“İlahi iradenin hayata müdahalesinin son kez ve evrensel planda temsilcisi” olduğuna işaret ettiğimiz Hz. Peygamberin bu konumunu bir şekilde sınırlama anlamına gelen birtakım eğilim ve yaklaşımlara şahit olmaktayız. Hangi niyet ve etki altında olursa olsun bu tür yaklaşımlar, netice itibariyle, Kur’an-ı Kerîm’in tanıttığı Hz. Peygamber’e aykırı olmakta birleşen yaklaşımlardır.
1-Zaman Yönünden Sınırlama /Tarihselci Yaklaşım
Hz. Peygamberi yaşadığı zaman kesiti ile sınırlandıran, sünneti güne taşıma ihtiyacı duymayan bu yaklaşım sahipleri, Hz. Peygamberi ancak tarihî bir gerçeklik olarak dikkate almakla yetinmektedirler. Böyle bir yaklaşım, Hz. Peygamber’e yönelik saygı ve teşekkür borcunu yerine getirmiş olmak için bile yeterli olmamanın ötesinde her devir için yalancı peygamberlere kapıyı açık tutmak ya da davetiye çıkarmak demektir. Kimin peygamber olacağına karar verme yetkisi olmayanların, peygambere hayatı ile sınır çizmeye kalkışması akla ziyan bir çelişkidir.
Böylesi bir sınırlamayı ve tarihselci yaklaşımı, kimi ilahiyatçıların da benimseyip savunmaya kalkışması, toplumda çok daha şaşkınlık konusu olmaktadır.
Evrensel vahyin/mesajın, yalnızca tarihsel bir mübelliğ, mübeyyin, muallim ve mürebbisi olabileceğini düşünmek, herhalde her şeyden önce vahyin/mesajın mahiyetine yönelik cid- di bir kavrama probleminin mevcudiyetini ve karşıt kültür odaklarının İslam’a yönelik planlarının kurnazca uygulanmasını gösterse gerektir.
Hz. Peygamber’in sünnetini de zaman sınırları içine hapsetme ve günden uzak tutma anlamında olan bu zamansal sınırlamacı yaklaşım, onun nebevî izlerini hayattan silmeyi amaçlamakla kalmamış, hayatı başka aktörlere ve izlere teslim etme girişimine de öncülük etmiş olmaktadır. Bu ise, baştan Hz. Peygamber’e karşı çıkmaktan, sadece onun hayatı çerçevesinde yani “belli bir zaman kesimi” için ayrılmak demektir. Böyle bir yaklaşımın kesinlikle nassî bir delili bulunmamaktadır. Evrenselliği, yerellik, yöresellik ve tarihsellikle sınırlamaya kalkışmanın anlaşılabilir bir tarafı aslâ bulunmamaktadır.
2-Vasıf Yönünden Sınırlama
Hz. Peygamber’i misyonuna yönelik vasıflarından soyutlama eğilimi, onun beşer olmasını aşırı derecede vurgulama yolunu seçmektedir. Nerede ise, boyu ve kilosunu da söyleyiverip onu tam anlamıyla sıradanlaştırmak istemektedir.
Bu yaklaşımın uzantısı ya da zemin hazırlayıcısı olarak değerlendirilebilecek bir-iki düşünce ve iddiadan söz etmek mümkün gözükmektedir.
Şefaat’in olmadığı, dolayısıyla Hz. Peygamber’in de âhirette şefaat yetkisinin bulunmadığı, konuyla ilgili hadisler tamamen göz ardı edilerek ve âyetlerdeki “illâ bi-iznihi”,(Bakara,255) “illâ men ezine lehu’r- rahman”,(Taha,109) “illâ men ittehaze inde’r-rahmâni ahden”(Meryem,87) gibi Allah’ın şefaat yetkisi vereceği kimselerin bulunduğunu gösteren kimi istisna cümlelerini de dikkate almayan görüş ve yaklaşımlar gözlemlenmektedir. Oysa “bu istisna cümlelerinin birinci muhatabı Hz. Peygamber’dir” diye düşünmek ve inanmakta herhangi bir tereddüt olmamalıdır.
Öte yandan yine “Allah, âlimü’l-ğaybtır. O, gaybına kimseyi muttali kılmaz. Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır”(Cinn,26-27) âyetine rağmen, “Peygamberin gayb bilgisi Kur’an-ı Kerim’deki gayb haberleriyle sınırlıdır” yaklaşımı sergilenmektedir. Tabiatıyla böyle bir sınırlayıcı iddianın nassî delili bulunmamaktadır.
Bu iki konudaki yaklaşımlar esasen Hz. Peygamber’in de ötesinde, konuya ait prensip belirleyen âyetleri delil gösterip istisna ifadelerini göz ardı ederek hâşâ Allah Teâlâ’yı sınırlandırmaya kalkışmak gibi bir eğilimi yansıtmaktadır.
Son zamanlarda Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet olduğunu bildiren âyeti(Enbiya,107) bile “kendisinin değil, gönderilişinin rahmet olduğu” yorumuna tâbi tutma eğilimi de görülmektedir. Söyleşi bir yaklaşımın, geçmiş müfessirlerin tümüne muhalif olması yanında, Hz, Peygamberi misyonu bakımından en temel vasfından tecrit etmek/soyutlamaktan başka bir anlamı yoktur,özellikle bu son örnekteki yaklaşımı soyutlamacı veya indirgemeci peygamber tasavvurunun güncel uzantısı saymak ve ‘evvel yok idî, iş bu rivayet yeni çıktı” demek zorundayız.
Vasıf yönünden sınırlamacı yaklaşımın uzantısı sayılacak bir başka tavır da “lâ raybe fîh” olmadıkları gerekçesi ile Hz. Peygamberin “beyan” görev ve yetkisinin ürünü olan Sünnet’in bilgi ve belgeleri niteliğindeki hadis-i şeriflere itibar etmemek’tir. “Kur’an İslâmî” merkezli söylem sahipleri,bir taraftan tümüyle hadisleri ihmal etmekte sakınca görmezken bir taraftan da kendi düşüncelerini destekleyen rivayetleri sıhhat durumlarına bakmadan rahatlıkla delil olarak kullanma tutarsızlığını sergilemekten çekinmemektedirler. Söyleşi bir yaklaşım hiç şüphe yoktur ki ilmi değil, indî/keyfî’dir ve Hz. Peygamber’i beyan fonksiyonundan – netice itibariyle- soyutlayıcı bir tavırdır. “Düşüncemizi destekleyen rivayeti uydurma da olsa alırız; anlayışımıza aykırı olanı da Buhârî rivayeti de olsa, bir kenara koyarız” diyebilen bir hadisçi bilim adamının bu yaklaşımını keyfilikten başka ne ile açıklamak mümkündür?
Burada bir noktaya daha işaret etmekte fayda vardır:
Kimilerince Kur’an-ı Kerim’in, bütünlüğü, yeterliği, açıklığı, açık- layıcılığı gibi vasıfları gerekçe gösterilerek “Kur’an’la yerinme” çağrıları yapılmakta, yani “sünnetsiz İslâm arayışı”na kapı aralanmaktadır. Bu tür çağrı sahipleri her konuda âyet aramakta, âyet dışında kendilerini bağlı hissedecekleri bir başka delilin bulunmadığını ileri sürmektedirler.
Bu anlayışın varacağı nihâî noktayı, Tirmizî şârihi Mübârekfûrî, erîke hadisinin şerhinde anlattığı bir olayda gözler önüne sermektedir:
“Bu hadis, peygamberlik delillerinden bir delil ve bir alâmettir. Zira, hadiste haber verilen durum aynen gerçekleşmiştir. Hindistan’ın Pencap eyaletinde bir adam çıktı ve kendisini “ehl-i Kur’an” diye isimlendirip tanıttı. Hâlbuki onunla ehl-i Kur’an arasında dağlar kadar fark vardı Aslında o “ehl-i Kur’an” değil, ehl-i ilhâd idi (Ne acıdır ki) bu zat önceleri sâlihlerdendi, şeytan onu saptırdı azdırdı ve sırat-ı müstakimden uzaklaştırdı da ehl-i İslâm’ın söylemediği birtakım sözler söylemeye başladı Peygamberin hadislerini bütünüyle kesin şekilde reddetmeye kadar işi götürdü ve “bütün bunlar Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan ibarettir, gerekli olan sadece Kur’ân-ı azîm ile ameldir, Hadislerle değil; isterse bu hadisler sahih-mütevâtir olsunlar. Kim Kur’an’dan başka bir şeyle amel ederse, o, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin tâ kendileridir” âyetinin hükmü altına girer” dedi Daha buna benzer küfrü gerektiren birçok söz söyledi ve bir sürü cahil de ona tâbi oldu, onu “imam” edindi..
Devrin âlimleri bu adamın küfrüne, ilhâdına ve İslâm çerçevesinden çıktığına dair fetvâ verdiler. Bize göre de durum, âlimlerin dediği gibidir.” (Tuhfetü’l-ahvezi, VII, 425)
Bir kez daha vurgulayalım ki Mübârekfûrî merhumun isim zikretmeden verdiği bu çarpıcı örnek, Kur an la yetinme ya da “sünnetsiz İslâm arayışı” yanlılarının sonuçta ulaşacakları noktayı göstermesi bakımından fevkalâde dikkat çekicidir.
Bu çarpık yaklaşımın -maalesef- memleketimizde de şu veya bu şekilde gündeme getirilmekte olması, yeni yeni yerleşmekte olan İslâm bilincini ve bu alandaki bilgi birikimini temelden yaralayabilecek tehlikeli bir gelişmedir.
Unutulmamalıdır ki, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı emr ve yasaklarını, kullarına duyurması nasıl Allah Teâlâ îçin hir acizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur’âni Kerîm’in eksik veya yetersizliği anlamına asla gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyâcı varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber’in beyanına, yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Tabiî ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır.
İslâm ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Peygamber’in yorumu yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslâm’ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Onun verilerine yani hadislere yöneltilecek hiçbir tenkid, sünnetten uzak kalmayı haklı kılmaz, kılamaz. Bir başka ifade ile ne sünnetsiz müslümanlık olur ne de sünnete rağmen müslümanlık…
Neticede, bir taraftan birileri “Kur’an-ı Kerim’den öte bir peygamber” tasavvuru peşinde koşarken, diğer yandan başka birileri de “Kur’an-ı Kerim’e rağmen bir peygamber” tasavvurunu delillendirme çabası içindedirler. Bu anlayışlara taraftar olanlar, gerekçeleri ne olursa olsun, sonuçta gerçek zemininden ve konumundan saptırılıp uzaklaştırılmış bir peygamber anlayışını paylaşmış olmaktadırlar.
3-Muhatap Temelli Sınırlama
Son yıllarda gündeme gelen yeni bir sınırlamacı yaklaşımı da “Âhirette necâta kavuşmak ya da Cennet’e girmek için Ehl-i kitabın Hz. Peygamber’e iman sorumluluğunun olmadığı” düşüncesi temsil etmektedir. Bu söylemi uzunca bir zamandan beri seslendiren bilim adamına, son zamanlarda yürütülen dinler arası diyalog girişimlerine yeni bir boyut ve imkân kazandırmak niyetiyle midir bilinmez, bir başka bilim adamı, küçük çaplı bir grupla yaptığı söyleşide, “Kur’an-ı Kerim’de ehl-i kitapla ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, âhirete iman ve amel-i sâlih’tir. Kur’an bir çok âvette bunu söylüyor, yani “Peygamber’e iman edin” demiyor” Diye destek çıkmış, ona ortak olmuştur. Aynı söyleşi/sunum, “İslâm, ehl-i kitabı, tek seçenek olarak -son dinin mensubu olmak mânasında- müslüman olmaya çağırmıyor, hanîfiyyete (Hz. İbrahim çizgisindeki tevhide ve bu mânada İslâm’a) çağırıyor…” cümleleriyle[1] -anlayabilene aşk olsun dedirtecek şekilde- devam edip gidiyor.
Konuya ait İslâm bilginlerinin ileri sürdükleri üç anlayışı özetle sıralayan bu anlatım, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza ile gündeme getirilen üçüncü görüşü, yani özünde,”ehl-i fetret” kavramını güne taşıma eğilimini barındıran görüşü “savunulabilir” bulma esasına ağırlık vermekten ileri gelmektedir. Oysa İmam Gazâlî’nin “anlamayı” (ve dolayısıyla anlatılmayı) merkeze alan sorumluluk anlayışı kabule ve savunmaya -bize göre- daha uygun gözükmektedir.
Bu söyleşi/sunumda dikkat çeken nokta, hemen hemen hiçbir hadise ve sünnetteki uygulamaya itibar edilmemiş olmasıdır. Oysa Hz. Peygamber, Medine’de Beytü’l-Midras’a kadar gidip Yahudile- ri “Ya Ma’şere’l-yehûd, eslimû teslemû”(Buharii,Cizye,6) diye bizzat İslâm olmaya davet etmiş; bir hadiste “buistü bi’l-hanîfiyyeti’s-semha”;(Hanbel,Müsbed,V,266) bir başkasında “Ehabbü’d-dîni ilellahi el-Hanîfiyyetü’s-semha”(Buhari,İman,29) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber, Hıristiyan olan Bizans İmparatoru Heraklius a yolladığı davet mektubunda, “Ey (geçmiş peygamber- lere inanmış) mü’minler, Allah’tan korkun ve onun resûlü Mu- hammed’e inanın ki, Allah size rahmetinden iki pay versin, sizin için, aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir”(Hadid,28) âyetiyle uyumlu olarak, “Müslüman ol ki Allah sana iki ecir versin!” diye yazdırmıştır. (Buhârî, Bed’ü’l-vahy 6; Cihad 102; Tefsiru sûre 3)
Hz. Peygamber’in, kendisine verilmemiş bir yetkiyi kullanması ve en önemlisi Kur’an-ı Kerîm’e rağmen herhangi bir çağrıda bulunması ve uygulama yapması mümkün olmadığı açıktır. Kaldı ki, aynı bilim adamının da aralarında bulunduğu bir heyetin hazırladığı tefsir çalışmasında A’raf sûresi’nin, “De ki; Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyle ise, Allah’a ve ümmi Peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve ona uvun ki doğru volu bulasınız” mealindeki 158. âyetinin açıklamasında aynen şöyle denilmektedir:
“Kur’an bakımından artık bütün eski dinler geçerliliğini kaybetmiş olup kitap ehli de dâhil olmak üzere bütün insanlar Allah’a ve O’nun resûlü Hz. Muhammed’e iman edip hidâyete erebilmek için o resûle tâbi olmaya çağırılmaktadır.”
Bu açıklama ile “Kur’an, ehl-i kitaba Peygamber’e iman edin’ demiyor” beyanının nasıl telif edileceği merak konusudur.
Ehl-i kitabın iman sorumluluğu açısından temel ilkeyi belirleyen “…Onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar” âyeti, Hz. Peygamber’e, muhatap temelli bir sınırlama yaklaşımı anlamına gelecek herhangi bir yorumda bulunmaya imkan bırakmamakta olsa gerektir.
Yukarıdan beri özetle belirtmeye çalıştığımıız,Hz. Peygamber’e yönelik farklı yaklaşımların hangisinin hangisine yada neye tepkisellik veya hangi düşünceye yandaşlık özü taşıdığı ise,herhalde ayrıca tartışılacak bir konudur.
İsmail Lütfü Çakan – Siret ve Sünnet
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…