Hz.Peygamber’e Verilen Maddi Mucizeler Kuran’a Aykırı Mı ?
Özellikle günümüzde Kur’ânda Allâh’ın Hz. Peygamber’e mucize vermediğini ifade eden âyetleri ileri sürerek Hz. Peygamber’in tek mucizesinin Kur’ân olduğunu iddia edenler vardır. Öyle anlaşılıyor ki, bu konunun üzerinde biraz durmamız gerekir.
Şu bir gerçek ki, eskiden beri Hz. Peygamber’in (maddî) mucizeler gösterdiği hep kabul edilmiştir. Hatta Mu’tezile, Şia gibi fırkalar bile bu olguya itiraz etmemiştir. Bu konuda müstakil kitaplar da yazılmış, Hz. Peygamber’in bu yönü ortaya konulmuştur. Ne var ki günümüzde Hz. Peygamber’in tek mucizesinin Kur’ân olduğu yönünde bir iddia ortaya atılmış ve maddî mucizelere yönelik hadîsler reddedilmiştir. Bunun dayanağının da Kur’ân olduğu ileri sürülmüştür. Kur’ân’a göre Hz. Peygamber’e maddî mucize verilmemiştir. Dolayısıyla Ay’ın yarılması vb. mucizeler Kur’ân’a aykırıdır.
Aşağıda dayanak olarak ileri sürülen âyetleri ele alacağız; ancak burada hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber’in en önemli mucizesinin Kur’ân olması, onun başka mucizesinin olmadığı anlamına gelmez. Mu’tezile de -Kur’ân dışında- maddî mucizelerin nübüvvetin ispatına yönelik birer delîl olamayacağını kabul etmektedir. Çünkü maddî mucizeler, ancak bir peygamberin nübüvvetini tanıdıktan sonra bilinebilir.Bu bakımdan maddî mucizeler nübüvvetin ispatında temel değil, talî bir meseledir. Kısaca maddî mucizeler sadece peygamberliği kuvvetlendirmek içindir. Burada dikkat edilirse, Mu’tezile mucizeleri inkâr etmemekte, maddî mucizelerin nübüvveti ispata yönelik kabul edilmesini eleştirmektedir. Elbette bu da tartışılır, ama mucizelerin varlığı kabul edildikten sonra sonuç itibariyle onların hangi amaca matuf olduğu o kadar da önemli değildir.
Kâdî Abdülcabbâr’ın mucizelerin varlığını kabul etmede daha sarih ifadeler kullandığı görülmektedir. Ona göre, Kur’ân dışında Hz. Peygambere verilen mucizeler zorunlu olarak bilinenler ve istidlal yoluyla bilinenler olmak üzere ikiye ayrılır. Birinciler hissî mucizeler türünden olup, az bir yemekle büyük bir topluluğu doyurmak, taşların davete iştirak etmesi, hurma kütüğünün inlemesi, elindeki çakıl taşlarının Allâh’ı teşbihi, çağırdığında ağacın yanına gelmesi bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu durum Mu’tezile’nin de kendi içinde farklı düşündüğünü göstermektedir.
Mucize, sözlükte başkasını aciz bırakan demektir. Istılahta ise peygamber olduğunu iddia eden kişinin, doğruluğuna delâlet eden fiil anlamına gelir. Mucizenin bazı şartları vardır: Doğrudan Allâh’tan olması, peygamberlik iddia eden kişinin iddiasını müteakip olması, iddiaya uygun olması, olağanüstü olması gibi. Bu tanım ve şartların kelâmcılara ait olduğu özellikle vurgulanmalıdır.
Kelâmcıların amacı ise mucizeyi nübüvveti ispatın bir aracı olarak değerlendirmektir. Dolayısıyla her mucizede bu şartların birlikte bulunması zorunlu değildir. Mesela, mü’minlere yönelik mucizeler, peygamberliği ispat etmek için değildir. Onlar, mü’minlerin kalplerini te’yid etmek içindir. Mü’minlere yönelik derken, mü’minlerin mucize talep ettiği sanılmamalıdır. Mü’minlere yönelik hiçbir mucizede onlardan bir talep gelmemiştir. Zira onların mucizelerle îmân etmek gibi bir sorunları yoktur. Ama bu tür mucizeler Allâh’ın mü’minlere bir ikramıdır, bir hediyesidir, lütfudur.
Esas itibariyle bir fiilin Allâh’tan olup peygamberin elinde olağanüstü bir hal kazanması, onu mucize kılmaya yetmektedir. Bu durumda iki tür mucize ortaya çıkmaktadır:
Müşriklere yönelik mucizeler: Bunlar, nübüvveti isbat içindir Asr-ı Saadetteki örneklerine baktığımızda yok denecek kadar az oldukları görülür. Hatta, sadece örneğin Ay’ın yarılması olayı olduğu bile söylenebilir.
Mü’minlere yönelik mucizeler: Bunlar nübüvveti ispat etmek için değildir. Bunlar hidâyet ve kalbe itminan verme kabilinden olan mucizelerdir. Örnekleri de çoktur.
Acaba Kur’ân Hz. Peygamber’e her iki tür mucizenin verildiğini ifade etmekte midir? Yoksa hiçbir mucizenin verilmediğini mi söylemektedir? Ya da müşriklere yönelik mucize gösterme konusunda Allâh istekli değil midir? Dolayısıyla müşriklere ve mü’minlere gösterilecek mucize konusunda doğal olarak bir ayrım mı ortaya çıkmıştır? Bu sorulara cevap verebilmek için önce ilgili âyetleri kaydedelim, ardından da onları değerlendirelim:
“Dediler ki: ‘Ona Rabbinden bir mucize indirilse ya! (Ey Muhammedi) De ki: ‘Şüphesiz, Allâhın, bir mucize indirmeğe gücü yeter. Fakat onların çoğu bilmiyor.”
“Bizi, (Kureyşin istediği) mucizeleri göndermekten, ancak öncekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zâlim oldular. Oysa biz, mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.’’
Bu âyetler açıkça mucize gönderme konusunda bir isteksizliği ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ilk âyete gelince, onlar müşriklerin gönüllerine uygun tarzda mucizenin gönderilmeyeceğini vurgulamaktadır. Elmalılı, En’âm Sûresi 37. âyet çerçevesinde bu durumu şöyle belirtmiştir:
“İnen âyetleri duymadılar, inkâr ettiler de Peygamber’e kendi gönüllerince bir âyet, bir mucize indirilmesini hor görür bir itiraz şeklinde talepte bulundular. Allâh, bir mucize indirmeye şüphesiz kadirdir, indirmezse, güçlüğünden değil, hikmetindendir.” Bu hikmeti S. Ateş şöyle açıklamaktaiyorsa, bu yine onlara acıdığından dolayıdır. Çünkü istedikleri gibi hemen mucize inse inen mucizeyi de çeşitli bahanelerle kabul etmeyecek, ona büyü diyecekler, hatta onu doğal görüp başka mucize isteyeceklerdir.” Allâh’ın mucize göndermeme isteksizliğinin bir başka sebebi daha vardır. Bu sebep, yukarıda belirtilen Allah’ın acımasını da izah etmektedir. Bu, “Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” şeklinde âyette geçen husustur. Müşriklerin Hz. Peygamber’den, Mekke’de dağları yürütüp ovalar açmasını, ırmaklar fışkırtmasını, bağlar bahçeÎer yaratmasını, gökten hazineler indirmesini istedikleri, Kur’ân’da anlatılmıştır. Allâh, âyette müşriklerin istedikleri mucizeleri neden göndermediğini açıklamıştır.
Daha önceki milletler de mucize istemişler, fakat mucizeleri gördükten sonra da yalanlamışlar ve bu yüzden de cezalandırılmışlardır. Allâh, mucizeleri, korkutup uyarmak için gönderir. Mucizeleri gördükleri halde yalanlayanlar cezalandırılır.
Burada mucizeler konusunda bir ayırımın ortaya çıktığı açıktır. Bu hususa Elmalılı dikkat çeker ve Allâh’ın kudretine delâlet eden mucizelerin üç kısım olduğunu belirtir:
“Mucizelerin bir kısmı her şeyi kapsar. Her şeyde O’nun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır. Bir kısmı olağanüstüdür. Peygamberlerin mucizeleri böyledir… Mucizeler arasında inadına istek ve ısrar edilen bir kısım vardır ki, bunlara ‘âyât-ı mukteraha’ denilir. Bunlar gösterildiği zaman inanmayanlar, Semûd kavmi gibi, kökleri kesecek bir azap ile derhal yok edilmişlerdir.”
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber döneminde azabı gerektirecek bir mucize talebine karşılık verilmemiştir. Mucizelerin çeşitli kısımlara ayrıldığı bilinmektedir. Elmalılı’nm yaptığı tasnifin yanında başka tasnifler de vardır. Süleyman Nedvî’ye göre, mucizeler hidâyet, ilâhî yar-dım ve helâk mucizeleri şeklinde üçe ayrılır. Bu durum, en azından mucizelerin hepsinin eşit olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir.Şimdi bu duruma göre mucizeleri değerlendirelim:
a- Allah, mucize gönderme konusunda isteksizdir. Zira geçmiş vimler sürekli bunları yalanlamış, akibetleri de kötü olmuşa Bu ümmetle ilgili olarak Allâh, maddî mucizelerle insanların îmân etmesini istememektedir. Bununla birlikte, Mekke döneminin ilk yıllarında mucize taleplerine Ay’ın yarılması olayıyla karşılık verilmiştir. Kamer Sûresi, Mekke döneminde inen sûrelerdendir. En’âm Sûresi ise Mekke devrinin sonlarına doğru ve bir defada inmiştir. İsrâ Sûresi de Mekke döneminin sonlarında nâzil olmuştur. Mekkeli Müşrikler Kamer Sûresi’nde belirtildiği gibi Ay’ın yarılmasını “büyü” olarak değerlendirmişlerdir.
Müşriklerin bu yapısını bilen Yüce Allâh, muhtemelen onları maddî mucizelerle îmâna sevk etmeyi amaçlamamıştır. Bu durum maddî olarak hiç mucize gösterilmediğini değil, yok denecek kadar az bir iki -belki de sadece Ay’ın yarılması- mucize gösterildikten sonra Allâh’ın rahmeti gereği mucize taleplerine karşılık verilmediğini ortaya koyar. Hatta Ay’ın yarılması olayında bile mucize göstermeye yönelik bir isteksizlik vardır. Zira olay, gece vuku bulmuştur. Çok kimse de buna muttali olamamıştır. Bu da mucize gösterme konusundaki isteksizliğin başka bir delilidir. Ancak bu isteksizlik -dediğimiz gibi- bir tane dahi olsa, hiç mucize gösterilmediği şeklinde yorumlanmamalıdır.
b-Kur’ân’da mucize talepleriyle ilgili âyetlere baktığımızda hep sinin müşriklerle ilgili olduğunu görürüz. Dolayısıyla buralar da onlara yönelik hitaplarla Allâh’ın bir lütfü ve yukarıda geç tiği gibi İlâhî yardım olarak mü’minlerin karşılaştığı mucizele ri karıştırmamak gerekir. Kur’ân’da bu anlamda mucizeler bulunmaktadır. Mucizelerin illa da nübüvveti ispata ve meydan okumaya yönelik olması gerekmemektedir.
Esas itibariyle bir başkasının benzerini yapmaktan aciz olduğu şey, mucizedir. Mucize esas itibariyle böyle olmakla birlikte, muhatapları açısından farklı manalar ifade edebilir. Müşrikler için bir nübüvveti ispat ve meydan okuma; mü’minler için İlâhî bir lütuf, takviye ve te’yid olabilir. Kur’ân’da bu tür mucize, yani olağanüstü haller bulunduğuna göre hadîslerde bu tür mucizelerin varlığı yadırganacak bir husus değildir. Normal insanlardan, yani kâmil bazı insanlardan olağan üstüne benzer bazı hallerin sudûr ettiği bir vakıadır. Bu tür halleri, Allâh’ın güç ve kudreti altında bulunan Hz. Peygamber’e çok görmemek gerekir.
c-Bununla birlikte belirtmekte fayda vardır ki, gerçekten hadîs literatüründe Hz. Peygamber’e isnâd edilen mucizelerin sayısı hayli kabarıktır. Bunların hepsi sıhhat açısından aynı değerde değildir. Bu rivâyetlerin ilk planda sıhhat açısından değerlendirilmeleri gerekir. Zira bunlar bir bütün olarak kabul edildiğinde Hz. Peygamber’i tarih üstü bir varlık gibi göstermektedirler. Hatta öyle olmuştur ki, her peygamberin mucizesine ille de Hz. Peygamberin elinde zuhur eden bir nazire bulunmaya çalışılmıştır. Bundan dolayı muhakkak bu tür rivâyetlerin değerlendirilmesi lazımdır.
d-Son olarak şunu vurgulamalıyız ki, Hâtib el-Bağdâdî, el-Fâkih ve’l-mütefakkih adlı eserinde Hz. Peygamberin mucize göstermesinin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını belirtmiştir. Ona göre, çeşitli mucizelerle alakalı olarak gelen rivâyetler haber-i vâhid olabilir, ama onların toplamı, mucizenin manevî mütevâtir derecesine ulaştığını gösterir. Mesela, mi’râcı -öyle olmamakla birlikte- haber-i vâhid bir mucize kabul edelim. Hz. Peygamberin parmaklarından su akması da ayrı bir mucize olsun. Ağaçların Hz. Peygamber’e selâm vermesi, başka bir mucize olsun; Ay’ın yarılması da öyle. Bütün bunların, ayrı ayrı düşünüldüğünde, haber-i vâhid olduklarını kabul edelim. Ancak bütün bunlarda ortak bir nokta vardır. O da Hz. Peygamberin mucize göstermesidir. İşte, mütevâtir olan nokta burasıdır. Zira bu kadar farklı olay, farklı zaman ve mekânlarda anlatan râvîlerin yalan- da birleşmeleri düşünülemez.
Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler