Muttefekun aleyh olan bir rivâyete göre “Hz. Âdem ve Mûsâ münakaşa ettiler. Mûsâ, Âdem’e: ‘İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!’ dedi. Âdem de Mûsâ’ya: ‘Sen, Allâh’ın risâlet vermek sûretiyle seçtiği ve hususi kelâmına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan önce Allâh’ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!’ diye cevap verdi.” Resûlullâh devamla dedi ki: “Hz. Âdem, Mûsâ’yı ilzam etti! (hacce Âdem Mûsâ=Âdem Mûsâ’ya hüccet ile gâlib geldi)”(Buhari,Kader 11,Enbiya 31,Tefsir Taha 1-3,Tevhid 37;Müslim,Kader 13;Muvatta,Kader 1;Ebu Davud,Sünnet 17;Tirmizi,Kader 2)
Bu hadîsin kader tartışmasıyla ilgili olduğu açıktır. Şunu belirtelim ki, zahiri ilk bakışta müşkil bir durum arz etmektedir. Çünkü Hz. Âdem, işlediği günahı kadere havale etmektedir. Bu yüzden olacak ki, günümüzde bu hadîsi çeşitli açılardan tenkîd edenler vardır. Buna göre, hadîs buram buram isrâiliyât kokmakta olup bazı noktalardan Kur’ân’a aykırıdır. Mesela;
1-Kur’ân’a göre her şeyi bilen Allâh’tır. Hadîse göre, Hz. Mûsâ her şeyi biliyor.
2-Kur’ân’a göre, Âdem’i şeytan saptırdı. Hadîse göre, Âdem, insanları saptırdı.
3-Kur’ân’a göre, Âdem, Rabbine asi oldu. Kınıyor. Hadîs ise kınanamayacağını söylüyor.
4-Kur’ân’da Âdem, “Biz nefsimize zulmettik” diyor. Mûsâ ise Allâhın takdir ettiği kaza bu, demiyor. Şeytan ise tevbe edememesinin sebebi olarak, “beni sen saptırdın” diyor. Âyet, onların nefislerinin kurbanı olduğunu söylüyor; “zulmettik” diyorlar. Ri-vâyet ise Âdem’in kader kurbanı olduğunu söylüyor.
5-Kur’ân Âdem’in günahından mes’ul olduğunu, ardından tevbe ettiğini söylüyor. Bu rivâyet Âdem’in günahına mecbur olduğunu söylüyor.
6-Kur’ân’a göre sorumlu olan Âdem’dir. Rivâyete göre ise Âdem “Beni saptırdın” diyerek sorumluluğu Allâh’a atan şeytanı hatırlatıyor.
7-Kur’ân’a göre, Allâh, Âdem’den geçmişte söz almış, ama onu azimli bulmamıştır. Rivâyete göre Âdem in İlâhî talimata rağmen, yasak ağaçtan yemesi kaderdir. Bu, şu manaya gelir: Allâh, önce bir şeye yaklaşmayın diye yasak koymuş, ardından da onu kader kılmıştır. Bu, Allâh’a iftira değil de nedir?
8-Kur’ân, “herkes yaptığının rehinidir” diyor. Rivâyet ise “Âdem yaratılmadan önce takdir edilen şeyi yapmıştır, o zaman kınanamaz” diyor. O zaman şeytan da kınanamaz. Şeytan da kendi rolünü oynamıştır.
Bu tenkîdlerin özeti şudur: Herkes yaptığından sorumludur. İşlenen günahı hiç kimse kadere yükleyemez. Ancak hadîs, işlenen günahı kadere yüklemekte, işlediği günahından dolayı Hz. Âdem’i sorumlu tutmamaktadır. Durum böyle ise şeytanın itirazları da yerinde olmaktadır. Şeytanlaşmış insanların da işledikleri günahları kader yüzündendir.
Hadîs, sahîhdir. Bir kere, şu konuda icmâ olduğunu bilmek gerekir:Kişi yaptığı işlerden sorumludur. Hiçbir şekilde günahını kadere yükleyemez.Günahını ve de inkarlarını kadere yükleyenler müşriklerdir. Mü’min, günahını itiraf eder ve Allâh’tan af diler. Bütün bunlar, Hz. Adem de, Hz. Mûsâ da bilmektedir. O halde, bu hadîste ne kast tedilmektedir?
Şimdi rivâyeti tahlil etmeye çalışalım:
1-Bu rivâyette geçen münakaşa olayının zamanı ve yeri konusunda farklı değelendirmeler ileri sürülmüştür: Bazı âlimlere göre, âhirette cereyan edecektir. Bazı âlimler ise, dünyada ve Hz. Mûsâ (a.s.) devrinde cereyan ettiğini, Cenab-ı Hak, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Âdem (a.s.)’ı gör- me talebi üzerine, onu dirilterek karşılaştırmış olabileceğini söylemiştir.
Bazı âlimler de, bu iki peygamberin berzah aleminde karşılaşmış olabileceklerini söylemiştir. Bu durumda, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın vefatından sonra ruhları semâda karşılaşmış olmalıdır.
İbnu’l-Cevzî, bunun bir darb-ı mesel olabileceği ihtimali üzerinde de durmuştur. Bu durumda mâna şudur: “Eğer onlar karşılaşsalardı, aralarında böyle bir tartışma geçecekti. Bu temsilde Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isminin R geçmesi, ağır tekliflerle gönderilen ilk peygamber olması sebebiyledir.”
2-Hz. Âdem (a.s.)’in kaderinin yaratılmazdan önce yazıldığı konusuna gelince; bir başka rivâyette “40 yıl önce” ifadesi vardır. İbnu’t-Tîn: “40 yıldan maksat, âyet-i kerîmede geçen ‘Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.’ (Bakara, 30) ifadesi ile Hz. Âdem (a.s.)’e ruhun üflenmesi arasında geçen müddettir.” der. Bazıları: “Bu müddetin başlangıcı, levhalara yazılma zamanıdır. Sonu da Hz. Âdem’in yaratılma zamanıdır.” demiştir. İbnu’l-Cevzî, şöyle der: “Allâh’ın kadîm olan ilmi, ma’lumâtm tamamım mahlûkâtm hiçbiri yaratılmazdan önce kuşatmış idi. Ancak, bunları farklı zamanlarda yazdı. Nitekim, Sahîh-i Müslim’de gelmiştir ki: ‘Allâh; miktarları, yeri ve gökleri yaratmazdan elli bin yıl önce takdir etmiştir.’ Öyleyse, bilhassa Hz. Âdem (a.s.)’in kıssasının, yaratılışından kırk yıl önce yazılmış olması câizdir. Bu miktar, ona ruh üflenmezden önce toprak olarak bekleme müddeti de olabilir; bu da câizdir. Nitekim, yine Sahîh-i Müslim’de geldiğine göre, Hz. Âdem (a.s.)’in toprak halinde şekillenmesi ile ona ruhun üflenmesine kadar kırk yıl müddet geçmiştir. Bu hal, bir küll olarak miktarların semâvât ve arzın yaratılışından elli bin yıl önce yazılmış olmasına aykırı olmaz.”
Mâzirî de şunu söyler: “Bundan murad, Allâh’ın bunu, Hz. Adem (a.s.)’in yaratılışından kırk yıl önce yazmış olmasıdır. Fakat bundan şunun kastedilmiş olması muhtemeldir; Allâh bunu meleklere açıkladı veya bu tarihi izafe ettiği bir fiilde bulundu. Aksi takdirde Allâh’ın meşîeti ve takdiri, kadîmdir.”
En doğrusu da şudur: Hz. Âdem (a.s.)’in “Allâh bunu, beni yaratmazdan önce bana takdir buyurdu.” şeklindeki sözü ile “Tevrat’ta bunu yazdı.” demeyi kastetmiş olmasıdır. Çünkü bir başka rivâyette şöyle gelmiştir: “Hz. Âdem, Mûsâ’ya sordu: “O yaptığın işin üzerime yazılması işinin, Tevrat’ta, yaratılmamdan kaç yıl önce vuku bulduğunu gördün?” Hz. Mûsâ: “Kırk yıl!” diye cevap verdi.”
Nevevî şöyle der: “Onun takdirinden murad, Levh-i Mahfûz’a veya Tevrat’a veya Elvâh’a yazılmasıdır. Kaderin kendisinin kastedilme- si, câiz değildir. Çünkü o, ezelîdir. Hak Teâlâ Hazretleri, gelecek hadiseleri ezelden beri bilir. Onun ilmi, sonradan oluşmaz.”[İ.Canan,Kütübü Sitte,(Akçağ yay.)XIV,29-31]
3-Hadîste geçen “Allâh’ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplama!” ifadesi, kişinin iradesini yok saymak değildir. İradeyle ve bilinçli olarak yapılan işler ile diğerlerini ayrı tutmak gerekir. Bu konuyu birkaç noktadan incelemek gerekir:
a-İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden birisi de, Hz. Âdem (a.s.)’in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderilişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem (a.s.) cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”
Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’i (a.s.) yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Sûresi’nde şöyle anlatılmaktadır:
“Hani, Rabbin, meleklere, ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana teşbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyorsun, dediler. Allâh da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.” (Bakara, 30)
Âyet-i kerîmenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak, daha Hz. Âdem (a.s.) i yaratmadan önce insan nev’ini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdem (a.s.)’i aldatması,insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.
Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak, insana nefs ve şehevî hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak i bir vaziyete girsin. Bu açıdan, Hz. Âdem’in dünyaya gönderilmesi, Allâh’ın takdiriyledir.
b-İslâm âlimleri Hz. Âdem (a.s.)’ın yasak ağaçtan uzak durması yönündeki İlâhî emre uymamasının Allâh a bir isyan ve büyük fi günah sayılıp sayılmayacağı konusunu tartışmışlardır. Bu tartışma, daha çok Tâhâ Sûresi’nin 115 ve 121. âyetlerinin üslûbundan kaynaklanmaktadır. Bu sûrenin 121. âyetinde Hz. Âdem g ve Hz. Havvâ’nın şeytana aldanarak yasak ağacın meyvesinden yedikleri belirtildikten sonra. “… Böylece Âdem, Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.” denilmektedir. Bu âyetteki “asâ” faili Zemahşerî’ye göre, Hz. Âdem’in büyük günah işlediği anlamına gelmez; o, küçük günah, başka bir tâbirle zelle işlemiştir. Bunun “âsi oldu” fiili ile ifadde edilmesi, insanlar için bir uyarı maksadı taşımakta, bir bakıma onlar: “Sakın, büyük günah şöyle ursun, önemsiz hataları bile küçümsemeyiniz!” şeklinde uyarılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de geçen âyetleri daha iyi anlamak için önce o âyetle ilgili diğer âyetlere bakmak ve ona göre değerlendirmek gerekir. Nitekim konunun açıklandığı bir başka âyette Hz. Adem (a.s.)’ın bunu bilerek değil, unutarak yaptığı açıkça ifade edilir. (Taha, 115) Âlimler, Tâhâ Sûresi’nin 115. âyetinde geçen, “And olsun ki biz daha önce Adem’e emir vermiştik; ancak, o unuttu ve biz onu azimli bulmadık.” mealindeki ifadeyi göz önüne alarak, Âdem’in yasaklanmış ağaca günah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığım belirtmişlerdir. Nitekim Hasan el-Basrî “Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu.” demiştir.
Ayrıca Islâm âlimlerinin kanaatine göre, bu olay Âdem cennette iken, yani peygamber olmadan önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet ne de cemaat vardı. Âdem’in kasıtsız olarak işlediği bu hata, tövbe etmesi üzerine Allâh tarafından bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiş, böylelikle o; ilk insan, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur.
“Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese verdi ve ‘Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil; ancak iki melek olacağınız, yahut ölümden kurtulup ebedî olarak kalıcılardan bulunacağınız için yasak etti.’ dedi. Bir de onlara, ‘Ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim.’ diye yemin etti. İşte bu şekilde, ikisini de aldatarak o ağaçtan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çirkin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de (Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye nida etti.” (A’râf, 20-22)
Bundan sonra Âdem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allâh’a yalvardılar: ‘Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük zarara uğrayanlardan olacağız.’ dediler.” (A’râf, 7/23)
“Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tövbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi….” (Tâha, 122-123)
Aslında Hz. Âdem (a.s.) ve eşinin şeytanın iğvâsma kapılmaları, pişmanlık duymaları ve tövbe etmeleri, tövbelerinin kabul edilmesi, cennetten çıkarılmaları gibi hadiseler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir hulâsası gibidir. Bu ilk hata ve daha sonraki gelişmelerin, yeryüzünde insanlar da harâmlara yaklaştıktan sonra ataları Âdem gibi samimiyetle tövbe ederlerse tövbelerinin kabul edilebileceğini, günah karşısında insan için bir tövbe ve af müessesesinin daima işleyeceğini, insanın böylelikle kemâle ereceğini gösterdiği düşünülebilir. Buna göre Hz. Âdem (a.s.) unutarak meyveyi yediği için kader’in ızdırarî kısmına girebilir. Bundan dolayı sorumlu olmaz.
c-Kaderi ikiye ayırabiliriz; Izdırarî kader ve ihtiyarî kader, “izdirarî kader”de bizim hiçbir tesirimiz yoktur. O, tamamen irademiz dışında yazılmıştır. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, babamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, ızdırarî kaderimizin konusu.Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.
İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar verecek sek ve ne yapacaksak, Allâh ezelî ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir Mesela siz evleneceğiniz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz Allâh da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allâh’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.(1)
Burada işin esası, Hz. Peygamber’in “Hz. Âdem Hz. Mûsâ’ya hüccet ile gâlip geldi” derken neyi kastettiğidir. Hz. Adem, masiyet ve günahına kaderle mi hüccet getirdi? Kaderi ileri sürerek mi masiyet ve günahını mazur göstermeye çalıştı? Böyle kabul edilmesi halinde Kur’ân’a aykırı olacağı açıktır. Ancak burada bir kaç ihtimalden bahsetmek mümkündür:
1-Evet, günaha karşı kaderi ileri sürmek, kadere dayanmak câiz değildir. Ama musibetlere karşı, başa bir musibet geldiğinde kadere dayanmak, kaderi hüccet getirmek câizdir. İnsan fakir olabilir, hastalanabilir, bir yakını ölebilir, ürünü telef olabilir, malı zayi olabilir, hataen birini öldürebilir. Bu gibi durumlarda kadere dayanmak, kadere sarılmak câizdir. Zira bu, bir Rab olarak Allâh’tan razı olmaktır. Allâh’ın takdirine rıza göstermektir. Nitekim hadîste bu durum geçer: “Başına bir musibet geldiğinde ‘şöyle şöyle yapsaydım’ deme! Fakat ‘bu, Allâh’ın kaderidir. Allâh dilediğini yapar de!”.(Müslim,Kader 34) Bir örnek verelim: Arabasını hız sınırını aşarak veya yanlış kullanan biri bir kazaya sebebiyet verse, ardından “bu kaderdir” deyip kaderi ileri sürse, câiz değildir. Ama kendi halinde seyreden birine bir başka araba gelip çarpsa, arabasına çarpılan, “bu kaderdir” deyip Allâh’a sığınsa, bu câizdir.
Bunu hadîse uyguladığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkar: Bir kere, Hz. Mûsâ, günahından dolayı Hz. Âdem’i kınamamıştır.
Zira onun Allâh’a tevbe ettiğini, Allah’ın onun tevbesini kabul ettiğini bilmektedir. Hz. Mûsâ Âdem’i günahından dolayı kınasaydı, Âdem ona şöyle cevap verirdi: “Ben günah işledim, tevbe ettim. Allâh da tevbemi kabul etti”. Ardından da Hz. Mûsâ’ya şöyle derdi: “Sen de birini öldürdün, levhaları yere attın!”. Ancak böyle konuşma olmamıştır. O halde, Hz. Mûsâ, onun günahını değil, başına gelen musibeti delîl olarak getirmiştir. Hz. Âdem’in başına gelen musibet, onun cennetten çıkmasıdır. Günah ise, yasak meyveden yemesidir. Dikkat edilirse, Hz. Mûsâ, yasak meyve meselesini değil, cennetten çıkmasını gündeme getirmektedir. Zira Hz. Âdem’in başına gelen bir musibettir. Hz. Âdem’in böyle bir soruya cevabı kaderle olmuştur. Yani kaderle delîl getirmiş, kaderi ileri sürmüştür. Bir anlamda “cennetten çıkmam, başıma gelen bir sonuçtur, musibettir, Allâh’ın benimle ilgili bir takdiridir, ona razıyım” demek istemiştir.
2-Bu hadîsi tevbe ettikten sonra günaha karşı kaderi ileri sürmenin caiz olduğuna delîl olarak ileri sürenler de vardır. Buna göre ortada bir günah işlenmiştir. İşlenen bu günah için kader öne sürülmemektir. Kişi günahı kendinden bilmektedir. Bu arada tevbe etmiştir. Günahıyla ilgili bir tartışma söz konusu olduğunda tevbe ettiği için o günahı da kaderinden bilmesinin tabir-i caizse “Demek ki, böyle bir şey yaşayacaktık” demesinin mahzuru yoktur. Hz. Mûsâ’nın, işlediği günahtan dolayı Hz. Âdem’i kınadığını varsayarsak, Hz. Âdem’in “Evet, günah işledim, tevbe ettim, demek ki, bütün bunları yaşayacaktık, Allâh’m takdiri böyleymiş, bunun için mi beni kınıyorsun?” demesi mümkündür.
3-Bir kere bu hadîs, bizlere kadere ait sırlı bir meseleyi anlatıyor. Her şeyin kitâbeti, daha o şeyler olmadan önce yapılmıştır. Diğer taraftan hadîs Hz. Âdem’in söyledikleriyle, Hz. Mûsâ’nın söylediklerinin bir mukayesesini yapıyor ve ardından da Hz. Âdem’in galebesine işaret ediyor.
Efendimiz, “Âdem, Mûsâ’ya galebe çaldı” derken Hz. Mûsâ’nın düşüncesinin yanlış olduğunu söylemiş olmuyor. Belki Hz. Âdem’in görüşünün daha şümullü olduğuna dikkati çekiyor. Kaderde iki yön vardır. Birincisi, herşeyin Cenâb-ı Hakk tarafından bilinip tesbit edildiği tayin ve takdirlerinin yapıldığı yöndür ki bu, kaderin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüdür. İkincisi ise insan iradesini ilgilendiren yöndür.
İşte Hz. Mûsâ, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması hâdisesini, kaderin sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü esas alarak değerlendirmiş ve söylediklerini bu açıdan söylemişti. Halbuki Hz. Âdem mesele, ye hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbit ve takdiri açısından hem de kulun İradesi açısından bakmış ve bir yönüyle makam-ı cem’e göre konuşmuştu. Meseleye böyle bakması sebebiyle de bu mevzuda Hz. Âdem, Hz. Mûsâ’ya üstün gelmişti. İnsan iradesi, harici vücudu olmamasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’m yaratmasına bir şart olması dolayısıyla işlenen hatalara mercidir. “Satıcı isabet edetı bütün hayırlar Allâh tan; bütün şerler ise senin nefsindendir” (Nisâ, 79) ayeti bize bu ölçüyü veriyor. Fakat meselenin diğer tarafında da “Meşîet-i İlâhî” vardır. İnsan, Al-lâh’ın dilediğinden başka hiçbir şey dileyemez. İşte, “Siz ancak Allâh’tn dilediğini dileyebilirsiniz” (İnsan, 30) âyeti de bize bu dersi vermektedir. Allâh öyle bir Hâkim-i Mutlak’tır ki, bütün iradeleri ters yüz eder ve kendi vereceği hükmü verir.
Sizin irade dediğiniz şey, bir kaşık sudan ibarettir ki, ancak ummana katıldığı zaman neye yaradığı ortaya çıkar. Zâtında o bir hiçtir; ama Allâh (c.c.) cihanı bu hiç üzerine kurmuştur. O zaman da bu hiç olan irade, cihan kadar bir kıymet kazanmıştır. Kader meselesine böyle ihatalı bakmak gerekir. Bu bakış cem’ makamım temsil eden bir bakış keyfiyetidir.
Şu âyetler bu da’vayı aydınlatır mahiyettedir: “Hayır, şüphesiz bu Kur’ân, bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allâh dilemeksizin öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya daha layıktır ve bağışlamaya da daha ehildir.” (Müddessir, 54-56).(2)
Son olarak hadîsle ilgili bazı lafızların üzerinde durmak istiyorum: Müslim, Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bu hadîsin neredeyse tüm lafızlarını kaydetmiştir. Hz. Mûsâ’nın Hz. Âdem’i kınama cümleleri şöyledir:
1-“Ey Âdem, sen babamızsın, bizi hüsrana uğrattın, cennetten çıkartan…”
2-“Sen insanları doğru yoldan saptıran ve insanları cennetten çıkaran Âdem’sin!..”
3-“Sen bizi cennetten çıkaran babamızsın…”
4-Sen, Allah’ın eliyle yarattığı, ruhundan üflediği, meleklere secde ettirdiği, sonra insanları hatanla yeryüzüne düşüren Âdem’sin!…”
5-Sen, hatanın cennetten çıkardığı Âdem’sin!..”
Bu lafızları iki şekilde anlamak mümkündür:
a-işlediğin hata sebebiyle hüsrana uğradık. Sen insanları doğru yoldan çıkarmadın, işlediğin hata sebebiyle insanlar doğru yoldan çıktı. Sen cennetten çıkmamıza sebep oldun.
b-Râvîler, lafızlarda tasarrufta bulunmuştur. Zira, hadîsin kaynağı birdir. Bu lafız farklılıkları, lafızların manayla nakledildiğini ve tasarrufun ortaya çıktığını gösterir. Buna göre, esasen lafızda “sen bizi hüsrana uğrattın veya iğva ettin, yani doğru yoldan saptırdın” gibi ifadeler yoktur. Söz konusu olan lafız “Sen bizim cennetten çıkmamıza neden oldun” ifadesidir. Hatta şunu da demek mümkündür: Hadîs, “bizi” işe karıştırmadan sadece “hatanın seni cennetten çıkarttığı Âdem’sin” şeklinde de anlaşılabilir. Yani, “bizi şöyle veya böyle yapan…” ifadeleri, muhtemelen tasarruftur. Esas lafız, son maddede geçen ifadedir. Bu da Âdem’in başına gelen musibeti sadece ona hasretmektedir. “Sen, hatanın seni cennetten çıkarttığı Âdem’sin”. O kadar. “Bizi çenetten çıkartan veya hatan sebebiyle insanların yeryüzüne düştüğü Âdem’sin” değil.(3)
(1)-http.//www.sorularlaislamiyet.com/article/16871
(2)- )-http.//www.yeniümit.com.tr.(konusuz/detay/kitap-ve-sünnet-perspektifinde-kader-689#.UW5pf69rNjo.
(3-)-Yavuz Köktaş-Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;278-286
—————-
Yavuz Köktaş – Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Necmeddin-i Dâye [*****] çev. Halil Baltacı Necmeddin-i Dâye (ö. 654/1256) tasavvufun bir din yorumu…
Gazzâlî [*] çev. Osman Demir Gazzâlî (ö. 505/111) Allah’ı bilmenin imkânı ve yöntemi konusunda…
Gazzâlî [*] çev. Mahmut Kaya Te’vilin şartlarını tespit etmeyi ve iman ile küfür arasındaki…
Kilise babalarının en ziyade iltifat ettiği, teolojik ağırlıklı bir anlatıma sahip Yuhanna Incil’inin l’inci Bab’ının…
İçinde yaşadığımız dönemin hakim zihniyetini karak- terize eden en önemli hususlardan biri de, hiç şüphesiz,…
İçinde yaşadığımız dünya, bedensel varlığımız ve duygularımız zamanın eliyle şekillenir. Sabretmeyi, şükretme- yi, iyiliğin ve…