiş oldukları Allah’ın zatında başkalaşmanın olması mümkün değildir.Aksine o el-Kuddüs ve es-Sübbûh’tur. Fakat algıda durum böyle tezahür eder.Çünkü ayan-ı sabite kendinde bu şekildedir. Nitekim Cebrail de bazen Dıhyetü’l-Kelbî vb. kişilerin suretinde tecelli ederken bazen ufku kap­layacak şekilde, bazen inci suretinde tecelli ederdi. Demek ki ya Cebra­il’de sureder farklılaşır veya o farklı suredere girerdi. Hâlbuki kendisi olmak bakımından Cebrail’in zatında başkalaşmaktan uzak ve temiz olduğunu biliriz. Fakat yine de onu böyle algılarız. Cebrail Allah’ın kullarına birtakım ayeder indirdiğinde, ayeder de farklılaşır. Mesela Kur’an-ı Kerim türlü ayederden oluşur ve kendisine nazil olduğu kim­senin kalbinde ona indirmiş olduğu vahyin suretiyle şekillenir. Ayetler başkalaştığı için kalbine nazil olduğu kimsenin hali de başkalaşırken kelam -Allah’ın kelamı olması bakımından- başkalaşma kabul etmeksi­zin birdir. Ruh da kendisi olmak bakımından başkalaşmayı kabul etmez.

——————————–

Allah her şeyi sudan canlı yapmıştır.* Her şey canlıdır, çünkü her şey, Allah’ın hamdini tespih etmektedir; tespih ancak canlıdan meydana gelebilir. Her şey sudan ve havadan meydana gelmiştir ki sudan ayrıldıklarında ölen deniz canlıları da buna dâhildir. Onların canlılığı sudaki havaya bağlıdır, çünkü deniz canlıları bileşiktir ve bu sayede özel bir ilişkiyle havayı kabul edebilirler.O nisbet havanın suyla artık hava adını yitirecek şekilde karışmasından ibarettir.Nitekim hava da bileşiktir.Onda da su vardır ve bu sayede bileşik olarak var olur.

Fakat suyun havayla bileşimi, artık su adını yitirecek şekilde özel bir karışımdır. Hayvanın canlılığı suyun havasına bağlı olunca, bu özel hava kaybolduğunda su canlısı ölürken aynı şekilde kara canlısı da suda boğulduğunda ölür. Çünkü onun hayatı da suyun katıştığı havaya bağlıdır; yoksa havanın katışmış olduğu suya bağlı değildir! Bu itibarla kara ve deniz canlısı olan bir canlı daha vardır ki o da ara bir varlıktır. Bu hayvan her iki havayı kabul edebilir bir özelliktedir. Böylece havay­la hayatiyetini sürdürdüğü gibi karada da hayat bulur. Bu hayvan suda yaşayabildiği gibi denizde de yaşayabilir ve hava sayesinde her iki yer­de yaşaması mümkündür. Su onun canlı olmasının ilkesidir. Rükünler âlemindeki rızık, yenilen ve içilen her şeyde havadır. Hava sayesinde bitki, maden, hayvan, insan ve cin gibi beslenen her şey canlılığını sürdürür.

——————————–

Allah amelin yaradılışı hakkında ‘Allah sizi ve amellerinizi yarattı.’ der. Yani işlediğiniz işleri de Allah yarattı. İşarı yorumu benimseyenler, burada ma edatını olum­suzluk anlamında yorumlamıştır: Amel senindir, yaratma ise Allah’a aittir. Allah’ın kendine izafe ettiği bir işi sana izafe etmiş olmasının nedeni, varlığın tek ve yönlerinin çok olduğunu öğrenmen içindir. Binaenaleyh amel olması bakımından Allah onu sana izafe eder ve seni , ondan dolayı ödüllendirirken, yaratılmış olması bakımından Allaha aittir. Yaratma ile amel arasında hem anlam hem lafız itibarıyla fark vardır. Bunu bilmekten perdelenme! Bu bir ince bir bilgidir.

——————————–

Hak vardır. Hak zuhur ettiğinde ise halk olur. el-Latifin mertebesinin hükmü halkın (yaratıl­mış) varlığıyla ortaya çıkabilir. Mesela buhar, inceliği ve seyrekliği nedeniyle gözle görülemeyecek şekilde yukarı çıkar, sonra birbirine eklenerek yoğunlaşır, Hakkın inşa ettiği bir bulut olarak görünür. Bulut ise görünmeyen bir şeyden meydana gelmiş, bu özel mizaç ona sahip olmadığı bir hüküm kazandırmış, bir isim vermiş, bütün bunlar­dan önce sahip olmadığı tesirini ve sonucunu havada izhar etmiş, yağmur yağdırmış, toprağı bitkilerle güldürmüş ve canlandırmış, onu beslemiştir. Bulut bütün bunları suretinin kendisinden meydana geldi­ği latif sır sayesinde yapabilmiştir. Gölgenin çekilmesi ve uzatılmasında da bir latiflik vardır, insan bu lütuf hakkında düşündüğünde, işin önemini idrak eder; Bu nedenle Allah gölgeyi kendisini bilmenin delili yaparak ‘Görmez misin ki Rabbin gölgeyi nasıl da uzatır’ der.

——————————–

 

Veren de O, alan da O! Bir hadiste ‘Sadaka Rahman’ın eline düşer, Allah sadakaları alır’ denilir. Dilencinin eli Rahman’ın eli üzerinde perde olan surettir. Sadaka dilencinin eline düşmezden önce Rahman’ın eline düşer. Şöyle de diyebilirsin: Dilen­cinin eli verenin elidir. Hak nimete karşılık kulu artırsın diye kuluna teşekkür eder. Bir kutsi hadiste şöyle der: ‘Acıktım, beni doyurmadın.’ Hal bu ifadeyi tefsir etmek istemiş, kul şöyle sormuş: ‘Ya Rabbi! Alemlerin Rabbiyken seni nasıl doyururum?’ Allah şöyle der: ‘Falan kulum acıktı, senden yemek istedi ve sen onu doyurmadın. Onu do­yurmuş olsaydın, onu benim yanımda bulacaktın.’ Aym şey hastalık ve susamakla ilgili zikredilmiştir. Yani onu kabul eden benim, kul değildir! Konuyla ilgili hadis, Müslim’in es-Sahih’inde zikredilir. Bu görüşte Hak kulun üzerinde perde ve suret iken; alırken ve verirken kul Hak­kın üzerinde perde ve surettir. Bunu müşahede ettiğinde; nasıl, kim için, kiminle ve kime karşı müşahede ettiğini de öğrenmelisin.’

——————————–


İhtiyaca karşılık keremde bulunmak, ihtiyaç olmaksı­zın keremde bulunmaktan daha büyük ve değerlidir. İhtiyaca karşılık ihsan eden kerem, zorunlu olarak, şükür meydana getirirken şükür de verilenin arttırılmasını sağlar. İhtiyaç olmaksızın yapılan ikram ise ikrama mazhar olanda, üzerinde bulunduğu durumu izhar eder; bazen onu düşüncesinden bir iyilik olarak kabul eder, bazen onu reddedebi­lir. Bu nedenle Allah kerem talep ederken kullarına ihtiyaç özelliğiyle tenezzül etmiş, verdikleri şeylere ihsan olarak baktığını bildirmiştir. Allah’ın kullarına böyle tenezzülü, kullarına dönük müjdedir, ‘Dünya hayatında onlar için müjde vardır* ayetinde bu husus belirtilir. Allahsın kullarına tenezzülü de müjdenin kapsamındadır. Böylece el-Kerîm ismi kerem mertebesinden ortaya çıkar ve O’nun keremiyle O’na ikram edersin.

——————————–

 

Veren de O, alan da O! Bir hadiste ‘Sadaka Rahman’ın eline düşer, Allah sadakaları alır’ denilir. Dilencinin eli Rahman’ın eli üzerinde perde olan surettir. Sadaka dilencinin eline düşmezden önce Rahman’ın eline düşer. Şöyle de diyebilirsin: Dilen­cinin eli verenin elidir. Hak nimete karşılık kulu artırsın diye kuluna teşekkür eder. Bir kutsi hadiste şöyle der: ‘Acıktım, beni doyurmadın.’ Hal bu ifadeyi tefsir etmek istemiş, kul şöyle sormuş: ‘Ya Rabbi! Alemlerin Rabbiyken seni nasıl doyururum?’ Allah şöyle der: ‘Falan kulum acıktı, senden yemek istedi ve sen onu doyurmadın. Onu do­yurmuş olsaydın, onu benim yanımda bulacaktın.’ Aym şey hastalık ve susamakla ilgili zikredilmiştir. Yani onu kabul eden benim, kul değildir! Konuyla ilgili hadis, Müslim’in es-Sahih’inde zikredilir. Bu görüşte Hak kulun üzerinde perde ve suret iken; alırken ve verirken kul Hak­kın üzerinde perde ve surettir. Bunu müşahede ettiğinde; nasıl, kim için, kiminle ve kime karşı müşahede ettiğini de öğrenmelisin.’

——————————–

 

Nimetler özü gereği sevilen şeylerdir. Yaygın olan nimet vereni sevmektir ve bu nedenle bazıları şöyle demiştir: ‘Nimet verene şükür akla göre vaciptir. Allah nimetleri dile getirmeyi şükür vesilesi kılmıstır. Muhtaç olan nimet verenin yâdını duyduğunda, doğası gereği ona yönelir ve onu sever. Bu nedenle Allah Hz. Peygambere üzerindeki nimetlerinden söz etmesini isteyerek ‘Rabbinin nimetini söyle’ buyurmuştur.Öyle söyle ki,aşağıda veya uzaktakine de ulaşsın.

——————————–

Bakınız! Belirli mizaçlara fayda veren bir şey başka mizaçlara nasıl da zarar verir. Allah balın insanlar için şifa olduğunu söylemiştir. Bir adam Hz. Peygamber’e gelerek ‘Kardeşimin karnı ağrıyor demiş, Hz. Peygamber de bal içir demiş. Bal içirdikten sonra hastalığı artınca, kardeşi geriye dönmüş ve durumu bildirince Hz. Peygamber tekrar ona bal içir demiş, ishali artmış. Adam Hz. Peygamberin bu konuda sahip olduğu bilgiyi bilmiyordu. Çünkü hastalık bölgesinde zararlı ve lüzumsuz fazlalıklar vardı ve onların çıkartılması bal içmekle mürrücün olabilirdi; zararlı şeyler ortadan kalktığında, afiyet ve şifa gelir. Hz. Peygambere döndüğünde şöyle demiş: Ey Allah’ın Peygamberi! Ona bal içirdim, bal ishalini arttırdı. Hz. Peygamber şöyle demiş: ‘Allah doğru söylüyor, kardeşinin karnı yalan söylüyor. Üçüncü kez bal içir,’ Bal içirdiğinde hasta iyileşmiş. Çünkü zararlı fazlalıklar bal sayesinde bedenden çıkmıştır. Mizaçlardaki farklılığa misal olarak acı besini taşıyan uzva hakim olan safrayı verebiliriz. Böyle bir durumda safra balı acı olarak hisseder ve şöyle der: ‘Bal acıdır.’ Halbuki acılığı bala ederken organ yalan söylemiştir. Çünkü o safraya acilık veren şeyin Tatma duyusu olduğunu bilememiştir. Böylece acıyı hissetmiştir. Bu kişi tecrübesinde doğru söylerken, izafede yalan söylemiştir. O halde kabiliyetler her zaman hükiim sahibi olan şeylerdir. Allah’tan meydana gelen saf iyiliktir. Allah’ın rahmetinin genişliğinin bir yönü zararı da kuşatmış olmasıdır ve dolayısıyla zarar da bulunmalıdır. Rahmetteki zarar -bir zarar değil- iyiliktir. Başka bir ifadeyle bu zarar hayrın ta kendisidir. Bunun delili uygun bir mizaçta bulunduğunda, mizacın ondan haz alması ve nımetlenmesidir, hâlbuki aynı şey başka mizaçta ‘zarar’ diye isimlendirilmişti.«

——————————–

 

Hakim her şeyi ancak kendi yerine yerleşti­ren ve her şeyi kendi menziline koyan demektir. Alemde her vakit tertip edilen mümkünler hakkında Allah’a itiraz etmemelisin! Bilginin verilmediği kişinin düşünce ve fikri Rabbinin hikmetine dönmez ve şöyle der: ‘Şu esnada şöyle olsaydı, daha iyi bir tertip ve düzenleme olurdu.’ Böyle birinin hatası ancak ‘şu esnada’ ifadesinde tezahür eder, yoksa ‘şöyle olsaydı daha iyi olurdu’ cümlesi hatalı değildir. Vaktin hikmetinden habersiz kalınca, daha güzel olan saydığı işin içinde bu­lunduğu vaktin gerektirmiş olduğu bir şey olduğunu zannetmiştir. Hâlbuki onun bu düşüncesi aklî bir düşüncedir. Çünkü mümkün için bütün zamanlar aynıdır ve dolayısıyla herhangi bir şey için bir zaman öteki zamandan öncelikli değildir. Fakat tercih edenin faydası zamanı ve onun gerektirdiği işi bilmektir. Allah zamanı yaratandır, yoksa bu düşünce sahibi zamanın yaratıcısı değildir. Allah neyi yarattığını bilir ve tertip ettiği şey yaratmayı hak etmiştir. Çünkü Allah her şeye yaratı­lışım vermiştir. Bu itibarla el-Hakim’in hikmetinin bir yönü hikmettir ve hikmet -hikmetin hükmünden olmaksızın- kendisini yönlendirir.

 

——————————–

 

Allah hikmetin dü­zenlemiş olduğu şeyi bilir ve bu bilgiyle bir şeye ‘ol der, o da olur.’Yani üzerinde bulunmuş olduğu hale göre meydana gelir.

Bu kuvvetten harekede bir şeye bakan, kendine göre mümkün gördüğü için ‘şöyle olsaydı’ derken Allah’ın hikmetini öğrendiğinde o esnada hikmeti bilmediğini anlar. Başka bir ifadeyle ‘aksi olsaydı daha iyi olurdu’ diye hüküm verdiği yerde Allah’ın hikmetini bilememiştir. Bunun üzerine ‘Allah’ın orada bir bilgisi vardır ve ben onu bilemedim’ der ve tasdik eder. İnsanların bir kısmına bu tertip sırrı gösterilmiş ve açıklanmışken bir kısmı onu varlıkta hükmü ortaya çıktıktan sonra öğrenir. Bu esnada işin hikmetini öğrenir, maslahatları bilmediğini anlar. Bu durum âlemde sıklıkla gerçekleşir. Bir şahıs amacına ve dü­şüncesine uymayan bir iş nedeniyle öfkelenir, hükmü vereni ‘zalim’ diye suçlar. Öfkelenmesine’yol açan hükmün faydası ortaya çıktığında, o hükiim nedeniyle Allah’a hamd eder ve şükreder. Yani o büyük kötü­lüğü kaldıran Allah’ın fiiline karşı şükreder. Söz konusu hüküm olma­saydı, hükme konu olan kişide kötülük ortaya çıkacaktı. Bu yaygın bir durumdur.

Ariflerin nihai makamı varlıkta zahir ve gerçekleşen her şeyin ilahi hikmetin kabzasında bulunduğunu öğrenmektir. Bu nedente arif öfke­lenmez! her şeyi O’na havale eder ve bırakır. Bir ayette ‘İşimi Allah’a havale ediyorum, O kullarını görendir’ buyrulur. Bu ise gerçeği O’ndan anlayan kimse adına hikmetin kendisidir.

 

Muhammed Ali

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir