Kategoriler: Muhyiddin İbn Arabi

İbn Arabi – Futuhat-ı Mekkiye,cild:11 Notlarım

Erkek ve Kadın

Sevgi ve merhamet, bütüne parçayı parçaya bütünü istetir. Bu sa­yede ikisi kaynaşır ve kaynaşmadan çocuklar doğar, kendilerine de ‘ebe­veyn’ denilir. Çocukların varlığı babalar için daha önce olmayan yeni bir hüküm ortaya çıkartır ki, o da babalıktır. Rab ise, öyle değildir. Al­lah ezelde Rabdir, çünkü mümkün imkân halinde ezeli olarak imkânla nitelenmiştir. Mümkünün var olması veya yoklukla nitelenmesi birdir. Çünkü (Hak) yokluk halinde de sürekli ona bakar. Yokluğun mümkü­nün varlığını öncelemesi, ezeli bir niteliktir. Dolayısıyla mümkün, ezel­de merbub’tur. Allah hakkında zorunlu özellikle kul adına isim ve mer­tebe yönünden meydana gelen özellik arasındaki fark, çocuğun varlığıy­la ortaya çıkar.

Böylelikle kadınlar babalıkta erkeklere katılır, hatta bazı yerlerde iki erkeğin yerini almıştır. Hakim iki erkeğin şahitliğiyle hü­küm verirken, kadın bazı yerlerde iki şahidin yerini alır. Bu durum, ha­kimin iddet hayızı hakkında tek kadının şahitliğini kabul etmesi, koca­nın -ihtimale açık olmasına rağmen- kadının ‘bu senin çocuğundur’ sö­zünü kabul etmesidir. Koca kadının hayızlı olduğu şahitliğini de kabul eder. Demek ki burada kadın, iki güvenilir şahidin yerini alır. Erkek işe dindeki şahitlikte iki kadının yerini almış, hükümde bir olmuşlardır.

———————–

Her Surenin Başında Besmelenin Bulunması Hakkında

Kısaca varid şöyle bildirdi. Her surenin başında besmelenin bulunması, ilahi rahmet ile onu taçlandır­mak demektir. Bu sayede ilahi rahmet, surede zikredilen bütün hususla­ra ulaşır. Çünkü her sure üzerinde besmele, Allah’ın alametidir. Bu alamet, surenin Allah’tan geldiğini gösterir ve hükümdarın fermanı üzerindeki alamet gibidir.

Varide dedim ki: Teki Tevbe suresinin du­rumu nasıldır?’

Dedi ki: Tevbe ve Enfal suresi, bir suredir ve Allah on­ları ikiye ayırdı. Allah o iki sureyi ayırıp, ayrılma hükmü verdiğinde, onu ‘tevbe’, yani Allah’ın öfkelendiği kullarına rahmetiyle ‘dönmesi’ di­ye isimlendirdi. Öyleyse Allah’ın öfkesi ebedi bir öfke değil, zamanlıdır. Allah et-Tevvab’tır (tövbeleri kabul eden ve kullarına rahmet etmek üzere dönen). Allah’ın et-Tevvab ismine er-Rahim ismi bitişmiştir, bu­nun nedeni, gazaba uğrayanın ilahi rahmete dönmesini sağlamaktır. Ya da mesele, gazaptaki süre ile ve onun hükmünün süreyle sınırlı olmasıy­la ilgilidir. Ardından sürenin tamamlanmasıyla azap görenin durumu rahmete döner.

et-Tevvab’ın nitelendiği isme baktığında, onun hükmünün söyle­diğimiz gibi olduğunu göreceksin. Kuran razı olunan ile gazap edileni birlikte zikreder. Onun menzilleri ise, er-Rahman ve er-Rahim ile taç­lanmış, hüküm ise taçlandırmaya aittir. Çünkü kabul edilmesi  buna bağlıdır ve Kuran’ın Allah katından olduğu böyle öğrenilmiştir. Vari­din bize söylediği budur.

————————

Allah’tan Başka Şâri(Kanun Koyucu) Yoktur

Ey samimi dost, bilmelisin ki: Abdullah b. Abbas’tan şöyle bir hadis aktarılır: Adamın biri iffeti hususunda bir sıkıntıya düşmüş, Abbas’a gelerek, kendisini bu sıkıntıdan kurtarmasını isteyerek şöyle demiş: ‘İbn Abbasî Sana geldim ki, beni bu dertten kurtarasın.’ Abbas şöyle demiş: ‘Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helal yapmaktan Allah’a sığınırım. Allah Müslümanların ırzlarını haram kıldı, onları helal yapamam. Fakat Allah seni bağışlayabilir.’ Bu tasarrufun ne kadar sırlı ve bu bilginin ne kadar güzel olduğuna bakınız! İnsanın yapılması mubah bir konuda yapma-maya veya yapmaya yemin etmesi de, bu konuyla ilgilidir. Allah yemin etmeyi şeriatta zikretmiştir. Fakat bu, bir aldatma ve Hakkın tuzağıdır. Allah’ın kendilerini uyararak koruduğu kimseler ise, bu aldatmadan uzaktır.

Binaenaleyh Allah’tan başka Şâri yoktur. Allah peygamberine şöyle der: ‘İnsanların arasında Allah’ın sana gösterdiği şeye göre hüküm ver.’ ‘Kendi görüşüne göre’ dememiştir. Aksine Allah, Hz. Aişe ve Hz. Hafsa’nın tartışması nedeniyle kendisine yasaklama getirdiğinde, peygamberim uyarmış ve şöyle demiştir: ‘Ey Peygamberi Allah’ın sana helal kıldığı şeyi için haran yaparsın? Bununla eşlerini memnun etmek istersin.’ Bu davranış, Peygambere nefsinin gösterdiği davranıştı. Öyleyse bu durum, ‘ Allah’ın sana gösterdiği şeye göre…’ ayetiyle kast edilenin kendi görüşü değil, Allah’ın ona vahyettiği bilgi olduğunu gösterir.

Din görüşe bağlı olsaydı, peygamberin görüşü bütün görüş sahiplerinden üstün olurdu. Nefs kaynaklı düşüncesinde peygamberin durumu böyleyse, masum olmayan insanın görüşü nasıl olabilir ki? Böyle biri, doğrudan daha çok hataya yalandır. Öte yandan bu durum, Hz. Peygamberin zikrettiği içtihadın, gerçekleşen bir meselede hükmü belirlemek için (şeriattan) ‘delil aramak’ anlamına geldiğini gösterir. Yoksa içtihat, bir konuda hüküm koymak amacıyla yapılmaz. Çünkü öyle bir hüküm koymak, Allah’ın izin vermediği bir teşri salahiyetidir (yasa, koyuculuk) .

————————

Miraç’ta Hz.Peygamber ve Ümmetine 50 Vakit Namaz Farz Kılınması Hakkında

Bakınız! Hz. Peygamber ve ümmetine elli vakit namazı farz kıldığımda, onları alıp hiç bir şey söylemeden, karşı çıkmadan veya ‘bunlar çoktur’ demeden gitti. Musa’ya geldiğinde, Musa kendisine şöyle demiştir: ‘Rabbine dön, belki ümmetinin yükünü hafifletir. Bu konuda İsrail oğullarından güçlüklerle karşılaştım, ümmetin bunu taşımaktan aciz kalır ve güçlük çeker,’ Peygamber hayrete düşmüş, kâmil edep Hakka itiraz etmemesi­ni öğretmişken ümmetine karşı duyduğu şefkat, yüklerini hafifletmesini istiyordu. İstiyordu ki, ümmeti güçlük çekerek veya isteksizce veya bı­karak Allah’a ibadet etmesin. Hayreti sürdü.’ İşte vasıtalar ve kendile­riyle oturulup katkılan kimseler, böyle bir etkiye yol açar. Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber Musa’nın söylediğiyle Hakka layık edepten birini tercih durumunda kalmıştır.

Allah peygamberlerden bir gruptan söz ederken -ki içlerinde Hz. Musa da vardı- Hz. Peygamber’e şöyle dediğini zikreder: ‘Onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir, sen onların hidayetlerine uy!’ Hz. Peygamber, “onların hidayetlerine uy’’ ifadesiyle, işaret edilen hususu böyle yorum­lamış, Hz. Musa’nın ‘hidayet üzere iken’ hafifletme istemediğinin fark etmemişti. Bu hidayet, Hz. Peygamber’e uyulması emredilen hidayettir. Bu içtihat, Hz. Peygamber’e Allah’a başvurmasını ve hafifletme isteme­sini vermiş, Hz. Peygamber de Allah ile Musa arasında gidip gelmiş, en sonunda edebin gereği olarak, ‘Rabbimden utandım’ demiştir. Namaz on kere hafifletildikten sonra Hz. Peygamber onu ümmetine getirmiş­tir.

Allah, ümmetine âlemin iyiliğinin kendisine bağlı olduğu ‘hüküm­lerde içtihat’ yetkisini şeriatın parçası yapmıştı. Çünkü Hz. Peygamber ‘içtihat’ ederek Allah ile Hz. Musa arasında gidip gelmişti. Hz. Pey­gamberden ortaya çıkan davranışa ümmeti alışsın ve yadırgamasınlar diye, içtihat onlarda da tatbik edilmiştir. Öte yandan Allah içtihadı şeri­atın bir parçası yapmakla Hz. Musa’nın kalbini bu konuda onarmıştır. Çünkü peygamber kendisine dönerek, kullara şefkat duygusu ortadan kalkıp da geride Hakkı tazim ve şanına layık saygının kalması gerekir. Bu nedenle peygamber, Allah hakkında herhangi bir şeyi çok görme­miştir. Bilir ki, güç O’nun elindedir ve bu sayede dilediğini güçlendirir. Böyle bir şey aklına gelip Hak onu bu makama yerleşirdiğinde, bu durumun onda pişmanlık oluşturması kaçınılmazdır. Bu pişmanlık, Hz. Muhammedi söylediği sözlerden dolayıdır. Allah ‘Benim katımda söz değişmez’ ayetiyle bu konuda Musa’nın kalbinin kırıklığım onarmıştır.

Bu ayet, Hz. Peygamberin Allah’ın katma (namazı hafifletmek üzere) son dönüşünde söylenmişti. Allah önce çoğaltma sözünü zikretmiş, sonra onu azlık ve hafifletmeyle değiştirmiştir. Allah Musa’ya ilahi sö­zün bir kısmının değiştiğini, bir kısmının değişme kabul etmediğini bildirmiştir. Sözün değişmeyişi, Haktan kesin olarak ortaya çıkması ha­lindedir. Başka bir ifadeyle zorunlu söz değişmezken, geçici söz değişir. Hz. Musa, bu sözle sevinmiş ve ‘geçici söz’ hakkında konuşmuş olması nedeniyle mutlu olmuştur. Öte yandan Allah, Hz. Muhammed’in (na­mazın hafifletilmesiyle ilgili olarak ayeti) yorumlaması nedeniyle, Muhammed ümmeti için hükümlerin tespitinde içtihat yetkisi vermiştir. Allah bu sayede kendisinden meydana gelen davranış (içtihat) hakkın­da, Peygamberin kalbindeki kırıldığı onarmıştır. Bu durum, onun ümmetine de yayılmıştır.

————————

Hz. Peygamber’e Verilen Altı Özellik

’ Bilmelisin ki, Allah, Hz. Peygamberin mertebesini efendilik yap­mıştır. O, efendi, diğerleri tebadır. Buradan ona kimsenin karşı koya­mayacağını öğrendik, çünkü teba, sahibine ve efendisine karşı koyamaz. Dolayısıyla onun özel bir menzili varken kölelerin de bir yeri vardır. Hz. Peygambere bu mertebe ‘Âdem su ve toprak arasındayken’ verildi. Buradan şunu öğrendik: Hz. Peygamber, ilahi bir yasa getirmek veya hikmet kaynaklı bir yasa ortaya koymak (özelliğiyle) nitelenen tüm kâ­millere yardım edendir. Bu yardımın ilk zuhur ettiği yer ise, Âdem idi. Allah onu Hz. Peygamberin halifesi yapmış, ona Hz. Muhammed’e ait cevamiü’l-kelim makamından tüm isimlerle yardım etmiştir. Âdem de, ilahi isimlerin bilgisiyle, Adem’in varlığı hakkında Allah’a itiraz edip kendisini üstün sayanlardan üstün oldu. Sonra yeryüzünde peş peşe ha­lifeler gelmiştir. En sonunda, iki yaratılışının bir araya gelerek mertebe­sinin hükmünü izhar amacıyla, Hz. Muhammed’in bedeni ortaya çık­mıştır. Hz. Peygamber’in zuhuru, bir güneş gibiydi: Bütün ışıklar, onun ışığında dürülmüştü. Hz. Peygamber, önceki peygamberlerin şeriatlarından -ki onlar ile vekilleri gönderilmişti- onayladıklarını onayla­mış, neshettiklerini neshetmiş, ümmetine olan inayeti ve onların arasın­da bulunmasıyla tebarüz etmişti.

İnsanlar ve ateşten yaratılanların hep­si, onun ümmetiydi. Fakat bunların özel bir niteliği vardı ve Allah onla­rı ‘insanlar için çıkartılan en hayırlı ümmet’ yapmıştı. Bu ihsanı ona iki yapıyla birden zuhur etmesi kazandırmıştı. Bu ümmetin diğer ümmet­lerden üstünlüklerinden birisi, Hz. Peygamber’den önce âlemde halife ve vekilleri olarak gelen nebilerin konumuna yerleştirilmesiydi. Çünkü Allah onlara teşri yetkisi vermişken Hz. Peygamberin ümmetine hü­kümleri belirlemede ‘içtihat yetkisi’ vermiş, onlara içtihatlarının kendi­lerini ulaştırdığı sonuca göre, hüküm verme hakkı tanımıştı. Bu sayede onlara da teşri yetkisi vermiş, İslam ümmetinin müçtehitleri bu konuda peygamberlerle bir olmuş, fakat onlar daha önce geldikleri için pey­gamberlerin varisleri olmuştur: Sonra gelen, zorunlu olarak, öncekine varistir.

Bütün peygamberler, Hz. Muhammed’e çağırdığı gibi onlar basiret üzere Allah’a çağırır, Allah da bu konuda onların masumluğunu bildirmiştir. Müçtehitlerin bir kısmı, başka müçtehitlerin verdiği hük­mü yanlış bulur. Fakat böyle birisi doğrudan ayrılmış değildir, çünkü onun verdiği hüküm de gerçektir. Bir müçtehit Hz. Muhammed’in hakkında hüküm verdiği fakat bu hükmün (hadis) kendisine ulaşmayışı nedeniyle bir hükümde içtihadıyla yanılırsa, bu yanlış içtihat nedeniyle ona bir sevap verilir. Bu, ‘içtihat sevabıdır.’ İçtihadı peygamberin ver­diği hükme isabet ederse, iki sevap kazanır: Birincisi içtihat sevabıyken diğeri isabet sevabıdır. Müçtehitler arasında hangisinin isabet ettiği bi­linmese bile, Allah katında meçhul değildir.

……Birinci Özellik

Hz. Muhammed’e yeryüzü hâzinelerinin anahtarları verildi. Yeryü­zünde, maden ve bitki hâzineleri vardır -çünkü hayvan da gelişmesi yö­nüyle bir bitkidir-. Allah Teâlâ ‘Sizi yeryüzünde bitki olarak yetiştirdik’ buyurmuş, bizim de yeryüzü bitkilerinden birisi olduğumuzu bildirmiştir. Hz. Peygamberce bu özelliğin verilmiş olmasının nedeni, kendisiyle onu hak edecek bir niteliğe sahip olmasıdır. Nitekim Yusuf peygamber, Mısır valisinden kendisini yeryüzü hâzineleri üzerinde görevlendirmesi­ni istemişti, çünkü ‘bilgili bir koruyucuydu.’ Bu sayede her şey kendisi­ne muhtaç kalır, o da onların üzerinde efendi olabilirdi. Bu nedenle Yu­suf Peygamber o makamın gereği olan özelliği bildirerek, şöyle demiş­tir: ‘Ben bilgili bir koruyucuyum’ Kastedilen, hâzineleri korumak ve onları belli bir ölçüyle ortaya çıkartmaktır. Allah şöyle der: ‘Her şeyin hâzinesi katımızdadır, onu belli bir ölçüyle indiririz.’ Bu nitelik kimde bulunursa, hâzinelerin kilitleri onun elindedir. Ardından ‘bilgili koruyu­cu’ demiştir. Burada hâzinelere muhtaç insanların ihtiyacını bildiğini söylemiştir. Hâzinelerde ihtiyaç ölçüsünde onların varlığım sürdürme­sini sağlayan şeyler vardır. Hz. Peygamber’e yeryüzü hâzineleri verilin­ce, onun ‘bilgili koruyucu’ olduğunu anladık. Alemde ortaya çıkan her rızkı, o rızkın dayandığı ilahi isim, anahtarları elinde tutan Hz. Mu hammed’in emrinden verir. Nitekim gaybın anahtarları da Allah’a mah­sustur onu sadece kendisi bilir. Bu efendiye ise, hâzinelerin anahtarları­nı vererek, ihtisas mertebesini tahsis etmiştir.

İkinci Özellik

Hz. Peygamber’e cevamiü’l-kelim verilmiştir. Hz. Muhammed’e yeryüzü hâzinelerinin anahtarları verildi. Kelim, kelime’nin çoğuludur ve ‘Allah’ın kelimeleri tükenmezdir.’ Öyleyse Hz. Peygam­ber’e sonsuz olanın bilgisi verilmiş, varlığın sınırlamasıyla sonluyu ve varlığa girmemiş sonsuzu bilmiş, bilinenlerin hakikatlerini ‘bilgi’ yö­nüyle ihata etmiştir. Bu, başkasına ait olmayan ilahi bir niteliktir ve onun söylediği bir kelime kelimeler haline gelir. Bu durum, ‘göz açıp kapatmak’ gibi, bir kelime olan ilahi emre benzer. Mahsus âlemde bun­dan daha değerli ve göz açıp kapatmaktan kendisine daha uygun bir benzetme olamaz. Hz. Peygamber, cevamiü’l-kelim’i bilince, ona Al­lah’ın kelimesi olan Kuran’da ‘icaz özelliği verilmiştir.

Hz. Peygamber, Kuran vasıtasıyla Allah tan aktarandır. Böylelikle kendisine ait aktarım da da ‘icaz’ özelliği ortaya çıkmıştır, çünkü maddelerden soyut mana­larda ‘icaz’ özelliği anlaşılmaz. İcaz manaların harflerin düzenlenmesin­den ibaret olan kelimelere bağlanmasıyla anlaşılabilir. Hz. Peygamber, Hakkın gözü, kulağıdır ve bu ilahi mertebelerin en üstünüdür. Bunun aşağısında ise Hakkın gözü, kulağı ve dili olduğu kimselerin mertebesi gelir. Bu durumda Allah, kulunun mütercimi olur. Nitekim Allah Kuran’da önceki toplumların hallerini ve sözlerini aktarır. Bu kısımda di­ğer üstünlük yoktur. Çünkü Allah, kendi ehli ve melekler gibi O’na ya­kın kimselerin sözlerini aktardığı kadar söylediği söz nedeniyle kovulan, Haktan uzaklaşan ve gerçeği karıştıran İblis’in sözünü de aktarır. Hal­buki Allah’tan söz aktarmak, kendisinden büyük bir ayrıcalığın ve tahsi­sin olmadığı bir özelliğe sahip kimsenin işidir.

Üçüncü Özellik

Hz. Peygamber, bütün insanlara (kâffeten) gönderilmiştir. ‘Kâffe’ toplam anlamındaki ‘kefet’ten gelir. ‘Yeryüzünü toplanma yeri (kifat) yapmadı mı ? ‘Yani üzerinde yaşayan dirilerle içindeki ölüler birbirine katılır. Hz. Peygamberin şeriatı bütün şeriatları içerir, dolayısıyla onu duyan herkes iman etmelidir. Cinler Kuran’ın okunduğunu duydukla­rında, kavimlerine şöyle demişti: ‘Kavmimiz! Biz Allah’a çağıran birisinin davetini kabul ettik, siz de iman edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve büyük azaptan kurtarsın. Allah’a çağıran peygambere icabet etmeyen kimse, yeryüzünde aciz bırakmaz. O’nun Allah’a karşı dostu da yoktur. Onlar açık dalalet içindedir.’ Allah ‘yeryüzünde aciz bırakıcı değildir’ derken cinle­ri kast edilmiştir. Ayetin devamı da cinlerle ilgilidir. Hz. Muhammed’in şeriatı, cinleri ve insanları içermiş, şeriatım insanlara ve cinlere getirmiş, getirdiği rahmeti Bütün âlemi kuşatmıştır. Allah şöyle buyurur: ‘Seni âlemlere rahmet diye gönderdik.’ Allah peygamberini âleme merhamet etsin diye gönderdik demiştir ve herhangi bir ameli ayırt etmemiştir. Binaenaleyh Hz. Peygamber, şeriatıyla yükümlü bazı insanların dışında, âlemdeki tüm sınıfları memnun edecek şeyleri getirse, onlara merhamet etmiş ve getirdiği rahmetin hakkım yerine getirmiş olurdu. Hatta şöyle deriz: Hz. Peygamber Allah’ın hükmünü getirmiştir. Onun hükmüyle âlemdeki sınıflar, hiç kuşkusuz, memnundur. Çünkü bütün âlem, Al­lah’ın hamdini tespih eder.

Âlemdeki her şey, daveti genel olan ve rah­meti bütün âleme yayan bu peygamberin getirdiği hükümden razıdır. Fakat insanların bir kısmı, verilen hükümden razı değildir. Hükümden razı olsa, hiç kuşkusuz, Hz. Peygamberin getirdiği Allah’ın rahmetin­den -peygamberin verdiği özel hükümden razı olduğu ölçüde- nasiple­nir. Bu durum özellikle insanlar arasında gerçekleşir. Cinlerin arasında şeytan olan ve olmayanlar vardır. Allah şeytanlarda saptırma özelliği ya­ratmış, uzaklık perdesinin vesvese vermek ardından mallara ve çocukla­ra ortak olmalarını emretmiştir. Bu, onlar için bir imtihan ve sınamadır. Bu bağlamda şeytan insana ‘kâfir ol’ der, kâfir olduğunda ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah’tan korkarım’ der.

Allah’ın ondan böyle haber verir. Sonra şöyle der: O ikisinin akıbeti, yani bu davranış­tan sonra başlarına gelen, ateşe girmektir. Şeytanın sonu, aslına dön­mektir, çünkü şeytan, ateşten yaratılmıştır ve vatanına dönmüştür. İn­san ise, peygamberin sözünü kabul etmek yerine şeytanın sözünü kabul edip zalim olduğu için, kâfirliği nedeniyle cezalandırılmıştır. Allah ‘Orada kalıcıdırlar’ der. Şeytan evinde ve yurdunda kalıcıyken, insan kâfir olduğu için bir ceza olarak orada kalır. Bunun için akıbetlerinde aralarındaki farklılık nedeniyle şeytan insandan uzaklaşır, ‘işte o (in­san) ‘ Burada Allah tekil zamir kullanmış, cezayı iki kişinin çektiğini söylememiştir. Çünkü şeytan ve insan cezada ortak değildir. Günahının ardından insanın başına gelen, azap iken fiilinden ve sözünden sonra şeytana isabet eden, kendisinden yaratılmış olduğu aslına dönmektir.

Akıllı insan, aldanmaz. Cennette Adem’in hikâyesini düşünün! Adem ağaca yaklaşınca, Allah onu cennetten yeryüzüne indirmekle cezalan­dırmış, Havva’yı da ve İblis’i de indirmiştir. Bunu anlatmak için de ‘inin’ diyerek çoğul kullanmıştır. Emir çoğul yapılmış, tekil veya iki kişi zamiri kullanılmamıştır. Âdem bu esnada yaratıldığı asla (toprak) dönmüştür. Âdem topraktan yaratılmış, Allah onu ‘Ben yeryüzünde hali­fe yaratacağım’ buyurduğu için, halife olarak yeryüzüne indirmiştir. Âdem’in yeryüzüne inmesi, kendinden gerçekleşen davranışı nedeniyle, bir cezalandırma amacı taşımaz. Bu inme, kendinden meydana gelen fiilin ardından gerçekleşen bir inişti. Havva ise, çoğalma amacıyla indi­rilmişken İblis -aslına dönsün diye değil- cezalandırılma amacıyla indi­rilmişti. Çünkü indiği yer onun vatanı olmadığı gibi ondan yaratılmış değildi.

Bu nedenle şeytan, kendisini yeryüzüne indirerek nahoş bir bi­çimde cezalandırdığı için, Âdem’in zürriyetine sürekli vesvese vermesi için Allah’tan dilekte bulunmuştur. Çünkü asıl itibarıyla onun cezalan­dırılmasının sebebi, Âdem’in varlığıydı, çünkü Ademin varlığıyla secde emri gerçekleşmiş, İblis’ten ortaya çıkan davranış ortaya çıkmış, bu ko­nuda gerçekleşen hadise gerçekleşmişti. Buradan Allah’ın Hz. Peygam­ber i merhametle gönderdiği ve âlemlere rahmet yaptığını anladık. Herhangi bir insana Allah’ın rahmetinin ulaşmaması peygamber cihe­tinden kaynaklanmaz. Bu, kabul eden yönünden olabilir.

Hz. Peygam­ber, güneş ışığı gibidir: Güneş ışınlarım yeryüzüne yayar. Bir duvar gölgesinde veya saklı yerde kalıp ışınlardan gizlenen kimse, ışığın üzeri­ne yayılmasını kabul etmeyen ve ondan yüz çeviren kimsedir. Onu gü­neş engellemiş değildir. Hz. Peygamber kızıl veya siyah renkli insanlara peygamber olarak gönderildiğini söylemiş, renklerin var olduğu cisim­leri zikretmiş, böylelikle kendisini kabul eden herkese genel rahmetle ve inanan herkese genel şeriatıyla gönderildiğine dikkat çekmiştir. Onun ümmeti, şeriatı öğretmek üzere gönderildiği herkestir. Bununla birlikte ümmetinin bir kısmı iman ederken bir kısmı inkâr eder. Fakat bu du­rum onları Hz. Peygamber’in ümmeti olmaktan çıkartmaz.

Dördüncü Özellik

Hz. Peygamber’e tahsis edilen dördüncü özellik, bir aylık yoldan düşmanlarına korku salmakla desteklenmesidir. Ay, Kamer’in kuşatıcı feleğin derecelerini kat etme ölçüsüdür ve onu en hızla kat eden gök cismidir. Araplar takvimlerini Ay’a göre hesaplar. Hz. Peygamber -ayın hareketine göre- bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmak özelliğiyle desteklenmişti. Peygamber ayı zikretmiş, başka bir şey zikretmemiştir. Arapça konuşan insanlar, bundan Kamer’in hareketini an­lar. Hz. Peygamberin korkutma özelliğiyle desteklenmiş olması, ka­mer’in bir ayda kat ettiği mesafeye içerir. Böylelikle oluş ve bozuluş âlemini etkileyen yakın feleğin her derecesini kamer’in kendisini kat et­mesiyle kuşatır.

Hz. Peygamber, kendisini övmek amacıyla bunu söy­lemişti ve dolayısıyla daha kısa sürede feleği kat eden bir cisim olsaydı, onu söyler, o cismin seyrinin kuşatıcılığı feleğin bütün derecelerini kat ederek daha süratle gerçekleşirdi. Hz. Peygamberin düşmanların kalple­rine saldığı korkunun genelliği, rahmetinin genelliğidir. Korkuyu ken­disine yönelen düşman hisseder ve savaşmak üzere karşısına çıkan her­kesin kalbinde bu korku bulunur. Fakat mutlu bedbahttan ayrılsın diye, Allah’ın kendisini ‘bedbaht’ yaptığı ölçüde peygambere karşı kahraman­lık taslar. Böylece korku, düşmanın kahramanlık taslaması nedeniyle .Allah’ın irade etiği ölçüde hafifler. Düşmanın cesaretteki eksikliği ölçüsünde ise, Allah’ın yardımı gerçekleşir.

Beşinci Özellik

Hz. Peygambere tahsis edilen beşinci özellik, önceki peygamberle­re helal kılınmayan ganimetlerin ona helal kılınmasıdır. Böylece Hz. Peygambere, ümmetinin şehvetine uygun bir şey verilmiştir. Şehvet, in­sanın içinde bulunup arzu duyduğunu talep eden bir ateştir. Bu durum, Özellikle ganimetler için böyledir, çünkü nefis, meşakkatle çalışarak ve galip gelerek elde ettiği ganimetlerle haz duyar. Dolayısıyla elde eder­ken karşılaştığı güçlük ve şiddetin karşılığında, ganimet nimetinden mahrum kalmak istemez. Ganimetler en çok istediği şeydir. Gerçi ga­nimet diğer peygamberlerde de vardı: Savaş bitince, geride bir şey kal­mayacak şekilde bütün ganimetler toplanır ve havadan bir ateş inerek bütün ganimetleri yakardı. Bir insan hileyle ganimetten bir şey çalsa, ateş geri döner, almam da yakardı. Ateşin inmesi, Allah’ın onların dav­ranışlarını kabul etmesinin alametiydi. Halbuki ganimetler, peygambere helal kılınmış, o da bunları sahabesine paylaştırmış, peygambere olan ikramından kaynaklanan Allah’ın inayetiyle, şehvet ateşleri ganimetlere ulaşmıştır. Böylece Allah, peygamberine başka peygambere yapmadığı ikramda bulunduğu gibi ona iman edenlere başka peygambere iman edenlere yapmacığı ikramda bulunmuştur.

Altıncı Özellik

Allah, onun için yeryüzünü temizlemiş, bütün yeryüzünü mescit yapmıştır. Hz. Peygamber veya ümmeti her nerede namaz vaktine eri­şirlerse, namazlarını orada kılarlar. Mescitler Allah’ın evidir ve Allah’ın evleri en saygın evlerdir, çünkü onlar, Allah’a izafe edilmiştir. Bütün yeryüzü mescit olduğuna göre, aynı zamanda Allah’ın evi haline gelir.

Sürekli mescide giden insanın Allah katındaki kıymeti bildirilmiştir.

Onun ümmeti, sürekli mescittedir. Çünkü onlar, hayatta ve ölümde yeryüzünden ayrılmaz; ölüm, yeryüzünün sırtından içine göçmektir. Mescidlerde oturan kimse, Allah ile oturan kimsedir. Öyleyse bu üm­met ölüyken ve diriyken Allah ile oturanlardır. Çünkü onlar, mescit olan yeryüzündedir. Allah yeryüzü toprağını temiz yapmış, su bulun­madığında veya bir engel nedeniyle kullanılmadığında, toprak su yerine temizlenmek için kullanılır. Böylelikle Allah, Muhammed ümmetine yeryüzü toprağını ve yen temiz yapmıştır. Yeryüzünden herhangi bir  şey kendisinden ayrıldığında, temizlenmek için kullanılmazken toprak öyle değildir. Maden, kiremit, tuğla gibi herhangi bir şey yerde iken  ‘toprak’ diye isimlendirilir, çünkü yeryüzü bütün bunları içerir. Yerden ayrıldığında, kendi adına kavuşur ve ‘yeryüzü’ adını yitirir.

Bu nedenle toprağın dışındaki şeylerde temizleyicilik özelliği kalkar. Toprağın yerden ayrılıp ayrılmaması birdir, çünkü toprak temizdir ve onu temizlikte kullanan insan ondan yaratılmıştır. Toprak, Adem’i şereflendirmek üze­re, özü gereği temizdir. Bu nedenle Allah, yerden başka adı olan şeyleri  değil, sadece toprak hakkında temizlikle ilgili hüküm vermiştik. O (arz)  yerden ayrılınca, yer adını yitirir ve bu kez toprak adı verilir. Tuğla da yerden ayrılınca yer adını yitirir ve tuğla adı kendisine verilir ve yerden ayrıldıktan sonra onunla temizlenilmez. Çünkü Allah insanı ondan değil, topraktan yarattı. Hz. Peygamber yer hakkında şöyle der: ‘Allahı onu mescit ve temiz yapmıştır.’ Burada genel ifade kullanmıştır. Başka bir yerde ‘Yeryüzü toprağı bizim için temiz kılınmıştır’ der. Böylece toprak, yeryüzünden ayrıldığında adını yitiren ve başka bir ad kazanan diğer nesnelerden nalsa ayrılmıştır.

Bunlar, Hz. Peygamber’e tahsis edilen altı özelliktir.

————————

Kuran-ı Kerim Ayetlerini Düşünmek

Ramazan ayı ki onda Kuran indirildi.’ ayetinde zikredilir. Mutlak anlamıyla Arş ise ‘Dereceleri yükseltendir, Arş sahibidir’ ayetinde geçer. Kalbin dereceleri, Kuran ayetlerinin derecelerinin yükselmesiyle yükselir. Bu nedenle Kuran okuyucusuna kıyamet günü daha önce okuduğun gibi oku ve yüksel’ denilir. O da okumaya başlar ve son ayete varana kadar yükselir. Buradaki dereceler, menzillerdir. Kuran bir kulun kalbine iner ve hükmü onda ortaya çıkıp genel olarak bütün özellikleriyle onda yer­leşir ve o kalbin ahlakı haline gelir. İşte böyle bir kalp, Kuran’ın Arşıdır.

Hz. Aişe’ye Hz. Peygamber’in ahlakı sorulunca, şöyle demişti: ‘Ahlakı Kuran’dı.’ Kuran’daki her bir ayetin o kulun kalbinde bir hük­mü vardır, çünkü Kuran, hüküm vermek üzere inmiştir, yoksa hükme konu olmak için değil! Böylelikle kalp, mutlak anlamıyla, Kuran-ı Kerîm için bir arş haline gelmiştir. Hz. Peygamber Kuranı okuduğun­da, nimet ayetine rastlarsa, bu ayet onun üzerinde hüküm sahibi olur, Hz. Peygamber Allah’ın ihsanını ister ve onun iyiliğini talep ederdi. Azap veya tehdit ayeti okuduğunda, bu ayet peygamberin Allah’a sı­ğınmasını sağlar, o da Allah’a sığınırdı.

Allah’ın yüceltileceği ayetin okunması, peygamberin Allah’ı yüceltmesini ve o ayette geçtiği tarzda O’nu tespih etmesini sağlardı. Bir kıssa ayeti geldiğinde veya önceki toplumlarla ilgili bir hükmü anlatan bir ayet gelince, ayet peygamberin ibret almasını sağlar, o da ibret alırdı. Herhangi bir fiili yapması gere­ken bir hüküm ayeti okuyunca, ayet o hükmü yerine getirmesini sağ­lardı. Böylece her ayet peygamber üzerinde hüküm verir, o da o işi ya­pardı. Kuran ayetlerini düşünmek ve Kuran hakkında anlayış sahibi olmak tam da bu demektir. Kuran okurken söylediğimiz halde olmayan okuyucunun kalbine Kuran inmediği gibi onun kalbi Kuran’ın istiva edeceği bir arş da olmaz.

 

İbn Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye,cild:11

————————

Kuran-ı Kerim Nedir ?

Kuran Nurdur

Kuran’ın nur olması, saptırıcı kuşkuları ortadan kaldıran ayetlerin­den kaynaklanır. Bu durum ‘Yerde ve gökte ilahlar bulunsaydı bozgun or­taya           çıkardı’  ‘Batanları sevmem’  ‘Konuşuyorlarsa putlara sor?’ ‘Sen

güneşi batıdan getir.’ ‘Arş sahibine bir yol bulursa’  ‘Onda pek çek ihtilaf bulurlardı.’   ‘Onun gibi bir sure getirin’ gibi ayetlerden ortaya çıkar. Kuran’da delil olarak zikredilen bütün ayetler, onun nur olmasından kaynaklanır. Nur karanlıkları kaçırtan şeydir ve bu nedenle nur diye isimlendirilmiştir.Nur, kaçırtan demektir.

Kuran Ziyadır

Kuranın ziya olması, işleri ve hakikatleri açıklayan ayetlerin onda bulunması demektir. ‘Her gün bir iştedir’ ‘Sizin için fariğ kalacağız’ ‘Peygambere itaat eden’, ‘Bana şunların isimlerini bildirin’  ‘îki elimle yarattığım.’ ‘Allah dilemeden siz dileyemezsiniz’ ‘Hepsi Allah’tandır’  ‘Ona fücur ve takva ilham etti’ gibi ayetler bu kapsamda değerlendirile, bilir. Hakikatlere işaret eden bütün ayetler, bu kapsamdadır.

Kuran Şifadır

Kuran’ın şifa olması, ondaki Fatiha suresi ile dua ayetleriyle ilgilidir.

Kuran Rahmettir

Kuran’ın rahmet olması, Allah’ın kullarına dönük iyilik ve müjde­lerle kendisine zorunlu kıldığı vaatlerin onda bulunmasıdır. Misal ola­rak “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin, Allah kendisine rahmeti yazdı’’ “Benim rahmetin her şeyi içerdi? ‘  gibi umut ayetlerini verebiliriz.

Kuran Hidayettir

Onun hidayet olması, sarih ve yoruma kapalı ayetlerinden kaynak­lanır. İhtimale kapalı ve ilk bakışta zahirinden anlaşılan her ayet, Ku- ran’ın hidayet olmasından kaynaklanır. Misal olarak, ‘Cin ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’ ‘Kısasta sizin için hayat vardıf.’ ‘iyi­lik getiren onun on katıyla, kötülük getiren misliyle cezalandırılır’, ‘Kim affeder ve barışa yanaşırsa, ücreti Allah’a kalmıştır’ ayetlerini verebiliriz. Bunlar çoktur.

Kuran zikirdir

Kurardın zikir olması, içerdiği ibret alma ve inançsızlıkları nedeniy­le yok alan toplumların öykülerinden kaynaklanır. Nuh kavminin, Ad, Semud, Lut, Eykeliler ve Res kavminin durumunu anlatan ayetleri mi­sal verebiliriz.

Kuran Arapçadır

Kuran’ın Arapça olması, nazmının güzelliği, muhkem ayetlerinin müteşabihten farklılığı, kıssaların lafza ekleme ve eksiltme yoluyla de­ğiştirilmesiyle tekrarı gibi hususlarla ilgilidir. Bununla birlikte, lafız ve­ciz olsa bile, verilen bilgi ve açıklamada mana tam ifade edilir. Misal olarak ‘Her çığlığı aleyhlerine zannedeler.’  ‘Sana onu cedel diye misal verirler.’ ‘Ey yer suyunu tut,ey gök suyunu çek.’gibi  ayetleri verebiliriz.

Başka bir ayette ‘Musa’nın annesine onu emzir diye vahyettik, hakkında korkunca onu sandala koy, korkma ve üzülme, onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden yapacağız’ denilir. Bütün bunlar, bir ayette iki müj­deyi ve yararlı bir bilgiyle iki durumu içeren ayetlerdir ve Allah’tan bir müjdedir.

Kuran Mübindir

Kuran’ın ‘mübin’ olması, mutlu ve bedbahtların özelliklerini açık­layan ayetleriyle ilgilidir. Kuran sevinenlerin niteliklerini diğerlerinden ayırır. Misal olarak ‘Müminler sevinmiştir.’ ayetini verebiliriz. Başka bir ayet ise ‘Allah müminlerden canlarını satın aldı.’ ayetidir. Hüküm ayetle­ri ve öğrenilmesi için bir durumu açıklayan bütün ayetler, Kuran’ın açıklayıcı olmasını sağlar. Bu nedenle Allah onu bütün isimlerle isim­lendirmiş, onu ‘Kuran’, yani sadece kendisinde bulunan anlamlan top­layan kitap yapmıştır.

‘Allah doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

————————

Bizim Allah’a Muhtaç Olmamız,Parçanın Bütüne Muhtaçlığı Gibidir

Bilmelisin ki, yaratılış aslı itibarıyla erkek karşısında kadının konu­mu, Rahman karşısındaki Rahim’in konumu gibidir. Çünkü rahim Rahman’dan bir daldır ve bu sayede onun suretine göre ortaya çıkmış­tır. Bir rivayette denilir: ‘Allah Âdem’i Rahman’ın suretine göre yarat­tı.’ insandaki rahmin de Rahman’ın bir dalı olduğu sabittir ve böylece Rahman karşısında Adem karşısındaki Havva gibi olduk. Havva ço­ğalma yeridir ve çocuklar onda var olur. Biz de, fiillerin ortaya çıktığı bir yeriz. Öyleyse fiil Allah’a ait olsa bile, bizim elimizde ortaya çıkar ve duyuda sadece bize aittir. Rahman’dan bir dal olmasaydık, Allah ile aramızdaki bağ (neseb-i ilahi) geçerli olmazdı. Bu bağ, O’nun kulu ol­mamız demektir ve ‘kavmin kölesi, onlardandır.’

Öyleyse bizim Allah’a muhtaç olmamız, parçanın bütüne muhtaçlığıdır. Bu ölçüde bir ilişki olmasaydı, ilahi izzetin ve mutlak müstağniliğin bize yönelmesi veya bize bakması mümkün olmazdı. Bu bağ sayesinde O’nun tecelli ettiği yer haline geldik. Binaenaleyh Allah’ın zatı bizde müşahede edilir, çün­kü bizi ilahi surete göre yaratmış, bu sayede bütün ilahi isimlere sahip olduk. Bizde her ilahi isimden bir pay vardır ve bizde bulunan herhangi bir şeyin hükmü esasa dayanır. Hz. Peygamber bu isimle ilgili olarak insanın organları hakkında şöyle der: ‘Bir organ acı hissettiğinde, bede­nin bütün organları onu hisseder.’ Özel bir organdaki acı diğer organla­ra yaydır ve böylelikle bütün organlar acı duyar.

Bu esnada ‘güvenilir bir şehir  sayılan bedenin sultanı olan nefs-i natıka (düşünen nefs) hak­kında ne düşünürsün? O belirli organda hastalığı taşıyan hayvani nefis­tir ve natık nefs karşısında o mülkünde bozulmanın gerçekleştiği bir hükümdara benzer; Böyle bir hükümdarın sıkıntısı daha çoktur. Bakı­nız Hak kendisini öfke, rahmet, kabul, duaya icabet vb. özeliklere nite­lemiş, bunları bizden meydana gelen sebeplere bağlamıştır. Allahla açıkça asi olursak, O’nu kızdırırız. Razı olacağı söz söylersek, razı ede­riz. Hz. Peygamber şöyle der: ‘Rabbimizi razı edecek, söz söyleriz.’ Tövbe ettiğimizde, O’nun nezdinde kabul gerçekleşir.

Günahlarımız olmasaydı, bizi cezalandırmaz veya bağışlamazdı. Bütün bunlar, (Allah de kulu arasında) bağı meydana getirir, nispetleri sabit kılar ve sebebin sonuçlarını güçlendirir. Öyleyse biz, bir annenin ve farklı babaların ço­cuklarıyız. O ise, müşahedeye göre değil, (aklî) delilin bildirdiğine göre İlk Sebeptir.

————————

Yaratmak Allah’a Mahsustur

Hiç kimsenin -yaratma yönünden- fiillerde etkisi yoktur; fiillerde hükmü ortaya çıksa bile, bu, bir etki değildir. İnsanlar, etki ile hükmü ayırt edemez. Allah bir hareketi veya varlığı maddelerde bulunacak herhangi bir anlamı var etmek dilediğinde -ki o kendi başına var olamaz-, kendi başına var olmayan o şeyin yaratılışının kendisinde ortaya çıkacağı bir yer bulunmalıdır.

Yer ve mahal, mümkünün varlığında hüküm sahibidir, fakat bir etkisi yoktur. İşte iyice incelersen, etki ve hüküm arasında böyle bir fark vardır. Böyleyken kul ‘yaparız’, ‘işleriz’ nasıl der ki? Halbuki onun fiilde genel olarak bir etkisi yoktur.

———————————–

İnsanın Allah’a verdiği ‘ahd’

Kardeşim! Senden kimin azap gördüğünü, kimin nimet gördüğünü öğrendin. Sen, kendinden başkası değilsin. Öyleyse yönettiğin or­ganlarını aleyhine şahit haline getirme, yoksa hüsrana uğrarsın. Allah seni görevlendirmiş, sana kendi isimlerinden birini vererek, ‘itaat edilen hükümdar’ demiştir. Zalim olma ve korkma! Çünkü zulüm, seni görevlendirenin niteliği değildir. Allah sana kendisine davrandığı gibi dav­ranmış, sana zorunlu kıldığı gibi bunu kendisine zorunlu yapmış, senin için sözleşme altına girmiş, seni de söz altına almıştır. Allah sana her neyi emrederse, kendisine benzerini yapmıştır. Çünkü kesin delil O’na aittir.

O kendisine zorunlu kıldığı her şeyi yerine getirmiş ve senden sa­na zorunlu kıldığı şeylere vefa göstermeni istemiştir. Allah’ın böyle yapmasının amacı şunu demeni engellemektir: ‘Ben kendisine şunların zorunlu kılındığı bir köleyim. Beni kendime bırakmadın ki ? Beni söz ve zorunluluk altına soktun.’ Böyle diyen bir kula Allah şöyle der: ‘Ben se­ni kendimi sokmadığım bir yükümlülüğün altına mı soktum? Ben ken­dime zorunlu yapmadığım bir işi mi sana zorunlu kıldım?

Biz karşılıklı sözleşme yapmadık mı? Sana şöyle dedim: ‘Bana verdiğin sözü yerine getirirsen, ben de verdiğim sözü yerine getiririm.’ Allah Peygamberine ‘Kesin delil, Allah’a aittir.’ demesini emreder. İşte bu ‘Rabbim! Hak ile hüküm ver.’ ayetinin anlamıdır. Allah haktan başka bir şekilde hüküm verir mi ki? Fakat Allah bu ayette kendisini peygamberin memuru yapmıştır. Çünkü ‘hüküm ver’ ifadesi, emirdir. Allah ise peygamberine bunu söylemesini emredip ‘Ya Muhammed söyle’ diyerek ‘Rabbim Hak ile hüküm ver’ demiştir. Allah’ın kullarına daha büyük bir tenezzülü olamaz.

Ey Kul! Bu tenezzül Allah’ın kereminden değil midir? O’nun İhsanından değil midir? Allah kendisine zorunlu yaptığı her yükümlülüğü yerine getirmedi mi? Allah’a verdiği sözü tutan herkese verdiği sözünü tutmadı mı? Dileseydi cezalandırabileceği kullarının çoğunu bağışlayıp affetmedi mi? Peki sen neredesin? Güçlü, kahredici, kadir Rabbinin bü­yük ihsanına nasıl bakmaktasın? Kimse O’na karşı koyamaz ve kimse O’nu yenemez.

————————

Allah’ın Sebepleri Yaratması

Allah âleme sebepleri yerleştirmiştir. Çünkü Allah varlık ve takdir bakımından ‘yaratan’ isminin ancak varlığı ve tak­dir edilmesi yönüyle yaratılan vasıtasıyla geçerli olabileceğini bilir. Aynı şey, oluşu ve âlemi talep eden bütün ilahi isimler için geçerlidir. Misal olarak, el-Gafur, el-Malik, eş-Şekûr, er-Rahim gibi ilahi isimleri verebi­liriz. Buradan Allah, (âlemde) sebepleri koymuş, âlem de birbirine bağlı bir halde ortaya çıkmıştır. Her başak, çiftçi, toprak ve yağmur vasıtasıy­la yeşerir. Allah yağmur olmadığında, yağmur duası yapılmasını emret­ti. Yağmur duasının emredilmesi, sebeplerin varlığı nedeniyle, Allah’ın kulların kalplerini sabit kılma iradesinden kaynaklanır. Bu nedenle Allah kullarını hiçbir şekilde sebeplerin dışına çıkmakla yükümlü tutmamıştır, çünkü kulun hakikati, sebebin dışına çıkmayı gerektirmez.

Allah kulu için müteselsil sebepler belirlemiş ve en sonunda kendisine şöyle demiş­tir: ‘Senin sebebin Benim! Bana itimat ve tevekkül et.’ Bir ayette ‘Al­lah’a tevekkül edin, mümin iseniz.’ buyurulur. Öyleyse ‘adam’, sebepleri kabul edendir. Çünkü sebepleri reddeden bir insan, Allah’ı bilemeyece­ği gibi, kendisini de bilemez. Halbuki Hz. Peygamber ‘Kendini bilen, rabbini bilir’ buyurur. Fakat burada ‘Rabbinin zatını bilir’ demedi. Çünkü rabbin zan, kayıtsız anlamda, âlemden müstağnidir. Sınırlı Mutlak’ı nasıl bilebilir ki? Rab, hiç kuşkusuz merbubu talep eder ve böyle­likle onda ‘sınırlılık’ kokusu bulunur. Bu sayede yaratılmış rabbini bilir. Bunun için Allah peygambere Allah’tan başka ‘ilah olmadığını’ bilmesi­ni emretti. Bu ifade, ‘ilah’ olması yönünden söylenmiştir. Çünkü ilah, meluhu talep eder. Hakkın zad ise tamlama ve izafetten müstağnidir ve dolayısıyla sınırlanmaz.

Öyleyse sebeplerin varlığım kabul etmek, Rabbi bilmenin en sağ­lam delilidir. Sebepleri reddeden ise, âlemden kaldırılması mümkün olmayan bir şeyi kaldırmaya (çalışmıştır). Halbuki insanın (sebepleri kabul etmekle birlikte) İlk Sebebin bilgisine yükselmeye çalışması gere­kir. İlk Sebep, bütün sebepleri yaratan ve onları âleme yerleştirendir. İş­ret ettiğimiz konuda bilgisi olmayan, Hakkın öğrettiği edebe göre, Rabbinin bilgisine ulaştıran yolu nasıl yürüyeceğini bilemez. Çünkü se­bepleri reddeden, Allah’a karşı saygısızlık yapmış demektir. Allah’ın görevlendirdiği bir valiyi azletmeye kalkan, (Allah’a karşı) saygısızlık yapmış ve valiyi azletme (ıddiasında) yalancı olmuştur.

Bakınız! Sebepleri örten (inkâr eden) ve onları terk etmeyi savunan kimse, ne kadar da cahildir! Hakkın onayladığı bir şeyi terk eden, kul değil, tartışan; alim değil, bilgisizdir. Dostum! Gafil ve cahillerden olmamanı tavsiye ede­rim. Sebepleri terk etmeyi savunurken bile kendini yalanladığını görü­yorum. Çünkü sebepleri terk, onları reddetmek, sebeplere yönelmemek ve onları kullanmamaktan söz ederken bile -söz gelişi- susadığını görü­yorum. Bu kez benimle sohbeti bırakıp, su içmeye gidiyor, susuzluk acısını dindirmek üzere su içiyorsun. Acıktığında ise ekmek alıyor ve yiyorsun.

Gayen ekmeği uzanıp onu ağzına koymaktır. Ağzına koydu­ğunda ekmeği çiğner ve parçalarsın. Daha benim önümdeyken bile, kendini ne kadar hızla yalanlıyorsun! Bakmak isteyince gözlerini açma­ya muhtaç değil misin? Onları açman bir sebep değil midir? Bir arkada­şını ziyaret etmek isteyince, yürüyerek gitmiyor musun? Yürümek ona ulaşmanın sebebidir. Nasıl Nasıl olur da sebepleri sebepler vasıtasıyla reddedebilirsin ki? Böyle bir bilgisizliği kendine reva mı görüyorsun? Hakkın öğrettiği edeple hareket eden bilgili insan, Allah’ın bir yerde sabit kıldığını sabit kılan ve Allah onu nasıl sabit kılmışsa, öyle sabit kılan kimsedir.

Böyle bir insan Allah’ın bir yerden kaldırdığını -Allah’ın kaldırdığı şekilde-kaldırır. Sonra (sebepleri reddeden) sen! Salih bir kul isen, Rabbine ibadet ederken de kendini yalanlarsın. Yoksa ibadetin mutluluğuna (vesile olacak) bir ‘sebep’ değil midir? Sebepleri reddetmeyi savunuyorsun, peki niçin ameli ve ibadeti bırakmıyor musun? Peygamber, nebi, veli, mümin, kâfir, bedbaht veya mutlu hiçbir insanın mutlak anlamda sebepler boyunduruğundan çıktığını görmedim. Sebeplerin en küçüğü, teneffüstür. Ey sebebi terk eden insan! Bir an nefes alma, bakalım! Nefes alıp vermek, yaşamanın sebebidir. Nefesini ölene kadar tut bakalım! Böyle bir durumda, kendi katilin olursun ve cennet sana haram olur. Bunu yaptığında da sebebin altındasındır. Çünkü nefes alıp germeyi terk, ölmenin sebebidir. Bu tarz ölmek bedbahtlığın sebebidir.Öyleyse yine sebepten uzaklaşmadın.

————————

Allah’a Davet

Davetçi dürüst olursa, insanlar onun davetini reddetmezler. Diliyle davet edip kalbi dünya sevgisi ve arzularıyla do­luysa, onun duası bir sanat olur ve kalplere etki etmez. Böyle bir davet kulakları aşmaz. İnsanlar şöyle der: ‘Söz kalpten çıktığında kalbe düşer, fakat dilden çıkarsa, kulakları aşmaz.’ Bu, yanılgının son noktasıdır. Al­lah’a yemin olsun ki: Nice peygamber, dürüst bir dil, masum bir gönül, hatadan korunmuş bir lisanla ve halkına karşı olabildiğince şefkatle da­vetlerini yapmıştır.

Bunlar, peygamberlerin Allah’a davet ederken sahip oldukları halleridir. Bununla birlikte bir peygamber şöyle der: ‘Kavmimi gece ve gündüz davet ettim, onları davetim sadece nefret kazandırdı. Kendi­lerini bağışlasın diye onları davet ettikçe, kulaklarına parmak tıkadılar, elbi­selerine örtündüler, ısrar ettiler ve büyüklendiler m Allah şöyle der: ‘Onla­ra hidayet etmek senin işin değil’ Başka bir ayette ise ‘Sen sevdiklerine hidayet edemezsin’ ve ‘Peygamberin görevi tebliğdir.’ buyurulur. Bir peygamberin sözündeki dürüstlüğü dinleyene, peygamberin hitabının ulaştığı herkesin teslim olması gerekirdi. Aksine peygamberler yalan­lanmış, sözleri reddedilmiş ve bir kısmı öldürülmüştür. Allah bir insan; inayet ederse onun kalbinde ‘kabul etme’ özelliği yaratır ve nebilik kan dilinden olan ilahi nuru ona atar. Allah ‘aydınlatıcı kandildir’ der.

Bakınız! Fitilin başından duman çıktığında o tutuşmuş değildir. Duman ile kandil birbirine değdiğinde, duman yaşlığı nedeniyle tutu­şur ve kandilin ışığı kendisine ilişir ve yolu üzere düşer. En sonunda dumanın kendisinden çıktığı fitilin başına yerleşerek, fitil tutuşur ve kandilin ışık vermedeki derecesini kazanır. Yağ kendisine yardım ederse -ki bu ilahi inayet demektir-, yardım süresinde aydınlatır.

Bu ışık, beka­sının bağlı olduğu yağın yaşlığıyla varlığını sürdürür ve artık o varken kandilin adı söylenmez. Yardım Haktan ulaşır ve kimse kendisine neyin ulaştığım bilemez. Çünkü nebiler insanları kendilerine davet etmezler, onları Rablerine davet ederler. Allah bir kalbe inayet eder ve onda bu davete karşı özlem ateşi -tıpkı fitilin başının tutuşması gibi- yanarsa, bu özlemden peygamberin sözüyle davet ettiği şeye karşı bir himmet orta­ya çıkar. Bu himmet ise, fitilin başındaki ateşten dumanın çıkmasına benzer ve cezp etme gücüdür. Söz konusu güç, dumandaki tutuşma ve alevi nebilikten, vahiyden ve hidayetten çeker alır ve sahibinin kalbine döner.

Bu durumda kalp, o fitilin tutuşması örneğindeki gibi, hidayete erer ve aydınlanır. Sonra peygamberden ayrılır ve ailesinin yanma bir nur olarak döner. Allah kendisine inayet eder ve tevfikiyle ona yardım ederse, bu yardım sayesinde kalbinde hidayet nuru sabitleşir ve artık, hükümleri belirlemenin dışında, peygamberin onunla bir işi kalmaz. Fakat bu nur, iman nurudur. Allah şöyle buyurur: ‘Sen iman nedir kitap nedir bilmezdin. Fakat biz onu bir nur yaptık, onunla dilediğimiz kullarımı­za hidayet ederiz.’ Hz. Peygamber Rabbinin aktarmasına göre, ‘Allah’a davet ederim’ demiş, ‘kendime davet ederim’ dememiştir. ‘Allah’a’ ifa­desindeki edat (ila, a) bitim bildirir. Mümin bu davete olumlu karşılık verdiğinde, onun adına belirlediği yönteme göre, Rabbine yürür. Al­lah’a ulaşınca, Hak cömertçe ve ihsan, ikram ve hediyeleriyle onu karşı­lar.

Böylelikle o peygamberin davet ettiği şekilde o kişi de Allah’a davet eder. Bu durum ‘Ben ve bana uyanlar Allah’a davet ederiz.’ ayetinde belirtilir.

————————

İnsan’ın Ruhu için Allah’ın Doğal Araçlar ve Aletler Yaratması

Bilmelisin ki, insanların ruhları için Allah,doğal araçlar ve aletler yarattı. Bunlar, göz, kulak, burun, geniz gibi araçlardır. Bunlara duy­ma, görme gücü vb. diye isimlendirilen güçler yerleştirdi. Her biri için de iki yön yarattı. Birisi duyulurlar, yani şehadet âlemine bakarken, di­ğeri hayal mertebesine bakar. Allah hayal mertebesini şehadet âlemin­den daha geniş yaratmış, orada ‘hayal’ diye isimlendirilen bir güç mey­dana getirmiştir. Bunun yanı sıra musavvire, fikir, hafıza, akıl vb. güçler yaratmıştır. Bu güçler vasıtasıyla insan nefsi güçlerin hakikatlerinin kendisine verdiği bütün bilinenleri algılar ve idrak eder.

Nefs şehadet âlemine dönük yönüyle -ki göze aittir- bütün duyulurları görür ve onları hayale ulaştırır. Nefs algıları -musavvire gücü kendilerini tasavvur ettikten sonra-hafıza gücüyle hayalde korur. Musavvire gücü ise, bütün duyulurlardan farklı şeyleri alır ve onlardan (duyuya) yabancı bir şekil oluşturur. Söz konusu şekli bir bütün olarak duyuda göremezsin, fakat duyuda onun görebileceğin parçalan vardır. İnsan uyuduğunda göz hayal âlemine dönük yönüyle bakar. Orada duyunun ulaştırdığı şeylere toplu olarak bakar veya musavvire gücünün şekillendirdiği şeyleri gö­rür. Bunlar, bütün olarak duyuda bulunmayan, fakat parçalarının du­yuda bulunduğu şekillerdir. Söz konusu parçaların bileşiminden hayal­deki suret meydana gelmiştir.

Bu bağlamda insanı yanında uyur görür­sün. O ise, kendini azap gören veya nimetlenen birisi olarak veya tüccar veya hükümdar veya yolcu olarak görür ve uykusunda hayalinde korku­ya kapılır, daralır, çığlık atar vs. Yanındaki insanın bütün bunlardan ve onun yaşadığı hal hakkında bilgisi yoktur. Muhtemelen rüyada yaşadığı hal şiddetlenince, uyuyanın mizacı değişir ve dış suretinde bir hareket veya sıkılma veya konuşma veya ihtilam meydana gelebilir. Bütün bun­lar, o gücün hayvani güce hakim olmasından kaynaklanır. Böylelikle bedenin dış yapısında başkalaşma gerçekleşir.’

————————

Hikmet Sahibi İnsan

Bilmelisin ki, kullar arasından hikmet sahibi, her şeyi yerli yerine yerleştiren ve o şeye mertebesini taşırmayan kimsedir. Böyle biri, her hak sahibine hakkını verir, herhangi bir şey hakkında amaç ve arzusuna göre hüküm vermez, geçici arzular onu etkilemez. Hikmet sahibi insan (hakim), Allah’ın kendisini bir süreliğine yerleştirdiği bu dünya hayatına ve Allah’ın yapması için belirlediği işlere -herhangi bir fazlalık ve ek­siklik olmaksızın- bakar. Böylece kendisine açıklanmış olan üsluba göre hareket eder. Hiçbir vakit elinden bu dünya hayatında onun adına be­lirlenmiş teraziyi düşürmez. Çünkü teraziyi düşürürse, ölçüleri bilemez.

Bu durumda, ya tartıda hile yapar veya fazla tartar. Allah ise, her ikisini de kınamıştır. Allah fazla tartmak için, bu tartıyı övdüğü belirli bir hal belirlemiştir. Hikmet sahibi insan, bir bilgiye dayanarak, o yerde fazla tartabilir. Çünkü bu, terazinin fazla tartmasıdır ve bu nedenle kişi Allah katında beğenilen bir davranış olur. İnsan bu durumu bilip terazi elinde bulunduğu sürece, Allah’ın yaratıkları hakkındaki hikmetinden herhan­gi bir işte yanılmaz. Böyle davrandığında ise, vaktinin imamı olur!………

Hikmetli insan, Allah’ın veya peygamberinin veya Allah nezdinde dini konularda değeri olan birisinin adını, bilgisi dahilinde Allah’a, peygam­berine ya da Allah’ın kendilerine ilgi gösterdiği kimselere eziyet edile­ceği bir yerde zikretmemelidir. Misal olarak Şiiler nezdinde sahabenin zikredilmesini verebiliriz. Böyle bir davranış zikredilenin hakarete uğ­ramasına ve ona kötü söz söylenip gıyabında eziyete maruz kalmasına bir çağrıdır. Hikmetli insan, böyle bir yerde o kişinin adını yâd etmez.

Bakınız! Hz. Peygamber bize Kuran ile -ki kast edilen Mushaftır- düşman topraklarına seyahati yasaklamıştır. Böyle bir davranış, kendisine inanmayanların Kuran’a ihanet etmesine ve düşmanı olduğu için saygı­sızlık yapmasına ve onu hafife almasına yol açabilir.

————————

İnsanın Kendisinde Ortaya Çıktığı Son Suret:Hz.Adem’in Sureti

İnsanın kendisinde ortaya çıktığı son suret, Âdem’in suretidir ve onun aşağısında bir suret yoktur. Bu suretle birlikte bedbaht olanlar cehennemde kalacaktır. Çünkü Âdem’in sureti acı ve hastalıkları kabul eden bileşik bir şekilde yaratılıştır. Mutlular ise, acı, hastalık ve üzüntü kabul etmeyen başka bir yaratılışla yaratılacaklardır. Bu nedenle cennetlikler yaşlanmaz ve üzülmez, büyük abdest yapmaz, idrara çıkmaz, hastalanmaz, acıkmaz susamaz. Cehennemlikler ise cennetliklerin tam tersi bir haldedir. Onların yaratılışı dünya yaratılışı ve terkibidir.

Öyleyse dünyadaki bu terkip insanın kabul edebileceği en düşük terkiptir. Hiç kuşkusuz, Adem suretinde ortaya çıkmazdan önce insanın üzerinden zamanlar ve dehirler geçmiştir. O her makam ve yerde oraya ait bir suret ile bulunmuştur. Bunlar felek, gök gibi zaman ve dehrin hükmü altında bulunduğu varlıklardır. İnsan bütün bu suretlerde unsurdan meydana gelen Adem suretiyle ‘zikredilmiş’ değildir. Bu nedenle bulunduğu hiçbir surette sınanmamış, sadece bu Adem suretindeyken -toprak- sınanmıştır.

————————

Alemdeki Her Şey, O’nun Övgüsünü ve Hamdini Tespih Eder

Alemdeki her şey, O’nun övgüsünü ve hamdini tespih eder. Öyleyse Allah her şeyi kendisi için var etti, çünkü her şeyi sadece kendisiyle meşgul etmiştir. Allah kendi­sinde hem başkası için hem Allah için çalışabilecek bir istidat yarattığı varlıklardan (insan ve cin) söz etmiş, onları sadece kendisine ibadet et­sinler diye yarattığına dikkat çekmiştir: ‘Cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.’ Onların bir kısmının yaratılış gayelerini yerine getirmemiş olması, onların zikredilen maksada yaptıkları iş için yara­tılmış olmalarını gerektirmez. Bu nedenle insan ve cinler, (ibadeti yeri­ne getirmediklerinde) hesaba ve sorguya çekileceklerdir.

Bu durum, arının haline benzer: Arı kendisi için sakladığı balın bir kısmını varlığını sürdürmek üzere ortaya çıkartır. Onu alan alır ve kendisi için yaratıldığı gayeden başka bir amaçla onu kullanır. Hayvanlar arasında sadece arıda durum zikrettiğimiz gibi olunca, Allah bize -diğer hayvanlara değil- arıya vahyettiğini bildirmiştir. Arının karnından çıkan balın insanlar için şifa olduğunu bildirmiş, onu her şeyi kuşatan rahmet konumuna yerleştirmiştir. Bazı mizaçlar balı yemekten zarar görse bile, Allah balın zararından söz etmemiştir, çünkü bal zararı nedeniyle yenilmemiştir. Başka bir ifadeyle baldaki gaye, varlığa şifadır.

Nitekim yağmurun ga­yesi de, birincil olarak, yağmasıyla meydana gelen rızkı var etmektir. Yağmur yaşlı bir yoksulun evini yıkabilir. Bu durumda yağmur, onun adına bu özel yönden bir rahmet değildir. Fakat evin yıkılması, yağmurun yağma nedeni olan genel amaçla ilgili değildir. Evin yıkılması, ya­pının zayıflığı nedeniyle, yıkılmaya elverişli olan istidattan kaynaklanmıştır. Aynı şekilde, bal yiyen insanın gördüğü zarar da, onun mizacı­nın istidadından kaynaklanır, yoksa bu zarar, genel maksatla (şifa) ilgili değildir.

İbn Arabi,Futuhat,11

 

Muhammed Ali

Son Yazılar

Tecelli Türleri

  Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…

2 ay önce

Allah’ı Bilmenin İmkânı ve Bunun Yöntemi

  Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…

2 ay önce

Varlık Mertebeleri ve Te’vil

  Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…

2 ay önce

Dilin Kabuğu

Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağır­lıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…

2 ay önce

Çözüm Aldatmacası

İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…

2 ay önce

Anda Olmak -Geçmiş ve Gelecek Arasında Bir Yer

İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygu­larımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…

2 ay önce